AKEVLER KUR'AN MEÂLİ
Süleyman Karagülle
2550 Okunma
maide suresi-meal yok-tefsirden çıkacak

*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 593. SEMİNER

 

; 593  -667semner         08 Ocak 2011 -16haziran2012         

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 1

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)

 

Maide Sûresi Medine sûrelerindendir.

Kur’an’daki sûreler şu şekilde tasnif edilmiştir.

Fatiha ayrı sûredir, Kur’an’ın fihristidir, 112 harf vardır. Ayrıca “ihdi”deki “y” harfi hazf olunmuştur. Onunla 113’tür, tevbeye tekabül eder. “Elhamdü”deki “elif” sûrenin başı olduğu için o da okunan vasıl hemzesidir, Fatiha’nın kendisine tekabül eder.

  1. Büyük Kur’an 112 Besmeleli ve bir Besmelesiz sûreden oluşur. 112 sayısı 7*16’dir. 16 sayısı dört dörtlük bir sayıdır.
  2. Büyük Kur’an’ın içindeki sûreler üç gruba ayrılır. İlkin 64 (Tevbe ile 65) uzun sûreler gelir. Sonra onun yarısı 32 orta sûreler gelir. Sonra onun yarısı 16 kısa sûreler gelir.
  3. Uzun sûreler de dörde ayrılır.

a) 4 adet  2’li sûreler,

b) 4 adet  3’lü sûreler,

c) 4 adet  7’li sûreler,

d) 1 adet  10’lu sûre; bunlar 58 sûre eder.  

Üçlü yediler arasında bir 3+4 sûre var, toplam tevbe ile 65 sûre eder.

Tevbe’yi çıkarırsanız 64 eder.

1+[(4*2+4*2+7+4*7+10-1)+32+16]=114-1-1=112=7*16

Maide Sûresi ilk sekizli grup içindedir.

Sekizli grup da şöyle tasnif edilir.

A- Şeriatın hükümlerini ortaya koyar.  İkiye ayrılır.

1- Eskilerle ortak olan şeriatı ortaya koyar.

a) Bakara; Tevrat’a, Hazreti Musa’ya ve İsrail oğullarına ağırlık verir. “ELM” ile başlar, Medine sûresidir.

b) Âli İmrân; İncil’e, Hazreti İsa’ya ve Hıristiyanlığa ağırlık verir. “ELM” ile başlar. Medine sûresidir.

2- Yeni şeriatı ortaya koyar.

c) Nisa Sûresi. Tüm insanlara hitap eder. “Ey nâs” diye başlar. Medenîdir (Medine).

d) Maide Sûresi; “Ey iman edenler” diye başlar. Mü’minlere hitap eder. Medenîdir.

B- İslâm düzeninin, barış düzeninin nasıl geleceğini anlatır. İkiye ayrılır.

1- Devlet aşaması öncesinde yapılacaklar.

a) En’âm Sûresi. Davetin şeklini anlatır.

b) Âraf Sûresi. Katılanların dayanışmasını anlatır.

2- Devlet aşaması sonrasını anlatır.

a) Enfal Sûresi. Savaş durumundan bahseder.

b) Tevbe suresi. Savaş sonrası cihattan bahseder.

Şimdi Maide Sûresi’nin Kur’an’daki yerini daha net görüyoruz. Siyasi organizasyondan bahsetmektedir. Yani nasıl teşkilatlanacağız? Konusu “anayasa”dır.

Bakara Sûresi’nde uzun uzun anlatılan hususa burada işaret ederek âyetlere geçelim.

İnsanlık Hazreti Nuh’tan önce şeriatla değil kişi yönetimleriyle yönetildi, bir kabile seviyesinde yönetildi. Bin hane civarındaki halk kendilerini tanıyan başkanın takdirleri ile yönetiliyordu. Mezopotamya’da sulama barajları yapıldı, tarımda çok yüksek verim elde edildi, halk oralara göç etmeye başladı, kentler oluştu. Artık “kabile başkanlarının yönetimi” yerine “kurallarla yaşama” zorunluluğu doğdu.

Bu döneme “şeriat dönemi” diyoruz.

Başlangıçta şeriatı peygamberler ve krallar kendileri koyuyordu.

Şeriat Allah’ın kitabı olarak Tevrat’la gelmeye başladı.

Devleti kurma ve insanlığa uygarlığı getirme görevi İsrail oğullarına verildi.

Kur’an’dan sonra bu görev bir ulusa, bir hanedana değil de, asker olmak isteyen gönüllülere verildi. Kur’an bunlara “mü’min” demekte, “Ey iman edenler” diye hitap etmektedir. Bu hitap Mekke sûrelerinde yoktur. Bu hitap yalnız Medine sûrelerinde vardır.

İşte bu sûre insanlığa güven getirecek teşkilatın nasıl oluşacağını anlatan sûredir.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Ya” hitap harfidir. Sözün kime söylendiğini ifade eder. “Ya Ahmedü” dersen, “Ahmet sana söylüyorum” denmiş olur. Muhatap harfi tarifle geliyorsa o zaman araya bir de “Eyyüha” getirilir. Bu tahsisli ifade ‘sana söylüyorum, yalnız sana söylüyorum’ demek olur. Buradaki el ahd veya istiğrak içindir. Bütün mü’min gruplara söylemiş olmaktadır. “Eyyüha” ile de tahsisi ifade etmiş olmaktadır. Yani yeryüzünün güvenini sağlamak bunların, yalnız bunların görevidir; artık İsrail oğullarının görevi değildir.

Ellezîne” ismi mevsuldür. İsmi mevsuller, isimler sıfat olurlar veya kendileri isim olurlar. “Dün gelen adam bugün gitti” cümlesi doğrudur. “Gelen gider” derseniz buradaki gelen isimdir ve isim yerine geçen sıfat değildir. Bu ismi faillerin ortak özelliğidir. Hem sıfat hem de isim olurlar. Dört  çeşidi vardır.

  1. Alim veya alime, alimûn veya alimâtun şeklinde söylenen ismi failler nekredir. Burada hem fail nekredir, yani herhangi iş yapan demektir, hem de fiil nekredir.
  2. El-alim, el-alime, el-alimûne el-alimâtu, burada fail yani işi yapan marifedir. Bildiğimiz kişi iş yapmıştır. Ama yaptığı iş belirsizdir. Yani yarı marifedir. Bu sebepledir ki “el-alimu-l arabi” denebilir. Yani lamlı iken izafet yapılabilir (Lafzi izafet).
  3. “Men” veya “Mâ” ile gelen fiillerde fail nekredir. Yani belli kimse değil de kim yaparsa yapsın demektir. Ama fiil marifedir. Yani bilinen bir fiili yapan demektir.
  4. “Ellezî Feale” veya “Elletî Feale” veya “Ellezîne Fealû” veya “Ellâti Fealne” dediğimiz zaman hem fail hem de fiil bellidir, bilinmektedir demektir.

