*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 548./579 SEMİNER
Haftalık Seminer Dergisi 13 Şubat 2010/02EKİM2010 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
***
YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ(1) إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ(2) نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ
وَإِنْ كُنتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنْ الْغَافِلِينَ(3)
الر
(ELR)
Kur’an Arapça nâzil olmuştur. Arapçada 28 harf vardır. Bir de harfi illet vardır. Toplam 29 harf eder. Kur’an 29 sûrenin başında harflerle başlar.
Sûre başlarındaki harfler | Sayı |
الم | 6 | المص | 1 | الر | 5 | المر | 1 | 13 |
ELM | ELMÖ | ELR | ELMR |
حم | 7 | كهيعسق | 1 | | 8 |
XM | HNGSQ |
طس | 2 | طسم | 1 | طه | 1 | يس | 1 | 5 |
OS | OSM | OH | YS |
ن | 1 | ص | 1 | ق | 1 | | 3 |
N | Ö | Q |
Toplam | 29 |
Yusuf Sûresi ELR sûrelerinin üçüncüsüdür.
Fatiha büyük Kur’an’dan ayrı bir özet sûredir. Ondan sonra Tevbe ile beraber sekiz sûre gelir. 7 Besmele vardır. O sûreler ikişer ikişer gruplanmıştır.
İlk sekiz sûre Kur’an’ın üçte birini oluşturur. İslâmiyet’i ileri hükümlerle anlatmaktadır. Tebliğ ve savaş hükümlerini de içerir.
Bundan sonra gelen sûreler üçer üçer gruplanmıştır.
Yunus, Hud ve Yusuf “ELR”lı üç sûredir.
Ra’d, İbrahim ve Hicr sûreleri “ELMR” ile başlar. Sonraki iki sûre “ELR”lıdır.
Bundan sonra harfsiz Mekke sûreleri gelmektedir: Nahl, İsrâ ve Kehf.
Bundan sonra “KHYGÖ” Meryem Sûresi ile “TH”lı Tâ Hâ Sûresi gelir.
Biri de harfsizdir.
Bunlar 4*3=12 sûre etmektedir.
Bundan sonra Medenî Hac, Mekkî Mü’minûn, Medenî Nûr, Mekkî Furkan sûreleri gelmektedir.
12+2=14 yedili şeklinde ortaya çıkar.
12+3=5*3=15 beş üçlü grup.
15+1=4*4=16 sekizli grubun iki katı.
Bundan sonra 7’li sistemler gelmektedir.
Ondan sonra 10 sûre gelmektedir.
Toplam 64 sûre eder.
Sonra 32’lik, sonra 26’lık sûreler gelir.
Toplam 112 yani 13*7=112 eder.
Tevbe ile Fatiha eklenirse 114=6*19 eder.
Böylece tamamen seçilmiş sayılardan oluşmuş olur.
E=1 L=30 R=200 Toplam 231 etmektedir.
Küçük ebcette 1+3+2=6 1+3+29=24
Yahut Elif 1+30+80 =111(3 elif)
Lam=30+1+40=71 (A=V alınırsa 76 A=Y alınırsa 80)
RA=200+1=201 (206 veya 206 veya 210) 383 (393 veya 401)
Bu rakamların hepsi Hazreti Yusuf peygamber ile beraberindekilerin Mısır’da kaldıkları tarihlere işaret eder. Bunların üzerinde daha fazla bilgiye sahip olmak için Tevrat’ı ve Mısır tarihini iyi incelememiz gerekir.
Ben burada sadece bir hesaplama örneğini verdim. Bunların taşıdığı mânâları kavrayabilmemiz için Tevrat’ın ve arkeolojinin çok iyi bilinmesi gerekir.
Kur’an’ı insan sözü kabul eden günümüzün mollaları bu hesaplamalara karşıdırlar. Başlangıçta ben de karşı idim. Bediüzzaman’a büyük saygım vardı. Onun ısrarlı anlatımlarını tahkik etmeye karar verdim. Kur’an’da element numarası olmalıdır dedim. Önce ebced hesabını kitaba bakarak demirin/hadidin kaç sayıyı gösterdiğini tesbit ettim.
X=8 D=4 Y=10 ve D=4 olarak tesbit ettim. Topladım (8+4+10+4) 26 etti.
Heyecanla atom fiziğini açtım ve 8’nci sütun ve 4’üncü satırda 26 atom numaralı element “demir” yani “hadid” idi. Bundan sonra buna inandım.
Birçok âyetlerde uygulamalar yaptım.
Siz de benim gibi deneyebilirsiniz.
Ondan sonra ben de inandım.
Size de tavsiye ederim; bir şeyi araştırmadan reddetmeyin.
İkili sûreler İslâmiyet’i anlatmaktadır. Üçlü sûreler ise daha çok geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatarak mü’minlerin başına gelecekleri anlatmaktadır.
Bu Sûre Yusuf Peygamberi anlatmaktadır.
Biz bütün sûreleri bu şekilde yorumlayamayız.
Bu sebepledir ki her gruptan sûreler seçmekteyiz.
Yusuf Sûresi’ni çok eskiden Prof. Ahmet T. Satoğlu ve Prof. Ekrem Pakdemirli ile okuduk. Şimdi yeniden yorumlayacağım. O zamanki yorumları yazılı olarak sizlere sunamayacağım. Ama sunmuş olamasam bile, şimdi yeniden yorum yaparken bendeki gelişmeyi görmüş olacaksınız.
Satoğlu ve Pakdemirli benimle çalışmayı bırakarak, o zaman İzmir’de bulunan Hayrettin Karaman’la çalışmaya başladılar. Beni çalışmalarına davet etmediler. Neler okuduklarını bilmiyorum. Hayrettin Karaman hatıratında bu çalışmalardan bahsetmemektedir.
Ben de sûrenin sonuna kadar devam edip etmediğimi hatırlayamıyorum.
Harun Özdemir, 1990’lı yıllarda ben Kırgızistan’da iken benim hiçbir katkım olmadan “Şeriat” kitabını yazdı. Tamamen bizim çalışmalara katkı mahiyetinde olan orijinal bir kitaptır. Herkesin örnek alıp o usulle çalışmasını isterim.
Harun Özdemir geçenlerde telefon ederek; Tevrat ve İncil’de Yusuf aleyhisselâmı inceliyorum, eğer siz Yusuf Sûresi’ni ele alırsanız, sonunda bu konuda yazacağım kitapta çalışmalarınızı değerlendiririm dedi.
