Bu sûre üçüncü sûredir. Büyük Kur’an’ın ikinci sûresidir. Fatiha’nın dışındaki sûreler Büyük Kur’an’dır. Büyük Kur’an’ın sûreleri üç gruba ayrılır. Uzun sûreler 64 sûredir. Sonra 32’lik sûreler gelir. Sonra 16’lık sûreler gelir. Fatiha Sûresi başlı başına grup sayılırsa dört grup olur. Uzun sûrelerde önce 8 tane ikili sûreler, 12 tane üçlü sûre, 3+1+3 ve 28’lik 7’li 28 sûre ve 10’lu bir sûre gelir. 65 eder. Tevbe Sûresi’ni çıkarırsanız 64 eder. İlk sekizli sûrelerin ilk dördü şeriatın ne olduğunu ortaya koyar, son dördü de şeriatın nasıl tesis edileceğini anlatır. İlk dördün ilk ikisi Tevrat ve İncil yoluyla İslâmiyet’i tanıtır. Son ikisi ise İslâmiyet’i doğrudan anlatır. Son dört sûrenin ikisi tebliği, ikisi de cihadı anlatır. A’râf Sûresi tebliğ sûrelerinin ikincisidir. Bu sûreyi daha önce tefsir ettik. Bu sûre ise daha çok İncil ile birlikte Kur’an’ın şeriatını anlatır.
Kur’an Uygarlığı’nın temeli Hz. Nuh Peygamber ile Mezopotamya’da atılır. Sonra bu uygarlık iki kola ayrılır. Biri doğu tarafına gider. Daha çok seziye dayanan Budizm ve Hinduizm gelişmeleri ile hâlâ değişmiş şekli ile olsa da yaşamaktadır. Batı tarafa hicret eden İbrahim Peygamber’in akla dayanan din anlayışı ise Yahudilik ve Hıristiyanlık olarak hâlâ yaşamaktadır. Kur’an bütün bunları sentez eden bir kitap olarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in soyundan gelen Hz. Muhammed’e indirilmiş bir kitaptır. Hz. Nuh ve Hz. İbrahim peygamberlerin doğrudan müntesipleri kalmamıştır. İbraniler Tevrat’a, Hıristiyanlar da İncil’e inanmaktadırlar ve onların ortaya çıkardığı uygarlık hâlâ ayaktadır. Kur’an bu uygarlığı geliştiren bir kitaptır.
Sezilerin yerini akıl alacağı için doğunun mistisizm dinlerinden sadece varlık olarak haber verir. Ama Kur’an’ın içinde mistisizm de vardır. Bu tarikatlar olarak gelişmiştir. Hıristiyanlık ise dünyevi hükümleri içeren şeriat getirmemiştir. Şimdiye kadar Yahudi şeriatı ile yetinmişlerdir. Yahudi şeriatı içtihadı içermemektedir. 2000 sene önceki hükümleri içerir. İhtiyaçlara cevap veremediği için Avrupa lâikleşme ihtiyacını duymuştur. Dinsizleşmeye doğru yönelmiştir.
Avrupa bugün ateist bir uygarlık olarak varlığını sürdürmektedir. Bu Avrupa’ya Hıristiyanlığın sahip olmaması demektir. Papalık eğer yeniden insanlığa hizmet vermek istiyorsa, Müslümanlarla birleşip şeriatını Kur’an’dan almalıdır. Tevrat’ın hükümleri ile bugün yeni hak uygarlığı kurulamaz. İşte Âl-i İmrân Sûresi bu yönü ile Hıristiyanlara yönelik bir sûredir.
Bakara Sûresi “Bu kitap içinde şüphe yoktur, muttakilere, kendilerini kurtarmak isteyenlere gösterendir.” diye başlamıştır. Sonunda içtihat müessesesinin tedvin edildiğini bildirmiştir. Bu sûreye giriş yapıldıktan sonra içtihatların nasıl yapılacağı öğretilmiştir. Bakara Sûresi öğrenim yoluyla, uyarak nasıl hakka gidileceğini anlatmıştır. Bu sûrede içtihat yoluyla hakka gitme yolları ortaya konmuştur. İnsan önce bilmez, başkasına uyarak yaşar, sonra öğrenip kendi içtihadıyla yaşar, o sebeple Âl-i İmrân Sûresi Bakara Sûresi’nden sonradır. Bundan sonra gelen sûrelerde ise içtihat yaptırılarak şeriat ortaya konur. Kıyas dersi verilir.
الم (EaLif, Laam, Miym)
Bakara Sûresi de bu harflerle başlamıştır. Bu sekiz sûrede ilk ikisi “ELM” ile başlamakta, sonra gelen sûrelerin ilki “Ey nâs”, ikincisi ise “Ey îman edenler” ile başlamaktadır. Fatiha Sûresi hamd ile başlıyor. A’râf Sûresi “ALMW” ile başlıyor. Bu sûreler arasındaki irtibata işaret ediyor. Enfal Sûresi ise “Yes’elûneke” ile başlayarak hukuk düzeninden askerî düzene geçmekte, yöneticiyi öne çıkarmaktadır. “E” boğazdan, “L” ortadan, “M” de dudaktan çıkar. Allah’tan resuller vasıtasıyla âlemine ulaştırılan tebliğdir. Yani bu kitap Allah’tan gelmektedir. Ancak ilham yoluyla değil de vahiy yoluyla gelmektedir. İlhamda Allah doğrudan doğruya her insana kendisi hitap eder. Başkası ile ilgili ilhamı başkasına bildirmez. Bu kişiyi bağlar. Günlük hayatımızı biz böyle yaşarız. Oysa vahiyde Cebrail vasıtasıyla peygamberlere, onlar vasıtasıyla da alimlere, onlardan da halka ulaşmaktadır. Yani Allah ile insan arasında aracılar vardır. İşte bu sebeple arada orta harf gelmektedir. Burada aracıların da ilhamları devreye girmektedir. Yani onların ilhamları da katılmaktadır. Sünnet ve alimlerin içtihatları böylece Kur’an’ın insanlara ulaşmasında etkili olmaktadır. İlhamla insan yücelmektedir. İlimle ise insanlar birlikte uygarlaşmaktadır. Böylece ortak bir uygarlık oluşturabiliyoruz. Sadece ilham olsaydı, ayrı yaşayan ve gelişemeyen varlıklar olurduk. Sadece vahiy olsaydı o zaman bizim kişiliğimiz olmazdı.
اللَّهُ (elLAH)
“Hu” “O” demektir. Kâinat var edilmeden önce O vardı. O zaman başka bir şey de olmadığı için sadece O vardı. Dolayısıyla “O” “Allah”ın adıdır. İlk adıdır. Başka manâsı olmayan adıdır. Sonra “LaHu” olmuştur. “Her şey O’nundur.” demektir. “Mülkünde şeriki yoktur.” demektir. “O’nun hükmü geçer.” demektir. O’na ortak olarak ortaya çıkanlar da O’nun kanunlarına göre çıkarlar. Bu âlemi denge üzerinde var ettiği için Hakka giden yolda muhalefet ortaya çıkar ve direnirler. Ama yenilirler. “Billah” olmuştur. Her şey O’nun sebebiyle demektir. Yani Kâinat O’nundur. Hem de her şeyi O yapmaktadır. Sonra “Bi” harfi düşmüştür. Hâlik ile mahluk ayrılmıştır. Vahdetten çokluğa gidilmiştir. Kendisinin dışında sebepler âlemini var etmiştir. “Billah” kelimesi “ElLaH” kelimesine dönüşmüştür. Allah âlem içinde insanı kendisine halife yapmıştır. Onu muhatap almıştır. Ona çok büyük bir mertebe vermiştir. “Allah” mübtedadır. Haberi “Lâilaha illâ Hu”dur. Yani Allah kendisinden başka ilâh olmayandır.