İşte burada dördüncüsü gelmiştir. Yani burada hem iman eden kimseler bellidir hem de iman etme bellidir. Lugat mânâsıyla “ey iman edenler” değil de Kur’an’ın tarif ettiği “ey iman edenler”dir ve onların imanları gibi imandır. Şimdi bize düşen bunların kim olduğunu ortaya koymak ve bunların ne tür imanlarının söz konusu olduğunu araştırmaktır.

Kur’an bize şimdi nâzil olmaktadır. O halde bugün bu iman edenler kimlerdir ve bunlar ne şekilde, nasıl iman edeceklerdir? Bunu araştırmamız gerekmektedir.

İnekler ve benzeri hayvan sürüleri dinlenecekleri zaman kuyruklarını birbirlerine verir, başlarını dış tarafa koyarlar. Herkes kendi önünü gözetler. Düşman yani kaplan, aslan, kurt ve benzeri vahşi hayvanlar görünürse haber verilir, ona göre savunurlar veya kaçarlar.

İnsanlar da başlangıçta kapılarını ortak alana açar, pencerelerini dışarıya doğru çevirir, kendilerini bu şekilde savunurlardı. Böylece oluşturdukları bir güvenli ortak alanları vardı. Burası tehlikeden korunmuş yer olurdu.

İşte bu yere “mena” denmektedir.

Sonra sonundaki “y” düştü veya başa geldi, fiil “emine” oldu, buraya girip emniyet içinde olma anlamında kullanmaya başlandı. Şimdi if’al bâbında bir eşyayı menaya koyma veya birini oraya sokma anlamındadır.

Emine” kendisi güvende oldu.

Âmene” başkasını güven altına aldı demektir.

Âmene” fiili mutlak olarak kullanıldığında müteaddidir ve güven altına aldı demektir. “Âmene” fiili “Bi” ile kullanıldığında onunla kendisini güven altına aldı demektir. “Âmene Billahi” ve “Âmene bi’l-âhireti” demek, onunla kendimizi güven altına almak olur. “Âmene” dendiği zaman ise başkasını güven altına almak demektir.

Bugün bu iki söyleniş karıştırılmaktadır. “Allah ile iman etmek” başkadır, “İman etmek” başkadır. “İman etmek” demek, başkalarını güven altına almaktır. “Allah ile iman etmek” ise Allah’a dayanarak güven altına almak demektir.

Âmenû” if’al bâbındandır. O takdirde başkalarını güven altına almak anlamındadır. Yahut mufaale bâbındandır. O zaman da birbirini güven altına almak demektir. Biz burada bunu mufaale bâbından alıyoruz. Yani birbirine dayanışma içinde olanlar anlamında mânâ veriyoruz. Dolayısıyla “mü’minûn” da farklı mânâdadır. “Mü’minûn” Mekke dönemini de içerir, bu ise yalnız Medine dönemini içerir, devlet aşaması dönemini içerir.

Biz bu mânâyı neye dayanarak vereceğiz?

Kur’an’da marife olarak gelmiş bir şeyi önce Kur’an’ın içinden öğreneceğiz.

Sonra peygamberin bu husustaki açıklamalarına veya uygulamalarına bakacağız.

Çok açık ve net açıklamalar vardır.

Resule “Müslim nedir?” diye soruyorlar.

“Bütün müslimlerin elinden ve dilinden salim olduğu yani zarara uğramadığı kimsedir.” demiştir. Yani barışçı kimsedir. Hakemlerin kararlarını kabul eden kimsedir anlamında anlıyoruz.

Yine Resule “Mümin nedir?” diye soruyorlar.

“Bütün insanların canlarını ve mallarını kendisine emanet ettiği kimsedir.” diyor.

Burada dikkat edilecek husus daha önce “müslimlerin” dediği halde burada “mü’minlerin” dememiştir, “bütün insanların” demiştir.

Resulün uygulamasına bakarsak bunu çok daha iyi ve kolay anlarız. Resul ve Mekke’deki mü’minler 13 sene cihat ettikten sonra Medineliler tarafından davet edildiler. Oraya göç eder etmez Hazreti Muhammed Muhacirler ile Ensar arasında ilk “Medine Sözleşmesi”ni hazırladı. Bu anayasa insanlığın ilk anayasasıdır. Uzlaşarak hazırlanmış anayasadır. Burada birbirini güven altına alanlar Muhacir ile Ensardır, gruplardır.

Bu anayasanın kabul ettiği temel ilke şu idi.

Kabileler arası savaşlar sona erecek, insanlar barış içinde yaşayacaklar.

Çıkan ihtilafları resul/başkan çözecektir.

Biri kasden bir cinayet işlerse kısas yapılacak, affedilirse diyeti ödenecek. Hata ile yapılan cinayetlerde ise diyet ödenecek ve diyeti kabilesi ödeyecek. Saldırıya uğradıklarında tüm Medineliler birlikte karşı koyacaklar. Muhacir ve Ensar, Medine dışında savaşa çıkarlarsa Medineliler uymak zorunda değildirler.

Medine’deki kabilelerin adları sayılmış ve onların da bu sözleşmeye dahil olmaları istenmiştir. İşte “Medine Sözleşmesi” Medine kent devletinin kurulması sözleşmesidir. Muhacir ve Ensar bu devleti birlikte kurmuşlardır. Diğerlerini de sadece barışçı olmak üzere davet etmişlerdir. Sonra Medinelilerin tamamı bu sözleşmeye katılmışlardır.

İşte, Medine Sözleşmesi’nde Hz. Muhammed’in başkanlığını kabul edenler “müslim”, Hz. Muhammed’in hem başkan hem de peygamber olduğunu kabul edenler “mü’min”dir. Bu anlaşmayı yapan ve Medine’nin güvenini sağlamayı tekeffül eden Ensar ve Muhacirlere “iman etmiş olan kimseler” denmektedir.

Şimdi günümüze gelelim.

Önce “Medine dönemi”nde miyiz, “Mekke dönemi”nde miyiz tartışması içindeyiz.

Türkiye eski uygarlığın Medine dönemindedir. Devlet var. Ordu var. Mahkeme var. Kanunlar var. Biz bu düzeni bozmuyoruz. Nitekim Mekke’deki mü’minler de o günkü Mekke yönetimine karşı gelmemişler, onların yaptıkları zulme tahammül etmişlerdir.

Ne var ki bugünkü devlet, bugünkü ordu, bugünkü kanunlar ülke dışı savunmayı yapıyorlar. Ordu bu hususta eksiksizdir. Ama yöneticiler ülkemizi her gün borca sokuyor ve bu gidişle artık yaşayamayacak hâle geleceğiz demektir. Uçuruma doğru gidiyoruz.

Yargıdaki davalar 40 yılda bitmiyor...

Terör olaylarına mâni olunamıyor...

Ülkede çalışacakların yarısı işsiz...