Akevler’in en önemli özelliği ilmî çalışmalarıdır. Başkalarının söylediğini kabul etmeyip herkes kendi görüşleri ile değerlendirir. Tarihte ilimler böyle doğmuştur.
Sokrat’ın talebesi olan Eflatun’un görüşleri Sokrat’tan çok farklıdır. Yine Eflatun’un talebesi olan Aristo ise büsbütün farklıdır.
İslâmiyet’te de Ebu Hanife ve Malik yüksek seviyede ilmin kurucularıdır. Ama bilhassa Ebu Hanife’nin talebeleri olan Ebu Yusuf, İmamı Muhammed ve Züfer tamamen farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Şafii ise Medine ekolünden yetiştiği halde Ebu Hanife’nin talebelerine talebe olmuştur. Meşhur usulünü ve Ümm kitaplarını yazdığında Malik’den ve Ebu Hanife’den tamamen ayrı bir mezhep ortaya koydu.
Harun’un çalışmaları bu istikamettedir. Gelecekte “Adil Düzen”e büyük katkılarını ümit ederim. Reşat Nuri Erol gibi söylenenleri tesbit etmek ve okunur hâle getirmek kadar, Harun Özdemir gibi katkıları olan arkadaşlar sayesinde ekol oluşacaktır.
İstanbul’da Lütfi Hocaoğlu ekibi de böyle bir çalışma içindedir.
Ümit ederim ki Ankara’daki arkadaşlar da uykudan uyanır, “Adil Düzen”e katkıda bulunmaya başlarlar.
Bugün “Adil Düzen” üzerinde İstanbul Yenibosna’da, Üsküdar’da ve Esenler’de EHABİR grubu çalışıyor. İzmir’de de ciddi çalışma vardır. Ankara’da Ali Erişen’in oluşturduğu grup İzmir ve İstanbul çalışmalarını değerlendirmedikleri için başarılı olamamışlardır. Onlara tavsiyem, yeniden çalışmaya başlamalarıdır.
Birbirimizin çalışmalarını değerlendirmeliyiz. Bunun için Akevler Adil Düzen çalışmalarına mutlaka katılmalısınız. Bursa’dan, Mardin’den bu çalışmalara katılan yeni arkadaşlarımız vardır. Cengiz Türkmenistan’dan katılmaktadır. Eğer bu çalışmaları yaygınlaştırırsak, o zaman “Adil Düzen” gelir demektir.
İstanbul’un 39 ilçesinde bu çalışmalar başlamalıdır…
Türkiye’nin büyük şehirlerinde bu çalışmalar başlamalıdır...
Katkı, evet katkı; ama mevcutlara katkı.
Söylenenleri dinlemek, ondan sonra kendi görüşümüzü ortaya koymak.
Birbirini okuyup anlayanlar ekol oluştururlar ve gelecekte dünyaya hakim olurlar.
“ELR”nın mânâsı nedir?
Yukarıda Kur’an’daki sûrelerin tasnifinde getirilmiştir demiştik.
Mânâları nedir?
Kur’an’da Elif Lâm birlikte kullanılmaktadır. 13 defa birlikte geçmektedir. 13 sayısı Fibonacci sayısıdır. Batılılar bu sayıyı doğudan öğrenmiş ama ona Batı’ya götürenin adını vermişlerdir. Bu bir dizinin sayısıdır. Asal sayıdır. Sadece bu dizide yer alır.
0+1=1 1+1=2 2+1=3 3+2=5 5+3=8 8+5=13
13+8=21 21+13=34 34+21=54 54+34=88 88+54=142 ….
Bir sayıyı elde etmek için kendisinden önceki sayı ile iki önceki sayıyı toplamak gerekir.
Doğada bu diziye çokça rastlanır. Yaprak dallar da bu sayıya göre dizilirler.
“El” “Ellah”ı ifade eder. Kur’an’da ne elif ne de L ayrı olarak gelmemektedir.
Elif Allah’ı, L melekleri ve R de resulü ifade eder.
Kur’an Allah’ın indinde kelamullah olarak mevcuttur. Cebrail’in emrindeki melekler Allah’ın kelamı olan Kitabı Arapça Kur’an’a tercüme etmişlerdir. Allah’ın onayını aldıktan sonra onu Hz. Muhammed’e yani resule ulaştırmışlardır. Resul bunu uygulamıştır.
Resullerden bahsettiği için bu sûreler “ELR” ile başlatılmıştır. Şimdilik vereceğimiz mânâ budur. Hz. Yusuf peygamber de resuldür. Onun için bu sûre bu harflerle başlamıştır.
تِلْكَ
(TiLKa)
“Bunlar.”
“TiLKe” ismi işarettir. Nereye işaret eder?
Bazen daha önce anlatılanlara işaret eder. O takdirde müzekker veya müennes olur. Müzekker ise işaret ettiği müzekkerdir. “Zalike’l-kitabu”da kitap müzekker olduğu için işaret de müzekker olmuştur. Burada ise âyetlere işaret ettiği için müennes olmaktadır. Yani bu sûrede mevcut olaylar demektir. Kitap yalnız Yusuf Sûresi değildir, tüm Kur’an’dır.
“TiLKe” yalnız ismi işarettir. Müşarun ileyh mübin kitabın âyetleridir. Hepsi birden mübtedadır. Haberi, biz onu Arapça Kur’an olarak inzâl ettik şeklindedir. Bununla beraber “Tilke” mübteda, “el-kitabi’l-mübîni” haberdir. Bunlar mübin kitapların âyetleridir. Biz onu Arapça Kur’an olarak indirdik cümlesi birinci cümlenin beyanı olur. İndirilen âyetler değil kitaptır. Yani ikinci cümle birinci cümlenin mübtedası veya haberin hâlini değil de, muzafun ileyh olan kitabın hâlini ifade ediyor. Öyleyse “Tilke” mübteda mübin kitabın âyetleridir. “Tilke Min” demediğine göre tüm Kur’an’ın âyetlerine işaret etmektedir.
“Tilke” uzağa işaret eder, gaibe işaret eder. Lafızdan çok mânâsına işaret ettiği için görünmeyen anlamında gaib işareti getirilmiştir.
آيَاتُ الْكِتَابِ
(EaYAvTu eLKiTAvBi)
“Kitabın âyetleridir.”