لَا إِلَهَ إِلَّا هُو (LAv EiLAvHa EilLAv HuV)
Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. Allah, kendisinden başka tanrı olmayandır. Rab, yetiştirici demektir. Onun gerekli ihtiyaçlarını temin ederek yetişmesini sağlar. Rab var etmez. Melik ise elindeki kimselerin ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade onlara hükmeder, emrine alıp çalıştırır. Allah insanı kendisine halife kılarak kendi adına hareket etme yetkisi ve görevini vermiştir. Doğrudan rab veya melik olamaz. Ama Allah’ın halifesi olarak rablık ve meliklik yapar. İlâh ise varlığı var eden ve onu yeniden inşa eden kimse demektir. İşte bunu Allah’tan başka kimse yapamaz. Allah neler var etmiştir?
- Mekânı ve zamanı kendi özellikleri içinde yaratmıştır. Kimse zamanı veya mekânı değiştiremez, yenisini ilâve edemez, ondan kimse eksiltemez.
- Madde ve enerjiyi kendi özellikleri içinde yaratmıştır. Madde sayılıdır. Enerji de sınırlıdır. Kimse ne maddeyi, ne de enerjiyi yok edebilir, ne de ilave edebilir.
- Allah bitkileri ve hayvanları var etmiştir. Onları DNA zincirleri içinde dizmiş ve sıralamıştır. İnsan canlıyı var edemez.
- Bu arada bilinçli insanı var etmiştir. İnsanın fikrî, hissî, amelî ve ma’şerî melekeleri vardır. Kimse bunları değiştiremez. Onun elinden alamaz. Yeni duygu ve melekeler de veremez.
İnsan bunları var edemez, sadece bunları değerlendirebilir. Onlardan yararlanır. İşte bunları yapan kimse ilâhtır. Başka bir ortağı da yoktur. Buradaki “Hu” zamiri “Allah”a racidir. Kendisi diye tercüme ediyoruz.
الْحَيُّ (elXayYu) “Haydır. Diridir.”
Canlının birtakım özellikleri vardır. Ana özelliği faal olmasıdır. Bir araba eğer motoru çalışıyorsa haydır, çalışmıyorsa ölüdür demektir. “Hay” aslında yılanın adıdır. Yılan kışın kış uykusuna yatar, ona “meyyit” denmektedir. Yazın ise canlanır, faal haldedir, ona “hay” denmektedir. Hayat da böyledir. Kışın kış uykusuna dalan topraklar yazın canlanırlar. Yahut sıcak ülkelerde tersine yazın sıcaklarda yaz uykusuna dalarlar.
Allah’ın bütün sıfatları mecazidir. Çünkü Kur’an başka yerde “Leyse kemislihi şey’ün” diyor; “O’nun benzeri bir şey yoktur.” diyor. Öyleyse diridir, ancak O’nun diriliği canlıların ve insanın diriliğine benzemez. Burada Allah’ın hay olmasından kasıt, Allah Kâinat’ı yaratmış, sonra kenara çekilmiş, Kâinat kendi kendine yürümüyor. Kâinat’ı her an O yönetmektedir. Kâinat O’nun canlı bedeni gibidir. Bizim bedenden farkı, bir defa bizim bedenimizi biz var etmedik. Biz bizim bedenimizin belki rabbiyiz, belki melikiyiz, ama biz bizim bedenimizin ilâhı değiliz. Oysa Allah aynı zamanda Kâinat’ın rabbi ve meliki olduğu gibi ilâhıdır da. Sonra biz yaşayabilmemiz için çevreye muhtacız, dışarıdan bir şeyler alıp dışarıya vermek zorundayız. Oysa Kâinat kendi kendine yeterlidir. Sonra bizim bedensiz varolmamız mümkün değildir. Allah ise bedenini kendisi için değil sadece onlara ilâh olduğunun sonucu olarak var etmiştir. Bu âyet değişik şekilde tercüme edilebilir.
“Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. Haydır, kayyumdur.”
“Allah hay ve kayyum olan, O’nun dışında ilâh olmayandır.”
“Allah kayyum olan, hay olan, O’nun dışında ilâh olmayandır.”
Hay, haberden sonra haber olabilir. Haydır, kayyumdur diye tercüme edebiliriz. Onun sıfatı olabilir. O takdirde de hay ve kayyum olan Allah ifade edilmiş olur. Yahut hay isim olur, kayyun onun sıfatı olur. Her ne şekilde kabul edersek hepsinin ifade ettiği manâ aynıdır. Haydır, kayyumdur ama haylığı da kayyumluğu da mecazidir. Gerçek özelliği ise kendisinden başka ilâh yoktur. Bu söz mecazi değil gerçek manâsı ile doğrudur. Her ne kadar usulcüler nefyi isbatı gerektirmez diyorlarsa da nefyi cinsten sonra isbatı gerektir. “La ilahün ilLA hu” şeklinde bir ifadede ilâhın olup olmadığı belirsizdir, ama “La ilâhe illa huva” ifadesinde ise Allah vardır demek olur.
الْقَيُّومُ (eLQayYUvM) “Kayumdur”, yahut “Kayyum olan haydır.”
Kayyumun ayrı sıfat olması ayrı ayrı özelliğini ifade eder. Oysa kayyum olan hay demek özel hayatı ifade eder. Kayyum aslında bir kimseyi koruyarak onun işlerini yapmak anlamındadır. Hakim emreden demektir, üstü demektir. Hadim işini yapan demektir. Kayyum ise eşit seviyede işini gören demektir. Hakimde iş de işin yapılması da işi yapana aittir. Hadimde ise iş ve işin yapılma tarzı işi yapılana aittir. Kıyamda ise iş işi yapılan kimseye aittir. İş onun için yapılmaktadır. Ancak işin yapılma usûlü ise kayyuma aittir. İşi yapılanın ona emretme yetkisi yoktur. Sadece kayyumunu değiştirme yetkisi vardır. Allah Kâinat’ın kayyumudur. Burada yapılan işler Allah’ın bir işine yaramamaktadır. Sadece burada olanların işine yarayacak işler yapmaktadır. Neler yapılacağını ve onların ihtiyaçlarını belirlemektedir. Ancak nasıl yapılacağını sadece Allah bilmektedir. O’nun kanunları geçerli olmaktadır. Bu sebeple kayyumdur. Diğer canlılar ihtiyaçları içinde haydırlar. Allah ise ihtiyaçları gidermek için haydır. Onun için kayyum sıfatı getirilmiştir.
