ADİL DÜZEN 221
Haftalık Seminer Dergisi 15-16 AĞUSTOS 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 221. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 08-09 Ağustos 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - II
هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(7)
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ(8)
رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ(9)
*HAFTALIK YORUMLAR (51): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)
Bir Âyet: İSTİŞARE-III
(42/38) وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ (3/159) وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ
“İşleri aralarında istişare iledir.” “Emirde onlarla istişare et.”
İki türlü yönetim vardır. Bunlardan biri askerî yönetimdir. Diğeri ise şeriat yönetimidir…
Danışma topluluk içinde olacaktır. Bunun için önce Kur’an’a göre toplulukları hatırlayalım:
Aşiret = Ocak, Kabile = Bucak, Şa’b = İl, Kavm = Ülke, Nâs = İnsanlık.
Bunların her birerleri kendi işlerini aralarında istişare edeceklerdir. “İşleri aralarında meşveret iledir.” âyeti bize gösteriyor ki; Meşveret ortak işleri olan kimseler arasında olacaktır. Ortak işlerini meclislerde görüşeceklerdir. Bu meclisler hangileridir?
Önce “Beş Vakit Namaz”dır. Demek ki namazlar aynı zamanda “Meşveret Meclisleri”dir…
Adil Düzen:
“ADİL DÜZEN”DE MECLİSLER
Ocak halkı ocağın hem “şurası”dır hem de “meclisi”dir.
Bucak halkı ise “Bucağın Meclisi”dir. Her Cuma günü toplanırlar. “Bucak şurası”nı ise ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarının başkanları oluşturur. Bunlar bucak merkez ocağında otururlar. Bucak yönetimi ile ilgili işleri yaparlar…
“İnsanlık Merkezi” “Mekke”dir. Her ülkenin burada bir ilçesi vardır. Merkez bucaklarının meclisleri yoktur.
“Mekke Merkez Bucağı” ise insanlık ilmî dayanışma kurcularının yani rektörlerin gönderdiği birer ilmî temsilciler tarafından oluşur; bu “İnsanlık Meclisi”dir. Mekke’de ayrıca ülke meclisi yoktur, il meclisi yoktur, bucak meclisi yoktur.
Dünya kıta merkezlerinde de Mekke benzeri kuruluşlar vardır. Buraları da araştırmacı ilim adamlarının oluşturduğu heyet yönetir.
İşte “İşleri aralarında meşveret iledir.” ifadesinin mekanizması böylece oluşur.
Bir mekanizma zorunluluğu vardır. Daha iyisi gelinceye kadar bu sistem geçerlidir.
Bir Çözüm:
BORÇ SORUNU
Bir Yorum:
“ADİL DÜZEN”DE HALK ÇIKARI VE YÖNETİMİ ESASTIR
AK Parti bu gerçekleri anlayıp “Adil Düzen”i kabul etse Türkiye kurtulacaktır.
Ama zavallı AKP nerede bulunduğundan habersiz hâlâ düşmanların kuyruğunda dolaşmaya devam ediyor.
Ne CHP, ne SP, ne de Ordu maalesef “Adil Düzen”in kapısını çalamıyor. Kaderlerini bekliyorlar!..
Biz Adil Düzenciler son derece emin olarak zamanın gelmesini bekliyoruz…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılsa bile; Türk Halkının yine istiklâl savaşını kazanacağı ve;
“Adil Düzen”e göre “II. Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni kuracağı konusundaki inancımızda bir tereddüdümüz yoktur…
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 221. SEMİNER Tefsir İstanbul, 09 Ağustos 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - II
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(7)
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ(8)
رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ(9)
هُوَ (HuVa) “O”
Âl-i İmrân Sûresi’nin bir önceki bölümünde Allah tanımlanmış, kitapların inzalinden bahsedilmişti. Sonra da Furkan’ın (içtihadın) indirilmesinden söz edilmişti. Kâfirlerin de olacağını, ancak onların mağlup olacağını haber vermişti. Bütün bunların her şeyi bilen kimse tarafından yapıldığını belirtmişti.
Son olarak da “Huvellezî” diye başlayan âyette insanın rahimde nasıl şekillendiği bildirilmişti. Burada fasl edilmiş yani “Va” veya “Fa” harfi konmamıştır. Çünkü buradaki “Huva” “Lâ ilâhe illâ Huva”deki “Huva”den bedeldi. Bedeller arasında atıf harfi konmaz, tam bir ittisal vardır.
Bu “Huva” de aynı “Huva”ye bedeldir. Bu sebeple “Allahu lâ ilâhe illâ Huva”deki “Huva” ikinci bedeldir. Hayyu’l-kayyum olan Allah’ın bedelidir. Çünkü bu özellikler hayyu’l-kayyumun özelliğidir. Ana rahminde tasvir edilen insan ile içtihat arasında acaba nasıl bir alâka vardır ki arka arkaya bedel yaptı. Canlının iplikçiklerinde (kromozomunda) salsalında genler vardır. Onlar anneden ve babadan intikal ederek gelir. Bütün hücrelerde aynı genler vardır. Ama buna rağmen değişik hücreler oluşmaktadır. Her hücre bulunduğu yere göre değişik şekil almaktadır. Bu anne rahmindeki değişik şartlarla oluşmaktadır. Şartlara göre yeni dokular oluşmaktadır. İşte bunun gibi kitap da hücredeki kromozom gibidir. Genlerin aslı değişmemektedir. Hep aynı kalmaktadır. Ama şartlara göre bu genler değişik manâlar kazanıp değişik şekilde ortaya çıkmaktadır. O halde anne karnında ceninin şekil alması ne ise; şeriatta da içtihat müessesesi ile değişik şekil almakta ve farklı hükümler ve şir’alar oluşmaktadır. Bu sebepledir ki peş peşe gelen âyetlerde “Ellezî” deyip anne karnındaki tasvir ile içtihat ve icmaları birbirine benzetmiştir.
Bu zikrin çok daha derin manâsı vardır. “Besmele”nin nasıl bölünerek çoğaldığını sizlere anlatmıştık. Sonra “Fatiha” da aynı şekildedir. Bütün Kur’an böyle tıpkı bir insanın ilk hücresinin bölünüp değişmesi gibi oluşmuştur. Kur’an da bölünerek oluşmuştur. Bunu “Besmele”de ve “Fatiha”da görüyoruz, ama tüm Kur’an’ın da böyle olduğu ispat edilebiliyor. Önce harflerin ikili sistemle dağılmış olduğunu biliyoruz. Az kullanılan kelimelerin ya bir sûrede yoğunlaştığı veya komşu sûrelerde yer aldığı tesbit edilmiştir.
İşte bu iki âyet kromozomların yapısı ile âyetlerin yapısının benzer olduğunu da bize bildirmektedir. İşte bunun için bu iki âyeti aynı kalıplarda getirmiştir.
الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ (elLaÜIy EaNÜaLa GaLaYKa elKıTABa) “Sana Kitab’ı inzâl edendir.”
Yukarıda “Sana Kitab’ı tenzil etti.” demişti. Burada ise “Enzele” olarak getirmiştir. Kur’an lâfzı ile birden “inzal” olmuştur; manâ olarak kıyamete kadar inzal olunacaktır. Bir de Kur’an Hz. Muhammed’e “tenzil” olunmuştur, bize ise birden “inzal” olunmuştur. Burada da “GaLaYKa/Aleyke” ile getirilmiştir. Kitap bizim üzerimize etki etmektedir. Çünkü biz onları muhkem ve müteşabih olarak anlıyoruz. Bizim içtihadımıza etki etmektedir. “İnzal” olarak söylemesinin başka bir anlamı da, muhkem ve müteşabih âyetler birden ele alınacaktır. “Nezzele” demiş olsaydı bazı âyetler muhkem, bazı âyetler müteşabihtir anlamı çıkardı. Oysa Kur’an’ın her âyetinin muhkem ve müteşabih tarafı vardır. Lafzıyla her âyet muhkemdir, çünkü mucizedir. Namazda okunur. Hiçbir âyetin bütün manâlarını bilmemiz mümkün olmadığı için bir yanı ile müteşabihtir. İşte bu sebepledir ki burada “Nezzele” değil de “Enzele” olarak gelmiştir. “Aleyke” ile de muhkem ve müteşabih âyeti ayıracak olan biz olacağız demektir. Yani muhkemlik ve müteşabihlik bize göredir. Yoksa Allah için müteşabih yoktur. Nasıl Allah için gayb yoksa, O’nun için müteşabihlik de yoktur.