“Âyât” haberdir. Mübtedası “tilke”dir. O zaman ismi işaret müşarun ileyh yerine getirilmiştir. Ya da mübtedadır, biz onu Arapça Kur’an inzâl ettik cümlesi haberdir. Bu zamirin “hâ” değil de “hû” olmasından dolayı zayıf yorumdur. Tilke ile işaret edilen Kur’an’ın cümle veya cümle grupları mânâsında olabilir. Türkçede kullandığımız sûrelerin içerdiği Kur’an’ın bölümleri kastedilmiş olabilir. Biz bu mânâyı uzak görüyoruz. Çünkü işaret zamiri lafza değil de mânâya gitmektedir. “Hazihî” olsaydı o mânâyı verirdik. Kur’an’ı ilk duyan sahabeler bunu Kur’an’ın cümlesi veya cümle grupları olarak anladılar.
“Âyet” nedir?
“Âyet” yollara konan işaret taşlarıdır, yol levhalarıdır. Arabistan’da evleri yukarılarda yaparlardı, uzaktan bakanlar onlara göre yollarını bulurdu. Sonra yola konan işaret taşlarına âyet denmiştir. Açıkça yolu gösteren şeylere âyet denmektedir.
Doğa kanunları da birer âyettir, yol levhalarıdır. Biz o sayede ne yapsak ne olur, onu gösterir. Kur’an’ın her cümlesi âyettir. Genel sistem içinde bir adımını gösterir. Trafikte yol alabilmek için yalnız bir levha yeterli olmaz, peş peşe konan levhalar seni hedefe ulaştırır.
Kur’an’ın her âyeti diğer âyetlere uyumludur, birbirini tamamlar. Bir bütün olarak sistemi gösterir. Bu sebepledir ki çoğulu dişi kurallı çoğulla yapılmıştır. Kur’an bir bütündür. Âyetleri ayrı ayrı incelediğinizde sonunda bir bütün ortaya çıkar. Biz de şimdi Kur’an’ı âyet âyet yorumluyoruz. Yarın siz alıp da bunları fıkha göre tasnif edecek olursanız bir sistem ortaya çıkmış olacaktır. Âyetin kurallı dişi olarak getirilmesi bu sebepledir.
الْمُبِينِ
(eLMüBIyNi)
“Açıklayan.”
“Beyn” topraktaki yarıktır.
“Beyan” açıklık demektir, kapalılığı ortadan kaldırmak demektir.
Kur’an mübindir. Beyan edendir. Kitap mübindir.
Kur’an neyi beyan etmektedir?
Kur’an aynı zamanda ispat edendir demektir.
Bir şeyi açıkça ifade etmek beyandır. İspatlanan açıklamalar da beyandır.
Kur’an sorunları çözen beyanda bulunmaktadır. Ayrıca beyan ettiği şeyleri de ispatlamaktadır. Yani Kur’an hem anlatandır, hem de söylediklerini ispatlayan kitaptır.
Burada kitap mübin sıfatını taşımaktadır. Mübin müzekker müfret olduğuna göre kitabın sıfatıdır. Âyâtın sıfatı değildir. Kitap mübindir.
Kitap yazı demek değildir. Yazı hattır. Kitap hükümler içeren kurallardır. Kur’an’dan sonra sözleşmeler ancak yazılıp imza edildiğinde hüküm ifade eder. Dolayısıyla şeriat ve sözleşmeler kitaptır. Kur’an bir sözleşmedir. Allah teklif etmiş, mü’minler kabul etmiştir, yazılı hâle getirilmiştir. Mü’minler sözleşmelerine uymak zorundadırlar.
Kur’an parça parça inmiş, Hz. Muhammed’den sonra kitap hâline gelmiştir. Ama Kur’an baştan itibaren Kur’an’a kitap adını vermektedir. Gerçekten Kur’an resmen Hazreti Osman zamanında kitap hâline geldi. O tarihten beri değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Kül cüz delâleti ile bu sûrenin âyetlerine de işaret etmektedir.
Kur’an’ın neden mübin olduğunu anlamak isteyenler, 250 mucizeyi açıkladığımız “Kur’an’ın Mucizeleri” kitabımıza başvursunlar.
Kur’an başka bakımdan da mübindir. Âyetler birbirini beyan eder. Tüm âyetler birbirini tasdik eder ve açıklar. Bu sebepledir ki Kur’an’ın bir âyetiyle amel edilmez. Bütün âyetler bir arada düşünülerek sorunlar çözülür.
***
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ
(EinNAv EaNZaLNAvHu)
“Onu Biz inzâl ettik.”
Buradaki zamir âyetlere gitseydi ya haber olurdu, ya da “Tilke”ye haberden haber olurdu. Mübtedanın muzafun ileyhine gittiğine göre bu haber de değildir.
O halde bu cümle nedir?
Zamir kitaba gittiğine göre kitabın hâli veya sıfatı olabilir. Sıfatı olamaz, nekredir. O halde kitabın hâlidir. Gramerciler mutlaka kendilerine göre yaptıkları bir isimle adlandırırlar. Biz bunlara cümle-i beyaniyye diyoruz. Yani birinci cümlede geçen bir kelimenin veya ifadenin sonra gelen cümle ile açıklanmasıdır. Aralarında bir atıf harfi getirilmemiştir. Çünkü kemali ittisal vardır. Sıla ile de getirilmemiştir. İsmi mevsul ile gelseydi sıfat olurdu. Kitabı burada hâl olarak tavsif etmiştir. Sıfat yapmamıştır.
Burada kitap Allah’ın indindeki kitap Arapça değildir. Allah’ın kelamı iledir. Ama insanlar anlasınlar diye o Arapçalaştırılmıştır. “Biz kitabı Arapça olarak indirdik” deniyor. Arapça iniş sıfat değil hâl olmakla demek ki Arapça oluşu arızidir, lazımi değildir.
“Biz” zamirini kullanmaktadır, çünkü onu meleklerle indirmiştir, doğrudan inzâl etmemiştir. “İnzâl etme” yukarıdan aşağıya indirmedir. Mecazi olarak Allah’ın katından insanların katına indirmedir. Allah’ın katında kendi kelamı iledir. İnsanların katına Arapça inmiştir. Cebrail görevlendirilmiş, uzun çalışmalar sonunda Arapça olarak telif edilmiştir.
Tarihte, Kur’an mahluk mudur, değil midir tartışması olmuş, âlimler birbirlerini tekfir etmişlerdir. Sonra âlimler Allah’ın kelamı olan Kur’an mahluk değildir, ama okuduğumuz Kur’an’a yazdığımız sahifeler mahluktur demişlerdir. Biz de bunların bu görüşüne katılarak böyle mânâ veriyoruz. Bu âyetten öğreniyoruz ki kitap mushaf değildir. Kitap Kur’an’ın ihtiva ettiği hükümler ve mânâdır. O mahluk değildir. Mushaf ise mahluktur.
