YUNUS SÛRESİ-21
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62) الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (63) لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (64) وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (65) أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَتَّبِعُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ شُرَكَاءَ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (66)
***
أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62)
(EaLAv EinNa EaVLiYAvEa elLAvHı LAv PaVFun GaLaYHiM Va LAvHuM YaPZaNUvNa)
“Allah’ın evliyasına havf yoktur ve onlar mahzun da olmazlar; değil mi?”
Bundan önce; Allah size rızık inzâl etti, onu helal ve haram yaptınız demişti.
Sonra; Allah mı buna izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz denmişti.
Rızkı inzâl eden âlemlerin rabbi Allah’tır.
Yoksa topluluğun kanunları mı bu izni verdi, yoksa âlemlerin rabbi Allah’a iftira mı ediyorsunuz denmektedir.
Buradaki Allah ise dayanışma içinde topluluğu oluşturan kimselerdir yani buradaki Allah âlemlerin rabbi Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluktur.
Bunlar kimlerdir?
Tüm insanlıktır. Onun içinde kavimler yani devletlerdir; onun içinde şa’blar yani illerdir; onların içinde kabileler yani bucaklardır; sonunda aşiretler yani ocaklardır.
İki türlü devlet oluşmaktadır.
Devletlerden biri, bir kabile, silahlı bir örgüt, çevredekileri korkutarak bir siyasi güç oluşturur ve bunun sonunda devlet doğar, diğer kuruluşlar doğar. Bunlar velayet sistemine değil hâkimiyet sistemine dayanır. Topluluğun üyeleri isteyerek değil de korkarak üye olmuşlardır, korktukları için de üye olmaya devam etmektedirler.
Kur’an’ın önerdiği devlet sistemi bu değildir. Kur’an’ın önerdiği devlet sistemi, çalışmada ve yaşamada anlaşabilen kimselerin bir araya gelerek bir ortaklık kurmalarıdır. Bu ortaklığın esası velayettir.
Sığırlar otladıktan sonra çayırda veya çamurda kumlar arasında öğle istirahatına çekilirler. Bunlar arka taraflarını birbirlerine vererek yüzleri ile dışarıya yönelirler. Her biri kendi önünü bekler. Düşman geldiğinde hep birden ayağa kalkar ve ortak düşmanlarına karşı savunmaya geçerler.
“Veli” arka demektir, sırt demektir. Sırtlarını birbirlerine dayarlar demektir; “evliya” velinin çoğuludur.
Topluluk içinde bunun anlamı şudur. Birimize gelecek herhangi bir tehlike veya zarar hepimize gelmiş kabul edilerek ona birlikte karşılık veririz. Buna “velayet” denmektedir. Böyle anlaşma yapanlara “evliya”, bunların sorumlularına da “veli” denmektedir. Kur’an “evliya” demektedir. Araplar “âkıle” demektedirler.
“Âkıle” ayak bağı demektir. Aynı velayet içine girenler aynı zamanda bir iple kendi topluluklarına bağlıdırlar. Onun yapacaklarından ortaklar sorumlu oldukları için ortaklar birbirlerinin ayak bağı olurlar. Kur’an bu anlamda “âkıle” kelimesini kullanmaz. Biz ise buna “dayanışma ortaklığı” diyoruz. Allah’ın dayanışmasına, insanlığın/topluluğun dayanışmasına girenlerin korkuları kalkar, bunu yapanlar mahzun da olmazlar.
Onlar için korku yoktur. Çünkü dayanışma içine girmiş olduklarından güçlenmişlerdir. Dolayısıyla düşman artık onlara saldıramaz, saldırsa bile def edilir. Dayanışma içine girenler mahzun da olmazlar, çünkü herhangi bir kazaya uğrasalar bile ortakları onların zararlarını gidermektedir. Sıkıntı içinde de olmayacaklardır.
Demek ki dayanışma ortaklıklarının iki görevi vardır.
Biri haklıyı kuvvetli kılmadır.
İki türlü devlet düzeni vardır.
Biri; kuvvetli oldukları için haklı olanlar vardır.
Diğeri ise; haklı olanlar kuvvetli olurlar. Dayanışma ortaklıkları kurarlar, böylece kuvvetli olurlar. Ama bunlar kuvvetli oldukları için değil, haklı oldukları yerlerde kuvvetlerini kullanırlar. İşte, “İSLÂMÎ DEVLET ANLAYIŞI” budur.
İSLÂM’DA DEVLET ANLAYIŞI yoktur diyenler vardır. Oysa İslâm’da devlet anlayışı vardır ama “kuvvete dayalı devlet” değil, “HAKKA DAYALI DEVLET ANLAYIŞI” vardır. Kimin haklı veya haksız olduğunu tesbit etme işi tarafların seçtiği “hakemlerden oluşan yargıya” aittir. Herkes yargı kararlarına kendileri uyarlar. Yargı kararlarına uymayanları yola getirmeyi de “dayanışma” yani “velayet içinde oluşan güç” sağlar.
أَلَا
(EaLAv)
“Değil mi?”
“E” Arapçada Türkçedeki “değil mi”ye tekabül eden soru edatıdır.
Türkçede olmayan bir soru edatı daha vardır, o da “Hel”dir.
“E Ente Kulte?” Sen mi dedin, niye dedin, dememeliydin anlamındadır.
“Hel Ente Kulte?” Türkçede, bunu sen dedin mi yani dedin olarak tercüme ederiz. Türkçede iki şekilde “sen mi dedin, sen dedin mi” şeklinde söyleriz.
Oysa Araplar;
“Hel Qulte? Dedin mi?”
“Hel Lem Taqul? Demedin değil mi?”
“Elem Taqul? Demedin mi?”
“E Qulte? Dedin mi?”
Dört şekilde söylersiniz.
“E Lâ”yı Türkçeye tercüme edeceğimizde; değil, değil mi dememiz gerekir. Yani öyledir anlamında. Uyarı yapacağımız zaman başına bu değil mi yani öyledir manasını verirsiniz. Yani siz de kabul edersiniz ki bu böyledir.
Biz haklı olanlar birleşip dayanışma içinde kuvvet oluşturmazsak, bir kuvvetli gelir, bizi emrine alır, kendisi haksızlık yapar ama başkalarının bize haksızlık yapmasına mâni olur. İşte, kuvvete dayanan devletler de sonunda hukuk devleti olurlar.
Allah bize haber veriyor, uyararak haber veriyor. Dayanışma içine girerseniz devleti oluşturursunuz ve kendinizi korursunuz. “Değil mi?” diyerek, öyle olduğunu siz de kabul ediyorsunuz demektir. Nitekim bugün bütün devletler demokrasiyi sözde de olsa kabul ediyorlar. Oysa bundan iki asır önce devlet kralın mülkü kabul ediliyor ve kuvvetli olduğu için herkes onun kulu muamelesi görüyordu.
Diktatörler döneminde devlet yönetimi artık babadan oğula intikal etmedi ama resmen aynı kimseler kaldı. Şimdi partilerin diktatörlüğü vardır.
Bütün bunlarla hep şeriata doğru, demokrasiye doğru gidilmektedir. Yani çağımızın mantığı da sonunda “halkın dayanışması” ile “âdil devlet” kavramı ortaya çıkmaktadır.
إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ
(EinNa EaVLiYAvEa elLAvHı)
“Allah’ın velileri”
Bir toplulukta dört kuvvet vardır.
- Neyin yapılacağına karar veren kuvvet ahlakî kuvvettir.
- Nasıl yapılacağına karar veren kuvvet ilmî kuvvettir.
- Kimin yapacağına karar veren kuvvet meslekî kuvvettir.
- Elde edilen ürünün kimlere nasıl bölüşüleceğine karar veren kuvvet siyasî kuvvettir.
Bunların her birine on civarında “dayanışma ortaklıkları” karar verir.
Kişilerin hissî haklarını ahlakî, fikrî haklarını ilmî, meslekî haklarını meslekî, ünsiyet haklarını siyasî dayanışma ortaklıkları korurlar.
İhmalden doğan zararları ahlakî, bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî ve kasten iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin ederler.
Bunların hepsi birlikte bir başkanın hakemliğinde birleşirler ve bucak, il, ülke ve insanlığı meydana getirirler.
İşte bu kuruluşu Allah kendisine halife yapmış ve kendi borç ve alacaklarını ona yani o organizasyona havale etmiştir. Kur’an bunu “Allah” lafzı ile ifade etmektedir; biz bunu “Allah’ın halifesi olan insanlığın dayanışması” şeklinde ifade ederiz.
“İnsanlık” yalnız bugün yaşayanlardan ibaret değildir, Hazreti Âdem’den kıyamete kadar varlığını sürdüren insan türünün adıdır.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
(LAv PaVFun GaLaYHiM)
“Onlara havf yoktur”
“Havf” gelecekte gelecek olan bir tehlikeden dolayı baştan duyulan bir duygudur.
“Havfta” karşı tarafı etkisiz kılarak gerekirse yok ederek kendini savunma vardır. Karşı taraftan gelen sana kastetmektedir, sana düşmanlığı vardır, çıkarı vardır.
“Haşyette” ise karşı tarafı darıltmaktan korkarsınız.
Bir arkadaşınızı üzecek bir iş yaparsanız size darılır ve ayrılır. Bu sebeple savunmaya geçmez, kendinizi ona göre ayarlarsınız. İnsanlar ancak yeneceklerine kani oldukları zaman saldırırlar. Dayanışma ortaklığı içinde organize olanlar ise güçlü olacaklarından onlara saldıranlar cesaret edemez ve saldıramazlar. Allah insanların beyinlerine böyle bir özellik koymuştur; birlikte olanlardan ve kalabalıklardan korkarlar. Allah burada bunu haber vermektedir. Sizin gücünüz olmasa bile sizi birlik içinde görürlerse sizden korkarlar.
Yukarıda anlattığımız “İLMÎ, AHLAKÎ, MESLEKÎ VE SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI”nın “BUCAK, İL, ÜLKE VE İNSANLIK KURULUŞLARINI” birden oluşturmak mümkün değildir. Siz eğer bu kuruluşları Birleşmiş Milletler’de alacağınız kararlarla oluşturursanız, bunlar yine kuvvete dayalı oluşmalar olacaklardır.
OLUŞ ŞÖYLE BAŞLAYACAKTIR.
1- “KOOPERATİF” kurulacak, “YÜZ LOJMANLI İŞYERİ APARTMANLARI” kurulacaktır. On katlı apartmandaki her katta “BİR AŞİRET/OCAK” oturacaktır. Yüz lojmanlı işyeri apartmanına “ÇALIŞAN ORTAKLAR” yerleşecek ve orada bir “SEMT İŞLETMESİNİ” yapmaya başlayacaklardır.
2- On kadar “SEMT İŞLETMESİ” bir “BUCAK KOOPERATİFİ” kuracak ve “yüz ailelik bir BUCAK SİTESİ” oluşacaktır. Bunların komşu olmaları gerekmez. Bunlar burada “DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI” oluşturacak ve bucak yönetimiyle Allah’ın yeryüzündeki halifesi olacaklardır.
3- Yüze yakın bucak birlikte “GENEL HİZMET KOOPERATİFİ” (25 hizmet) oluşturacak ve il seviyesinde Allah’ın halifesi olan topluluk oluşacaktır.
4- Sonra yüze yakın il bir merkezde “ÇALIŞMA KOOPERATİFİNİ” kuracak ve devlet seviyesinde Allah’ın halifesi olan topluluğu oluşturacaklardır.
Bugün “ekseriyet sistemi” vardır.
Demek ki kurduğumuz kooperatifler yurdun yarısına hâkim olduğu zaman, artık yönetim bize geçmiştir demektir.
Biz iktidar olduğumuzda kimseyi zorla bizim yönetime getirmeyeceğiz.
Tam tersine isteyenler kendi kendilerine, kendi bucaklarında, kendi illerinde, kendi ülkelerinde istedikleri gibi yaşayacaklardır.
“YERİNDEN YÖNETİM VE HAKEMLER DENETİMİ”;
Bizim istediğimiz yönetim şekli tamamen budur.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62)
(Va LAvHuM YaPZaNUvNa)
“Ve onlar mahzun da olmazlar.”
Dayanışma ortaklıklarının ikinci görevi ortaklarının uğradıkları zararlara dayanışma içinde hepsinin katılmasıdır.
Diyelim ki bir araba kaza yaptı. Arabalar 20 000 TL değerinde yarıya hasar görürler, kırk bin lira araba hasarı var. Bir kişi öldü. Onun diyeti de en az 200 000 TL’dir. Bir kimsenin bunu karşılaması imkânsızdır.
Bugün bu primli sigorta ile yapılmaktadır.
Kur’an bunu primsiz dayanışma içinde çözmektedir.
Primli sigorta sistemi ile primsiz dayanışma sistemi karşılaştırılmalıdır. Onlar arasında tercihler söz konusudur.
İşte, dayanışma ortaklıklarının ikinci görevi sosyal güvenliktir.
Demek ki evliya sistemi, dayanışmalı ortaklık sistemi, genel ve sosyal güvenlik müesseseleridir. İşte, biri havfı, diğeri ise hüznü ortadan kaldırmaktadır.
Akevler lügatinde ““Huzal (he, ze)” zayıf hayvan, semizin zıddı demektir. İnsanı zayıflatan sıkıntıya “Hüzün (ha ve ze)” denmektedir.” denilmektedir.
“Hüzün” ruhi bir olaydan çok bedenî, hattâ ekonomik olay olarak düşünüldüğü zaman, “mahzun olmazlar” demek, yoksulluk içinde sıkıntı çekmezler demektir; dayanışma onların sıkıntısını giderir.
Kur’an’ın manalarını yaşama hayatına uyduramayanlar iki çözüm üretirler; kelimelere hep psikolojik mana vermek yahut olayları âhirete havale etmek. Hüzün hep ruhi bir olay olarak düşünülmüştür. Oysa hüzün sıkıntı içinde olmaktır. Bu sıkıntı ruhi olduğu gibi başı ağrıyanın bedeni sıkıntısı da hüzündür veya borçlu olanın borcunu ödeyemediği zamanki sıkıntısı da hüzündür. Onlar sıkıntıya da düşmezler. Çünkü dayanışmaları sıkıntıları giderir.
الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (63)
(elLaÜIyNa EAvMaNUv Va KAvNUv YatTaQUvNa)
“Onlar iman etmiş ve ittika etmiş kimselerdir.”
Burada dayanışma ortaklıklarının esasını ortaya koyuyor. Bu karşılıklı olarak güveni sağlamadır. Ocak, bucak, il ve ülkedeki dayanışmalar halkların ve işletmelerin güvenliğini sağlamayı taahhüt etmişlerdir. Topluluk da bu taahhüdüne karşılık herkesin hissî, fikrî, fiilî ve siyasî haklarını korumayı taahhüt etmiştir.
Genel ve sosyal güvenliği sağladıktan sonra, yaptıkları uygulamalarla şeriat kulübesine girip kendilerini korumuşlardır. Yani dayanışma ortaklıklarında “haklar” vardır, “görevler” vardır. Görevler “iman” ile, haklar “ittika” ile ifade edilmiştir.
İman ettiler, ittika eder oldular.
İman etmekle ittika eder hâle geldiler.
“İman” kelimesi mazi sigasıyla getirilmiştir.
Dayanışma ortaklığını kuruyorsunuz ama belki de hiç kullanmaya bile gerek kalmayacaktır veya çok az gerekli olacaktır.
“Kâne” nakıs fiil ise cümle isim cümlesidir. Fiil cümlesine hâl olur ve “onlar imanları ile ittika eder oldular” manası çıkar.
الَّذِينَ آمَنُوا
(elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“İman etmiş kimseler”
Buradaki “Ellezîne” evliyayı tarif etmektedir. Ayrı âyette evliyayı anlatmaktadır.
Evliya demek, dayanışma ortaklıklarını kurmuş olanlar demektir.
Dayanışma ortaklığı bir şirkettir. Birisi çıkar ve tanıdıklara der ki: Ben dayanışma ortaklığını kuruyorum, kim bana ortak olursa diğer bütün ortaklarıma da ortak olmuş olur. Ortaklarımdan birine bir kaza gelirse hepimize gelmiş kabul edeceğiz ve birlikte onun hüzün durumunu gidereceğiz. Ortak savunma yapmamız gerekirse birlikte savunma yapacağız.
Ortaklar onun sorumluluğunda ortak olmuş olurlar.
Tek başına ortak alma ve tek başına karar verme yetkisine sahip olduğu için if’al babını kullanmıştır.
Ayrı âyet olarak zikretmesi âyetin iki şekilde manalandırılacağı anlamına gelir. Biri evliyanın sıfatı olarak ism-i mevsuldur. Evliyalar olarak böyle vasıfta olan kimseler demektir.
İkinci mana ise “Ellezîne Âmenû” mübtedadır. İman etmiş ve böylece ittika etmiş olan kimseler için “lehüm büşra” âyetindeki “lehüm” bu mübtedanın haberidir. Kıraat ederken bundan önceki âyeti okursunuz ve beklemeden ikinci âyete geçersiniz. Sonra bu âyeti yeniden okur, “lehüm buşra” ile devam edersiniz.
وَكَانُوا يَتَّقُونَ (63)
(Va KAvNUv YatTaQUvNa)
“Ve ittika eder oldular.”
Bir bardak çayı içebilmeniz için bardağınız olmalıdır, bardak yoksa çayı içemezsiniz.
Kırgızistan’da küçük fincanlarla çay içerlerdi. Süleyman Akdemir ile ben çay içemedik. Birkaç ay ağzımıza alıp doyasıya çay içemiyorduk. Piyasada da bardak yoktu, tas yoktu. Nihayet üç ay sonra bir mağazada tas bulduk ve aldık. Eve gelip doldurduk. O zevkle o gün bayram yaptık.
Bir topluluğun da eğer dayanışması yoksa o topluluk oluşamaz. Siyasi dayanışma ortaklığı varsa güven içindedir. Kişiler varlıklarını korumaktadırlar. İslâm devletinin temeli velayete dayanır yani dayanışma ortaklığına dayanır.
Bu âyetler sayesinde Medine Devleti kurulmuş, sonra da bir asır geçmeden dünyanın tek süper gücü olmuştur. Mekke’de bu âyetler geldiğinde ne demek istediği anlaşılmıyordu. Ama Medine’ye gelip Mekke’de haber verilenler uygulanmaya başlayınca Mekke âyetlerinin de ne dedikleri anlaşılmaya başlanmıştır.
“Adil Düzen”i henüz sadece bir bucakta olsa da kuramadık. Bugün bizim söylediklerimizi anlayamıyorlar ama yarın yaşayarak söylediklerimizi anlayacaklar.
لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (64)
LaHuMu elBuŞRAy Fıy eLXaYAvTi elDunYAv Va Fıy elEaPıRaTi LAv TaBDIyLa Lı KaLıMAvTı elLAvHı ÜAvLıKa HuVa eLFaVZu eLGaJIyMu)
“Onlara dünya ve âhiret hayatında büşra vardır. Allah’ın kelimatını tebdil edecek yoktur. Azim olan fevz budur.”
Her şeyin takdir-i ilâhi içinde ve O’nun kanunlarına göre hareket ettiğini ifade ettikten sonra, insanların nasıl topluluk oluşturacağını ve nasıl devlet kuracaklarını beyan etmektedir. Kâinat anlatılmış, insan anlatılmış, Allah anlatılmış, vahiy beyan edilmiş ve şimdi de İslâm devletinin kuruluş şekline geçilmiştir. Birinci âyette dayanışma ortaklıklarından bahsetmiş, sonra dayanışma ortaklıklarının fonksiyonlarını beyan etmiş, şimdi de böyle bir ortaklığın sonuçlarını bildirmektedir. Allah bu dünyadaki alacak ve borçlarını dünyada oluşacak kamu düzenine havale etmiştir. Benim adıma onunla ilişki kuracak, ona borçlanacak ve ondan alacaklı olacaksınız. Böylece ben cemaatle bir olacak ve sizi onlarla kuvvetli kılacağım. Siz topluluk içinde güvende olacaksınız. Şimdi de bunlar yalnız bu dünya ile ilgili değildir, siz bunları yapınca ben âhirette sizi cennetlere koyarım diyor.
Okullarda matematik okuturuz, sonra okuttuğumuzdan imtihan ederiz, imtihandaki başarı ile not veririz. Bugün o okutulan matematiğin onlara yararı yoktur, sorulan sorunun hayatla ilişkisi yoktur. Allah öyle okul açmış ki; bir taraftan burada çalışın, doğru dürüst iş yapın, para kazanın, zengin olun, anne babanıza borçlanmadan çalışıp okuyun, sonunda ben sizi imtihan edeceğim. Başarırsanız size diploma vereceğim, sonra sizi daha büyük işyerlerinde daha fazla kazançla işe alacaklardır. Böylece okul hem kazandıran hem de kişinin derecesini yükselten bir okuldur. Burada işte bu duruma işaret etmektedir. Temizlenin, bu sizin dünyada sağlıklı olmanızı sağlayacak, âhirette de cennette size derece verilecektir.