Sûrenin başında “Nezzele aleyke’l-kitabe” denmiştir. Burada da “Enzelehu aleyke” diyeceğine Kitab’ı tekrar etmiştir. “Nezzele el-Kitabe aleyke” dememiştir de; “Enzele aleyke’l-Kitabe” denmiştir.
Sana tenzil etmiştir. Okuyana tenzil etmiştir. İman edene tenzil etmiştir.
Kitab’ı tehir etmek için Kitab’a zamir göndermemiş, Kitab’ı izhar etmiştir. Bir şeyi izhar ederken farklı tarafları ile ele almış olursunuz. Yukarıda Kitap, Tevrat, İncil ve Furkan içinde alınmış, insanlığa hitap eder yanıyla dile getirilmiştir. Bu sebeple “Huden Linnas” denmiştir. Burada ise Kur’an kişi ve topluluklar yönüyle ele alınmıştır. Yani içtihat yapan kimselerin gözüyle bakılmıştır. Olaylara iki yönüyle bakarız. Bir derenin kenarında durup ona bakarken, ondan nasıl yararlanacağınızı veya nasıl geçeceğinizi düşünürseniz kendi yönüyle bakmaktır. Ama o ırmağın nerelerden doğduğunu, hangi derelerden birleştiğini, nereye akıp gittiğini düşünürseniz; o da genel olarak bakmadır. İlk âyette Kitap genel bakış ile ele alınmıştı. Burada ise kendi açımızdan ona bakılmıştır. Onun için tekrar edilmiş ve zamirle yetinilmemiştir. Marife gelmekle aynı Kitap olduğu da belirtilmiş olmaktadır.
مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ (MiNHu EaYAvTun MuXKaMaTun) “Onda muhkem âyetler vardır.”
“Âyet” kelimesini cümleler olarak anlayacak olursak; Kur’an’ın bazı sözleri muhkem, bazı sözleri ise müteşabih olur. Ama “âyet” kelimesini lügat manâsıyla anlarsak; onda açık olarak görünen manâlar vardır, bir de belirsiz olanlar vardır, anlaşılmayan yerler vardır demek olur. Onun için “Uharu âyâtun müteşabihatun” denmemiştir. Uzak yere baktığınız zaman bazı dağları çok açık görürsünüz ve oraları tanırsınız. Bunlar âyetlerdir. Diğer bazılarının sizler varlığını fark edersiniz ama o dağların hangi dağlar olduğunu bilemezsiniz. Onlar âyet olmayanlardır, yani müteşabihlerdir. Kur’an’ın sözleri de böyledir. Bazılarının manâları çok açıktır. Âyettirler. Kendilerini tanıtıyorlar. Bazıları ise sisler içindedir. Biz manâsına vâkıf olamıyoruz, onlar da âyet değildirler, müteşabihtirler. Âyet kelimesinin nekire gelmiş olması bunu ifade eder. Eğer bazı âyetlerin nekire olduğu ifade edilmek istenmeseydi o zaman “Fihi el-âyât” derdi. Yani içinde âyetler var derdi. “Minhu muhkematün ve minhü müteşabihatün” derdi. Çünkü Kur’an’ın cümle olarak âyetleri bellidir. Burada âyetler nekire olarak getirildiğine göre kastedilen sözleri değil, onlardan ortaya çıkan manâlarıdır. “Nezzele” değil de “Enzele” gelmiş olması da bundandır.
“Âyet”, dağların başına dikilen ve oraların kime ait olduğunu gösteren işaretlerdir. Yollarda konan işaretler de birer âyettir. Bir yerde kimin bayrağı dikilmiş ise o yer onundur. Kâinat’ın her tarafı Allah’ın bayrakları ile donatılmıştır. Çünkü biz O’nun olduğunu bilebiliyoruz. Her yönüyle bilebiliyoruz. Bugünkü ilimler Kâinat’ın bir tek varlığın eseri olduğunu açıkça göstermektedir. Onun için her yönüyle âlem âyetlerdir. Kur’an’ın sözleri de böyledir. Onun her yönüyle Allah’ın sözleri olduğunu göstermektedir. Onun için âyetlerdir. İçinde bizim görebildiklerimiz vardır, göremediklerimiz vardır. Görebildiklerimiz bizim için âyetlerdir. Varlıklarını bildiğimiz ama teşhis edemediklerimiz de müteşabihlerdir. Kâinat’ta da böyle pek çok bilmediklerimiz vardır. Onlar da müteşabihtir. Kur’an’ın nuzulü ile ceninin anne karnında oluşması bu sebeple karşılaştırılmıştır.
“Muhkemat” demek, kendisiyle hükmolunan yani amel olunan âyetler demektir. Muhkematun BiHa demektir. Kur’an’ın manâsını anlayacak ve ona göre amel edeceğiz. Kur’an kendisiyle amel edilen bir kitaptır. Kendisiyle hükmedilen bir kitaptır. Bu sebeple muhkemdir. Hekem, ata takılan gemdir. Seyis onunla atı sağa sola çevirir. Arabadaki direksiyon gibidir. Bununla beraber gemler sağlam olarak yapılır. Sağlam anlamına da gelir. Yani kimse onlara itiraz edemez. İcma ile sabit olanlar demek olur.
“Müteşabih” de ihtilaflı anlamına gelir. Furkan için “tenzil” değil de “inzal” kelimesini kullanmış olmakla usulde birliğe işaret edilmiştir. Usulde de ihtilaflar vardır ama bu zamanla değişen ve evrimleşen bir ihtilaf değildir. Mezheplere göre oluşan ihtilaflardır. İcma ile sabit olan usulde değişme olmaz.
Usulcüler muhkematı ve müteşabihatı dörder gruplara ayırmışlardır. “Allah her şeyi zevceyn yarattı.” denmektedir. “Zevc” iki demektir. “Zevceyn” ise iki çift demek olur. Yani dörtlü yarattı demek olur. Nekire olarak gelen muhkemat ve müteşabihat da çift olan asgari çoğulu ifade eder. Çünkü Arapçada iki çoğul değildir. O halde muhkemler de dört tanedir. Müteşabihler de dört tanedir. “Mürselat” âyetlerinde dörtlü sistem anlatılmaktadır. Orada “Farikat” diye belirlediği kısımlar burada Furkan’ın açıklaması içinde muhkemat ve müteşabihat olarak anlatılmaktadır. Usulcüler bunu beyan ilmine göre yaptılar ama Kur’an da bunu âyetleri ile teyit etmektedir. Nasıl ki Hazreti Peygamber aldığı şifahi vahiy ile uygulama yapmış ama sonra Sünnet ile Kur’an arasında bir uygunluk olduğu usul ilimleri ile teyit edilmişse; usulcülerin ilhamla yaptıklarını da biz bugün aynı yoldan teyit ediyoruz.
Usulcüler muhkem olanları dört grupta toplamışlardır:
a) Muhkem olanlar: Kur’an’ın sahabelerin kavlî ve fiilî içtihatları ile sabit olan manâlarıdır. Bunlar gelmiş geçmiş bütün insanlar için aynı olan ve hiçbir zaman asla değişmeyen hükümlerdir.
b) Müfesser: Bir asrın ulemasının icmaı ile sabit olan hükümlerdir. O asır içinde değişmez. Mesela, Ay’da hayat yoktur böyledir. İleride olabilir. Ama su seksen derecede erir hükmü muhkemdir. Hiçbir zaman değişmez. Bunlar içtihatlarla değişmezler. Ama başka asrın uleması aksine içtihat yaparsa değişir. İleride Ay’da canlılar yerleşir. İnsan canlı götürebilir ve orada hayat başlayabilir.
c) Nass: Bir müçtehidin bütün delilleri değerlendirerek vardığı sonuçtur. Kesin görüştür. Onunla amel eder ve içtihadını durdurur. Ancak yeni delil gelirse o zaman değerlendirir. İçtihadı yeni delillerle değişebilir. O zaman o onun için nesh olmuş olur. Mesela; Ben Kur’an’ın bir âyetini şöyle anladım. Ama sonra onun aksine anlamaya başladım. O zaman benim için o nesh olmuş olur.
d) Zahir: Henüz araştırmasını tamamlayamamış ama kendindeki bilgilere göre bir görüş oluşmuştur. Buna zahir denmektedir. Geciktirmeden zahire göre amel edecektir. Ama araştırmasına devam edecektir. Kesin görüşü ortaya çıkınca artık onunla amel edip o konuda araştırmasını durdurabilir.