قُرْآنًا عَرَبِيًّا
(QuREAvNan GaRaBiyYan)
“Arapça Kur’an.”
“Kur’an” ezbere kıraattir, kendi kendine kıraattir. Tilavet ise mushaftan okumadır ve başkasına okumadır. “Kur’an” aynı zamanda manzum ezber okumadır. “Kelam” ise kendi kurduğun cümleleri söylemedir. Başkasının kurduğu cümleleri okumadır.
Metinler ezberlenir ve okunur. İnsanın dil melekesi böyle gelişir. Bir dili iyice öğrenmek o dildeki şiirleri okumaktır. Okunan şeyler daha çok manzum olur.
Eskiden Kur’an’ın mânâsını anlamadan okuma yeter derecede sevap sayılıyordu. Şimdi de Kur’an’ın sadece mânâsı sevap sayılıyor. Sesin en büyük özelliği vücutta titreşim yapmasıdır. Değirmenin taşına buğdayı akıtan oluk bulunur. Oluğa bir kol bağlanır, taş döndükçe oluğu sallar, dolayısıyla buğday değirmen taşına azar azar dökülür.
İşte vücudun hücre içi hareketlerinin olması, damarların ve sinirlerin iletiminin sağlanması için titreştirilmesi gerekir. İşte bu titreşimleri canlılarda ses sağlar. Böcekler ve kuşlar durmadan öterler, bunun için öterler. Canlıların titreşimlerini sağlarlar.
İnsanlar da böyledir. Zikretmekle, şarkı söylemekle, müzik dinlemekle bu sağlanır. Bu sebepledir “Allah Allah, sübhanellah sübhanellah, elhamdülillah elhamdülillah, estağfurullah estağfurullah” insanın ihtiyacı olan titreşimleri meydana getirir.
Kur’an okumak, tesbih çekmek insanın yalnız bedenini değil, aynı zamanda insanın beynini de sağlıklı faaliyette bulundurur. Beyin karmakarışık elektrik devrelerinden oluşur. Devrelerde tıkanma olursa, işte kıraat ve tesbihle açılır, sağlıklı olarak işler. Ruh beyinle irtibatta olduğu için ruh da etki içinde olur.
Kur’an son derece yüksek müziğe sahiptir. İnsan için yararlı bir müziği içerir. İnsanların telif müzikleri üzüntülü olanların üzüntüsünü artırır, sevinçli olanın sevincini artırır. Üzüntülü olan sevinç veren müzik dinlerse de rahatsız olur, hasta olur. Sevinçli olan da üzüntü müziği dinlerse yine aynı rahatsızlığı hisseder.
Kur’an müziği ise bunun tam tersinedir. Çok sevinenin aşırı sevincini törpüler, normal hâle getirir. Aşırı üzüntüsü olanı da teselli eder, normal hâle getirir.
İşte bu sebepledir ki Allah Kur’an’ın mânâsını anlamasak da okumamızı ve onu değişik kelimelerle tesbih etmemizi emretmektedir. Kur’an’ın Arapça olmasının hikmeti budur. Diğer diller vurgu ile değişik mânâlar kazanırlar. Türkçede kelimeler vurgu ile yeni mânâ kazanmazlar. Ama cümledeki önem vurgu ile değişir. Rusçada vurgu ile kelimelerin mânâları da değişir. Arapçada vurgu ile ses tonu ile kelimenin mânâsı değişmez. Ama kelimelerin uzun veya kısa heceli olmasına göre müziği değişir.
Kur’an Arapça indirilerek kendisine özgü bir müzik kazandırılmıştır.
Kur’an’ın Arapça olmasının başka bir mânâsı daha vardır. Dünyadaki bütün diller birbirine benzer ama farklıdır. Örnek olarak Türkçede kardeş, abla ve ağabey farklı kelimelerle ifade edildiği halde, Arapçada bunlar aynı kelimelerle ifade edilir. Türkçede erkek ve kız kardeş aynı kardeş kelimesi ile ifade edildiği halde, Arapça erkek ve kız kardeş başka kelimelerle ifade edilir. Demek ki her dilin kendine göre bir dünya görüşü vardır, anlayışı vardır. Bu sebepledir ki bir dilde yazılan bir mektup başka dile tercüme edilemez. Her dilin kendi ifadeleri için sosyal yapı oluşturur.
Kur’an Arapça inmiştir ve Arapça metin mütevatirdir. Tercümeler asla Kur’an değildir. Ne kıraati ile karar alınır, ne de onlara dayanarak hükümler çıkarılır.
لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
(LaGalLaKuM TaGQıLUvNa)
“Akledesiniz diye Arapça Kur’an olarak indirdik.”
Kur’an Arapçası Kur’an için hazırlanmıştır. Tarihî bir gelişme sahibidir. Arapçanın oluşması için oluşan tarihî aşamaları hatırlayalım.
İnsanlar toplayıcılıkla yaşıyorlardı.
Nüfus arttı, soğuklar başladı, “avcılık dönemi”ne geçtiler.
Nüfus arttı, yağmurlu yıllar geldi. Avlanacak hayvanlar kalmadı. İnsanlar “çobanlık dönemi”ne geçtiler.
Nüfus arttı, kuraklıklar başladı. Otlaklar azaldı, “tarım dönemi”ne geçtiler.
Bu arada sulamayı öğrendiler ve kentler kurmaya başladılar. Bu ilk önce Fırat ve Dicle kenarlarında başladı. Hz. Nuh peygamberin kavmi idiler. Hz. Nuh milattan 3300 sene evvel geldi. Hz. Hud, Salih, Lut, Şuayb gibi peygamberler gelerek Irak uygarlığını 3000 yıl yaşattılar. İlimde ve uygarlıkta çok ileri kavim idiler. Mezopotamya’dan deniz yoluyla Nil vadisine gelenler 500 sene sonra Mısır’da uygarlıklar kurdular.
Irak uygarlığı peygamberler uygarlığıdır.
Mısır’da ise kralların uygarlığını kurdular.
Beş yüz sene arkadan birbirlerini takip ettiler.
Irak uygarlığı ilk uygarlıktır ve hak uygarlığıdır.
Mısır uygarlığı ikincidir ama kuvvet uygarlığı olarak ilktir. Merkezi devlet uygarlığıdır.
Bu iki uygarlık arasında ulaşımı sağlayanlar Araplar olmuştur. Çöllerde ne Mısırlılar ne de Mezopotamyalılar gidip gelemezlerdi. Bunu çöl bedevileri olan tüccarlar sağlıyordu.