Kendisinden başka ilâh yoktur, cümledir. Dolayısıyla nekiredir. Ne var ki, nefy cümle olduğu için o da umumiliği ifade eder. Hay ve kayyum kelimeleri marifedir. Haberin marife olması tahsisi ifade eder. Bunun anlamı diri olan O’dur, kayyum olan O’dur. Yahut kayyum olan diri yalnız O’dur. Halbuki Kur’an’ın başka yerlerinde insanların ihya edildiklerini söylemektedir. İnsanların kayyum yapıldığını söylemektedir. Burada ise kendisinden başka hayyın veya kayyumun olmadığını ifade etmektedir. Bunun anlamı burada kastedilen hayat ve kıyamla diğer yerlerde kastedilen hayat ve kıyam aynı değildir. O haydır ama bize benzeyen bir hayatla hay değildir, O kayyumdur ama bize benzeyen kıyamla kayyum değildir.
Bu girişle Allah’ın her zaman bizimle beraber olduğu, bizi gözetlediği, bize emirler verdiği, dolayısıyla istediğini imtihan ettikten sonra yaptırdığını söylemektedir. Çünkü insanlar Allah’a inanıyorlar, ama şimdi O’nu uykuda veya eğlencede sanıyorlar. Oysa Kur’an O’nun şimdi bizim başımızda bizi denetlediğini, yaptıklarımızda genel düzeni bozacak bir davranışa asla müsaade etmediğini ifade eder. Sadece geçici olarak kötü olan işleri kötülere yaptırır. Geçici kötü ne demek? Bir kimseyi ameliyat etmek kişi için iyidir, o kimse o sayede sağlığa kavuşacaktır. Ama kötü tarafı geçici olarak o görevi kötü kimseye vermiştir. Bu teşbihtir. Allah da böyle işleri dışlayacağı kimselere yaptırmaktadır. Bununla cerrahlığın kötülüğünü söylemiyorum. Sadece açıklamak için söylüyorum. Allah’ın kötüleri niçin yarattığı sorusuna cevap için söylüyorum. Günah işleyen bulunmazsa ne yapılacak? Bu işleri bu sefer iyi insanlar yapacak, iyi niyetlerinden dolayı sevap alacalardır. Allah’ın kayyum olan hay olduğunu kabul etmek demek, bugün başımızın üzerinde işleri yürütmekte olduğunu, yaptıklarımızı görmekte olduğunu kabul etmek demektir. İnanmak budur. Faizli işleri yapanların günahları çaresizlik olabilir, ama faizli işlerle başarıya ulaşacaklarını sanmaları ise gerçekten Allah’a inananlar için çok acayip iştir.
Biz Refahyol Hükümeti’nin başaramayacağını söylemiştik. Şimdi AK Parti’nin de başaramayacağını yazıyoruz. 3 Kasım’dan beri söylüyoruz. Bakalım biz mi yanılıyoruz, onlar mı? Allah’ın kayyum hay olup olmadığını hep birlikte göreceğiz. Allah’ın hay ve kayyum olduğunu bilmek yetmez, O’ndan başka ilâh olmadığını, tek hay ve kayyumun da O olduğunu bilmek gerekir.
َ عَلَيْك نَزَّل (NazZaLa GaLaYKa) “Sana tenzil etti. Senin üzerine kondurdu. Sana yerleştirdi.”
Tenzil, parça parça yerleştiren demektir. Kur’an’ı Hazreti Muhammed’e 23 yılda parça parça indirmiş olduğu için “tenzil” ile ifade etmektedir. Oysa Tevrat ve İncil için “inzal” ile söylemektedir. Bir başka yanı, Kur’an her bin yılda bir yeniden yorumlanacak ve insanlık Kur’an’la yeni uygarlıklar kuracaklardır. Kur’an’ın sözleri değişmeyecek ama manâları yeni şeyler ifade edecektir. Bu sebeple Kur’an için “tenzil” kelimesi kullanılmaktadır. Buradaki muhatap lafzî olarak düşünürsek Hazreti Muhammed’dir. Ama manâ olarak düşünürsek her mü’mindir, her alimdir veya her başkandır.
Tarihte Kur’an defalarca yeniden yorumlandı. Mekke’de okundu, Medine’de uygulandı, Arabistan’da fıkıh yönüyle yorumlandı. Sonra İran ve Endülüs’te felsefe yönüyle yorumlandı. Sonra Türklerde tasavvuf yönüyle yorumlandı. Bunların hepsinde Kur’an yeniden nazil oluyordu. Sözleri aynı idi, manâları farklı idi. Şimdi ise Kur’an müsbet ilme göre yorumlanacaktır. Başka bir ifade ile müsbet ilim Kur’an’laştırılacaktır.
الْكِتَابَ (eLKiTABa) “Kitabı tenzil ettik.”
Ketb, deriyi sırımı ile çift dikiş yapmadır. Ketebe, birbirine bağladı, farz kıldı anlamına gelir. Ama yazı anlamına da gelir. Ancak bizim yazdığımız gelişigüzel yazı “ketebe” ile ifade edilmez. O “hat” ile yahut “suhuf” ile ifade edilir. Kitab, mukavele demektir, kanun demektir, mevzuat demektir. Kur’an onu kabul edenler arasında sözleşmedir. Artık insanlar ona uymak zorundadırlar. Kur’an’ın dört ana ismi vardır; Kur’an, Kitap, Zikir ve Furkan. Kur’an okunandır. Kitap yazılandır. Zikir manâsıdır. Furkan da ondan çıkarılan manâdır, istinbattır.
İçtihat yaparak amel edeceğiz. Sözleşmeler yaparken de bizim uyacağımız kitap Kur’an’dır. Ancak sözleşme yaptıktan sonra, ondan sonra o sözleşme sona erinceye kadar o sözleşme bizim yasamızdır. Bu sebepledir ki biz bu ülkede yaşadığımız müddetçe bu kanunlara uyarız. Kur’an’a aykırı olsa da uyarız. Ama onun değiştirilmesi için karşımızdakileri iknaya çalışırız. Ekseriyet sistemi ile kanun değiştirme bizim işimiz değildir. Şayet ümidimizi kesecek olursak o zaman bu ülkeyi terk edip hicret ederiz. Artık ondan sonra Kur’an’a aykırı sözleşmelere uyma durumunda olmayız.
بِالْحَقّ “Kitab’ı sana hak ile inzal etti.”
Hokka, içine belli miktarda yiyecek konan kovadır. Onunla develere hakları olan yem verilir. Sonra bu insanların hakları olarak anlaşılmıştır. “Hak ile onu sana getirdik.” denmektedir. İşi adilane yapma anlamında demek olur. Biz bunu zulüm içinde değil hukuk düzeninde indirdik olur. Hukuk düzeni sebebiyle o oluşsun diye indirdik. Hukuk düzeninde herkes kendi iradesiyle istediğini yapmakta serbesttir. Ancak yaptığı şey başkalarına veya topluluğa veya insanlığa zarar vermişse onları gidermek zorundadır. Kısasa katlanmak zorundadır. İşte Kur’an yeryüzünde hukuk düzenini kurmak için gelmiştir. Asırlar geçtikçe o düzen dünyada tesis edilmektedir.
“İnsanlık Anayasası” da bu düzenin büyük adımı olacaktır. Çünkü Kur’an her bin yılın başında yeniden yorumlanmaktadır. Medine yorumundan sonra ilk büyük yorum İstanbul’da yapılacaktır. Çünkü Mekke beyin ise İstanbul da dünyanın kalbidir. Birincisi Hicaz’da, ikincisi Anadolu’da yorumlanacaktır. Bu yalnız bizim tesbitimiz değildir. Dünya ümidini buraya bağlamış bulunmaktadır.