Böylece nekire olarak gelen kurallı dişi çoğul muhkemat âyetin dört grubu uslucüler tarafından bin yıldan çok önce tesbit edilmiştir. Bakınız, biz yeni uygarlığı oluştururken bu tasnifleri değiştirmiyoruz. Çünkü “Furkan” sözü “İnzal” ile getirilmiştir.
هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ (HunNa EumMu elKıTABı) “Onlar Kitab’ın anasıdır.”
Bu ifade muhkemattan sonra getirilmiştir. Kendi başına cümledir. Atfedilmemiştir. Muhkematı açıklamıştır. “Umm” anne demektir. Nasıl çocuk annesine uyarsa, biz de Kur’an’ın muhkem âyetlerine uymakla mükellefiz. Bu bakımdan onlar umdurlar. “İmam” kelimesi de buradan gelir. Yani mü’minler Kitab’ın muhkem âyetlerine uymakla mükelleftirler. Müteşabih olanlara uyulmayacaktır. Demek ki Kur’an bütün insanların kıyamete kadar muhtaç oldukları hükümleri içeren bir kitaptır.
Eğer biz Kur’an’ın bütün manâlarını anlasaydık tanrı olurduk. Hazreti Peygamber dahil hiç kimse Kur’an’ın bütün manâlarını anlayamaz. Allah herkesin kendisine lâzım olan manâyı ona bildirir. O kimse de ona uymakla mükelleftir. İşte içtihadın manâsı budur. Toplulukları da kendilerine lâzım olan kadarında birleştirir. Kur’an’dan aynı manâyı anlarlar. Buna da “icma” diyoruz. Nasıl şimdi bizim atmosferimizde binlerce, belki milyonlarda televizyon ve radyo kanalları var, ama bizim televizyonumuz sadece onlara ayarlanmış kanalları alabiliyorsa, diğerlerini ise bize getiremiyorsa; biz de Kur’an’dan bizim ayarladığımız manâları getiren manâları anlıyoruz. Bunlar muhkemat oluyor. Anlamadığımız yayınlar ise müteşabih oluyor. Muhkemat kelimesi ile zaten kendisiyle hükmolunan manâsı çıkmaktadır. Ama “Onlar Kitab’ın ümmidir.” demek suretiyle bunu çok açık bir şeklide göstermiştir. Onlara uyulmalıdır.
Yine burada “Kitab” kelimesini izhar etmiştir. Zamirle işaret etmemiştir. Çünkü buradaki kitaptan maksat ahkâmdır. Yani şeriattır. “Onlar şeriatın anasıdır.” denmektedir. Dolayısıyla “Kitap” kelimesi söylenmiştir.
وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ (Va EuPaRu MüTaŞABiHAvTun) “Diğerleri ise müteşabihtir.”
Diğerleri yani âyet olmayanlar, açıkça manâları anlaşılmayan demektir. Kur’an’dan çıkan manâlar müteşabihtir. Yoksa Kur’an’ın lafzı müteşabih değildir. Onlar “Lâ Raybe Fiyh”dir; asla kuşku yoktur.
“Fihi” kelmişse tümünü kaplamaz. İçerisinin bazı yerinde demek olur. Kitab’ın bazı yerlerinde muhkem âyetleri vardır. Diğer yerlerde ise müteşabihler vardır. Burada eğer muhkem olmayan âyetler olarak ifade edilmiş olsaydı “Va’l-Uharu” denmiş olurdu. Muhkemler çıktıktan sonra müteşabihler kalırdı. Oysa muhkemler nekiredir. Diğerleri de nekiredir. Dolayısıyla içinde muhkem olmayan âyetlerin diğerleri demek olur. Yoksa müteşabih âyetler anlamı verilemez. Arapçanın bu inceliğine vakıf olmayanlar bunu yanlış anlayabiliyor. Kureyş Arapçasını konuşan bunu bu ifade ile böyle anlar.
Usulcüler muhkemleri dörde ayırdıkları gibi müteşabihleri de dörde ayırdılar. Böylece bu âyetin işaret ettiği ilham yoluyla ortaya çıkmış oldu. “Biz onu beyan edeceğiz.” sözünün âyetliği ve mucizeliği belirlendi.
a) Müteşabih âyetlerdir. Kıyamete kadar insanlar için müteşabih kalacak âyetlerdir. Kimse onları bilemeyecek. Belki de o âyetlerin manâsını âhirette Allah bize anlatmış olacaktır. İnsan ruhun ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecektir. Allah’ın ilmi ile insanın cüz’i iradesi arasındaki tearuzu insan hiçbir zaman çözemeyecektir. Çünkü insan beyni küllî ilimleri bilecek şekilde yaratılmamıştır.
b) Mücmel ise; bugün bilmiyoruz ama ileride öğrenebiliriz. İlmimiz arttıkça Kur’an’daki müteşabihlerin manâlarını daha çok anlayacak ve Kur’an’daki muhkem âyetler çoğalacaktır. Böylece evrimi Kur’an’daki müteşabihleri çözmek şeklinde göreceğiz. Tabiî ve sosyal kanunları buldukça Kur’an’daki müteşabihlerin de manâlarını anlamaya başlayacağız. Bu sebepledir ki, anne karnındaki çocukların gelişmesi ile müteşabihlerin anlaşılmasını birbirine benzetmiştir.
c) Müşkül olanlar ise; araştırsak bile bilip bilemeyeceğimizi bilmediğimiz konulardır. Bir âyeti yorumlarsak acaba manâsını açılayabilir miyiz, açıklayamaz mıyız konusundaki bilgisizliğimizdir. Kuyu kazan biri suyu bulup bulamayacağını bilmeyebilir. Bu müşküldür.
d) Hafi ise; şimdi bilemiyorum ama çalışsam onu bulabilirim. Mesela, elinde bir adres olsa ama o adresi bilmesen senin için hafidir. Ama haritaya baksan veya birisine sorsan o adresi bulabilirsin. Bu hafi bilgidir. Çarpmadan önce kaç lira ödeyeceğini bilemezsin, ama çarpmayı biliyorsan ve çarparsan kaç lira ödeyeceğini söyleyebilirsin. Bu hafi bilgidir.
Kur’an’da böyle muhkem olmayan hiç bilemeyeceğimiz; zamanla bilebileceğimiz; şimdi çalışsak bilip bilemeyeceğimiz; belli olmayan ve çözmeyi bildiğimiz ama henüz çözmediğimiz manâlar vardır. Bunların hiçbirisine göre amel edilemez, onlar uygulanamaz. Bunlardan hafi olanları çözüp amel etmemiz farzdır. Müşkil olanlar üzerinde ise çözmeğe uğraşıp uğraşmamaya kendimiz karar veririz. Ya bırakırız yahut çözmeye çalışırız.
Çok açıkça anlaşılıyor ki “Uher” ve “Müteşabih” kelimelerinin nekire olması, müteşabih olanlar Kur’an’ın sözleri değil, onlardan anlaşılan manâlardır.
فَأَمَّا (Fa EamMav)
“Fa” tafsil etmek için getirilmiştir. “Fa emma men sekulet ve emma men haffet”te olduğu gibi.