İşte bu Arap tüccarlar bir dil geliştirdiler. Bu dil iki uygarlığı da ifade ediyordu, ama kendileri uygar değildi. Arapçaya yabancı kelimeler de hemen hemen hiç girmedi. Uygarlaşsalardı kelimeleri de alırlardı, Arapça bozulurdu. Bu iki uygarlık arasında kalmasalardı dilleri de ilkel olurdu.
İşte Kur’an bozulmamış bir uygar dil olan Arapça olarak inmiştir. Yeryüzünde Arapçadan başka bozulmamış bir dil yoktur. Diğer diller yabancı kelimelerle dolmuştur. Oysa Müslümanlar fetihler yaptıkça oradan uygarlıklar aldılar ama Arapça ile çok kolay ifade ettiklerinden sonunda bütün ilimler Arapça dili ile yazıldı. Latince Arapçanın etkisi ile gelişti.
Arapça öyle gelişti ki, Arapça ile her şeyi ifade edebilirsiniz. Bir örnek vereyim. Demir 26 atom numaralı bir elementtir. Sekizinci sütunda ve dördüncü satırda yer alır. Arapçada demirin adı “hadid”dir. Birinci harfi sütunu, sonuncu harfi satırı gösterir. Harflerin toplamı 26’dır. İşte Arapçada bu kelime Kur’an’dan önce Araplara öğretildi. Sonra Kur’an’da kullanıldı. Yani Kur’an Arapçaya göre indirilmedi, Arapça Kur’an’a göre oluşturuldu.
Burada Kur’an ve Arapça nekre olarak getirilmiştir. Çünkü Kur’an Arapçası ayrıdır. Kur’an’dan başka da kıraat kitapları vardır. İşte Kur’an böyle özel dil olduğu için Kur’an Arapça indirildi. Bu sayede biz Kur’an’ı mantık benzeri anlıyor ve hükümler çıkarıyoruz.
***
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ
(NaXNu NaQuöÖu GaLaYKa)
“Biz sana kasas ediyoruz.”
Arapçada biz mânâsına “İnnâ” var, “Nahnu” var. “İnnâ”nın başına “İnne” gelebilir, “İnnenâ” deriz. Kur’an’da “İnnenâ” yoktur. O halde “İnnâ” “İnnenâ” mânâsınadır.
“Nahnu” ise sadece biz mânâsındadır. “İnnâ” denmemiş, burada “Nahnu” denmiştir.
Burada sadece tahsis vardır, önceki âyette ise tahsisin yanında tahkik de vardır. Çünkü onun inkarcıları çoktur. Ama Kur’an’ın Arapça anlatışını bilenler onun edebiliğine ve akıcılığına bir şey diyemiyorlar. Edebi değerinde eksik bulmaya çalışanlar tercümeleri üzerinde duruyorlar. O da Kur’an’ın mucizesini gösterir. Demek ki doğru dürüst tercüme yapılamıyor.
Dillerin bir özelliği vardır. Bilgisayarda yazarken yanlış yazarsan altını çizer, ama neden çizdiğini söyleyemez. İnsan hatalı cümle duyduğu zaman beyinde kırmızılar çizilir. Hatalı olduğunu anlarsınız. Ama hatayı söyleyemezsiniz. “Yükü indir” dersin, “yükü inirt” demezsin. “Yükü çıkart” dersin, “yükü çıktır” demezsin. Niçin böyle olduğunu bilemezsin. Yanlışı kulak hemen hisseder. Kur’an Arapçasını dinleyenler kulaklarında asla böyle bir hisle karşılaşmazlar. Biz de okurken asla sıkıntı çekmeyiz. Yani Kur’an’ın fasih Arapça ile konuştuğunda tartışma yoktur.
“Haza şey’ün ucab” cümlesi kulağa hoş gelir. Ne var ki Mekke ve Medine Arapları “ucab” kelimesini kullanmazlardı. İtiraz ettiler, Muhammed uydurma kelimeler kullanıyor dediler. Kur’an nebisi, ‘bir Arap yok mu, getirin’ demiş. Dışarıda badiyede yaşayan bir Arabı bulmuşlar, getirmişler. Arap; ‘buyur, ne diyorsun’ der. Hazreti Muhammed cevap vermez. Bir daha sorar. Cevap yok! Arap sıkılır; “Haza şey’ün ucab” der. Hazreti Muhammed güler ve badiye Arabından özür dileyerek gönderir.
İşte, Kur’an’ın bazı yerlerinde kurallara aykırı ifadeler vardır ama Kur’an’ı okurken asla kulağı tırmalamaz. Dildeki istisnalar olarak kabul edersiniz. “Lemyekün” doğrusu iken, kural dışı “nun” düşer ve “Lemyekü” olur. Ama kimse bunu yadırgamaz. İşte bu sebeple burada “İnnâ” demiyor da “Nahnu” diyor. Çünkü aksini iddia eden yoktur. Birincisinin “İnnâ” ikincisinin “Nahnu” olmasının sebebi budur.
أَحْسَنَ الْقَصَصِ
(EaXSaNa eLQaÖaÖı)
“Kasasın ahsenini kasas ediyoruz.”
Hikayedir. Bir temsildir. Temsillerin bir kısmı hayalidir, olmamıştır; bir kısmı ise gerçektir. Mesela, Kur’an’da; onların meseli ateş yakanın meselidir. Ortalık aydınlanmıştır. Sonra rüzgar onu söndürmüş, karanlıkta kalmıştır. Buradaki mesel hayalidir. Yani böyle bir kimse olsa demektir. Burada anlatılan olmuş olan bir olay değildir. Ama onlar bir karyeye gönderdiğimiz iki elçiyi tekzib ettiler, biz üçüncü ile ta’zîz ettikteki kasas gerçekten olmuş olan bir olaydır. Kesmek, sözü bitirmek demektir. Yani anlatmak istediğin bir olaydan gerekli dersi çıkarıp orada bitirmeye kasas denir.
Kur’an’da kıssaları anlatılmaktadır; bu anlatılanlardan ders alınsın diye anlatılmaktadır.
“Ahsen olması” iki şekilde olabilir; ya olaylar ahsen olur ya da anlatılışı ahsen olur.
“Ahsene’l-Kasasi” dendiğinde, seçilmiş olayların anlatılmasıdır. Tarihte etkin olmuş, çağları değiştirmiş olaylar anlatılmaktadır.
Hazreti Yusuf peygamberin Mısır’a gitmesi böyle bir olaydır.
“El-Kasas” cins isim olarak gelir. O takdirde tüm Kur’an kasas edilmektedir. Yahut ahdi harici olarak belirlenmektedir. O zaman Yusuf Sûresi ahsen kasas olur.