Âyetin burada bitmesi gerekirken, bu üç âyet bir cümle grubudur. Buna işaret etmek için aynı âyet devam ediyor. O’nun kelimatını değiştirecek yoktur. O’nun planını değiştirecek yoktur. O’nun genlerini değiştirecek yoktur.
Bu olayların sünnetullaha dayandığını, dolayısıyla insanların kendi kafaları ile değiştireceklerini zannetmelerinin yanlış olduğuna vurgu yapmaktadır.
Dayanışma ortaklıkları ile tüm insanlık bir topluluk hâline gelmektedir. Bu dayanışmaya katılmayanlar olacaklardır. Ne var ki onlar birbirlerini yiyeceklerdir. Kendi aralarında savaşacaklardır. Dayanışma içine girenlerden herkes hukuk düzeni içinde olacak, güven içinde olacaktır.
İnsanlık iki gruba ayrılmaktadır; dayanışmayı kabul edenler, dayanışmayı kabul etmeyenler. Dayanışmayı kabul edenlerden sadece mâlen ortak olanlar vardır, mâlen ve bedenen ortak olanlar vardır. Birincilere “müslim”, ikincilere “mümin” denmektedir.
İşte Allah’ın velileri bunlardır.
Bir de dayanışmaya katılmayanlar vardır. Bunlardan bir kısmı cizye vermekle beraber, hakemlik sistemini kabul etmektedirler, bunlara “kâfir” denmektedir. Hakemlik sistemini de kabul etmeyenlere “müşrik” denmektedir. Müşriklerin bir kısmı hakemlik sistemini kabul etmemekle beraber verdikleri sözlerde durmakta olanları da vardır.
Kur’an düzeninde asla zorlama yoktur. Herkes kendi bucağının düzeni içinde yaşama özgürlüğüne sahiptir. Kur’an zorlayıcı değildir ama kurtarıcıdır, isteyenlere kurtuluş yolunu gösterir.
Fevz, bezden yapılmış gölgeliktir. Sonraları askerler için kurulan çadırlara veya kışlalara da “mefaz” denmiştir. Mefaz, bu anlamlarından sonra sıcaktan veya tehlikelerden emin olmak anlamına geldiği gibi; çadıra girme, gölgeye girme anlamında da feraha erme anlamına gelir. “Min” ve “Bi” ile kullanılır.
Bir kimse ağır hasta olup öldüğü zaman ‘filan kurtuldu’ derler. Araplarda bu şekilde kullanma o kadar çok olmuş ki diğer manalar gölgede kalmıştır. Kur’an’da o anlamda yani helak olma anlamında bir kurtulma yoktur.
Necat ila fevz arasındaki fark; “necat” tehlikeden kurtulmadır, kötü durumda iken ondan kurtulmadır, “mefaz” kötü durumu nihayete erdirmedir Necat nefydir, fevz ise emndir. Biri olduktan sonra tedbir almadır, diğeri olan fevz ise olmadan tedbir almadır.
لَهُمُ الْبُشْرَى
(LaHuMu elBuŞRAy)
“Onlar için büşra vardır”
“Bışr” tüysüz deri demektir. İnsanlar tüysüz olduğu için “beşer” adını almışlardır. İnsan sevindiği zaman yüzü güleç hâle gelir.
“Tebşir etme” demek sevindirme demektir. “Fevz” tehlikeden emin olmaktır. Oranın mefaz olduğunu söylediğiniz zaman ona sevindirici bir haberi vermiş olursunuz.
“Büşra” kelimesi burada marifedir. Masdar olsa bile marifedir. İsimleşmiştir. Yani bilinen müjdeyi vermektedir.
Yaşadığımız hayat insanların usr içinde olduğu bir dünyadır, bugünkü bu hayat düzeninde insanların ne genel ne de sosyal güvenliği vardır. Kimin ne zaman saldıracağı bilinmemektedir. Nerde hangi kazaya kurban gideceğimiz belli değildir. Kazancımız da öyledir. Hele sanayi döneminde kimsenin kazancı garantili değildir. Bir genel müdürün hayatı bir patronun dudağından çıkacak iki kelimeye bağlıdır. Bu tehlikeli durumdan bizi kurtaracak tek müessese velâyet müessesesidir, ancak bu sayede kendimizi güvenlik içinde hissedebiliriz.
فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
(Fıy eLXaYAvTi elDunYAv
“Dünya hayatında”
“Dünya” yakın demektir. Bu yaşadığımız hayat zaman itibariyle yakın bir hayattır. Karşıtı ise kısa hayat değildir. Yani uzak hayat değildir, son hayattır yani ondan sonra ölüm yoktur. Başka bir ifade ile ondan sonra tekrar dirilme yoktur. Çünkü âhiret hayatında bir daha ölmeyeceğiz. Yok olma zaten hiç yoktur.
“Dünya hayatı” marife gelmiştir. O halde bizim hayatımız yaşadığımız hayatımızdır.
Genel ve sosyal güvenin olmadığı bir dünyada dayanışma ortaklığı sayesinde her iki güvenliği elde edeceğiz. Bugün devletler bu iki güvenlik üzerine kurulmuşlardır. Bugünkü düzeni ilk tesis eden Hazreti Nuh aleyhisselam olmuştur. Milattan Önce 3000 yıllarında ilk uygarlık kurulmuştur. Sonra Milattan Önce 2000 yıllarında Hazreti İbrahim aleyhisselam gelmiş, biraz daha ileri bir düzen oluşturmuştur. Hazreti Musa aleyhisselamın şeriatı Milattan Önce 1000 yıllarında, Hazreti İsa aleyhisselamın kitabı Miladi yıllarda ve birinci Kur’an uygarlığı Milattan Sonra 1000 yıllarında insanlığı güvene kavuşturmuştur.
O zamanki teknik imkânlar Kur’an’ın uygulanmasında büyük zorluklar oluşturuyordu. Kur’an önce şartları değiştirdi ve insanlığı bugünkü uygarlık seviyesine getirdi. Şimdi de o uygarlığın fevz-i aziminin velâyetini öneriyor.
وَفِي الْآخِرَةِ
(Va Fıy elEaPıRaTi)
“Ve âhirette”
“Ve’l-Âhireti” denmemiştir, “Ve Fi’l-hayati el-Âhireti” denmiyor; “Ve Fi’l-Âhireti” deniyor. Yani âhiret hayatı da dünya hayatının benzeridir. Dolayısıyla hayat kelimesi tekrar edilmemiştir. Sadece bu dünya hayatıdır. O âhiret hayatıdır, ebedidir. Ebedi olma dışında âhiret hayatı ile dünya hayatı arasında hiçbir fark yoktur. Mekân olarak farklıdır. Burada mekân yeryüzüdür. Orası ise bu yerden başka yerdir.
Ebedilik vasfı dışında âhiret hayatı hakkında bir değişiklik delile ihtiyaç gösterir. Kur’an’da onunla ilgili âyeti bulmamız gerekmektedir. Eğer bir husus meskütunanh ise onun aynının kabul edilip âhirette de olacağı anlamına gelir.