Muhkem âyetler vardır, muhkem olmayan müteşabih âyetler vardır, dedikten sonra, o âyetlere karşı insanların nasıl tavır takındıkları anlatılmaktadır. Burada önemli olan husus, kalblerinde zayğ olanlar müteşabihine uyarlar denmektedir. Bunların başına “Emma” gelmiştir. Ama kalblerinde zayğ olmayanlar ne yaparlar, bunlardan bahsetmemektedir. Başka bir ifade ile bunların başında “Emma” deyip anlatmaktadır. “Ben onların ikisini çağırdım, Yaşar ise gelmedi.” dediğimizde, Orhan’ın geldiğini ifade etmiş oluruz. Çünkü asıl anlatılmak istenen kalblerinde zayğ olanların tutumudur. Diğerleri karşı taraftan bilindiği için söylemeye gerek duyulmaz. Mü’minler elbette Kitab’ın anasına, muhkem âyetlerine uymuşlardır. Ama kalblerinde zayğ olanlar uymamışlardır. “Va Emma er’rasihuna fi’l-ilmi” denerek, kalblerinde zayğ olmayanlar anlatılmaktadır. Ama burada “Va Emma” getirilseydi o zaman ilimde rusuhu olanlar da müteşabihin tevilini bilmezlerdi. “İllallahe ve’r-rasıhune fi’l-ilmi” denseydi, o zaman da rasihler müteşabihlerin hepsini bilmiş olurlardı. “Emma”yı hazf etmekle müteşabihlerin hepsini Allah’tan başkası bilmez. İlimde rusuhu olanlar ise ondan gerekli olanları bilir manâsı çıkmış olmaktadır. Müfessirler bunu böyle anladılar. Bundan başka bir manâ vermek mümkün değildir. İkinci “Emma” hazf olmuştur. Bunu ancak böyle manâlandırabiliriz. Hepsini bilir şekilde anlamamıza “Emma”nın söylenmemesi manidir. Hiç bilmezler ise “Rasihun” kelimesinin söylenmemesi ve ondan sonra da “Elbab sahibi olmayanlar onu anlayamazlar.” denmiş olması manidir. Çünkü “İman ettik” diyenler yalnız ilimde rusuhu olanlar değildir ki. Her mü’min öyle demektedir. Sonra Kur’an’ın manâsını yalnız ulu’l-elbab değil, her mü’min anlar. Ekser ulemanın verdiği bu manâ her yönüyle en uygun manâdır ve ikinci “Emma”nın gelmemesi ancak böyle bir tefsirle açıklanabilir.
الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ “Kalblerinde zeyğ olanlar.”
“Zeyğ” kelimesinin ilk anlamını sayğdan dönüşmüş olarak yorumlayabiliriz. Sağa demek, bir kalıba girme demektir. Döküm kalıbı veya çamur kalıbı olarak düşünebiliriz. Zayğ, zaya dönüşmesi ile başka tarafa meyli olanlar demektir. Dayg, zayiat da buna yakın kelimedir. Gözlerin şaşı görmesi, başka tarafa kayması anlamında da kullanılmaktadır.
Zayğ demek, gerçekleri görmüş ve inanmış ama içlerinde hâlâ eski küfrün kalıntılarını silemeyenler demektir. Bu sebepledir ki burada küfredenler demiyor. Çünkü onlar Kur’an’ı zaten baştan kabul etmiyorlar ki yorumlama ile uğraşsınlar. Münafıklar da demiyor. Çünkü münafıklar inanmadıkları halde inanmış görünen kimselerdir. Bunlar tevil etmeye kalkışmazlar, tam tersine, kendilerini sadık uyan olarak gösterirler.
Kur’an bize kâfirden ve münafıktan farklı bir tipi ortaya koymaktadır. Bunlara karşılık olarak “mü’min” kelimesini kullanmamaktadır, “ilimde rusuhu olan” kelimesini kullanmaktadır. Çünkü bunlar aslında mü’minlerdir. Kur’an’a inanmaktadırlar, hem de samimiyetle inanmaktadırlar. Ancak kendi alışkanlıklarını bırakmamaktadırlar. Kötülükleri terk etmemektedirler. Onlar müteşabih âyetlere tâbi olurlar.
İnsanlar Allah’a inanırlar, hattâ muttaki olmak da isterler, ama bir türlü alışkanlıklarından ve bildiklerinden vazgeçemezler. Kalblerinde zeyğ olanlar için herhangi bir kötülüklerinden bahsetmemektedir. Bundan sonra küfretmiş olanlardan bahsetmektedir. Hem de “İnne” gibi atıfsız başlamaktadır. “Bakara”da olduğu gibi onları bunlardan ayırmaktadır.
فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ (Fa YatTaBıGUvNa MAv TaŞaBaHa MıNHu) “Ondan teşabuh edene tâbi olurlar.”
“MinHu/Ondan” yani Kitap’tan denmektedir. Eğer âyetlerden teşabüh olsaydı “MinHa” gelirdi. Demek ki Kitap’ta teşabüh var ama âyetlerde teşabüh yoktur. Yukarıda belirttiğimiz husus burada da “MinHu” zamiri ile teyit edilmektedir. “Kalblerinde zeyğ olanlar” ifadesi ile hem zeyğ olanlar bellidir, hem de zeyğin kendisi bellidir. Psikologlar ve sosyologlar bu zümreleri tesbit edip bunları açıklayabilirler.
Bunların topluluk oldukları ifade edilmiştir. Yani bir kişinin zeyğinden çok topluluk halinde zeyğde olanlardır. Kur’an’a uyma yerine, Kur’an’ı kendilerine uydurma yolu tutulmuştur. Tarihte böyle olmuştur. İslâmiyet gelişince, hadisler yeterli olamayınca, mü’minler Kur’an’ı istedikleri gibi tefsir ederek hükümler çıkardılar. Böylece İslâmiyet bozulmaya başladı. Buna karşı çıkanlar yorumları reddettiler ama kendileri de çözüm üretmediler.
İşte bu karışıklıkların içinden müçtehitler ortaya çıktılar. Bunlar Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh ilmini geliştirdiler ve Kur’an’ı rusuh ile tevil ettiler. Ama kalblerinde zeyğ olanlar müteşabihlere uydular. Sonra Yunan felsefesi ile karşılaşınca filozoflar aynı şeyi yaptılar. Kur’an’ı felsefeye uydurmaya çalıştılar. Onu fitne olsun diye tevile yeltendiler. Mütekellimîn geldi, Kur’an’ı Usûl-ü Fıkha uyarak felsefe yönüyle yorumladılar. Böylece rusuh ile ehl-i sünnet yoluna devam ettiler. Sonra doğu dinleri ile karşılaşınca Kur’an’ı mistisizme göre tevil etmeye başladılar. O zaman da büyük tasavvuf ehli yetişti ve tasavvufu Kur’an’a göre yeniden düzenlediler. Böylece ehl-i sünnet yolu devam etti. Şimdi ise çağımız müsbet ilimleri ve sosyal metotlarına göre Kur’an’ı tevil ediyorlar. Darvinizme Kur’an’ı uydurmaya çalışıyorlar. Batı’nın zina akıntısına “kadın hakları” adı altında uydurmaya çalışıyorlar. Başörtüsü Kur’an’da yoktur diyorlar. İşte şimdi mü’minlere düşen görev müsbet ilmi Kur’an’a göre düzenlemek, Kur’an’a göre “Adil Düzen”i insanlığa öğretmek olacaktır.
ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ (EıBTıĞAEa eLFıTNata) “Fitneyi ibtiğa ederek.”
Fitne yapmak amacı ile müteşabih olana uyarlar. Fitne amacıyla yorumlarlar denmiyor, fitne amacıyla müteşabihe uyarlar deniyor. Burada kötü addedilen yorumlama değildir. Kötü addedilen müteşabihe uymadır.
Kur’an’ı serbestçe yorumlayabiliriz. Değişik manâlar verebiliriz. Ama amel ederken icmalara uymak zorundayız. İşte burada usulcülerin baştan kabul ettikleri çözümün yine Kur’an’da delili bulunmuş olmaktadır. İhtilaflı kısımlarda herkes kendi içtihadı ile amel eder. Ama bir defa bir konuda icma edildi mi; kişi artık kendi içtihadına göre değil, ittifak edilen hususlara uyar. Ancak aksine ittifak hasıl olursa ondan sonra değişmiş olabilir. İttifak edilmiş hususlarda aksine hareket etme fitnedir.
Fitne demek, yapısını bozmak için filizin ısıtılmasıdır. Oluşmuş bir ropluluğun yapısını bozmak demek olur. Aşiretin icmaları vardır. Kabilenin icmaları vardır. Kavmin icmaları vardır. Nâsın icmaları vardır. Ocağı değiştirmedikçe icmalarına uyulacak, bucağı değiştirmedikçe icmalarına uyulacak, il değiştirilmedikçe icmalarına uyulacak, kavm değiştirilmedikçe icmalarına uyulacak. Yerinden yönetim esas olduğu için ülkenin dışına çıkmayanlar için nâsın icmalarına uyma zorunluluğu olmaz.
وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ (VaBTıĞAEa TaEVİLiHi) “Tevilini ibtiğa ederek müteşabihe ittiba ederler.”
Yani insanlar önce yaparlar, sonra yaptıklarını doğru göstermek için tevilini yaparlar. Oysa müçtehitler içtihat ederler, sonra içtihatlarına göre amel ederler. Bizim yaptıklarımıza Kur’an’da delil aramamalıyız. Kur’an’ın istediklerini tesbit edip ona göre amel etmeliyiz. İşte kalblerinde zeyğ olanlar tersini yaparlar, önce karar verirler, sonra kararlarına delil ararlar. Bunlara peşin hükümlüler denir. Oysa Kur’an muttakilere yol gösterecektir. Muttaki demek, hak ne ise onu arayan kimsedir. Baştan hak budur deyip ona kanıt arayanlar Kur’an’ı tevil ediyorlar demektir.
Demek ki kalblerinde zeyğ olanlar icmalarla sabit olanları ve topluluğun düzenini bozmak için müteşabihe uyarlar. Bir de kendi yaptıklarına göre veya görüşlerine göre kendilerine delil ararlar.
İlimde rusuhu olanlar ise Allah’ın muradı ne ise onu ararlar, bulduklarına göre amel ederler. Âdetlere Kur’an’ı uydurmak, felsefeye Kur’an’ı uydurmak, hurafelere Kur’an’ı uydurmak, müsbet ilimli faraziyelere Kur’an’ı uydurmak yerine; örfü Kur’an’a göre düzenlemek, felsefeyi Kur’an’a göre düzenlemek, tasavvufu Kur’an’a göre düzenlemek, müsbet ilmin varsayımlarını Kur’an’a göre belirlemek. İşte ilimde rusuh budur.
Allah’a hamd etmeliyiz ki böyle yapanlar kâfir veya münafık sayılmamıştır.
وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ (Va MAv YaGLaMu TAEVIyLaHUv EilLAv elLAHu)
“Onun tevilini Allah’tan başkası bilemez.”
Allah tevilini ilhamla veya vahiy ile bildirir. Dolayısıyla eğer biz Kur’an’ı fitne yapmak üzere icmaa aykırı olarak yorumlamıyorsak, biz Kur’an’ı yaptıklarımızı doğru göstermek için yorumlamıyorsak, o zaman eğer Kur’an’dan bir şey anlamışsak o Allah’ın bize öğrettiğidir. O’nun tevilidir. İçtihat ve icmalar O’nun tevili olarak kabul edilir. Biz hata yapsak da hatayı o bize yaptırdığı için yine O’nun tevili sayılır. Bundan dolayıdır ki müçtehit hata yapsa da yine sevabını alır.
Buradaki “Allah” kelimesi topluluk ile de yorumlanırsa müteşabihlerin tevili ancak icma ile bilinir anlamı çıkar. Yani icma ancak icma ile nesh edilir demek olur.
Tevil demek, evvele döndürme anlamındadır. Buradaki evvel yani ilk ise ya Allah’ın murad ettiği ilktir. Hakka tevildir. O da müteşabihleri muhkemlere göre yorumlamadır. Yani Kur’an’ı icmaların sınırları içinde tanımadır. Rasihler böyle tevil ederler. Yahut kişilerin kendi evvelleri vardır. Yani peşin hükümlere göre tevilleri vardır. İkisi de tevildir. İcmalara uyan hakka tevildir. İcmaları bozan fitneye tevildir.
و الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ (Va ElRAvSiPUvNa FIy el GıLMı) “İlimde rusuhu olanlar ise böyle yapmazlar.”
Burada “Va emma el-rasıhuna” yani kalblerinde zayğ olmayanlar ise demektir. Rusuhu zeyğe karşı kullanmıştır. İnsanlar yaratılırken mütereddit olarak yaratılmışlardır. Bir türlü kendilerine güvenemezler. Daima kendilerinin hata edeceklerinden korkarlar. Bunlar başkalarına bakarak hareket ederler. Kalblerinde zeyğ olanlar bunlar olur. Bunlar birçok zamanlarda iktidar olurlar. Ancak kendilerine güvenemedikleri için başkalarına danışarak veya onların sözlerine bakarak yönetirler. Böylece iki iktidar oluşur; biri görünürdeki iktidardır, diğeri ise görünmez iktidardır. Buna derin devlet de denmektedir. Bu Türkiye’de ya ordu olmaktadır, yahut dış sermayeyi temsil edenler olmaktadır. Oysa ilimde rusuhu olanlar, kendilerinden ve bilgilerinden emindirler. Başkaları inkâr da etse, tasdik de etse, kendi içtihatlarına güvenleri var, ona göre amel ederler.
Acaba insan eğitimle rusuh melekesini kazanabilir mi?
Bizim kanaatimize göre, Kur’an insana rusuh melekesini kazandırır. Değişik tefsirleri ve mealleri okuyan kimseler zamanla kendileri karar verme melekesini kazanırlar ve o melekelerine göre hareket ettikleri takdirde rasih olabilirler. “Va Ellezine Rasihu” denmemiş de “Rasihler” kelimesini kullanmıştır. Burada rasihler cemaattir, ama rusuhları farklıdır demektir. Bu da rusuh melekesinin farklı olduğu demektir. Yani kimi matematikte rasihtir, kimi hukukta rasihtir, kimi ekonomide rasihtir demektir. Herkes bir ilimde ihtisas yapacak ama bunlar Kur’an’da birleşecekler ve Kur’an etrafında işbirliği ve işbölümü yapacaklardır. Kur’an’ı öyle yorumlayacaklardır. Kur’an devlet görevlilerini de bu sığa ile tanımlayıp “Amiline aleyha” demektedir.
يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ (YaQUvLUvNa AmenNAv Bihiy) “Ona iman ettik derler.”
Buradaki o yine Kitap’tır. Âyetler değildir. Âyetler olsaydı “Âmenna Biha” olurdu. Kitap bir bütündür.
Burada önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Mezhepler içtihat yaparlar. Bir kimse farklı mezheplere uyabilir mi? Mezhepleri birleştirerek yeni mezhep yapabilir. İçtihat sonunda yeni kitap ortaya çıkar. Ama oradan buradan toplananlarla kimse amel etme hakkına sahip değildir. Herkes kendi kitabına göre amel etmekle mükelleftir.
Burada “Bi’l-Kitabi” denmemiş, “Bihi” denmiştir. Yani zamirle ifade etmiştir. Çünkü değişik yönleri olsa da kitap birdir ve o bir olan kitaba iman etme sözkonusudur.
كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا (KulLun MiN GıNDı RabBıNAv) “Hepsi Rabb’imizdendir.”
Buradaki “hepsi” Kur’an’ın hepsi demektir. Kitapların hepsi manâsını da verebilirdik. Ancak “Huve ellezi enzele’l-kitabe” dendiği için bir kitap sözkonusudur. O halde muhkem ve müteşabih özellikler yalnız Kur’an’a ait olup diğer kitaplar için sözkonusu değildir. Diğer kitapları peygamberler açıklıyordu. Zaman geçince yeni peygamber gelir o açıklama yapardı. İcma ve içtihat yoktu. İcma ve içtihat Kur’an’la gelmiştir. Dolayısıyla muhkem ve müteşabihler Kur’an’da vardır.
Bununla beraber hâlâ Tevrat’ı ve İncil’i bırakmadıklarına göre ve yeni peygamberler de gelmediğine göre onlar için de ancak bu muhkem ve müteşabih sistemi uygulanabilir. Şöyle ki, tahrif edildiklerinden dolayı içinde yanlışlar vardır. Ama ayıklamamız mümkün değildir. Yapacağımız şey metinleri müsbet ilmin verilerine göre yorumlayarak manâlarını bozulmuşlardan kurtarmak olacaktır. Onların metnine de dokunulmuş olmaz. “Allah’ın oğlu” yerine “Allah’ın rahmet ettiği kimseler” şeklinde anlayabiliriz. İneği değil, ineği yaratanı tanrı olarak kabul edebiliriz. Allah’ın oğlu değil, kralları onun halifesi olarak yorumlatabiliriz. Böylece bütün dinler lafzen değil ama manen hak dine gelmiş olurlar.