Tanımadığım bir kız çocuğu var, okula giderken simit alacağım diye bana uğrar, ben de ona bir lira veririm. Bu durum beni ağlayacak hâle getiriyor. Başka çocuklar da gelmeye başladı. Onlara bir şey vermedim. Vermedim, çünkü o çocukları sigaraya alıştırabilirim.

Bu durumları göz önüne getirdiğiniz zaman da Mekke döneminden daha kötü durumdayız. İyi tarafımız şudur. Ülkemizde demokrasi vardır. Biz çalışır “Adil Düzen”i ortaya koyarsak, partimizi kurarsak; halkımızın Mekkelilerin yaptıklarını yapmayacağını, ordumuzun Ebu Cehil ordusu olmadığını biliyoruz. Nitekim parti kurduk, halkımız anayasa ekseriyetiyle bize oy verdi. Ordumuz da bizi destekledi. İktidardayız ama serap içindeyiz.

İşte, şimdiki bu durumda biz ne yapacağız?

Bu sûrenin bize öğreteceği “dayanışma ortaklıkları” kuracağız. O sayede halkımıza ve ordumuza dayanarak Medine döneminde olduğu gibi yeni devletimizi kuracağız. Halkımız Medine halkı gibidir; bize katılmaktadır ama biz şimdi “Adil Düzen”i uygulayacak durumda değiliz. Olmadığımızı Saadet Partisi ve AK Parti açıkça göstermektedir. Saadet Partisi’ndeki oyunlar “Adil Düzen”in Saadet Partisi içinde de olmadığını göstermiştir.

Şimdi biz Medine’ye göç etmiş ve Medinelilerden bir iki kabile ile anlaşmış durumdayız kabul edin. Daha masaya oturup sözleşmeyi yapmadık ama masaya oturacak durumdayız. Seçime kadar bizi dinleyecek durumları yoktur. Ama biz “Adil Düzen Anayasası”nı seçime kadar hazırlayıp o günkü meclise ve ordumuza sunmak zorundayız. Bunu yaptığımızda meclis ilgilenmezse ordumuza sen ilgilen demek durumundayız. O da ilgilenmezse ülkemizi terk edip gitmeliyiz. Çünkü bu durumda ülkemizi “büyük sosyal tufan” beklemektedir demektir.

O halde “Ey iman etmiş olanlar”daki muhatap şimdilik biz “Adil Düzen Çalışanları”dır. Sonra “Adil Düzen”i kabul eden bir parti çıkarsa, onlardır. Diğer partiler müslimdir. Türk ordusunda “Adil Düzen”i kabul edenler iman etmiş olanlardır.

Bu seçim devresinden sonra bunların netleşeceğini sanıyorum. Saat yaklaşmıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın bu zulüm dünyasına tahammülü bitmek üzeredir sanıyorum.

أَوْفُوا بِالْعُقُودِ

(EaVFUv Bi eLGuQUVDı)

“Akitleri ifa ediniz.”

Ukde” düğüm demektir. İki şeyi iple birbirine bağladığınız zaman iki ipi ukde ile yani düğümle düğümlersiniz. İki kişi bir sözleşme ile birbirine bağlandığı zaman bu sözleşme bir düğüm olur. Bu anlamda akit sözleşme demektir. Burada çoğul getirilmiş, bununla ukdeler ifade edilmiştir.

Bir toplulukta iki türlü bağ vardır.

Bunlardan birisi ikili anlaşmalardır. Bunlara “akit” denmektedir.

Bir de toplulukta karşılıklı birlikte yapılan anlaşmalar vardır. Yani merkeze herkes bağlanmaktadır. Mesela başkanla ahitleşmektedir. Buna “ahit” denir.

Devlet akitle değil ahitle kurulur.

Barış ise akitlerle oluşur.

Kur’an mü’minlere akitleri yerine getirin demekle önce siz de müslim olun demektedir. Yani sizin mü’min olmakla başkalarından farklı bir imtiyazınız yoktur. Siz hakim değil hadimsiniz demektir. Özel hukukta insanların tamamen eşit olduklarını ifade etmektedir. Devletin görevi güvenliği sağlama olduğu gibi sözleşmelerin yerine gelmesi için de dayanışma gerekir. Yani taraflardan biri sözünü tutmazsa müslim hakemlere başvurur ve hakemler karar alırlar. Hakemlerin bu kararlarına uymayanları yola getirmek de iman etmiş olanların görevidir.

Vefa” kelimesine Akevler Sözlüğü’nden bakalım: “Vefyü” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek yer, tepedir.” Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır.”

Lisanü’l-Arap’ta da “vefa” kelimesi ile “evfa” kelimesi aynı anlamda getirilmektedir.

Kur’an’da akitlerin ifasından ve ahitlerin ifasından bahsedilmektedir.

Bize göre ise sülasi mânâda anlamı verdiğin sözü yerine getirmedir.

İfa etme” if’al bâbında ise sözün yerine getirilmesini sağlamadır. Burada emredilen müslimlerin sözlerini yerine getirmeleri değil de,  devletin akitleri güvence altına almasıdır.

Birisiyle sözleşme yapıyorsunuz. Kişi sözünde durmuyor. Siz mahkemeye gidiyorsunuz. Devlet onu o sözü yerine getirmesi için zorluyor.

İşte buradaki “ifa ediniz”deki emir budur.

“Akitleri ifa ediniz” demek yerine gelmesini sağlayınız demektir.

Bu zorlama aslında şöyle olmaktadır. Biri size söz verdi de yerine getirmedi mi siz dayanışma ortaklığına baş vuruyorsunuz. O size verilen sözü yerine getiriyor.

İşte burada emredilen budur.

Bu şekilde anladığımız zaman Lisanü’l-Arap’taki eşit mânâ verilmesini şöyle açıklayabiliriz. Sözü söz veren yerine getirirse bu “vefa”dır. Sözü veren değil de dayanışma ortaklığı sözü yerine getirirse bu “ifa”dır.

Buradan hemen anlıyoruz ki devletin yani kamunun iki görevi vardır.

Biri iç ve dış güvenliği sağlamak, diğeri de sözleşmeleri güvence altına almak.

Kamu hukukunda güvenlik, özel hukukta garanti sigorta.

Burada emredilen sözleşmelerde de dayanışma ortaklıklarının tesisidir.

El-Ukûd” burada cem/çoğul ve marife gelmiştir. Cem için olanları biz istiğrak olarak kabul etmiyoruz. O halde malum akitler demektir ki bu da hâlâ olan akitler demektir. Devlet, kent devleti haram olan akitlerin ifasını yerine getirmez, sadece helal olan akitlerin yerine getirilmesini sağlar.

أُحِلَّتْ لَكُمْ

(EuXılLaT LaKuM)

“Size helal kılınmıştır.”

“Akitleri ifa edin” dendikten sonra aralarında “Ve” harfini getirmeden helal ve haramdan bahsetmeye başlaması bize hangi akitleri yerine getirmemiz gerektiğini öğretmek içindir. Helal olan akitleri yerine getirin demektedir.