İnsanlar âhiret hayatını dünya hayatından durgun zevksiz bir hayat olarak düşünürler.
Oysa tam aksine, âhiret hayatı dünya hayatından daha canlı, daha zevkli, daha faal bir hayattır. Anne karnındaki hayatla dünyadaki hayat arasındaki farktan daha üstün ve daha farklı bir hayattır.
Bu nasıl olacaktır?
Bunun cevabını biz burada bilemeyebiliriz, anlamayabiliriz. Zevkler tarifle anlatılamaz. Kişi ancak kendisi benzer hisleri yaşamışsa anlayabilir.
Âhiret hayatı da marife geldiği için o hayat da dünya hayatı gibi belli hayattır, zihnen de o bildiğimiz hayattır.
لَا تَبْدِيلَ
(LAv TaBDIyLa)
“Tebdil yoktur”
İki türlü değişme vardır. Biri mevcudu muhafaza ederek başka şekle çevirmedir. Diğeri ise onu atıp başkasını almadır. Bunlardan biri tebdil, diğeri tağyirdir.
Türkçede gayriyi bedel yerine kullanıyoruz.
Kur’an’da ise tebdil eskisini muhafaza edip üstünde değişiklik yapma demektir.
Bu Kur’an’ı tebdil et yahut bu Kur’an’ın gayrisini getir denmektedir.
Tebdil etme her ikisini kapsamına alabilir.
Onun kelimelerini tebdil etmek mümkün değildir. Kendisi ne bozulacaktır, ne de yerine başkası getirilecektir. Allah’ın kelimatını tebdil edecek yoktur.
لِكَلِمَاتِ اللَّهِ
(Lı KaLıMAvTı elLAvHı)
“Allah’ın kelimelerini”
Buradaki “Lam” “Alâ” manasına geldiği gibi “Li” manasına da gelir. En iyi olmadan daha iyisi bulunmaz. Onda yapılacak her değişiklik onu bozmaktır. O halde Allah’ın kelimatında yapılacak tebdil onun lehine olmaz.
“Kalem” kelimesi ağaç budarken kesilen dallardır. Onunla aşı yaparlar. Onu mürekkebe batırıp yazarlar. Aslında çubuk demektir. “Kelim” de bu kesilmiş parçaların uygun bir şekilde yan yana getirerek örgü yapmaktır, çubukları çapraz geçirmedir. “Kilim” dediğimiz örgü de budur. Yani “Kelim” örgü demektir. Örgünün her gözesine kelime veya atkısına “kelime” denmektedir. Konuşmalarda da dizilen cümleye eklenen her bir söze “kelime” denmektedir. “Kelime” aynı zamanda DNA veya genlerdir. Dizilerek bir sistem oluşturulur, ona “KELİMAT” denmektedir.
Demek ki kelime; bitkilerde çubukları, dokumada iplikleri, konuşmada sözleri, biyolojide genleri ifade etmektedir.
Allahın kelimatını değiştirecek yoktur.
Biyolojide nasıl genler var, onlara yüklenmiş bilgiler var ve o bilgilere göre canlı hareket etmektedir, yaşamaktadır. Sözlerin ötesinde manası ile Allah’ın kelimatını değiştirecekler yoktur.
Dayanışma ortaklıkları kuranlar güçlenir, kendilerini güven altına alır ve mahzun da olmazlar. Bir kimse dayanışma içinde olduğu zaman musibet zamanında dayanışması imdadına koşar. Karşı tarafın verdiği zararı da birlikte tazmin ederler. Böylece yeryüzüne barış gelmiş olur.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm Medine’ye gittiği zaman ilk iş olarak bu dayanışma ortaklığını kurmuş ve kabileler arası kan davası güdümünü kaldırmıştır. Sonra Medine’nin değişik din ve ırklar tarafından birlikte savunulması anlaşmasını yapmışlardır.
Bugün devletler oluşmuş, mahkemeler yaygınlaşmış, ordular kurulmuş ama hâlâ dayanışma ortaklıklarına dayanan bir devlet anlayışı oluşamamıştır. Hâlâ askere gitmek istemeyenler zorla askere götürülmektedir. Hâlâ merkezden atanan mahkemelerle insanlar yargılanmaktadır.
“Adil Düzen”in dört tane dayanağı vardır.
a) Yerinden yönetim.
b) Hakemlik sistemi.
c) Yeryüzünde her insanın kira payı; çalışanlar çalışmayanlara öderler.
d) Herkesin kredi alma hakkı.
Bugün merkezi yönetim vardır, merkez taşraya hâkimdir; “Adil Düzen”de bunun tam aksidir.
Bugün yargı kuvvetlinin kuvvetini güçlendirmek için vardır; “Adil Düzen”de haklıyı kuvvetli kılmak için vardır.
Bugün güçlü, halkı gücüyle sömürmekte ve zorla vergi almaktadır; “Adil Düzen”de yeryüzünü işleyenler işlemeyenlere kira paylarını vermektedirler, vergi budur.
Bugün kredi zenginlerin faiz alma aracıdır; “Adil Düzen”de ise kredi ödenen vergi karşılığı faizsiz topluluğun kişilere verdiği güvencedir, faizin değil verginin karşılığıdır.
Dayanışma ortaklıklarının oluşturduğu devlet düzeni budur.
Kur’an üzerinde çalışan herkes bu ana prensipleri hep göz önünde bulundurmalıdır.
ذَلِكَ هُوَ
(ÜAvLıKa HuVa)
“İşte bu”
“İşte bu”nun işaret ettiği husus nedir?
“Kelimat” müennes olduğu için orayı işaret etmez, “Hayat” da müennestir.
Büşrayı işaret etmektedir. Büşranın ne olduğu burada ifade edilmektedir. Ama marife geldiğine göre belli şeylerin tebşiridir.
Dayanışma ortaklıklarının oluşturacağı devlet yapısının özelliklerini havi büşradır, “Adil Düzen”dir. Onun olduğunu hep beraber Kur’an’a dayanarak öğreneceğiz.
O büşra nedir?
Allah’ın kelimatıdır, O’nun sünnetidir; Kur’an’dan ve müsbet ilimden öğrenilir.
الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (64)
(eLFaVZu eLGaJIyMu)
“Azim fevzdir.”
“Fevz” gölgelik, askerlerin kışlası, siper anlamlarına gelir ki gelecek tehlikelere karşı tedbirlerin alındığı bir yer veya durumdur. Bunu marife olarak söyleme de “Azim” ile ifade edilmektedir. “Azim” mekânda büyüklüktür.
Allah’ın evliyası tabiri tüm insanlığı içermektedir. Yeryüzünün genel ve sosyal güvenliği anlatılmaktadır. Âhirette de tüm insanların korunduğu yer ifade edilmektedir. Burası cennettir.
Demek ki buradaki dayanışma ortaklıkları sistemi orada da devam edecektir. İnsanlar ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler olarak gruplaşacaklar; ilmî, ahlakî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Korunmanın yerini birlikte ilerleme alacaktır. Derecelerin yükselmesi için faaliyet göstermedir. Bu çadır, bu gölgelik kooperatiftir. Kur’an’ın kelimelerine böyle uygulanır görünür mana verip amel etmek gerekir. Onu mücerret sözler olarak alırsanız ve onu geçmiş tarihi hikâyelere hapseder veya âhiret hayatına gönderirseniz Kur’an’dan yararlanamazsınız. Kur’an âhirete ait hükümleri değil dünyaya ait hükümleri içerir. Âhireti kazanmamız için dünyada ne yapmamız gerektiğini anlatıyor.
وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (65)
Va LAv YaXZuNKa QaVLuHuM EinNa elGızZaTa LilLAvHı CaMIyGan HuVa elSaMİyGu eLGaLıYMu)
“Ve kavilleri sana hüzün vermesin. İzzet cemian Allah’ındır. O semidir, alimdir.”
“Elâ” ile uyarı yapıp dayanışma ortaklıklarına dayanan devlet modelini ortaya koyduktan sonra “Ve” harfi ile “onların sözleri seni mahzun etmesin” diyerek bu işe gidilirken üzücü sözlerle karşılaşılacağını haber vermektedir.
Bizim muhaliflerimiz vardı. Onların söyledikleri bizi üzmemiştir, bizi yine bizim arkadaşlarımız üzmüşlerdir, hâlâ da üzülüyoruz. Birlikte bir savaş veriyorsunuz, zafer elde ediyorsunuz; sonra ganimete dalıyorlar ve zafer elden gitmiş oluyor.
Ben Özal’ın cumhurbaşkanı olmasına çok üzüldüm. Turgut Özal şayet Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığını devam ettirseydi, Akevler ile olan ilişkisini ileri seviyelere götürseydi, şimdi Türkiye’ye “Adil Düzen” gelmişti. Kendisi bizimle ilişkiyi kesti, daha doğrusu Ekrem Pakdemirli bu ilişkiyi sona erdirdi. Sonra Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına da çok üzüldüm. Şahısların makamlara ulaşması için İslâm’ın büyük imkânları kaybolmuştur. Oysa önerdiğim gibi Hüseyin Kıvrıkoğlu cumhurbaşkanı olsaydı ve kadro “Adil Düzen” için çalışsaydı, şimdi karşı karşıya geldiğimiz durumlar olmazdı.
Hâlen de AK Parti son derece büyük işler yapacak ve ülkemizi sahil-i selâmete çıkaracak durumdadır. Ne yazık ki aynı gaflet ve dalalet içinde uçuruma doğru gidiyorlar. Üzülüyorum; sonra da bu âyetleri okuyup Allah’ın elbette bir bildiği var diyorum.
“İzzetin cemii Allah’ındır.”
“İzzet” demek sözü geçmek demektir. Yani bütün bunlar hep bizim dediğimizin yapılmasıdır. Özal’ın veya Erdoğan’ın şöyle böyle yapması seni üzmesin; Biz onlara bunları yaptırıyoruz. Bizim sözümüz geçerli olmaktadır. Sen sana verilen görev ne ise onu yap. Aynen böyle denmektedir.
BİZE VERİLEN GÖREVLER NELERDİR?
a) Kur’an ilimleri üzerinde çalışmadır. Ruhu’l-Kur’an Çalışmalarında hızlanmalıyız. Evet, bunun için Allah’a giden bu yolda yardımcılar arıyoruz, havariler arıyoruz. Kur’an ilimlerinin bilgisayarlaştırılması anlamında olan Ruhu’l-Kur’an Projesi üzerinde herkesin çalışabildiği ve onun sayesinde Kur’an ilimlerini öğrenebileceği bir çalışmadır.
b) Henüz başlayamadığımız bir görevimiz vardır; tüm ilimlerin Kur’an Arapçası ile tedvin edilmesi. Yani Matematik, Fizik, Kimya, Mühendislik, Astronomi, Biyoloji kitapları Kur’an Arapçası ile tedvin edilmelidir.
c) Çağımızın Fıkhı oluşturulmalı, herkes yapacağı işlerin projesini ve hükümlerini fıkıhta bulmalıdır. Bunu planladığımız Ahşap Evler, Yüz Lojmanlı İşyeri Apartmanları, Yüz Villalık Dinlenme Evleri ve Mala-Mal Marketleri projelerinden her birinin en az birer örneğini vermeliyiz. Bunları kooperatifler içinde yapacağız.
d) Ortaklık Muhasebesinin Programını ortaya koymalıyız.
Bizim işimiz bunlardır.
AK Parti’nin ve diğer bir partinin ve şu cemaatin veya bu cemaatin yaptıkları ile ilgilenmemiz gerekmiyor. Çünkü Allah onları yakından takip etmektedir, onların her hareketini bilmektedir. Biz kooperatifler kurarak kendi içimizde dayanışma ortaklıkları oluşturmalıyız, makroda düzenleme ile uğraşmamalıyız. Biz hazır olduğumuz zaman Allah onların hesabını kendisi görür. Bizim onlarla cidal etmemize gerek yoktur.
وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ
(VaLAv YaXZuNKa QaVLuHuM)
“Ve kavilleri seni mahzun etmesin”
Faizin kötülüğünü gördüler... Çözüm arıyorlar... Bize soruyorlar...
Vakıflar Bankası’nı faizsiz banka hâline getirelim diyoruz, çözüm öneriyoruz...
Sonra yine sömürü sermayesinin fitnesi ile başka alanlara saplanıyorlar, bankayı vakıflardan ayırmaya çalışıyorlar... Katılım bankaları olarak yenilerini kurmaya çalışıyorlar...
Yani ipe un seriyorlar.
Biz üzülüyoruz.
Allah diyor ki; sen üzülme.
إِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا
(EinNa elGızZaTa LilLAvHı CaMIyGan)
“Bütün izzet Allah’ındır”
Yani O’nun sözü geçer. Onlar O’nun dediğinden başka bir şeyi yapamaz.
Onları düzeltmeye çalışma.
Siz kooperatiflerinizi kurun, kooperatifler faizsiz bankayı kurarlar.
Eski müesseseleri gençleştiremezsiniz, değiştiremezsiniz.
هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (65)
(HuVa elSaMİyGu eLGaLıYMu)
“O semidir, alimdir.”
Onları yakından takip etmektedir. Onlara mühlet vermektedir. Sizin hazırlanmanız için zaman kazandırmaktadır. Eğer siz de onlar gibi zamanı gelmeden oralara gelirseniz onların yaptığından başka bir şey yapmazsınız.
Onları takip etme görevi Adil Düzen Çalışanlarına verilmemiştir.
Siz kendi işinize bakınız.
Biz dayanışma ortaklıklarını kooperatifler içinde kurmuş olacağız. Allah sözleşmeleri bakanlıktan geçirerek buna yol açmaktadır.
أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَتَّبِعُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ شُرَكَاءَ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (66)
(Ea LAv İnNa LilLAHi MaN Fıy elSaMAvVAvTı Va MaN Fıy eLEaRWı Va MAv YatTaBıGu elLaÜIyNaYaDGUvNa MıN DUvNı elLAvHı ŞuRaKAEa Ein YatTaBıGUvNa EilLav elJanNa Va EiN HuM EilLAv YaPRuÖUvNa)
“Semavattaki kimseler ve arzda olan kimseler Allah’ın değil midir? Şüreka olarak Allah’ın dununa dua edenler zandan başka bir şeye tâbi olmuyorlar. Onlar hurs etmenin dışında bir şey yapmıyorlar, değil mi?”