Gelecekte böyle olacaktır. Bütün dinler dinlerini Kur’an’ın öğretisi içinde muhkem ve müteşabih olarak ayıracaklar ve müsbet ilimlerin denetiminde insanlığa yararlı dinler haline geleceklerdir.
وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ (Va MAv YaüÜakKaRu EilLAv EuLU eLBAVBı)
“Lublu olanlardan başkası tezekkür edemez.”
“Lub” beyindeki girinti ve çıkıntılar demektir. İnsan zekâsı lublardaki elektrikî devrelerle anlamaktadır. “Kalb” kelimesi hem beyin hem de yürek anlamındadır. Oysa kalpte yani yürekte lub yoktur. Böylece Kur’an bugünkü ilimlere göre de ortaya çıkan düşünme merkezlerini bildirmektedir. Tezekkür etmek demek, kendi kendine anlamaya çalışmak demektir. Zikretmek ise anlatmak ve anlamak anlamlarındadır. İçtihat yapmak için içtihat melekesini çalıştırmış olmak gerekir. Bu da belli eğitimden sonra insanlarda oluşmaya başlamaktadır. Önce bilgiler edinirsin, sonra bilgilerle içtihatlar yaparsın, sonra içtihatlara göre uygulama yaparsın; beklenen sonuçlar gelirse kendinden emin olursun, bilginden emin olursun. O zaman da cesaretle kararlar almaya başlarsın. İşte bu tezekkürdür. Rasih olanların tezekkürüdür. Lub sahibi olanların tezekkürüdür.
Elbab sahibi olmayanların tevil yapamayacağını ifade etmektedir. Bir taraftan rusuh, diğer taraftan lub sahibi olma şeklinde ifade edilmiştir. Bunlardan biri insanın sağlam düşünme melekesine sahip olmasıdır, diğeri ise peşin hükümlü ve tarafgir olmamasıdır. Adil Düzencilerde ilk arayacağımız hususlar bunlardır. İçtihadımıza göre bir parti tarafı olacağız. Onu savunacağız. Onlar üzerinde tartışma yapacağız, ama hiçbir zaman tartışmayı şahıslar üzerinde yapmayacağız. Diğer taraftan hak tecelli edince de hemen kabul edeceğiz. Bu hususta dikkatli olmamız gerekir. Doğruya doğru, eğriye eğri. Kim olursa, biri doğru bir düşünceyi savunuyorsa onu destekleyeceğiz. Biri doğru bir iş yapıyorsa onu destekleyeceğiz. Yanlış yapıyorsa uyaracağız, yanlış söylüyorsa tartışacağız. Türk milleti asker bir millet olduğu için bunu bir türlü beceremiyor. Ama Adil Düzenci olabilmenin başka yolu yoktur. Aksi halde rasih olamazsınız, lub sahibi olamazsınız, yeni uygarlık getiremezsiniz.
Bu sözler mu’teriz cümle olarak Allah’ın da olabilir. Rasih olanlar da söylemiş olabilir. Böylece kendilerinin rusuh sahibi ve lub sahibi olmaları gerektiğini hatırlamış, buna göre tevil yapma yetkisini bulmuş olurlar. Kendilerinde bu melekeyi göremeyenler taraf olma durumunda iseler onlar içtihat yapmayacak, müçtehitlerinin mezheplerine tâbi olacaklar demektir.
Bu sözler Allah’ın sözleri ise aynı ihtar bize de yapılmaktadır.
Demek ki ne yapacağız? Kendimize bir mertebe biçeceğiz. Lub sahibi olmuş isek içtihadımızı yapacağız. Yoksa müçtehidimizi içtihadımızla tayin edip ona soracak ve ondan aldığımız fetvalarla amel edeceğiz demektir.
Biz yine Kur’an âyetlerine dayanarak ilimde altı mertebe tesbit ediyoruz:
a) Ümmiler: Söyleneni anlayabilen ve başkasının nezaretinde çalışabilen kimselerdir. Bunlar 7 yaşını dolduran kimselerdir. Ondan küçük olanların ilmî ehliyetleri yoktur.
b) Sailler: Bilmediğini sorabilen kimselerdir. Bunlar kendi başlarına iş yapabilirler. Yeniden işe başlayamazlar. 10 yaşını dolduran kimseler bu ehliyettedirler.
c) Amiller: Kendileri kitap okuyup anlayamazlar ama şifahi bilgilere sahip olurlar. İzin verilen işlerde kendi başlarına işlere başlayabilir ve iş yaparlar. Bunlar 15 yaşını doldurmuş olan kimselerden olabilir.
d) Ehl-i Zikr: Kendilerine bir müçtehit seçerler ve onun kitaplarını okuyup anlayabilirler. Bunlar proje yapamazlar ama projeleri uygulatabilirler. Çalışanlara bunlar izin verirler. Bunlar değişik mezheplere göre uygulama yaptıramazlar.
e) Fakihler: Bunlar değişik müçtehitlerin kitaplarını okuyabilir, karşılaştırıp tercihlerine göre kendilerine bir mezhep oluşturabilirler. Bunlar proje yaparlar. Ancak proje yapma usulünü koyamazlar. O hususta ancak tercihlerde bulunabilirler.
f) Rasihler: Bunlar bağımsız olarak içtihat yaparlar. Bu mertebeye yükselenleri ancak icmalar sınırlar. O da içtihatta değil de amelde.
Şimdi şu soru sorulabilir: Peki, bu mertebeleri kimler tevcih edecektir?
Yukarıdaki hususlar müçtehitler tarafından ortaya konmuştur. Ancak bu rütbelerin tevcihi hakkında bir kural getirmemişlerdir. Biz ise “Allah emaneti ehline vermenizi emreder.” âyeti ile bu yetkinin halka verilmiş olduğunu öğreniyoruz. O halde yeter sayıdaki insanın onu alim kabul etmesiyle o kimse alim olmuş olur. Ehl-i zikri bucakta belirliyoruz. Bucak 1000 haneden oluşur. Beşte üçü 7 yaşından büyük kabul edilebilir. 5000 kişinin beşte üçü 3000 kişidir. Ortalama 300 kişi bir ehl-i zikri atamalıdır. Asgarisi yarısıdır. Bir bucakta 150 kişinin alim kabul ettiği kimse “ehl-i zikr” olmuş olur. Bizim burada yaptığımız, emaneti ehline veriniz emrinin yerine getirilmesi için oluşturduğumuz mekanizmadır. Bu mekanizma da hep Kur’an’ın âyetlerine dayanmaktadır. İl için ise 10 ehl-i zikrin fakih kabul ettiği kimseye “fakih”, ülkede 10 fakihin rasih kabul ettiği kimseye “rasih” diyoruz. Bu sadece atama değildir. Aynı zamanda onların içtihatları ile amel etme demektir. Başarıya o yolla gitme demektir. Sail ehliyeti, ehl-i zikrin imtihanları ile karye halkının üçte birine verilir. Amil ehliyeti, il fakihlerinin imtihanı ile belde halkının onda birine verilir. Çünkü bunların il içinde çalışma yetkileri vardır.
İşte “İnsanlık Anayasası” Kur’an’ın emirlerini yerine getirme mekanizmasıdır.
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا (RabBaNAv Lav TuZIyĞ QluvBaNAv) “Rabb’imiz kalblerimizi zayığ etme.”
İlimde rusuhu olanlar “Rabb’imize, O’na iman ettik, hepsi Rabb’imizdendir.” derler. Bu demelerinin içine şunu da katarlar. “Rabb’imiz, kalbimizi bize hidayet ettikten sonra zayığ etme. Kalblerinde zayığ olanların durumuna düşürme.” diye dua ederler.
Dua yalnız ağızla söylemek midir, kalble istemek midir? Kalbin fiilleri insanın iradesinde değildir. Ağızla söyleyip ona göre amel etmeye başladınız mı yavaş yavaş kalbinize de girmeye başlar. Ağzınızla söylemezseniz ve ona göre amel etmezseniz yavaş yavaş kalbinizden de çıkar. Dolayısıyla aslolan Allah’ın bize emrettiklerini söylemek ve yapmaktır. Ondan ötesi bizim irademizde değildir.