Âyetteki ifade öyle olsa da, bu ifadenin bu sûrenin başına gelmesi bu sûrenin özelliği olması gerekir. Kur’an’da baştan sonuna tarihi anlatışla anlatılan tek sûredir. Sûrenin uzunluğu da önemlidir. Bir insanın yorulmadan takip edebildiği süre 20-25 dakikadır. Bu sûrenin uzunluğu da bu kadardır. Olay olarak da merakla takip edilecek bir sûredir.
Hazreti Yusuf rüya görür. Sonra kardeşleri tarafından kuyuya atılır. Mısır’da azizin yanında büyür. Sahibinin karısı ona aşık olur ama o onu reddeder. Hapse girer. Sonra kral rüya görür, rüyayı tâbir edemezler. Hazreti Yusuf tâbir eder. Hazinenin başına getirilir. Kardeşleri buğday almak için Mısır’a giderler. Orada kardeşlerini tanır. Sonunda anne babası ve kardeşleri Mısır’a gelirler ve orada yerleşirler. Bugünkü Yahudilerin oluşması böyle başlar.
Bu senaryo birtakım rastlantılarla doludur. Ama bütün gaye İsrail oğullarını Mısır’a götürüp yerleştirmek ve oranın kültürünü almalarının sağlamaktır. Anlatış şekli ahsen olduğu gibi anlatılanlar da ahsendir.
Buradaki muhatap kimdir?
Başlangıçta elbette Hazreti Muhammed’dir.
Şimdi ise okuyucuya hitap etmektedir, yahut Adil Düzen Çalışanına hitap etmektedir.
Bu sûrede yeni düzenin tesisi için gerekli olan çok şeyler anlatılmaktadır.
- Yeni medeniyet iki medeniyetin sentezi ile doğar. İbranı medeniyeti iki medeniyetin sentezi ile doğmuştur; Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri. Bugün de III. bin yıl uygarlığı iki uygarlığın sentezi ile doğmaktadır; İslâm medeniyeti ile Batı medeniyetinin sentezi III. bin yıl uygarlığını doğuracaktır.
- Medeniyetler doğmadan önce o medeniyetin hazırlığı yapılır. Bu hazırlığı MÖ 2000 yıllarında gelen Hazreti İbrahim peygamber başlatmıştır. Hazreti Yakup Hazreti İbrahim’in torunudur. Sonra Hazreti Musa gelecek ve İsrail oğullarını Mısır’dan çıkaracaktır. Sonra da Hazreti Davut gelecek ve İbrani uygarlığını kuracaktır. Bugünkü III. bin yıl uygarlığı da uzun hazırlanmanın sonucudur. Osmanlı ve Selçuklular Bizans’ın vârisi olmuşlar ve II. bin yıl uygarlığını kurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu yaşlanınca batılılaşmaya başlamış ve Türkiye Cumhuriyeti Müslüman halk tarafından batılılaşmış bir kadro tarafından kurulmuştur. Hazreti Yusuf peygamberin hikâyesine benzer bir hikâye ile buraya kadar gelmişlerdir.
- Yeni uygarlık kendilerini yetiştiren bir kadro tarafından kurulur. Mezopotamya uygarlığını Sümerler kurdular. İbrani uygarlığını İbraniler kurdular. Birinci Kur’an uygarlığını Araplar kurdular. İkinci Kur’an uygarlığını kurma görevini Allah Türklere vermiş, Türkiye Türklerine, Türkiye Müslümanlarına vermiştir.
- Mezopotamya uygarlığı şeriat uygarlığıdır, peygamberler uygarlığıdır, adil yönetim uygarlığıdır. Mısır ise maddi uygarlıktır, ehramlar uygarlığıdır. İsrail oğulları iki uygarlığı birleştirip Tevrat gibi bir kitabı uygulamaya koydular. Yunanlılar ve bugünkü Avrupalıların uygarlıkları teknik ve ekonomi uygarlığıdır. İslâmiyet hukuk ve yönetim uygarlığıdır. O halde III. bin yıl uygarlığı teknikte ve ekonomide hamle yerine, hukukta ve yönetimde hamle yapacaktır. Batı teknolojisinden yararlanacak ama hukukunu oluşturacaktır. İşte kıssanın ahsen olması, dünyanın gelecek uygarlıklarına örnek olan bir kıssa olmasıdır.
بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ
(BiMAv EaVXaYNAv EiLaYKa)
“Sana vahyettiklerimiz de.”
Buradaki “Bi” “Fî” mânâsınadır. “Bi” gelmesinin sebebi belli yerlerde kıssanın anlatılmasıdır. Vahyedilen Kur’an’dır. Allah, Cebrail ve onunla birlikte çalışan meleklere Kur’an’ı Allah’ın dilinden Arapçaya tercüme ettirmiştir. Cebrail bir helikopterle gelerek Hazreti Muhammed’le konuşmuş, ona Kur’an’ı öğretmiştir. Bu “vahiy” 23 sene sürmüştür.
“Vahiy” Hazreti Adem aleyhisselâmla başlamıştır. Önceleri daha sık gelirdi. İnsanlık uygarlaştıkça vahiy daha kesinleşti ama aynı zamanda azaldı.
Kur’an’ı vahiy olarak alan peygamber bunun için önce bir aşiretlik ekip oluşturmuştur. Sonra yüz elli kişi olmuş ve Medine’ye gitmiştir. Medine’de bir site devleti kurmuştur.
Burada Yusuf kıssasından alacağımız ders, bir aşiretin sonunda nasıl bir kavim olabildiğidir. Bugün dünyaya nasıl hükmettiğidir.
Sonra Hazreti Muhammed aleyhisselâm da aynısını yapmıştır.
Bugünkü dünyada bir milyardan fazla insan Müslümandır.
Ayrıca Batı uygarlığı Kur’an’ın etkisiyle doğmuştur.
Bu durumda biz ne yapmalıyız?
Birden büyümeden önce bir aşiret oluşturmalıyız. Yani on inanmış aile olmalıyız. Yüz kadar aile olduğumuzda bir kabile kurabiliriz, yani bir bucak oluşturabiliriz. Sonra o bucak genişler ve III. bin yıl uygarlığını kurar.
Allah III. bin yıl uygarlığının ihalesini çıkarmıştır. Herkes ihaleye girebilir. Kim önce en kaliteli imalat yaparsa ihale ona kalır. Diğerleri de onun destekçileri olurlar.
Biz şimdi yarıştayız, Akevler ekibi yarıştadır; “Adil Düzen” yarışmasındadır.