Hak sonra beyinde olan ile dışarıda olan arasında uyum olmadır. Doğru, iyi, yararlı ve uygun olan (adil olan) “hak” ile; yanlış, kötü, zararlı ve zulüm ise “bâtıl” ile ifade edilir. “Hak ile getirdik.” ifadesiyle içinde doğrular var, içinde iyiler var, içinde yararlı olanlar var ve içinde adil olanlar var demektir. Yanlış yok, kötü yok, zararlı yok, dengesiz olan yok demektir.
“Nezzele aleyke el-kitabe bilhakki” cümlesini harf-i tarifsiz getirdi. Çünkü “Nezzele”nin faili daha önce geçen Allah kelimesine raci zamirdir. “La ilâhe” olmasaydı cümle isim cümlesi olur, Allah müpteda olurdu. Bununla beraber haber olarak da alabiliriz. Kendisinden başka ilâh yoktur. Haydır, kayyumdur. Sana kitabı hak ile inzâl etmiş olandır, şeklinde de manâ verebiliriz.
ِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْه(MuÜawWıQan Li MAv BayNa YaDaYHi)
“Kendisinden önce olanları musaddık olarak hak ile Kitab’ı sana tenzil etmiştir.”
Allah Kur’an’ı daha önce gelen bütün peygamberleri ve kitapları tasdik edici olmak üzere son kitap olarak göndermiştir. O peygamberler mucize gösterdiler, getirdikleri kitaplara halk öylece inandı. Her devirde ve her yerde ayrı peygamberler gönderildi. Bu insanlık arasındaki birliği bozuyordu. O zaman böyle olması gerekiyordu. Çünkü birbirlerine gidebilecek yolları yoktu, birbirleriyle haberleşecek imkanları yoktu. Birbirlerinin dillerini aktaracak tercümanları ve medyası yoktu. Kur’an’ı yorumlayacak üniversiteleri yoktu. Uygarlık başladıktan sonra artık insanlık imkanlara kavuştuğu için tek kitapta birleşme zamanı gelmişti. Artık kişi yönetimi değil hukuk yönetimi gelecekti. İşte o sebeple son kitabı gönderdi. Mucize peygamberine değil kitabına verildi. Kıyamete kadar Kur’an mucizesini gösterecektir. Böylece bugünkü insanlar önce müsbet ilmin ışığında Kur’an’ın Allah sözü olduğunu öğrenip tasdik edecekler, sonra onları içinde bildirdiği için daha önceki bütün kitapları dolayısıyla peygamberlerini de tasdik edecekler.
وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ (Va EaNZaLa elTaVRate) “Tevrat’ı da inzal etti.”
Kitabı yani Kur’an’ı kendisinden önce gelenleri tasdik etmek üzere tenzil etmiştir, denmektedir. Kitaba atıfta bulunarak Tevrat’ı da inzal etmektedir. Bunun manâsı Tevrat da kendisinden önce gelenleri tasdik etmek üzere gönderilmiş bulunmaktadır. Allah her kavme değişik zamanlarda peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bunlar bir silsilenin devamı olan kitaplar değildir. Oysa Hazreti Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed uygarlıklar silsilesinin peygamberleridir. Kitaplar daha öncekileri tasdik etmek ve onların ortaya çıkardıkları uygarlıkları daha yüksek uygarlığa götürmek üzere gelmişlerdir. İlk uygarlığı Nuh Peygamber kurmuştur. Sonra Hazreti İbrahim gelmiş ve ilmi dinden ayıran yeni bir uygarlığın temelini atmıştır. Sonra Hazreti Musa gelmiş ve dinden ayrı yönetimi yani şeriatı getirmiştir. Sonra Davut Peygamber gelmiş ve dinden ayrı ekonomi uygarlığını getirmiştir. Hazreti İsa ise lâik bir düzede dini düzenlemiştir. Son Peygamber Hazreti Muhammed ise bütün bunları birleştirerek lâik uygarlığın tüm düzenini getirmiştir. Bundan sonrakiler artık vahye dayalı olarak değil, içtihada dayalı olarak kendi kendilerini yöneteceklerdir. Tevrat ve İncil Kur’an düzeninin hazırlık safhalarıdır.
وَالْإِنْجِيلَ (Va eL EinCIyLa) “İncil’i de.”
İncil’i ve Tevrat’ı aynı inzalle belirtmiştir. “İncil’i de inzal etmiştir.” dememiştir de; “Tevrat’ı ve İncil’i de inzal etmiştir.” demiştir. “Tenzil” kelimesi yerine “İnzal” kelimesini kullanmıştır. Çünkü onlar sadece kendi devirlerinin hükümlerini içermekteydi. Oysa Kur’an ondan sonra gelecek uygarlıkların hükümlerini de ihtiva etmektedir. O her bin yılda bir yeniden inzal olunacaktır. Yeni uygarlık kuracaktır. Tevrat ve İncil bir defaya mahsus kitaplar idi ve ikisi bir bütün teşkil ediyordu. Çünkü Tevrat’ta dinî hükümler yoktu. İncil’de de şer’î hükümler yoktu. Tevrat ancak Hıristiyanlıkla tüm insanlığın kitabı oldu. Tevrat törelerden türemiş bir kelimedir. Yani aslında kanunlar demektir. Kitab da kanunlar demektir. İncil’in de bu tür bir manâsı olmalıdır ki Kur’an kitap olarak zikretmiştir. Bununla beraber Tevrat töre olup yazılı hükümleri değil de daha çok sözlü hükümleri içermektedir. Tevrat ve İncil ravilerin anlattıklarını yazmaktadır. Bizdeki sünnetler gibidir. Bu sebepledir ki yeryüzünde ilâhi kitap tektir. Doğrudan Allah sözleri olarak indirilmiştir. Bu da Kur’an’dır.
مِنْ قَبْلُ (MiN KaBLu) “Kablinde.”
İnsanlığı eğitmek basit bir iş değildir. Mekke’de şiir sanatı çok ileri gitmişti. Onun tesiri ile Kur’an’a ilk inanan insanlar benimsedi. 13 senede ancak 150 kişi inandı. Medine’de ise Yahudiler vardı ve aşağı sınıftı. Ama kültürleri yüce idi. Araplar onların dinini kabul edemiyorlardı. Medineliler Hz. Muhammed’in söylediklerini kolay anladılar. Bu sebeple onu davet ettiler. O zaman iki süper güç vardı. Nuh Uygarlığı İran’da, İbrahim Uygarlığı Bizans’ta gelişmişti. Kur’an’ı anlamakta insanlık için zorluk yoktu. Bizans imparatoru Herakliyos Hz. Muhammed’in mektubunu alınca elçileri imtihan etti ve hak peygamber olduğunu tasdik etti. Erkanı karşı gelince vazgeçip “Ben sizi denedim!” dedi. Habeş Kralı ise “Bizimle sizin aranızda bıçak sırtı kadar fark vardır.” dedi. Yani daha önce öncü olarak gelen Tevrat ve İncil Kur’an’ı dünyaya kabul ettirmede büyük rol oynadı. Anlaşılmada da öyle. “Daha önce de Tevrat ve İncil’i inzal etti.” demesiyle bütün bunların hazırlık sonucu doğduğu belirtiliyor. Bugün yapılan tarihî kazılar bu tarihî gerçekleri tasdik etmektedir. Avrupalılar uygarlığı Müslümanlardan aldılar. Ama bunu kabullenmeyerek Yunanlılardan aldıklarını iddia ettiler. Buna daha çok Müslüman alimlerin kendilerini gizlemeleri sebep olmuştur. Kendi buluş ve icatlarını Yunanlılardan aldıklarını iddia etmişlerdir. Sonra araştırmalar göstermiştir ki Yunanlılar bu uygarlığı başka yerden aldılar. Bu sefer Mısır’dan öğrenildiğini iddia ettiler. 20. yüzyılın son yarısında ise uygarlığın kaynağının Mısır değil de Mezopotamya olduğu kesinlik kazanmıştır. Artık ittifakla herkes diyor ki ilk uygarlık Mezopotamya’dır ve ilk uygarlık tektir. Başka bir uygarlık merkezi yoktur. İşte bu âyetin ortaya koyduğu gerçeği 20. asrın kazıları onaylamıştır. Yeryüzüne uygarlıkları peygamberler getirdiler ve Kur’an ile tamamladılar. Kur’an da bunu daha o zaman çok açık şekilde ilân etmişti. Münkirlerin bu hakikatler karşısında utanıp yerin dibine geçmeleri gerekir. Ne gezer! Hâlâ utanmaz yüzleri ile meydanda ya da medyada dolaşmaktadırlar.