“Adil Düzen”e göre amel etmeyenler “Adil Düzen”i söyleyemezler. “Adil Düzen”i söyleyemeyenler “Adil Düzen”e iman edemezler. İnsanlar önce söyleyecekler, sonra yapacaklar, iman sonra kalblerine girecektir. Kur’an’ın öğrettiği duaları namazlarda zaman zaman tekrar edeceklerdir. En büyük dua “Fatiha”dır, her namazda okuyoruz. “Amenerrasulü” âyeti de büyük duadır ve içtihatla ilgilidir. Burada geçen bu âyet de büyük duadır. İçtihatla ilgilidir. İmandan sonra insanların kalbleri zaiğ olmaktadır. “Adil Düzen”e inandıktan sonra şimdi bunları bırakanlar kalbleri zaiğ olanlardır. Dua etmelidirler. Bu âyeti sık sık okumalıdırlar. “Allah’ım, kalbimizi başka tarafa kaydırma.” diye dua etmelidirler. Hepimiz sık sık bu duayı okumalıyız. Çünkü insan dünyalık görünce içtihadı ve icmaı unutup geçici hevesleri ve hisleri ile koşmaya başlamaktadır.
بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا (BaGDa EiÜ HaDaYTa NAv) “Bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi zayığ etme.”
Bu âyet bize yine göstermektedir ki zayğ kâfirlere gelen hastalık değildir. Çünkü onlar hidayete gelmemişlerdir. Münafıklar da mü’min olmamışlardır. Oysa hidayet iman edenlere gelir. Bakara’da “Ellezine amenu” denmektedir. “Bu muttakilere hidayettir” denmektedir. Halbuki zayğ iman edenlere gelmektedir. Bu Allah’ın bir imtihanıdır. Bir bakarsınız ki şüpheler gelmeye başlar. Tembellikler gelmeye başlar. İçinizden bu işi bırakmak gelir. İşte o zaman bu âyeti okuyacak ve Allah’a iltica edeceksiniz. Allah o zaman sizi korur, zeyğ sizden gider. Yahut da irtidat eder ve kâfir olursunuz. Bize Allah lütfetmiş de hidayete ermişizdir. Kendi hayatımı düşünüyorum; sadece Allah’ın lütfü ve imkânları ile bugün hidayette bulunuyorum. Bir olay beni şimdi küfür diyarında bırakabilirdi. Bu dua benim en çok sevdiğim dualardan biridir.
وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً (Va HaB LaNAv Min LaDuNKA RaXMat) “Ledunundan bize rahmeti hibe et.”
“Bize merhamet et.”denmemiş de, “Bize rahmeti hibe et.” denmiş. “Rahmeti hibe et.” denmemiş de, “Ledununden rahmet et.” denmiştir. Allah insanla iki şekilde ilişki kurar. Biri çevre ile, kanunları ile, mahlukları ile, resulleri ile ilişki kurar. Bir de aracısız doğrudan insana ilham eder. Bu safha kalbî işlerde olur. Kalbin zayığ olması kalbî bir ilgidir. Olaylar bunu kolay kolay düzeltemez. Bunu sadece Allah’ın doğrudan ilhamı düzeltebilir. Bu beyne bizzat Allah’ın doğrudan müdahalesi gerekmektedir. Beyin zayığ olduğu için kendi kendisini tedavi etme de söz konusu değildir. Onun için diyor ki; “Rabb’im, sen bana rahmeti hibe et. Benden bir şey isteme. Doğrudan sen koru, karşılıksız koru. Sonra artık aracıları bırak da benimle doğrudan ilgilen.”
إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ (EinNAKa EaNTa el VahHABu) “Vahhab olan sensin.”
Senden başka vehhab yok. Kimse karşılıksız bir şey veremez. Benim ise verecek bir karşılığım yoktur. Kalbin zeyğine karşı koyamıyorum. Senin doğrudan ilgilenmen gerekiyor.
Bu âyet ile insan Allah ile yakın ilişki kuruyor. Sanki özel kabul içinde ona isteklerimizi anlatıyoruz. Böylece O’nun huzuruna adeta aracısız, perdesiz girmiş oluyoruz. Dertlerimiz ve sıkıntılarımız bitiyor. O’na teslim olarak huzur içinde oluyoruz. “Rabb’imiz, bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi zayığ etme. Bize ledununden rahmetini hibe et. Vehhab olan sensin.” / “Yetiştiricimiz, bizi yola koyduktan sonra içimizi kaydırma. Kendi yanından bize esenliği bağışla. Bağışlayacak olan sensin.”
رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ (RabBaNAv EinNaKa CavMGu elNAvSı) “Rabb’imiz, sen nâsı cem edeceksin.”
İlimde rusuhu olanlar Kitab’ın tamamına iman ederler, hepsinin Allah’tan olduğunu kabul ederler. Onlardan muhkem olanlara uyarlar. Müteşabihler üzerinde ise düşünürler. Rab’lerinden kalblerinin zayığ olmamasını ve rahmetini hibe etmesini isterler. Bu dualarına şunu ilave ederler. Sen insanları cem edeceksin. Dünyada insanlar arasında adalet gerçekleşmiyor. İmtihan dünyası olduğu için insanlar haksızlıklara uğruyor. Ahirette ise zerre ağırlığınca bir şey yitirilmeden hepsi teker teker hesaba girmiş olacaktır. Herkese hakkı verilecek, kimseye zulüm edilmeyecektir. Bu hakların paylaşılması için bütün insanların birlikte mahşerde toplanmaları gerekir. Çünkü ilişkiler iç içe geçmiştir. İşte ilimde rusuhu olanlalar, elbab sahibi olanlar bugüne inanırlar ve bugüne göre içtihatlarını yaparlar. Ahirete inanmayan insanların doğru içtihat yapmaları hayal olur.
Bana zulüm olunacak ama ben sabredeceğim. Niçin? Cennete gitmek için. Niçin? Cehenneme gitmemek için. Bu mümkün ama ben eğer ahirete inanmıyorsam o zaman neden sabredecekmişim? İçtihatlarımı neden hakkaniyete göre yapacakmışım?
İnançsız demokraside ekseriyet sistemi vardır. Onun üstünde bir güç ve hakkaniyet anlayışı yoktur. O zaman çoğunluk işine geldiği zaman azınlığı öldürme hakkına sahip oluyor. Onu durduran hangi engel vardır? İşte o engel Allah inancıdır, ahiret inancıdır. Ekseriyetin ekalliyeti ezme hakkı yoktur. Çünkü Allah yeryüzünü insanlar için yaratmıştır. Herkesin hakkı başkasının hakkı ile sınırlanmıştır. Bu da tarafların seçeceği hakemlerden oluşan yargı tarafından belirlenir. Ona uyanlar Müslim, uymayanlar kâfirdirler.
لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ (Lı YaVMıN LAv RaYBa FIyHı)
“Rabb’imiz, içinde rayb bulunmayan yevm için insanları cem edecek sensin.”
“Fi Yavmin” denmeyip “Li Yavmin” denmiştir. Çünkü bu dünyaya geliş sebebi o güne hazırlık yapmak içindir. Asıl olan o gündür. Nasıl insan anne karnında yaratılıp yetiştirilir, sonra dünyaya getirilirse, insanlar da bu dünyada var edilir ve yetiştirilir, ahiret gününde toplanırlar. Orada imtihanı verenler cennete giderler, imtihanı kazanamayanlar cehenneme gidip yeniden çalışmaya başlarlar. İşte bunun için “Fi” denmedi de “Li” dendi.
“Yevm” burada hem nekire olarak gerilmiş, hem bir yevm denmiştir. “Yevm” demek dönem demektir. Yemm, Nil gibi kabarıp inen büyük suların adıdır. Devrî olması sebebiyle mevsimler ona benzetilerek “yevm” denmiştir. Sonra 24 saatin adı olmuştur. Çağların da adı olmuştur. O gün toplanılacak, herkes hesabını verecek, cennet veya cehenneme gidilecek. Cennet ve cehennemde de evrim devam edecektir. Cehennemde cehennemden çıkmak için insanlar çalışacaklardır. Cennette ise derecelerini yükseltmek için çalışacaklardır. Cennette günah işleme yoktur ama sevap işleyip derece yükseltme vardır. Bu sevap daha çok ilmî faaliyette olacaktır.