Helal olan akitler içinde mesela hayvanları alıp satmayı devlet güvence altına alır. Eğer senin helal olan koyununu çalarlarsa devlet onu tazmin eder. Dayanışma yerine getirir. Kasame budur. Yani zararları bölüşme demektir. Dayanışma ortaklığı içinde yapılır. Ama eğer domuz etini sattığından dolayı alacağın varsa onu dayanışma ortaklığı ödemez. Yahut senin domuzunu, senin rakını, senin sigaranı birisi çalsa devlet o davalara bakmaz.

Bu husus İslâm fıkhında tamamen belirlenmiştir.

Bu, bugünkü ceza kanunlarında da yer almıştır.

Ama Kur’an’daki ifadesini burada buluyoruz.

بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ

(BaHiMaTu eLEaNGAMı)

“En’amın behimesi helal kılınmıştır.”

En’am” etleri bize helal kılınmış hayvanlardır. Bunlar ot obur hayvanlardır. Ot yiyen, et yemeyen hayvanlardır. Mideleri otları sindirmeye göre ayarlanmıştır. Gündüzleri gidip otlar ve otları işkembelerine doldururlar, adeta depolarlar. Sonra istirahata çekilince onları ağızlarına getirir, iyice çiğner ve midelerine gönderirler. Kuşların da böyle keseleri vardır. Bunun dışında at gibi bazı memeliler vardır ki bunlar et yemezler ama işkembeleri yoktur, geviş getirmezler.

Kur’an’da bizim gibi meyvecil olan domuz gibi hayvanların etleri haram kılınmıştır. Besin zincirinde bizimle aynı seviyededirler. Aynı seviyede olanların birbirlerini yemeleri, akrabaların evliliğinde benzer dejenerasyon başlar. Üretilen vitaminlerin ve enzimlerin tüm canlılar tarafından kullanılabilmesi, bunların üretiminde işbölümünün sağlanabilmesi için besinde aynı türde olan canlılar birbirlerini yemezler. Meyve yiyenler meyve yiyenlerin etlerini ve sütlerini yemezler.Arada geviş getirmemekle beraber meyvecil değil de otçul olan hayvanlar vardır. Bunların hükmü kıyasla tesbit edilecektir. Eğer o kavmin yiyeceği ise helal olur, değilse helal olmaz.

Bu sorunlar böylece çözülmüş olmaktadır. Hazreti Peygamber’in de bu hususta uygulaması vardır. Kur’an’da da, onlara kendilerinin haram ettikleri haram kılınmıştır denmektedir. Yani eğer yemiyorlarsa o onlara haramdır.

En’amın behimesi” denmektedir. Hayvanların otlayanları anlamına geldiği gibi hayvanların sütleri anlamında da izafet olabilir

Behime” ne demektir? Hangi tür izafettir? Takyid eden izafet mi, yoksa tahsis eden izafet mi? “Behime” deyince ne kastedilmiştir?

Alusi’ye göre “behm” dört ayaklı hayvanlardır. Keçinin oğlaktan büyüğüne “behm” denir. Orta parmağın adı da behmdir. Arpa benzeri bir otun çayırdaki adıdır. Tek renkli olma şeklinde anlatılmıştır. Biz bunu şu şekilde yorumluyoruz.

Behm” otlar arasında sivrilen ve kendisini gösteren hayvanların yemesine elverişli bir ottur. Keçilerden oğlaklar ayrılarak ayrı götürüldükleri zaman onların içinde belirgin olan yani büyük olan da o ota benzetildiği için “behm” denir. Parmaklar arasında en uzun olandır.

Bu mütalaadan sonra “Behime” demek, otlayan hayvan demek, çayırda büyük otları otlayan hayvan demektir. Bunlar geviş getiren çift parmaklı hayvanlardır. Bunlar kaba otları da yiyip sindirebilirler. Halbuki atlar ancak daha yumuşak otları sindirebilirler. Lahana, ıspanak, marul gibi otları biz de yiyoruz.

En’amın behimesi” demek, en’amın geviş getireninin etini yeyin demek olur. Otçul hayvanı yeyin demektir.

En’am” kelimesi hayvanların adıdır. “Naim” semiz demektir, yani yediğinin karşılığını veren anlamındadır.

Behimetü’l-en’am” en’amın otçul olanını yeyin demektir.

En’am” ise dört ayaklı memelilerin adıdır. Biz en’amı geviş getiren hayvanlar olarak anlıyorduk. Şimdiki  anlayışım değişmiştir. Çünkü “İllâ” ile istisna ederek haram kılınanları yani domuzu da en’am saymıştır. Dolayısıyla en’amı genişletip memeli hayvanlar olarak kabul edebiliriz. O takdirde memeli hayvanlardan otçul olanları yeyin anlamına gelir. Bu takdirde at da helal olanlar arasına girer. Eğer “behim”den murat geviş getiren hayvanlar ise o zaman at hariç kalır. Ne var ki at haramlar arasına girmez. “Behime”den maksat genel olarak otçul demektir, yahut dar mânâda geviş getirenler demektir. Biz geviş getiren hayvan olarak anlıyor, at gibi otçul olanları kavmin yiyeceği illeti ile ta'lil ediyoruz.

İçtihat yaparken kesin mânâlar vermek mümkün değildir. Tercihler yapılabilir. Kimi otçul olma ile ta'lil eder, kimi ise geviş getirme ile ta'lil eder. Birisine karar verip içtihat yapmayanlara her müçtehit tercihini bildirmek zorundadır.

إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ

(EilLAv MAV YuTLAy GaLaYKuM)

“Size tilavet edilen hariç.”

Allah’ın size tilavet ettiği hariç” denmektedir. En’amdan haram edilenler var, helal edilenler var demektir. En’amın behimesinden de haram edilenler var, helal edilenler var demektir. Demek ki domuz gibi meyvecil olanlar haramdır. Onun dışında otçul olanlardan da  kavmin yiyeceği değilse haramdır demektir.

Size tilavet olunanlar” denmektedir, “Size tilavet ettiğimiz” denmemektedir. Yani size kıyas yoluyla haram olduğu bildirilen demektir.

Tilavet” burada kıyas yoluyla sabit olan demektir. “Tilavet” demek aktarmak demektir; duyduğunu, bildiğini başkasına söylemektir. Kur’an’da bildirilenlerden istihraç edilenler Kur’an’dan tilavet edilenlerdir. Yahut o topluluğun haram saydığı anlamına gelir. Yani kavminin yiyeceği değilse o topluluk onun haramlığını tilavet etmiş olmaktadır.

Fiil burada marifedir. Tilavetin şekli bellidir. Tilavet edilenler nekredir. O halde buradaki tilavet bir bucakta icma ile alınan karar demektir. Bunu da şöyle açıklarız.