هُدًى لِلنَّاسِ (HuDayn LilNASı) “Bütün insanlara hidayet olsun diye bunları indirmiştir.”
Burada çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. O da Tevrat ve İncil’in bütün nâsa hidayet olduğunu ilân etmiş olmasıdır. Oysa Tevrat İbranilere inen bir kitaptır, İsrail oğullarından olmayanlar Yahudi olamazlar. Zaten eskiden gönderilen bütün peygamberler kendi kavimlerine gelmişlerdi. Hazreti Musa da kendi kavmine gelmiştir. Nasıl oluyor da bunlar nâsa hidayet oluyor?
Hazreti İsa’ya kadar Tevrat Uygarlığı oluştu ve sadece İsrail oğulları için bir kitaptı. Bunun yararı şu olmuştu. Eskiden her devletin bir dini vardı. Halk devletin dininde olmak zorundaydı. İsrail oğullarının kitabı İsrail oğullarından başkasını dinlerine almayınca ister istemez lâik devlet düzeni doğdu. Yani Yahudiler halkın dinine karışmadılar. Bu sayede lâikliğin temeli atılmış oldu. Pers imparatorluğu da satraflıklarla yönetildiği için kendisine bağlı devletlerin dinlerine karışmıyordu. M.Ö. 500 yıllarına doğru Anadolu’nun Ege Bölgesi bir satraplıktı. Halkın dini ise Yahudilikti. Ancak serbestti. Havralarda Tevrat okuyorlardı. Onların yaptıklarını yapmak isteyen Yunan muhacirleri Mezopotamya Uygarlığı’nı felsefe dersleri adı altında Tevrat gibi okutmaya başladılar. Yunan Uygarlığı ortaya çıktı. Ona dayalı olarak Roma Uygarlığı doğdu.
Allah Hazreti İsa’yı gönderdi ve şu emirleri verdi:
- Kralınki krala verilecek. Din yönetim işlerine karışmayacak.
- Yahudiler Hıristiyanlığa davet edilmeyecek, onlar kendi dinlerinde bırakılacak.
- Yeryüzüne dağılınca oralarda bütün insanlara hitap edilecek. Artık insanlık dini ortaya çıkıyor. Hem lâik hem de üniversal.
- Dördüncü husus ise Tevrat şeriat kitabı olarak dünyaya götürülecek. Herkes bu kitabın öğretilerinden yararlanacak.
Demek ki Tevrat Hz. Musa’ya nazil oldu ama, onu tüm insanlığın şeriatı hâline Hazreti İsa getirdi. Böylece bütün insanlara hidayet oldu. Tevrat’ı Hazreti İsa evrenselleştirdi. Bu âyet de bunu ifade etmektedir.
Kur’an bütün bunları birleştirip tek metin hâlinde bize arz eden bir kitaptır.
“Huden” mastardır. Tekili, ikili ve çoğulu aynıdır. Dolayısıyla bütün bunlar nâsa hidayettir diye anlayabiliriz. Başka bir yorumda hepsi birden bir hidayettir. Farklı uygarlıklar değildir. Sadece evrimleşilmektedir. İlk olarak peygambersiz uygarlığı biz kuracağız. Neslimiz kurmaktadır.
وَأَنْزَلَ الْفُرْقَانَ (Va EaNZaLa elFuRKAvNa) “Ve Furkan’ı inzal etti.”
Tevrat, İncil, Kitap (Kur’an) naklî delillerdir. Bunları anlamak için de Furkan’ı inzal etti denmektedir. “Kur’an’ı öğretti ve beyanı da öğretti.” deniyor. Başka bir yerde “Onu cem etmek ve beyan etmek bize aittir.” diyor. Burada da onlara atfederek “Furkan’ı da biz inzal ettik.” deniyor. Tevrat ve İncil için daha evvel diyor.
Yanlış anlamayın, bunlar Kur’an’dan önce inzal edilmiştir. Ama Furkan için böyle bir kayıt yoktur. Çünkü Furkan Kitap’tan yani Kur’an’dan sonra nazil olandır. Kur’an’dan sonra hangi kitap nazil olmuştur? Kur’an’dan sonra beyan ilmi nazil olmuştur; yani usûl-ü fıkıh nazil olmuştur. O halde usûl ilmi ilâhi ilimdir. Biz Kur’an’ı usûl içinde anlamak zorundayız.
Asrımızda Adil Düzencilere muhalif iki grup vardır. Biri içtihadı ve icmayı reddetmektedir. Bunlar Furkan’ı inkâr etmektedir. Oysa Kur’an da münzeldir. İcma kat’î delildir. İçtihatlar ise kat’î değildir. Böylece içtihat kapısını kapatıp usûle göre hüküm çıkarmayanlar Kur’an’ı da tenzil değil de inzal kabul eden kimselerdir. İcma ile gerçekleşen usûlü de kabul etmeyip kendi keyfî usulleriyle Kur’an’ı yorumlayanlar modernistlerdir.
Biz Kur’an’ı tenzil, Furkan’ı inzal olarak anlıyoruz. Müçtehitler Kur’an’ı hangi usullerle yorumladılarsa biz de aynı usullerle bugün o şekilde yorumlayacağız. Ama Kur’an’ı yorumlayacağız. Furkan, farklı yorumlar demektir. Hem farklı hem de tek indirilmiş. Bu ne demektir? Çelişki değil midir? Tam tersine bu mucize ifadedir. Usûl aynı olacaktır, ama sonuçlar ve teferruatlar farklı olacaktır. Furkandır, ama usûlü tektir. Onun için inzal edilmiştir, tenzil edilmiş değildir.
Farklılıkları indirmiştir. Ancak burada farklılıklar marifelidir. O halde belli bir şekilde oluşmuş farklılıklardır. Bu sebepledir ki içtihat ve icmaları bir düzene sokuyoruz.
Kişinin kendi içtihadı, altı derecesi var. Üçü amelî, üçü ilmî içtihattır. Kur’an bunlara ümmî, sâil ve âmil demektedir. İlmî derecelere ise ehl-i zikr, fıkıh ve rusuh demektedir. Usûl-ü fıkıh bu altı mertebenin hükümlerini ele alır.