Yan yana iki “Elâ” ile âyetler getirdi, aralarında atıf yapmadı.
Önce “Adil Düzen”in ne olduğunu tarif etti. “Adil Düzen”e karşı tavırları belirledi. Ondan sonra da “Adil Düzen”e karşı olan düzeni anlatmaya başladı.
Bu düzen nedir?
Bugünkü düzendir. Avrupa müktesebatıdır. Kurtuluşu Allah’ın şeriatında değil de Avrupa’nın uygarlığında arayanlara uyarıda bulunmuştur. Batı’yı ileri görüp onun her şeyini ve zinasını da güzel görüp onların peşinde koşanlara uyarıda bulunuyor.
Semavatta olan kimseler ile arzda olan kimseler hep Allah’ın değil midir? O var etmiş ve onları O yaşatmıyor mu? Onlar da sizin gibi varlıklar değil midir? Onlar da sizin gibi mahlûk değil midir? Onların beyinlerindeki akıl sizden fazla mıdır? Onlar aynı kelimatı taşımıyorlar mı, aynı kromozomlara ve genlere sahip değil midirler?
“Ha” ile “hırs” şiddetli şekilde arzulama anlamındadır.
“Hı” ile” hars” hurma ağacındaki yaş hurmaları düşürme işleminde kullanılan sopanın adıdır. Mızrak benzeri şişlemek için de aynı sopa kullanıldığı için yaralama anlamındadır. Kur’an’da bilmeden konuşmadır. Bir fikirde gerçeği arama yerine çıkarı arama ve çıkarı sağlamak için söylemek hırsıdır.
Semavatta olan kimselerden ve arzda olan kimselerden bahsediyor “Ve Men” tekrar edildiğine göre farklı kimseler kastedilmiş olmaktadır. Ne var ki yeryüzündeki insanlar gibi semavatta olan şuurlu varlıklar da vardır.
“Lam” temlik için gelirse insanlar eşya nisbetinde olur.
Allah’ın ibadıdırlar yani insanların hiçbiri diğer insanların kölesi değildirler. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Avrupalı veya Asyalı olma önemli değildir. Herkesin başkasından bir üstünlüğü vardır.
Dayanışma ortaklıklarını kuracaklarına Avrupa Birliği’nin merkezi sistemi içine girmek için çırpınmaktadırlar. Türkiye Avrupa Birliği’ne girerek Türkiye’yi yok etmektedir. Kürtler de Türkiye’den ayrılarak Türkiye’yi yıkmak, Kürtleri ve Türkleri yok etmek istiyorlar.
Allah’ın dununda şürekâya tâbi olanlar bir bilgiye dayanarak dua etmiyorlar. Avrupa Birliği’ne bir tek onlar yalvarmıyorlar. Madem onlar zengin biz de Avrupalı olup zengin olalım diyorlar. İşte, bizden önce Avrupa Birliği’ne girmiş Yunanistan var, Bulgaristan var; bizden daha çok refahta mıdırlar? İnsanların bu kadar gözleri nasıl kör olur? Gümrük Birliğine girdik zengin mi olduk? Tam tersine bavul ticareti ile zengin olduk.
Avrupa Birliği’ne girdiklerinde Avrupalı olacaklarını zannedenler gerçekten zavallı kimselerdir. Avrupa’nın zenginliği dünyayı sömürmeleri sebebiyledir. Yahudi sermayesi dünyadan ham maddeyi alıyor, Avrupa fabrikalarında işletiyor ve dünyaya satıyordu. Avrupa bundan dolayı zengin olmuştur. Sonra ne oldu? Sonra dünyada teknoloji gelişince Avrupalılar sıkıntıya girdiler. Sermaye bu sefer karşılıksız parayı buldu, dolarla ABD’yi hâkim kıldı. Avrupa’ya da euroyu ihsan etti, böylece varlığını sürdürüyor.
Bir gece alınacak bir kararla karşılıksız para bir günde iflas eder, büyük kriz doğar.
Onların zenginlikleri haram paraya dayanmaktadır, yatsıya kadar sürer.
Zulüm hiçbir zaman uzun zaman sürüp gitmez.
Batı hırs içindedir.
Önce; karşılığı olmayan para ile devreye girmekte, bundan dolayı hırs içindedir, insanları soymaktadır.
İkincisi; Batı varlığını sürdürme ve karnını doyurma peşinde değildir, dünyayı sömürmeye devam etme hırsı içindedir. Nasıl yapayım da bana sürekli olarak haraç versinler çalışması içindedir.
Türkiye de iflas etmiş işte böyle bir patronun kanatları altına girmek için çırpınmakta, Allah’ın ihsan ettiği “Adil Düzen”e ve “Adil Ekonomik Düzen”e sırtını çevirmektedir.
AK Parti mensupları Avrupalıların birçok görüş ve anlayışlarına karşı oldukları halde, sırf çıkarları sebebiyle onların dediklerini yaptılar. Saçma saçma kanunları Türkiye’ye dolduruyorlar. O kanunlar uygulanamaz durumda olduğu için de Türkiye hukuk devleti olmaktan çıktı, şimdi de bir kabile devletine dönüştü.
أَلَا إِنَّ لِلَّهِ
(Ea LAv İnNa LilLAHi)
“Allah’ın değil mi?”
Mezopotamya ve Yunanistan’da kâinatın mahiyeti kavranamamıştı. Kâinatta yer alan zıt olayları gören insanlar bu çatışmayı ancak çok tanrılar arasına oturtmuşlardı. Kendi aralarındaki çatışmayı da o tanrılarla beraberleştirerek tanrılardan birisinin himayesine girerek sürdürmüşlerdi. Aslında tanrılar çok değildi ama kendileri çoktu. Aralarındaki savaşı tanrıların savaşı olarak ortaya koydular.
Bugün müsbet ilimler sayesinde kâinatı kendimiz kadar bilmekteyiz. Kâinat bir tek kuvvetin çok ince hesaplarla oluşturduğu bir düzendir. Kâinatta Allah’ın olmayan ne bir şey vardır ne de bir insan vardır. Her şey O’nun eseridir. Tanrı’yı inkâr eden tek tük insan bulunabilir ama artık Tanrı’ya şerikliği savunan aklı başında kimse yoktur.
Artık bu gerçekleri gören insanlar ne acayiptir ki O’nun şeriatı yerine kendi keyiflerine göre şeriatlar uyguluyorlar. Avrupa müktesebatçılarının aklına şaşarım. Sizin O’nun ihsanı olmadan bir nefes bile alacak hâliniz yok.
مَنْ فِي السَّمَوَاتِ
(MaN Fıy elSaMAvVAvTı)
“Semavatta olan kimseler”
Kâinatın bir bâtını vardır bir zâhiri vardır. Matematiğin çift sayı sistemi vardır. Zâhir sayılar bir ve sıfırdan oluşur. Sıfırdan büyük sayılara müsbet sayılar, sıfırdan küçük sayılara menfi sayılar denmektedir. Eşit müsbet sayı ile eşit menfi sayı birleşince sayılar etkisiz hâle gelir, yok olmuş gibi olurlar. Negatif sayıların kare kökleri alınamıyor, bunun için bir ikinci sayı sistemine ihtiyaç vardır. Buna “bâtın sayılar” diyoruz.