Meyvecil olan hayvanların haramlığı nassla sabit olmuş olur. Geviş getiren hayvanların helalliği de nassla sabit olmuş oluyor. Ama at, eşek, tavşan gibi otçul olup geviş getirmeyen hayvanlar ise bucak meclisi kararları ile haramlığı sabit olacak demektir, helalliği değil. O içtihada kalmış olur. Buradaki istisna bize haramların ve yasakların icma ile sabit olacağını ifade etmiş olmaktadır.  

غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ

(ĞayRa MuXılLIy elÖaYDi)

“Sayd etmeyi muhillin olmamak şartıyla.”

Yukarıda “İllâ” ile istisna etmiştir. Burada “Gayr” ile istisna etmiştir. “Raeytü ihvetî illâ Ahmede” veya “Raeytü ihvetî gayre Ahmede”, Ahmet hariç kardeşlerimi gördüm. Ahmet’in dışındaki kardeşlerimi gördüm dediğimizde birinde “İllâ”da tahsis etmektedir, “Gayr”da ise takyid etmektedir. “İlla”da ayrılanın cinsini göstermekte, “Gayr”da ise hâlini göstermektedir. “İlla”da devamlı istisna vardır, “Gayr”da ise arızi istisna vardır. Burada iki vasfı bir araya getirerek haramun liaynihi ile haramın ligayrihi anlatılmaktadır. Domuz eti veya başkası liaynihi haramdır. Ama av avlamak ihramda olduğu için haramdır. Konuşmak haram değildir. Namazda olduğunda namaza zarar verdiği için haramdır.

Demek ki iman etmiş olanlar liaynihi yasaklar koyabilirler, ligayrihi yasak koyabilirler. Kurallı erkek çoğulla getirilmesi buna işarettir. Kur’an’ın getirdiği düzenin temeli bir taraftan birliğin sağlanması, diğer taraftan insanın sonuna kadar hür olmasını sağlamaktır. Bir defa her aşirete Allah günde beş vakit namaz kılmasını emretmiştir.

Namaz demek imam demektir, cemaat demektir. Ondan sonra da haftada bir Cuma namazını kılmalarını emrettiği kabile seviyesidir. Onlu sistemi teşri etmiş olan Kur’an kabilesinin büyüklüğü bin aileden oluşacaktır. Aşiret on karye, yüz kabile, bin aileden oluşacaktır. Kabile demek günlük hayatta birbirleri ile karşılaşan kimseler demektir.

Aşirette insanlar yaşarlar; aşiret başkanının yönetimi ile yaşarlar. Aşiret başkanının yönetimini kabul etmeyenler aşiretlerini bırakır, başka aşirete geçebilirler. Aşiret hayatı tamamen insanların ilişkilerine bağlı bir hayattır. Herkesin orada özel bir yeri vardır. Ortak kurallara göre değil de özel kurallara göre hareket ederiz. Diyelim ki Yenibosna’da kadın erkek namazlara gelenlerin sayısı on kişi civarındadır. Bunlardan her birinin durumu farklıdır. Herkes ayrı kişiliği ile katılmaktadır. Herkes kendisine göre kurallar koyar ve o kurallarla buraya gelir. Biz kural koymayız. Kişi kendisi kural koyar, o kurallara diğerleri de uyar, böylece herkesin ayrı kişiliği vardır. Hepimiz birbirimize saygılıyız.

Çocuklar doğdukları zaman önce anne babaları ile olan ilişkilerde, kardeşleri ile olan ilişkilerde hep ikili ilişkiler içindedir. Mesela, bir çocuk için anne başka baba başkadır. Büyüdükçe arkadaşlarıyla ilişkide her biri ayrı ayrı kişiliklere sahip olur. Aşiret böylece ahitlerle değil akitlerle oluşur. Herkes başka arkadaşları ile ayrı ilişkiler kurar.

Bucağa geldiğimizde, kabileye geldiğimizde artık “özel ilişkiler” yerine “kurallı ilişkiler” vardır. Herkes birbirini tanımakla beraber ilişkiler “özel” değildir, “genel” kurallar içinde ilişki kurarlar. İşte bu ilişkiler şeriat ilişkileridir. Başkalarının dayatması şeriat yerine; kendi örflerimizle, içtihatlarımızla, icmalarımızla oluşmuş şeriatla yönetilecektir.

Topluluğunuz küçük olursa ikili ilişkiler hakim olur, şeriat oluşmaz.

Topluluk büyük olursa ilişkiler kurulamaz, yine topluluk oluşamaz.

Topluluğun oluşabilmesi, kurallı bir topluluğun oluşması için, şeriat topluluğu için nüfusun 3000’den az olmaması ve 10 000’den de çok olmaması gerekir.

İşte, bir topluluk “dayanışma ortaklıkları” kurar ve bir yönetim oluşturur. Bunlar her Cuma günü toplanarak görüşürler ve kararlar alırlar. Bunlara kabile diyoruz.

İşte, “Ey iman edenler”in muhatabı bunlardır.

Bu toplulukta kurallar vardır. Kuralları kendileri koyarlar.

İşte o kurallar nelerdir?

Biri hakları icma ile tesbit eder, kalanı içtihada bırakır. Bazılarının haramlarını icma ile tesbit edip kalanları halka bırakır. Bu âyet bize bunu anlatmaktadır.

Kur’an’da daima örneklerle hükümler konur. Avlamak için hükümler konur. Sonra o hükümler diğer bütün sahalarda uygulanır. Seçilirken en zayıfı seçilir. Mesela domuz seçilirken böyle sınırda olan hayvan seçilmiştir. Üzüm şarabı seçilirken içkilerin en hafifi alınmıştır. Av hususundaki yasak emirler böyle en zayıftır.

Değişik üretim şekilleri vardır. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve çiftçilik üretim şekilleri vardır. Ticaretle geçinme şekilleri vardır. En az şeriat hükümleri isteyen üretim şekli avcılıktır. Kur’an buradaki kuralları örnek olarak anlatmaktadır. Diğer bütün helal ve haramlar ona göre kıyas yapılacaktır.

Burada bir bucak yönetiminin hangi kuralları ve yasakları koyacağını anlatmaktadır.

Kıyas müessesesini kabul ettiğimiz zaman basit, sade bir emrin ne kadar derin mânâsının olduğunu anlarsınız.

Sitemizi nasıl oluşturacağız?

Önce aşiretimizi oluşturacağız. Aşiret kurallarla değil ikili anlaşmalarla oluşacaktır. Böyle oluşan aşiretler arası “Medine Sözleşmesi” benzeri sözleşme yapacağız. Sözleşme iki aşiret arasında akdedilecektir. Sonra bu sözleşmeye katılacaklar olacaktır. Böylece bir kabile, bir bucak oluşacaktır. Bu bucağın önemi ilk iki aşiretin yaptığı sözleşmenin güçlü olmasına bağlıdır.

Biz Akevler’de bir aşiret olarak sözleşme yaptık.

Sonra F. Gülenle, N. Erbakan’la anlaştık.