Bunun yanında bir de icmalar vardır. Muhkem insanlık icmaıdır. Fıkıh kavimlerin icmaıdır. Zikir şa’blerin icmaıdır. Kabilelerin icmaı hafi, aşiretlerin icmaı hafi mertebesindedir. Ancak kavlî fiilî icraları birer derece yükseltir. Demek ki farklı mezhepler de Allah tarafından inzal olunmuştur. Dört ana hüküm içerir. Bunlar farz, sünnet, mekruh ve haramlardır. Din buna dayanmaktadır. Bunların özelliklerinden bahsetmek usûlün konusudur. Deliller de dörttür: Kitap sünnet, icma ve kıyastır. Bunların yanında istishap, örf, istihsan ve mesalih delilleri de ihtilaflı olarak vardır. Bu ilim Murselatta anlatılmıştır. Sekiz yüzlüler bunlardan oluşmuştur. Bundan sonra gelen âyetlerde de Muhkemat ve Müteşabihattan bahsedilmiştir. Vahyin kesilmesi Furkan ile olmaktadır. Furkanda tenzil denseydi vahyin devamı manâsı çıkardı. Furkan ma’şeri karar şekilleridir.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EinNa elLaÜIyNa KafarUv) “Küfredenler, kapatanlar.”
Kitap, Tevrat, İncil ve Furkan’ın indirilişinden sonra bunu kabul etmeyenler kakkında genel hükmünü koymaktadır. Burada bildirilen azap Furkan’dan sonra olacak azaplardır. Böylece Kur’an’dan, hattâ beyan ilminin tedvininden sonra küfretmiş olanlar olacaktır. Bunlar için şiddetli azaplar olacaktır.
Bugünkü Müslümanlar genellikle şöyle bir gaflet içindedirler. Bu anlatılanlar peygamberlerin zamanlarına ait kıssalardır. Peygamberlik bitti, kıssalar da bitti! Oysa peygamberlik bitti ama o hizmeti gören ulema vardır. Kur’an ise her zamanın ve devrin hükümlerini içerir. Kıyamete kadar Kur’an’ın münkirleri bulunacaktır. Tevrat, İncil, Kur’an ve Furkan’ın getirdiği hidayet kıyamete kadar devam edecektir. Bütün insanlar için hidayet olacaktır. Ama ona karşılık her devride de kâfirler varolacaklardır.
Müstakim sırat üzerinde olanlar aynı ümmet olduğu gibi küfür de öyledir. Başta “İnne”nin getirilmesi insanların başka türlü düşünmüş olmalarıdır. Küfretmiş olanlar ceza görmeyeceklerini, yaptıklarının kendilerine kalacağını sanırlar. Küfretmiş olan kimseler demek, bir şeyi hak olarak bildiği halde aksini iddia edip o yola gidenler demektir. Yahut kulaklarını tıkayıp doğruyu öğrenmek istemeyen kimselerdir. Bunlara cahil denir. Bilemeyenler değil, bilmeyenler cahildir ve dolayısıyla kâfirdir.
بِآيَاتِ اللَّهِ (Bi EaYAvTı elLAHı)
“Allah’ın âyetlerini küfredenler. Allah’ın âyetlerini kapatanlar, görmek istemeyenler.”
Kur’an’da münkirlerin azabından bahsetmemektedir. Bilmeden bir şeye inanmamak en tabiî haktır. Ama bilmeyi istememek veya bildiği halde inanmamak, işte küfür budur.
Allah’ın âyetlerini dört şekilde özetleyebiliriz:
- Kur’an’ın sözleri Allah’ın âyetleridir. Çünkü onlarda mucizeler vardır. Onların âyet olduğu lafızları ile sabittir. Mesela:
(elLAHu LAv EiLAHa EilLAv HuVa elXayYu el QayYUuM)u misal olarak alalım.
e lL a H L A E L A H E lL A H V l X yY l Q y Y U M
L=8 (H=3 X=1) (E=2+1 Q=1) Y=4 A=(2+2) (U=1 V=1 M=1)
- L 8 harftir. Şemsiyedir. Başka şemsiye yoktur. Toplam harf 24’tür. Üçte biri şemsiyedir. L harfi L ve N gibi orta titrek harftir. Bu harfler insanın en sevdiği harflerdir. Zikir bu harf üzerine yapılır. Çocuklara ninni bu harfler üzerinde yapılır. Oyunlarda ritim bu harflerle tutulur. İnsan vücudu ile rezonans halindedir. Şemsiyeden sadece bunun üzerine bir âyetin kurulması âyettir.
- Boğaz harfleri 4’tür. Y de dörttür. E 2 ve Q 1 dir. U harfini bunlara eklersek arka harfler 12 olur.
- Dudak harflerinden ise M ve V vardır. Bir de 2 A vardır. 4 eder.
Yani harfler 8+(4+4+4)+4 olarak bölünmüşlerdir. Allah’ın “A”sı ile ilahın “A”sı. Bunlar harekeden dönüşmüşlerdir. Crm ve tesğirde yok olurlar. Bunları da sayarsak 27 eder. 3*9=27 edecektir. O zaman A orta harf sayılacağı için orta harfler 10 eder. E ler 3 olur. Sistem üçlülere göre bölünmüş olur. İşte bu bir mucizedir. Biz böyle bir cümle söyleyemeyiz.
Kur’an 14 asırdır dünyaya hükümran olmaktadır. Şimdi 21. asrın hakimi de o olacaktır.
Kur’an’ın büyük âyetliği o zaman herkes tarafından görülecektir. Şimdi sadece biz söylüyoruz. O zaman görülecektir. İsrail devleti Müslümanların himayesine girecektir. İsrail devleti varlığını sürdürecektir. İlimde ve ticarette etkin olacaktır. Ama artık sermayesi ile dünyayı sömüremeyecek, savaşlar çıkarıp insanlığa hakim olamayacaktır. Silah üstünlüğü ve sermaye tekelliği sona erecektir. Hıristiyanlar şeriat olarak Tevtat’ı değil de Kur’an’ı esas alarak uygarlıklarını sürdüreceklerdir. Hıristiyanlık ve Müslümanlık süper hakim varlık olarak varlıklarını sürdürecekler ama dost olacaklardır. Devletler lâik olacaktır. Ama dinler sosyal hayatta etkin olacaklardır. Kur’an bütün faaliyetlerin merkezi olacaktır.
لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ (KaHuM GaÜABun ŞaDIyDun)
“Onlar için şedid azap vardır. Kafirler için şedid azap vardır.”