İnsanlar ve cinler zâhir âlemde yaşıyorlar, melekler ve ruhlar bâtın âlemde yaşıyorlar. Aslında hepsinde hem zâhir hem bâtın âlemde varlıklar vardır. İnsan ve cinlerin bedenleri zâhir âlemde dalgaları bâtın âlemde, ruhların ve meleklerin bedenleri bâtın âlemde dalgaları bu âlemde bulunmaktadır. Yani insanda hem ruh hem de beden vardır. Ne var ki ruhun kendisi değil de dalgası bu âlemdedir, kendisi bâtın âlemdedir.
Semavatta olanlardan kasıt bâtın âlem olabilir.
O zaman burada kastedilenler melekler ve ruhlardır.
وَمَنْ فِي الْأَرْضِ
(Va MaN Fıy eLEaRWı)
“Ve arzda olan kimseler”
Bunlar insanlar ve cinlerdir. Bu anlayışa göre Güneş de arzdır, sıcak arzdır. Bunun dışında arzda dediğimiz zaman insanlar, semada dendiği zaman da cinler kastedilmiş olur.
Avrupalılar da Allah’ındır. Dolayısıyla Allah’ı bırakıp onlara katılmak, onlara uymak büyük bir hatadır. Siz doğrudan Allah’a uymalısınız. Allah Avrupalılara bazı nimetler ihsan etmiştir. Bedelini vererek onlardan yararlanırız. Allah bize de pek çok nimetler ihsan etmiştir. Bedelini bile istemeyerek biz O’na veririz. Ama insanlar şaşılacak derecede Avrupalılara tapmaktadırlar, onlara dua etmektedirler.
Bazen bu dünyada tek kalıyorum.
وَمَا يَتَّبِعُ
(Va MAv YatTABıGu)
“Ve tâbi oldukları şey”
Buradaki “Mâ” ism-i mevsuldür, mübtedadır. Şürekâ ise hâldir. Şeriklere tâbi oldular olarak tercüme edeceğiz. Yani tâbi oldukları Avrupalılar anlamındadır.
Avrupa Birliği’ne girmek için yırtınanlar için beyanlarda bulunmaktadır. Onların müktesebatını Allah’ın şeriatına karıştırmak isteyenlerin durumu anlatılmaktadır.
الَّذِينَ يَدْعُونَ
(elLaÜIyNa YaDGUvNa)
“Dua eden kimseler”
Avrupalılara bizi de Avrupa Birliği’ne alın diye yalvaranlar…
Bunlar Allah’a inanan, namazlarını kılan, başörtüsü cihadını veren kimselerdir.
Kur’an’a inanırlar ama Kur’an’ı okuyup öğrenmek istemezler, çünkü oradaki duaları samimi olmaz.
مِنْ دُونِ اللَّهِ شُرَكَاءَ
(MıN DUvNı elLAvHı ŞuRaKAEa)
“Allah’ın dununda şürekâya dua ederler”
“Şürekâ” “Min Dunillah”ın veya “Ma yettebiu”nin bedelidir.
Allah’ın dışında şeriklere tâbi olanlar veya Allah’ın dununda şeriklere dua edenler anlamları taşımaktadır. Avrupa Birliği’ni isteyenler veya Avrupa Birliği’ne girmek isteyenlere tâbi olanlar anlamında olur ki, Türkiye’nin bugünkü durumu çok açık olarak budur.
Türkiye’nin kişisel ahlâkını bozmak ve Türkiye’yi dinsizleştirmek amacı ile Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne koyanlar vardır. Bir de kendileri Avrupa Birliği’ne girmek istemeseler bile onu isteyenlere tâbi olanlar vardır.
Bunların hiçbirinin bu hususta bir bildiği yoktur.
AK Parti zannediyor ki ben Avrupa Birliği’ne girersem Türk ordusu müdahale etmez. Ülke tehlikeye girmeden ordu müdahale etmez. Ülke tehlikeye girince de orduyu kimse durduramaz. Bugün müdahale etmiyorsa, AK Parti’nin şimdilik tehlikesiz ülkeyi yönetmesinden ileri gelmektedir.
إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ
(EiN YatTaBıGUvNa EilLav elJanNa)
“Onlar sadece zanna tâbi oluyorlar”
Zan ile amel edilir ama kanla kazanılan bir ülkeyi başkasına barışla teslim etme insan fıtratına aykırıdır. Avrupa topluluğu içinde olunabilir ama Avrupa Birliği tek devleti hedeflemektedir, onun içinde olmamız mümkün değildir.
وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ
(Va EiN HuM EilLAv YaPRuÖUvNa)
“Ve onlar yalnızca hars ediyorlar.”
Meşru veya gayrimeşru yolu bulup para kazanmak, iktidara sahip olmak harraslıktır. Para kazanmak için kazanmayı bilmek harraslıktır.
Bugünkü insanların para kazanma hırsını ve bunun için helal-haramı dinlememe hastalığını açıklamaktadır. Üzüntü ile söylemek isterim ki ne eski Millî Görüşçüler ne de Cemaat mensupları bu hastalıktan kendilerini kurtaramadılar.
Bu hastalıktan kurtulmanın tek yolu vardır; Adil Düzen kooperatiflerini kurmak.
Bu âyetin irabında değişik çözümler vardır. Biz bizim tercih ettiğimizi aldık. İsteyenler üzerinde düşünürler.
Alusi’dekilerle karşılaştırabilirler:
أَلَا(( إِنَّ لِلَّهِ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ) وَ(مَا يَتَّبِعُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ شُرَكَاءَ (إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ )
(أَلَا) حرف التفكير اثباتا بالمنفين لا محل لها فى الاعراب (إِنَّ) حرف التحقيق رافعا حكما خبره المجرور مقدما (لِلَّهِ) ناصبا اسمه الموخر (مَنْ) وظرفه (فِي السَّمَوَاتِ) المجرور (وَ) لعطف (مَنْ) الى من الاول وظرفه(فِي الْأَرْضِ) المجرور( وَ) لعطف الموصول (مَا) الى من فِي السَّمَوَاتِ وصلته (يَتَّبِعُ) وضميره محذوف و هو فاعل يتبع و (الَّذِينَ) مفعول يتبع منصوب حكما للبناء و صلته (يَدْعُونَ) وضميره راجع الى الَّذِينَ(مِنْ) للابتداء فاعل ( دُونِ) جارا وهو فاعل ( اللَّهِ) جارا بالاضافة و الجار مع المجرور مفعول يدعون و (شُرَكَاءَ) بدل من دون الله منصوبا تبعا او بدل الذين و(انْ يَتَّبِعُونَ) خبر ما مرفوع محلا (إِلَّا الظَّنَّ) فاعل يتبعون مرفوع محلا ومنصوب بالا (وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ) خبر معطوف بعد خبر (66)
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92