Ondan sonra ortaya çıktık.

Bunlarla yaptığımız şifahi sözleşmeler sayesinde beklediğimiz sonuçlardan daha fazla sonuçlara vardık. Ne var ki Akevler olarak bu iki dev grubun beraber olmasına çok uğraştık ama başaramadık. Sonunda AK Parti’de birleşir gibi bir durum ortaya çıktı.

Biz şimdi “Adil Düzen”i çok iyi hazırlamalıyız.

Bu hazırlıklar daha çok ekonomiyle ilgili olmalıdır.

Kur’an güvenle söze başlamıyor, avlanma meselesiyle işe başlıyor. Avlanma gibi küçük işleri çözemeyenler büyüğünü hiç çözemezler.

Biz şimdi İstanbul Yenibosna’da mobilya üretim işletmesini yapmaya çalışıyoruz. Bunu yani bu küçük işletmeyi başardığımız, ayrıca bakkalı/marketi çalıştırdığımız zaman, işte ondan sonra anlaşacağımız diğer aşiretlerle “Adil Düzen”i getirmiş olacağız.

Geçmişe bakıp ah vah etmek yoktur. Bizim nesil giriştiği mücadelede beklenmedik büyük başarıya ulaştı. Şimdi sıra sizlere gelmiştir. Bizim yaptıklarımızı iyi öğrenmeniz gerekir. Bizden kimse hayatını anlatmadı. Ben de anlatmadım. Çünkü bizim hayatımızı anlatacak vaktimiz yoktur. Bizimle çalışarak, bizim başlattığımızı omuzlayarak daha ileri imkanlara ulaşırsınız.

Numan Kurtulmuş’un düştüğü gaflete düşmeyiniz. Numan Kurtulmuş’un samimi olmadığını bilsem onun adını ağzıma almam. Merak ettiğim şey şudur. Onu bu duruma düşürenler onun gibi samimi ve saf mı yoksa hain midirler; işte bunu bilemiyorum. Şimdi partileri vardır. Ne gibi bir partileri vardır? Erbakan’ı yenme partisi mi? Numan Kurtulmuş’tan beklerdim ki, parti kurarken beni davet etsin. Yaptıklarımız yanlışmış ama şimdi ne yapalım, şeriata göre ne yapmak gerekir desin ve bizim de fikrimizi alsın. Selahattin Öztürk samimi ve fedakar kardeşimizdir; bakıyorum o da hâlâ o partidedir! AK Parti onlar gibi bölücülük yapmadı, tarihî gelişme onu oraya getirdi.

Şimdi bizim gibi siyaset dışı kalmış olanlar, Numan Kurtulmuş gibi kardeşlerimizin çalışmalarını “Adil Düzen”e getirmeleri gerekir.

Nasıl avlanacağımızı öğrenmeliyiz.

Yani bakkalımızı nasıl çalıştıracağımızı öğrenmeliyiz.

İzmir’dekiler, Ankara’dakiler, Üsküdar’dakiler, Ümraniye’dekiler ve İstanbul Esenler’de olanlar bu sözlerimi akıldan çıkarmasınlar. Nasıl avlanacağımızı öğrenmeden devletimizi kuramayız.

وَأَنْتُمْ حُرُمٌ

(Va EanTuM XuRuMun)

“Siz hurumda iken”

Buradaki “Ve” hal vavıdır. Helal kılmayınız. Siz “hurum”da iken helal kılmayınız.

Haram” yasak demektir. Siz yasaklı iken avlanmayı helal kılmayınız demektir.

Şimdi haram aylar ne demektir, bu konuya açıklama getirelim.

Genel olarak yeryüzünde ne varsa hepsi bizim içindir ve bize helaldir. Roma’dan gelen Batı hukuku helalleri sayar, onun dışındakileri haram kabul eder. Çünkü onlara göre devlet sözleşme ile oluşturulmuştur. Devlet neye söz vermişse onları korur. Eğer kanunda yazılı değilse o helal değildir. Buna Hazeriye mezhebi denmektedir. İslâmiyet’te ise aslında her şey mübahtır, helaldir. Ancak topluluğun oluşması için gerekli bazı kurallar vardır. Onlara uyulması gerekir.

Hukukun kaynağı dörttür.

-Biri komşuluk hukukudur.

-Biri akrabalık hukukudur.

-Diğeri de, herkesin emeği ile elde ettiği şey onundur. Başkasının emeğine saygılı olma zorunluluğu vardır.

-Dördüncüsü ise akitlerdir. İşte bu sûre onunla başlamıştır. Diğerleri tabiî haklardır.

Hayvanlarda da o haklar mevcuttur. Hayvanlarda olmayan diğer bir hak çeşidi vardır. O da insanların kendi kendilerine ürettikleri kurallardır. Sözleşme kurallarıdır.

İnsan kendi şeriatını kendisi yapar. Sonra ona uyar. Demokrasi bu demektir. Halkın kendi kendisini yönetmesi şeklinde anlamışlardır.

Halbuki Kur’an insanlara kendi içtihatları ile amel etmelerini emreder.

  1. Kendin için kendin kuralları koy ve ona uy der.
  2. Sözleşme yap, ortaklık oluştur, dayanışma oluştur ve ona uy der.
  3. Kendi başkanını kendin seç, onun kabilesine katıl ama sonra ona uy der.
  4. Nihayet hakemleri kendiniz seçin ve onların kararlarına da mutlaka uyun der.

İşte bu âyet gösteriyor ki, asıl olan helallerdir; haramlar sayılmıştır.

Haram olma ne demektir?

  1. Haram aylar var, o zamanlarda o haramlara uyulur. Avlanmak bazı mevsimlerde yasaklanır. İşte buna burada işaret etmektedir.
  2. Haram yerler vardır. Bazı yerlerde o işler yapılmaz.
  3. Kişiler için yasaklanmış işler vardır. Onların onu yapması haram kılınmıştır. Mesela başkanın kadınlarına süslenip püslenip sokaklara çıkıp yeni kocalar araması haram kılınmıştır.
  4. Bazı durumlar vardır, o zamanlarda o işi yapmak haram kılınmıştır.

Buradaki hurum genel anlamda hurumdur. Zararlı olanlar helal edilmemektedir.

Mesela ormanların tahribine izin verilmemektedir. Çünkü ormanlar atmosfere oksijen salmaktadırlar. Ortadan kaldırıldıklarında yeryüzü yaşanmaz hâle gelir.

Bununla beraber onları tahrip etmeyelim diye vatandaşların oraya girmesi yasaklanmaz. Çünkü ormanlar insanlar içindir.

Siz kabilenizin kanunlarını yaparken helal olanların helal olduğunu bilin, onları haram etmeye kalkışmayın. Asıl olan mübahlıktır. Bununla beraber zararlı olan şeyleri de helal hâle getirmeyin. Örnek olarak avlanmayı alabiliriz.