“Şedid” şeddeli “şudd” kelimesinden gelir. Dengin bağlandığı sicim anlamındadır. Sıkarak gücünü artırmak demektir. Aksi tepkiyi meydana getirmek demektir. Azabı tat demektir. Acı tat olduğu gibi tatlı tat da olabilir. Türkçedeki tat anlamındadır. Dilde bazı kelimeler kullanıldığı yerde özel manâ taşırlar. “Onlara azap var” dendiğinde, onlara ceza var demektir. Bir defa bunlar bu dünyada cezalarını çekeceklerdir. Bunlar iktidar olsalar da, zengin olsalar da azap içindedirler. Çünkü her an kendilerini tehlike içinde hissederler. Kâinat’ta yapayalnızdırlar. Toplulukta yapayalnızdırlar. Kendilerine tanrı gibi tapanlar bakarsın bir günde düşman oluverirler. Saddam’ın hali bu değil midir? Çavuşesku’ya neler olmuştur? Mü’minler ise görevlerini yaparlar, ondan sonra Allah’a teslim olurlar. Onlar öldükten sonra ölüme inanırlar. Onlar bu dünyada çekilen sıkıntının kendilerinin cennetteki makamlarını yücelteceğini bilmektedirler. Öldürülme onlar için şehitliktir. Endişeleri yoktur. Sıkıntıları yoktur. İşte şedid azap budur. Bunun yanında toplulukları Sovyetlerde olduğu veya 28 Şubatçılarda olduğu gibi sonunda mağlup olurlar. O da onlara ayrı bir sıkıntı verir. Mü’minler mağlup olsalar bile bunu daha iyisi için bir hazırlık olarak kabul eder ve daha sıkı bir şekilde hazırlığa başlarlar. Millî Görüşün defalarca kapatıldığı halde yeniden açılması ve daha güçlü olarak ortaya çıkması bunun kanıtıdır. Bir de bunların ahirette de hesap verecekleri durumları vardır. O kötü halleri ile cennete gidemeyeceklerinden orada da cehenneme gönderilip zor eğitimden geçirileceklerdir.
وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَام (Va elLAHu GaZIYZun ıNTıKAM) “Allah azizdir. İntikamlıdır.”
Aziz, güçlü demektir. Ancak bu maddî güç değil de sosyal güçtür. Topluluktaki intikam gücüdür. Otoritesi var demektir. Halk onu dinler demektir. Korkutma ile değil de saydırma ile güçlüdür demektir. Nıknet nimet karşılığı bir kelimedir. Bir şeyi elde etmek için çekilen sıkıntı demektir. Lokma ile akraba kelimedir. Besinden yararlanmak için onu çiğneyip lokmalamak gerekir. İntikam iftial babından kendi lehine başkasını sıkıntıya sokmadır. Yapana şahsi ceza verme demektir. Yargısız infaz demektir. Allah yargılamadan, soruşturma yapmadan, bir yargı kararına gerek olmadan ceza verir. Bu onun adil olmayan bir ceza vereceği anlamına gelmez. Mü’minler bu dünyada bir sıkıntı çekerlerse o kefaret olur. Ahirette o miktar cezalardan tenzil edilir. Bu husus bu dünyada da geçerlidir. Verilen ceza haksız olursa daha önce işlediği başka suçların kefareti olur. Bu sebepledir ki her zaman hakemlere gidip davanın iadesini isteyebilir. Ancak bu daha sonra işleyeceği cezalara kefaret olmaz. O zaman nasılsa alacağım var diye sağa sola saldırır.
Buradaki “Allah” kelimesini “topluluk” diye anlayabiliriz. O takdirde topluluğun intikam sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Mesela her yıl bucaklarda bir sıralama yapılır. En çok istenmeyen bir kişi bucaktan sürülür. Bu uygulama ora halkı tarafından bir denetim mahiyetindedir. Bu arada ilk istenmeyen kimse peygamber olan varsa o olur. Bu kurala uyulur. O topluluk ona daha fazla zarar vermeden helak olacağından kârlı oluruz. Eskiden peygamberler vahiy alır öyle hicret ederlerdi. Bundan sonra ise vahiy yerine o topluluğun kararı hicret için emirdir. Hicret, aşiret veya bucaktan olur. Merkez il bucağından, ilçe bucağından tehcir edilir. İlden veya ülkeden tehcir yoktur. Ülkede sadece o bölgeye uğrayamaz.
ٍ إِنَّ اللَّهَ(EinNa elLAHa) “Allah’a hiçbir şey hafiy olmaz.”
Bu âyette şu soruya cevap vardır. Her yıl bucaktan bir aile suçsuz da olsa tehcir edilebilir. Bu iki yılda bir de yapılabilir, dört yılda bir de yapılabilir. Hiç yapılmayabilir. Toplulukta buna ihtiyaç duyulup duyulmamasına bağlıdır. Kararı sürme yetkisi olan bucak başkanı verecektir. Böyle işlemle kişi bucağından sürülebilir. Gerek fesatçıların yaptıklarını gerekse halkın yaptığı sıralamalar, gerekse başkanın alacağı kararlar hep Allah’ın bilgisindedir. Bu sebepledir ki bu sıralama da aleni yapılmalıdır. Gizli sıralama topluluğun dengesini bozar.
لَا يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ (LAv YaPFAy GaLaYHi ŞaYEun) “Hiçbir şey O’na hafiy kalmaz.”
Ne arzda ne semada denmektedir. İkisini birden zikretmesinden anlıyoruz ki burada O tek olan Allah kastedilmektedir. Topluluk kastedilmemektedir. Sonra hiçbir şey denmektedir. Topluluğun her şeyi bilmesi söz konusu değildir. Allah her şeyi bilmektedir. Ona göre iş yapın, ona göre karar verin; yoksa cezasını çekersiniz demektir. Kötülük yapanlar ilâhi kanunlarla cezaya çarpılmaktadır. Ceza hesap etmedikleri cihetten gelir. Mü’minler için ceza bir lütfü ilâhi kabul edilmektedir. Böylece imtihan ediliyoruz ve sınıfımızı geçeceğiz.
فِي الْأَرْضِ (FIy elEaRWı) “Ne arzda bir gizli kalır.”
Buradaki arzdan murad yeryüzüdür. Yahut bütün gezegenlerdir. Sema da yıldızlardır. Işıklı sıcak varlıklardır. Yerde insanlar, yıldızlarda ise cinler yaşamaktadır. Yeryüzü molekül yapılı varlıklarla dolmuştur. Yıldızlar ise çekirdek yapılı varlıklarla dolmuştur.
وَلَا فِي السَّمَاءِ
“Ne de semada” tabiri ile biz yıldızları anlıyoruz. Semavat ve arz ise Kâinat demektir. Allah’a hiçbir şey gizli değildir. Bununla beraber bu semadan kasıt yerin semasıdır. İnsanların oralardan uzaklıkları bildirilmiştir. Bu âyet göklere gidiliyorcasına ifadeler kullanmaktadır. Madem ki Allah her şeyin sırrına vakıftır, o halde korkmadan şeriata göre hareket edin. Allah’ın iradesi ve bilgisi dışında bir şey olmamaktadır. Arz ve semanın birlikte zikredilmesi beşerî kanunlarla kevnî kanunların aynı olmasına işaret etmektedir.
Araplar kendiliğinden olan âfetlere âfât-ı semaviye, insan eliyle olanlara da âfât-ı ardiye demektedirler. Sema ve arz bu manâda kullanılmaktadır. Kur’an’ın bu manâda kullanıp kullanmadığını, bütün Kur’an’ı bu yönüyle okuyup karar vermek gerekir.
هُوَ (HuVa) “O”
O, yani kendisine hiçbir şey gizli olmayan kimse olan Allah. Yahut kendisinden başka ilâh olmayan Allah, hayyu’l-kayyum olan Allah. Gerçi yakın varken uzağa zamir niçin gitsin? Ancak konuşmaya bir şeyle başlanmışsa konu o demektir. Konuşma içinde ona her zaman zamir gönderilebilir. Çünkü dinleyen için akılda kalan hep o ilk söylenen olacaktır. Rahimlerde tasvir iki yönüyle ele alınabilir. O tasviri yapan kimse her şeyi bilen kimse olabilir. Yahut kayyum olan Allah o tasvirleri yapmaktadır. Her ikisi de doğrudur. Çünkü rahimlerde tasvir bir amaçla yapılmaktadır, ancak her şeyi bilen tarafından yapılabilmektedir.
الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ (elLaÜIy YuWavVıRuKuM) “Size suret vermektedir.”
Bir insan annenin yumurtası ile babanın erkek hücresinin birleşmesinden oluşur. İnsanda normal olarak 23 çift kromozom salsal iplikçik vardır. Annenin yumurtasında ise 23 tek salsal kalmıştır. Babanın erkek hücresinde 23 tek kromozom vardır. Bunlar anne rahminde birleşince 23 kromozomlu ana hücre oluşmaktadır. İnsan insan olma özelliklerini bu anda almaktadır. Sonra bu iplikçiklerde yazılı bulunan bilgilere göre insan oluşmaktadır. İnsan için istenen önce insan olması bakımından ne gerekiyorsa o aynen öyle olsun. İstenen her insanın ayrı varlık olması için tanınması için birbirine benzememeleri istenir. Varolmuş ve olacak bu insanların parmak izleri hep farklıdır. Hattâ DNA’ları farklıdır. İşte bunlara DNA testi denmektedir. Ama bir vücudun bütün hücrelerinde aynıdır. Bunları yapan kimse, bunları bilen kimse toplulukları bilemez mi? Onların nasıl hareket ettiğini bilemez mi, yapamaz mı? İşte Allah’ın kudreti budur. İnsanlar eğer kendiliğinden oluşmuş tesadüfi varlıklar olsaydı ya hiç birbirine benzemez derecedeki çakıl ve kum taşları gibi farklı olurdu, ya da bir fabrikadan çıkan benzer kaşıklar gibi olurdu. Oysa insanlar gerektiği yerde birbirine benzemektedir. Gerektiği yerde de birbirinden ayrılmaktadır. Bu kayyum olan alimin yapabileceği iştir.
فِي الْأَرْحَامِ (FIy elEaRXAvMı) “Rahimlerde sizleri suretlendirir.”
Kromozom üzerinde bulunan genler, salsal üzerinde bulunan hameler, iplikçikler üzerinde olan kalıtım rahim içinde insanı oluşturmaktadır. Öyle ki, gerektiği yanlarıyla insan diğer insana benzer olacak. Gerektiği yerde de insan diğer insandan farklı olacak. Bu farklılık tesadüfen değil, genlerin gösterdiği şekilde farklı olacaktır. Bu genler öyle ayarlanmış ki oluşmakta olan her çift ayrı özellikler taşımaktadır. Bölünme öyle olmaktadır ki hiçbiri diğerine tam benzememektedir. Bu oluşmuş yani döllenmiş hücreler için böyle olduğu gibi döllenmeyip yok olan hücreler için de geçerlidir. Bu genlerle kaç çeşit değişik varlık elde edilir? Ondan sonra acaba farklılaşma durur mu? Yaşlılığı bununla ilgilendirebiliriz. Çünkü belli sayıda bölünen hücre artık döllenmeden bölünemiyor. Bu bir canlıyı sınırlı hücreye sahip olmaya götürüyor. Döllenmiş de artık bölünemiyor. Bu da neslin inkırazına götürebiliyor.
كَيْفَ يَشَاءُ (KaYFa YaŞAEu) “Nasıl meşiet ederse.”
Böylece her insanı Allah nasıl istiyorsa öyle yaratıyor. Çünkü her insanın yapısı farklıdır. Şimdi fabrikadan çıkan halı birbirine benzer. Ayarlama ile her birine ayrı özellik katabilirsiniz. Ama mutlaka o kurallarla olacaktır. Oysa elle dokunulan halıda ise her düğme atılırken dokuyucu kendi özelliğini kattığı için farklı olmaktadır. Allah bir taraftan külli iradesi ile insanları birbirine benzetmektedir. Diğer taraftan her bir ferdin üzerindeki iradesi ile de farklı yaratmaktadır. Bu farklılık bir taraftan anne babadan gelen genlerle olmaktadır. Diğer tafradan anneden gelen hücre yapısı içinde olmaktadır. “Erhâm” demiş olmasının başka önemli sebebi annenin babadan daha çok etkili olmasıdır. Çünkü kromozom olarak anne ile baba eşit olarak etki ettikleri halde, annenin hücre yapısı da yeni hücre içinde kaldığı için onun da etkileri vardır. Şöyle açıklayalım. İki hücre oluştuğu zaman biri deri biri sinir hücresi olacaktır. Ancak bu ayırımı sağlayan ana babadan gelen genlerin kodlaması ile değil, hücre bölünürken hücre içinde bulunan yapının sağdan veya soldan komşu olması ile belirlenmektedir. Bunu kontrol eden yalnız anneden gelen hücre yapısıdır. “Erhâm” dendiği zaman bu da anlaşılmaktadır. Tüp bebekler de erhâmda döllenmiş olur. Çünkü dişi yumurta erhâmda oluşmuştur.
لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ (LAv EiLAHa EilLAv HUv) “Kendisinden başka ilâh yoktur.”
Sûrenin başında Allah kelimesini bu ifade ile haberlendirdi. Burada da aynen yine “Huva”yi yani bununla haberlendirdi. Bunlar ancak ilâhın yapabileceği şeylerdir. Başka yapabilecek kimse yoktur. Başka ilâh da yoktur. Tabiat kanunlarını kim vazedip tedvir ediyorsa sosyal kanunları da o vazetmiş ve tedvir ediyor. Kur’an’ın söylediklerini ona göre değerlendirin.
الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (eLGaZIyZu eL XaKIyMi)
Sûre başında “elhayyu’l-kayyum” denmiş, burada ise “alazizu’l-hakim” denmiştir. “Elhayy”a karşılık “elaziz” getirilmiştir. Hay demek, faal demek, canlı demektir, işler halde olmak demektir. Ölü olmamak demektir. Aziz de topluluk içinde sözü geçerli olmak, otoritesinin tanınmış olması demektir. Eğer bir başkan bir şeyi emrettiği zaman halk onun dediğini yapıyorsa o azizdir. Böyle topluluk olmalıyız. Başkanımız da böyle olmalıdır. Şimdi biz işte hep başkanın dediğini yapıyorlar diye kızıyoruz. Oysa topluluk bir başkan etrafında toplanmışsa, onu dinliyorsa topluluktur. Ta’zir etmekle ta’ziz etmek birbirine yakın kelimelerdir. Aziz olan yalnız Allah’tır, dolayısıyla topluluktur. Başkanlar da O’nun halifesi olmaları sebebiyle ta’zir edilmelidir. Ama başkanlar da hadlerini bilmelidirler. Kayyum yerine hakim kelimesi gelmiştir. İşleri tedbir eden toplulukta da işlerde hüküm verir. Böylece Allah hem Kâinat’ın halikı ve tedvir edicisidir, hem de insanların ve toplulukların halikı ve yöneticisidir. Sûrenin bu girişinden sonra, Allah insanı kendisine halife yapmıştır. Ona içtihat ve icma âyetlerini vermiştir. Şimdi bunu müteakip âyetlerde onlar anlatılacaktır.