Birilerini kendilerinden ileride olduğunu gördüklerinde hemen onlara tâbi olmaya hazırdır. Biz bu dünyada nam istemiyoruz, âhirette cennet istiyoruz.
Burada “İLeYKüM” demiyor da “İLeYKe/sana” diyor.
Çünkü herkes bu yarışa ayrı ayrı veya birlikte katılabilir.
Kur’an’dan sonra Cebrail’in getirdiği vahiy yoktur. Onun yerine içtihat ve icmalar vardır. Biz vahiy alıyoruz demiyoruz; veliyiz, kerametimiz var demiyoruz. Biz sadece ilim edinip onunla içtihat yapıyoruz diyoruz; siz de yapın diyoruz.
Siz (içtihadı yasaklayanlar) ise içtihadı yasaklıyorsunuz!
Siz kimsiniz ki Allah’ın Kur’an’da getirdiği hükmü değiştiresiniz?!.
Siz kimsiniz ki bizim içtihat sahibi olup olmadığımıza karar veriyorsunuz?!.
Biz sizin için içtihat yapmıyoruz ki; kendimiz ve kendi topluluğumuz için yapıyoruz.
Buradaki vahiy Cebrail eliyle yapılmış vahiy değil, içtihatta insanın aklına gelenlerdir.
هَذَا الْقُرْآنَ
(HaÜav eLQuREANa)
“Bu Kur’an’da.”
Buradaki “Haza’l-Kur’an” “Bimâ evhaynâ”nın bedelidir. “Bi” mahzuftur.
Burada bahsedilen vahiy Kur’an dışındaki vahiy değildir. Ne varsa Kur’an’ın içinde vardır. Bu sebeple bu vahiy Hazreti Muhammed’e yapılan vahiyden başka bir vahiy değildir; Kur’an’ın dışında da bir vahiy değildir. Kur’an’da anlatılandır. Lafzı ilk olarak Hazreti Muhammed’e nâzil olmuştur. Bugüne kadar değişmemiştir. O Cebrail’den öğrendi. Biz bizden öncekilerden öğrendik. Hazreti Muhammed ile bizim aramızda bir fark yoktur. O Cebrail’den, biz de ondan öğrenenlerden öğrendik. Değişmemiş bir vahiydir.
Bize vahyedilen ise onun mânâsıdır. Her müçtehide ve her âlime içtihat yaparken vahyedilir. Hazreti Muhammed’den farkı; o hata ettiğinde Cebrail gelip düzeltirdi. Bizim hatalı içtihadımız hatalı olarak kalır. Bununla beraber hatamızdan sorumlu olmayacağız.
Biz içtihat yapmaktan sorumluyuz. Allah bize içtihat yapın diye emretti, isabet ettirin diye emretmedi. İsabet edenlere uyun diye de emretmedi. Biz de bunu yapıyoruz.
Bize karşı gelenler, bize direnenler kime zulmediyorlar?
Kendi nefislerine zulmediyorlar.
Burada “Kur’an”a işaret edilmiş ve “HaZa” denmiştir.
Başka Kur’an mı vardır ki “Bu Kur’an” denmiştir?
Yukarıda “Arapça Kur’an” denmiş ve nekre olarak ifade edilmiştir.
Burada da “Bu Kur’an” denerek iki defa tarif edilmiştir.
“Bu Kur’an” bizim şimdi okuduğumuz Kur’an’dır. Bu Kur’an bize vahyolunmuştur. Nekre Kur’an’lar ise her kavme ve her devre nâzil olan Kur’an’dır. Gerçi lafız değişmemiştir. Aynı Kur’an’dır. Ama mânâsı değişmiştir. Yani biz farklı mânâlar anlarız.
Kur’an’da gök mânâsında sema geçmektedir. Bu semanın mânâsı her çağa ve her topluluğa göre değişmektedir. 20’inci yüzyılda semanın tasavvuru 19’uncu asırdan farklıdır.
Her şey böyledir.
Onların salsal anlayışı ile bizim salsal anlayışımız da farklıdır.
Nebi deyince biz başka şey anlıyoruz, onlar başka şey anlıyorlardı.
O halde bize vahyolunan Kur’an’ın mânâsı bir asır önceki âlimlere vahyolunandan farklıdır. Allah onlara Kur’an’ı öyle anlatmış, bize böyle anlatmıştır. Bunun için yukarıda nekre Kur’an getirilmiş, burada da marife getirilmiş, hem de işaret sıfatı ile işaret etmiştir.
Burada bunu Yusuf kıssasında yapmış olmasının başka bir mânâsı vardır. En az mânânın değişeceği kısım kıssalardır. Tarihte olay olmuş, onu bize anlatmıştır; bin beşyüz sene önceki insanlara anlatmıştır. Bunun nesi değişecektir? diyebilirsiniz. Evet, o da değişecektir. Mısırlılar hakkında bilgimiz arttıkça bu sûredeki olayları daha iyi anlayacağız. Bu sûrenin bize öğrettiği hükümleri daha iyi anlayacağız. İsrail oğullarının kıssasını daha iyi anlayacağız. Kıssadan hisseleri daha başka türlü anlayacağız.
Bu hüküm Kur’an’ın tümünde böyledir.
O halde Kur’an bize ne söylüyor?
Anlayabilmemiz için bin senede bir tüm Kur’an’ın kelimelerini yeniden tarif edeceğiz, Kuralları yeniden ortaya koyacağız ve Kur’an’ı baştan sonuna kadar yeni tanımlarla anlayacağız. Göl deyince bugünkü astronomi ilminin bilgileri içinde anlayacağız. Deveyi de bugünkü biyolojinin verileri içinde anlayacağız. “Biz onu ilimle tafsil ettik” ifadesinin mânâsı budur. Evet, lafız olarak Kur’an nâzil olmuyor ama mânâ olarak nâzil oluyor. Eski fakihler icma için bir asrın müçtehitlerinin icmalarını esas almışlardır. Bununla beraber icmanın değişip değişmediğinde ihtilaf etmişlerdir.
Biz diyoruz ki; bin yılın icmaları vardır. Uygarlık icmalara dayanarak doğar ve uygarlığın çökmesiyle icmalar da biter; yeni uygarlıklar yeni icmalarla oluşur. Böylece her bin yılın icmaları sadece o bin yılı bağlar. Sadece sahabelerin icmaları, tabiilerin icmaları sonraki uygarlıkları da bağlar. Biz Kur’an’ın lafzı üzerinde yeni icmalar yapıp değiştiremeyiz.