Belli zamanlarda avlanmanın yasak olması makul olabilir. Belli yerlerde de avlanma makul olabilir. Belli kişilere haram kılınmasının hikmeti nedir?

Kur’an bir taraftan topluluk düzeni kurarken diğer taraftan her insanın ayrı ayrı eğitilmesini ve çıkarlarını düzenler. Bu yolla da kişilerin davranışlarında helal ve harama uymaları gerektiğini hatırlatır. Onun eğitimini yaptırmaktadır.

Burada bir şeye işaret etmek gerekir. O da Kur’an’da örnek olarak gösterdiği haram yeri Mekke’nin içidir. Aylar olarak dört ay gösterilir. Bu sadece bir örnektir. Hazreti Peygamber demiştir ki; Mekke’yi Hz. İbrahim harem yaptı, ben de Medine’yi harem yapıyorum. Demek ki her bucağın kurucusu vardır. Onun yasalarını o koyar. Türkiye Cumhuriyeti’ni Mustafa Kemal kurdu. Çankaya’nın yasaları onun olmalıdır. Beğenmeyen devlet başkanı devlet merkezini başka yere nakleder. Bu da başka kuraldır. Hazreti Muhammed Mekke’de doğdu. Orası merkez yapıldı ama onun haremini değiştirmedi. Biz de merkezi işgal edip oradan Türkiye’yi değiştirmekle meşgul olmamalıyız. Kendi bucağımızı kurmalıyız. Herkes öyle yapmalıdır. Sonra başarılı olanlar merkez bucağı hâline gelir.

إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)

(EinNa elLAHa YaXKuMu MAv YUvRIyDu)

“Allah murad ettiğine hükmeder.”

Allah neyi isterse ona hükmeder” denmektedir. Fiil-i muzari ile getirilmiştir. İsim cümlesi yapılmış haber marife değildir. Demek ki Allah’tan başka mürid vardır. Biz bunu bucak  şurası ne isterse onu yapar şeklinde anlıyoruz. Yani bucak âlimleri içtihat yaparlar, neyin yasaklanacağına, neyin haram olduğuna, neyin farz olduğuna onlar karar verirler. Onların hükümleri koyma yetkileri vardır demektir.

Neden bucak yönetimini esas alıyoruz?

“Ey iman edenler” dendiği zaman, “ey Cuma namazını birlikte kılanlar” şeklinde anlayacağız. Ey mü’minler, Cuma namazına davet olunduğunuzda oraya yürüyün denmektedir. Demek ki iman etmiş olanlara Cuma namazı farzdır. Bir yere çağrılacak ve oraya varılacak. Burada da “Ey iman etmiş olanlar” ile başladı. Öyleyse burada kastedilen topluluk kabiledir, bucaktır.

Bucak, birbirlerini tanıyan, günlük çalışmalarında birbirleriyle karşılaşan kimselerin oluşturduğu bin hanelik  kuruluştur. En az nüfusu 3 bin, en çok nüfusu 10 bin olarak belirlenir. Normal aile 3 ile 10 kişi arasındadır. Cemi kıllet ve cemi kesret arasındaki orandır. Ailenin tüzel kişiliği olmadığına göre on kişiden azdır. Tüzel kişiliği yoktur, çünkü ehl-i beyt diyor. Aşiret 10 misli, karye 100 misli, kabile 1000 misli olur.

Yeter sayıda olan kabileler kendi yaşama ve çalışma kurallarını kendileri koyar. Bağlanma (biat) yoluyla 20’ye yakın ehl-i zikr ilim adamı seçilir. Bunlar icma ile veya istişare ile oluşturdukları şeriatı bucaklarında uygularlar. Allah bize bunu emretmektedir. Özel hukukta ise mezheplerin rasihlerinin içtihatları geçerlidir. Bucak bu içtihatlara göre yargılar ve bu içtihatlara göre uygular.

Merkez bucaklar da birer bucaktır. Vilayet taşra bucaklara emredemez, onlara hakim değildir. Sadece onlara hizmet verir. İlçelerde kurduğu hizmet ortaklıkları ile bucaklara hizmet verir. Kişilikte ise il merkez bucağı ile taşra bucakları arasında herhangi fark yoktur. Hakemler karşısında tarak dişleri gibi hepsi birbirine müsavidir.

İl merkez bucağı iç güvenliği sağlar. Bucağın gücü yetmediği yerde bucağın talep ettiği hizmeti görür. Ülke merkez bucağı ise ülkenin savunmasını yapar. İnsanlık merkez bucağı, yani Mekke bucağı da uygarlaşmayı sağlar.

Allah insanı kendi iradesi ile hareket edecek şekilde yaratmıştır. Kendisi Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve kul olarak hareket eder. Kişi şeriat içinde hürdür. Günah da işleyebilir, sevapta başkaları ona karışmaz. Ancak çevreye ve başkalarına zarar vermeğe başladığı zaman hakemlere gidilir ve hakem kararı ile belirlenen sınıra çekilir.

İşte, insanın bu düzen içinde hür olması, suç işledikten sonra cezalandırılması, suç işlemeden kimsenin zor yaptırıma tâbi tutulamayışı, dinde zorlama yoktur demektir. Çünkü bu zorlama değil zararın tazminidir.

Ocaklar da bucaklar içinde aynı şekilde hürdürler. Herkes serbestçe karar alır ve yaşar. Ancak başkalarına veya başka bucaklara zarar verdikleri zaman hakemler kararı ile tazmin ettirilir. İller de devlet içinde böyledir. Devletler de yeryüzünde böyledir. Hakemler karşısında eşit kişilik içinde herkesin yaşama ve çalışma sınırı bildirilmiştir.

Merkez bucaklarının taşra bucaklarından farkı, merkez bucakları ilçe bucakları ile birlikte kişiliğe sahiptir. İlçe bucaklarının meclisleri ve seçilmiş başkanları yoktur.

Sûremiz yeniden “Ey iman edenler” âyetiyle başlayacaktır.

Bu âyet daha evvel düşünmediğimiz birçok hususları bize düşündürdü.