Burada “Kur’an” kelimesinin önce nekre, sonra da “bu” işareti ile takviye edilerek “Bu Kur’an” denmiş olmasının mânâsı budur. Allah bize bunu böyle içtihat ettirdi. Elbette hatamız olabilir.
وَإِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِهِ
(Va EiN KuNTa MiN QaBLiHi)
“Kesinlikle daha önce sen … idin.”
Buradaki zamir nereye gidiyor?
“Bu Kur’an”a gidiyor; yani şimdi bizim anladığımız Kur’an’a gidiyor.
Şimdi bu sûreyi yeniden yorumluyoruz. Bugünkü ilmin verileri içinde yorumluyoruz. Tarih anlayışı içinde yorumluyoruz.
Yeni bilgileri nerden elde ettik?
Tevrat’ı okuyarak, karşılaştırmalı okuyarak elde ettik.
Mısır yazıtlarını ve papirüslerini okuyarak yeni tarihi bilgiler elde ettik.
Herodot’tan beri yazılmış tarihler vardır.
İbni Haldun’un yazdığı tarihler vardır.
Romalıların yazdığı tarihler vardır.
Onları da okuyarak bilgiler elde ettik.
Nihayet çağımızda müsbet ilimlerin ulaştığı seviyesiyle müsbet ilimleri öğrendik ve böylece Kur’an’ı yeniden anlamaya çalışıyoruz.
Görüyorsunuz ki, gafletten kurtulmamız için birlikte dayanışmalı olarak çalışmamız gerekmektedir. Ben bu ilimlerin tamamını bilemediğime göre tamamen gaflet içindeyim.
Bu sûreyi açıklarken çok eksik ve noksan olarak açıklamış olacağız. Biz bunu biliyor ve her zaman itiraf ediyoruz. Ama Allah bizden zaten hepsini öğrenmemizi istemiyor. Bilgimiz seviyesinde her gün Kur’an’ı yeniden anlamakla yükümlüyüz.
Hayrettin Karaman, Sabahattin Zaim ve Ruşen Gezici gibi çok sevdiğim ve saydığım 14 arkadaşlarımız toplanıp rapor hazırlamışlar ve Erbakan’a tavsiyede bulunmuşlar: “Adil Düzen”den vazgeçin, sizin söylediğiniz İslâmî değil, ilmî de değil!
Oysa Allah bize İslâm’ı ve ilmi öğrenmek için çalışmamızı emreder. ‘Rabbim ilmimi artır’ der. ‘Onlar reşedi taharri ederler’ der. Herkese kendi seviyesinde Kur’an hitap eder. Ona o kadar lazımdır, o kadar anlar.
Ben Kur’an’ın tamamını anladıktan sonra amel edeceğim varsayımı yanlıştır. Öyle olsa, Kur’an’ın bütününü Allah’tan başka kimse bilemez. Bu durumda demek ki Kur’an hiç uygulanmayacaktır. Bana göre onlar hatalıdır. Elbette onlara göre de ben hatalıyım, biz hatalıyız. Çünkü biz onlardan kaçmadık. Onlara; siz susun biz konuşalım demedik. Onlar ise bizi susturmak istediler. Onlar bizden kaçtılar, bizimle görüşmediler.
Siz Adil Düzen Çalışanları; siz o kardeşlerimiz gibi olmayın, hakkı tavsiyeleşin ama sabrı da tavsiyeleşin. Allah’a hamd olsun ki beni tenkit edenlere asla kızmadım, küsmedim, asla darılmadım. Aksine bana yardımcı oldukları için daha çok sevdim, daha çok saygı duydum. Ne tuhaf dünyada yaşıyoruz.
Onlar bizim aleyhimizde yazıp duruyorlar.
Biz onlara küsmüyoruz, onlara darılmıyoruz.
Her söze kulak verecek ve en iyisine uyacaksınız.
لَمِنْ الْغَافِلِينَ(3)
(LaMiNa eLĞAFiLIyNa)
“Gafillerden idin.”
Burada çok önemli bir hususa işaret edilmektedir. İnsanlık daima evrimleşecek, yeni ilimler sahibi olacak, Kur’an’ı yeniden yorumlayacak ve gafletten kurtulacaktır. Hiçbir zaman ilmin sonuna varılmayacaktır. Uygarlaşma da durmayacaktır. 19’uncu asırda müsbet ilimleri öğrenen Batılılar her şeyi bildiklerini, yeni bir şeyin olamayacağını sanmışlardır. Oysa asıl ilimler 20’nci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zaman ve mekanın değişmekte olduğunu, kâinatın büyümekte olduğunu yeni öğrendik. Hareketin izafiliğini yeni öğrendik. Cisimlerin çift hızlarının olduğunu, çarpıldığı zaman ışık hızının karesinin elde edileceğini yeni öğrendik. Kuantumu yeni öğrendik. Biyolojide DNA’ları yeni öğrendik. 20’nci yüzyıldan önce ne kadar cahil olduğumuzu yeni öğrendik. İlimler böyle gelişecek, uygarlık evrimleşecek, insanlar Kur’an’ı yeniden daha iyi anlayacaklar, daha önce gafil olduklarını bileceklerdir.
Kur’an’ın mucizeliği; her yaşa göre, her başa göre, her çağa göre, her kavme göre farklı konuşması ve herkese kendi dilleri ile hitap etmesidir. İlim adamlarının işi; kendi çağlarına göre ve kendi topluluklarına göre Kur’an’ı farklı anlayacaklardır.
Yeryüzünün nüfusu şimdilik on milyardır. Demek ki yüze yakın “devlet”, 10 bine yakın “il” ve bir milyona yakın “bucak” olacaktır. Her bucak Kur’an’ı ayrı ve kendine özgü anlayacak, bir milyon kadar Kur’an uygulaması olacaktır. III. bin yılın ortasında en uygun bucak türleri ortaya çıkacak ve tüm insanlık ideal bir seviyeye ulaşacaktır. Ama sonra mevcut uygarlık yaşlanmaya başlayacak ve bin sene sonra sona erecektir. Ardından yeniden yeni içtihatlar, yeni icmalar ve yeni Kur’an anlayışı ortaya çıkacaktır.
Biz şimdi ne yapıyoruz?
III. bin yıl uygarlığının ilk uygulamalarını yapmaya çalışıyoruz.
Tüm insanları bu çalışmaya katılmaya çağırıyoruz.
Nasıl katılacaklar?
Kur’an çalışmalarına katkıda bulunacak şekilde katılacaklar.
Ekolleşmek zorundayız, müçtehitler devrini yeniden ihya edip yaşamak zorundayız.