 

 


AKEVLER KUR'AN MEÂLİ
1-FATİHA SURESİ-1-
6491 Okunma
2-bakara suresi-meal yok-tefsirden çıkıyor
4115 Okunma
3-ali imran-meal yok-tefsirden çıkacak
2075 Okunma
4-nisa suresi-meal yok-tefsirden çıkacak
3098 Okunma
5-maide suresi-meal yok-tefsirden çıkacak
2550 Okunma
6-enam suresi-meal yok-tefsir yok-123teberrük
2926 Okunma
7-araf suresi-meal yok-tefsirden çıkacak
2136 Okunma
8-ENFAL SURESİ-MEAL YOK-TEFSİRDEN ÇIKACAK
2160 Okunma
9-TEVBE SURESİ-MEAL YOK-TEFSİR YOK- TEBERRÜK
2575 Okunma
10-YUNUS SURESİ-MEAL YOK-TEFSİR YOK-TEBERRÜK
2037 Okunma
11-HUD SURESİ-MEAL YOK-TEFSİR YOK-TEBERRÜK
2291 Okunma
12-YUSUF SURESİ-MEAL YOK-TEFSİRDEN ÇIKACAK
2437 Okunma
13-rad suresi meali
2654 Okunma
14-İBRAHİM SURESİ MEALİ
2317 Okunma
15-hicr suresi meali
2688 Okunma
16-nahl suresi meali
3444 Okunma
17-İSRA SURESİ MEALİ
3344 Okunma
18-KEHF SURESİ MEALİ
3336 Okunma
19-meryem suresi- meal yok-tefsir yok-teberrük
2214 Okunma
20-taha suresi meali
3507 Okunma
21-ENBİYA SURESİ MEALİ
3304 Okunma
22-hacc suresi meali
2776 Okunma
23-MÜ'MİN'UN SURESİ MEALİ
2835 Okunma
24-nur suresi meali
3184 Okunma
25-furkan suresi meali
2638 Okunma
26-ŞUARA SURESİ MEALİ
3117 Okunma
27-neml suresi meali
3354 Okunma
28-kasas suresi meali
2773 Okunma
29-ankebut suresi meali
2888 Okunma
30-rum suresi meali
2598 Okunma
31-LOKMAN SURESİ MEALİ
2682 Okunma
32-SECDE SURESİ MEALİ
2275 Okunma
33-AHZAB SURESİ MEALİ
2661 Okunma
34-SEBE SURESİ MEALİ
3058 Okunma
35-FATIR SURESİ MEALİ
2796 Okunma
36-YASİN SURESİ MEALİ
3912 Okunma
37-SAFFAT SURESİ MEALİ
3747 Okunma
38-SAD SURESİ MEALİ
3060 Okunma
39-ZÜMER SURESİ meal tefsir yok TEBERRÜK
3396 Okunma
40-MÜ'MİN SURESİ MEAL TEFSİR YOK teberrük
2935 Okunma
41-fussilet suresi meali
2691 Okunma
42-şura suresi meali
2314 Okunma
43-zuhruf suresi meali
2826 Okunma
44-DUHAN SURESİ MEALİ
2852 Okunma
45-CASİYE SURESİ MEALİ
2114 Okunma
46-AHKAF SURESİ MEALİ
2598 Okunma
47-MUHAMMED SURESİ MEALİ
2495 Okunma
48-FETİH SURESİ MEALİ
2707 Okunma
49-HUCURAT SURESİ MEALİ
2833 Okunma
50-KAF SURESİ MEALİ
3156 Okunma
51-ZARİYAT SURESİ MEALİ
3025 Okunma
52-TUR SURESİ TEFSİR MEAL YOK teberrük
2240 Okunma
53-necm suresi tefsir ve meal yok teberrük
2246 Okunma
54-KAMER SURESİ TEFSİ MEAL YOK teberrük
2963 Okunma
55-RAHMAN SURESİ MEALİ
3636 Okunma
56-VAKIA SURESİ MEALİ
3579 Okunma
57-HADİD SURESİ MEALİ
2775 Okunma
58-MÜCADELE SURESİ MEALİ
2577 Okunma
59-HAŞR SURESİ MEALİ
2564 Okunma
60-MÜMTEHİNE SURESİ MEALİ
2175 Okunma
61-SAF SURESİ MEALİ
2372 Okunma
62-CUMA SURESİ MEALİ
2620 Okunma
63-MÜNAFİKUN SURESİ MEALİ
2286 Okunma
64-TEGABUN SURESİ MEALİ
2383 Okunma
65-TALAK SURESİ MEALİ
2467 Okunma
66-TAHRİM SURESİ MEALİ
2518 Okunma
67-MÜLK SURESİ MEALİ
3063 Okunma
68-KALEM suresi MEALi
3180 Okunma
69-HAKKA SURESİ MEALİ
2751 Okunma
70-MEARİC SURESİ MEALİ
2707 Okunma
71-NUH SURESİ MEALİ
2595 Okunma
72-CİN SURESİ MEALİ
3234 Okunma
73-MÜZZEMMİL SURESİ MEALİ
3489 Okunma
74-MÜDDESSİR SURESİ MEALİ
3578 Okunma
75-KIYAMET SURESİ MEALİ
2796 Okunma
76-İNSAN SURESİ MEALİ
3379 Okunma
77-MÜRSELAT SURESİ MEALİ
2512 Okunma
78-NEBE SURESİ MEALİ
3083 Okunma
79-NAZİAT SURESİ MEALİ
2782 Okunma
80-ABESE SURESİ MEALİ
3037 Okunma
81-TEKVİR SURESİ MEALİ
2778 Okunma
82-İNFİTAR SURESİ MEALİ
2734 Okunma
83-MUTAFFİFİN SURESİ MEALİ
3178 Okunma
84-İNŞİKAK SURESİ MEALİ
2599 Okunma
85-BÜRUC SURESİ MEALİ
2151 Okunma
86-TARIK SURESİ MEALİ
2569 Okunma
87-A'LA SURESİ MEALİ
2866 Okunma
88-ĞAŞİYE SURESİ MEALİ
2871 Okunma
89-FECR SURESİ MEALİ
2780 Okunma
90-BELED SURESİ MEALİ
2441 Okunma
91-ŞEMS SURESİ MEALİ
3173 Okunma
92-LEYL SURESİ MEALİ
3021 Okunma
93-DUHA SURESİ MEALİ
2641 Okunma
94-İNŞİRAH SURESİ MEALİ
2867 Okunma
95-TİN SURESİ MEALİ
3121 Okunma
96-A'LAK SURESİ MEALİ
3425 Okunma
97-KADR SURESİ MEALİ
3459 Okunma
98-BEYYİNE SURESİ MEALİ
2808 Okunma
99-ZİLZAL SURES MEAL TEFSİRYOK teberrük
1921 Okunma
100-adiyat suresi meali
2472 Okunma
101-karia suresi meali
3314 Okunma
102-TEKASÜR SURESİ MEALİ
3334 Okunma
103-ASR SURESİ MEALİ
2486 Okunma
104-HÜMEZE SURESİ MEALİ
3358 Okunma
105-FİL SURESİ MEALİ
4515 Okunma
106-KUREYŞ SURESİ MEALİ
2605 Okunma
107-MAUN SURESİ MEALİ
2854 Okunma
108-KEVSER SURESİ MEALİ
4302 Okunma
109-KAFİRUN SURESİ MEALİ
2869 Okunma
110-NASR SURESİ MEALİ
3368 Okunma
111-TEBBET SURESİ MEALİ
4028 Okunma
112-İHLAS SURESİ MEALİ
3176 Okunma
113-FELAK SURESİ MEALİ
2414 Okunma
114-NAS SURESİ MEALİ
2752 Okunma
115-KURAN KÖK HARFLER LÜGATI-LATİN HARFLERİYLE
38932 Okunma

© 2024 - Akevler