“Yevm” kelimesinin nekire olmasından anlıyoruz ki, kıyamet gününe benzer başka günler de olacaktır. Uzun yıllar sonra insanlar yine hesaplarını vereceklerdir. Cehennemdekiler cehennemden çıkacaklar, cennettekiler de derecelerini yükselteceklerdir. Bu sonuca buradaki “yevm”in nekire olmasından varıyoruz. İçinde rayb olmayan bir yevm olarak tavsif edilmiştir.
İlimde rusuhu olanlar ahireti birçok yönüyle ispat edebilirler:
a) Önce dünyada hiçbir şey yeniden varolmaz ve yok olmaz, hep değişir kuralı vardır. Ruh da bir şeydir, o halde öldükten sonra elbette ruh da yok olmayacaktır. Nitekim bugün dört ve beş boyutlu uzayların varlığı kesinlikle kabul edilmiştir. Geçmiş olanlar yok olmuyor, gelecek olanlar da var olmuyor. Sadece biz ruhumuzla seyahat etmekteyiz.Ölüm, görünen üç boyutlu arabadan inme demektir. Yoksa yok olma demek değildir. Bu da bize ahiretin varlığını gösterir.
b) Kâinat’ta evrim vardır. Ölüm daha iyisinin doğması içindir. Kâinat da ölüme gidiyor. Fanidir. O halde bundan daha iyi bir hayat bekliyoruz demektir. Yoksa ölüm olmazdı, Kâinat çöküşe gitmezdi. Madem ki Kâinat’ta evrim vardır, evrim de yok olmaz. Kâinat’ın bir görünüp sonra yok olmasını düşünme, sebepsiz oluşu kabul etmek demektir. Bu ise rusuh sahipleri için, lubbu olanlar için imkânsızdır.
c) Kâinat bir bilinçli varlık tarafından gayeleri olan düzen içinde var edilmiştir. Gelişigüzel yığın değildir ki var olsun, yok olsun. Bu Kâinat’ı var edip düzenleyenin elbette bir gayesi ve hedefi olmalıdır. Yoksa bu kadar güçlü ve bilen bir varlık boşu boşuna uğraşmış olur. İnsan gibi bilinçli varlıkları da sırf eziyet etsin diye yaratmış olur. İlk insandan bugüne kadar insanlar hep öldükten sonra dirileceklerine veya var kalacaklarına hep inandılar. Komünistler de inandılar ki mezarları var, heykelleri var.
d) Ahiretin en büyük kanıtı Kur’an’dır. Allah sözü olduğu ilmen sabit olan Kur’an bize ahiret hayatı hakkında açık bilgi vermektedir. Bakara Sûresi’nin başında “Kitap’ta reyb yoktur.” dendi. Burada da “Ahiret günü için de reyb yoktur.” deniyor. Bunu ilimde rusuhu olan elbab sahipleri muhkem ve müteşabih âyetler üzerinde çalışırken tesbit etmektedirler. İşte aklî ve naklî delillerle bilmekteyiz ki ahiret gününe kuşku yoktur. Ancak buna inanan Kur’an’ı tevil edebilir. Ahirete inanmayan kimseler Kur’an’ı tevil edemezler.
إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ (EinNA elLAHa LAv YuPLiFu elMIyGADa) “Allah miadından hulfetmez.”
Buradaki “İnne” çünkü anlamındadır. “Sen toplayacaksın, çünkü sen Allah’sın ve Allah da vadinden hulfetmez.” Rabb’imizin Allah olduğu da böylece belirtilmiş olmaktadır. Verdiği sözden dönmemesi Allah’ın bir sıfatıdır. Allah niye söz versin de sonra onu yapmasın? Yapmayacağı şeyi niye vaat etsin? Bazı kimseler; Allah insanları korkutmak için böyle cennet ve cehennemi vaat ediyor, yoksa böyle bir şey yoktur diyorlar. Yani Allah insanları korkutacak başka bir güce sahip değil de yalanlarla mı insanları korkutuyor? Kâinat’ı en ince noktaları ile hesap içinde var eden Allah, insana yalan söylemeden mi getiremiyor? Allah va’dinden hulf etmez. İnsanlara yapmayacağı şeyleri ahdetmez demektir bu.
İşte ilimde rusuhu olan lub sahipleri böyle kimselerdir. Böyle diyen ve böyle inanan kimselerdir. Bunlar içtihat yapmaya, Kur’an’ı tevil etmeye yetkilidirler. Usul kitaplarının sonlarında müçtehitlerin vasıfları tarif edilir. Bu vasıflar burada belirtilmiş bulunmaktadır. Orada şunu bilecek, bunu bilecek demektedirler. Oysa Allah alimler bilir demiyor, ilimde rusuhu olanlar bilir diyor.
Rusuh, yıkandığı zaman çıkmayan boyanın adıdır. Rasihler demek, varsayımları vardır, usulleri vardır. O usule göre ilimde faaliyet gösterirler demektir. İlimde usul ile hareket edenler demek olur. O halde müçtehit olmak için bütün ilimleri bilmek değil, Usûl-ü Fıkhı bilmek gerekmektedir. Biz bu âyetleri size tefsir ederken usulden örnek veriyoruz. Gayemiz size usûlü öğretmektir, yoksa tefsir öğretmek değildir. Bu tefsirleri dinledikten sonra siz fıkıh usûlünü daha kolay anlayıp öğreneceksiniz. Sonra siz kendiniz için yorum yapacaksınız. İstediğimiz sizin rasih olmanızdır.
Bu teşabüh âyeti İslâmiyet’in bel kemiğidir. Omurgasıdır. Bu âyetlerin bize öğrettiği metotla hareket ettiğimizde Kur’an’da müsbet ilme aykırı hiçbir şey kalmaz. Çünkü eğer o müsbet ilme aykırı ise müteşabihtir, ya onu terk ederiz yahut müsbet ilme göre tevil ederiz. Böylece kimse bize Kur’an’da müsbet ilme aykırı bir hüküm bulamaz. Bizim tartışmamız müsbet ilmin kesin sonuçları üzerinde değildir. Bizim tartışmamız müsbet ilmin gerçek sonuçları olup olmadığı üzerindedir. Eskiden Kâinat’ın yaratılmadığını iddia ettiler, sonunda Kur’an haklı çıktı. Eskiden Hz. Adem ve Havva’yı inkâr ettiler, sonunda genetik ilminin gelişmesi ile Kur’an haklı çıktı. Ama müsbet ilmin kesin sonuçlarına Kur’an uymaktadır. Kimse dünyanın düz olduğunu söylemiyor. Kimse dünya dönmüyor demiyor. Kimse Güneş’in dünyadan büyük olduğunu inkâr etmiyor. Demek ki biz müsbet ilmin kesin sonuçlarına uyarız. Müsbet ilme yakıştırılan faraziyeleri ise Kur’an’a aykırı ise reddederiz.
Öyleyse şu sonuca varırız:
Her kitap müsbet ilme uygun olarak tevil edilebilir. Böylece o kitabın müsbet ilimle bir çatışması kalmaz. Bazı kitaplar daha çok tevile ihtiyaç gösterir, bazı kitaplar daha az tevile ihtiyaç gösterir. Kur’an’ın üstünlüğü, en az tevile ihtiyaç göstermesidir. Gelecekte insanlık bu metodu kabul edecektir. Dinler ve ideolojiler bu metot sayesinde ilmîleşerek varlıklarını sürdüreceklerdir. Kur’an bu metot sayesinde insanlığı mistik düşünceden müsbet düşünceye doğru götürmüş olacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 221. SEMİNER Yorum-51 İstanbul, 08 Ağustos 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Bir Âyet: İSTİŞARE-III
(42/38) وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ (3/159) وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ
“İşleri aralarında istişare iledir.” “Emirde onlarla istişare et.”
İki türlü yönetim vardır. Bunlardan biri askerî yönetimdir. Diğeri ise şeriat yönetimidir.
Askerî yönetimde son söz başkanındır. Oysa şeriat yönetiminde son söz hakemlerden oluşmuş yargınındır. Orada başkanın herhangi bir hükmetme yetkisi yoktur. Başkanın bazı konularda emretme yetkisi olsa bile, sorumluluk başkana karşı değil, hakemlerden oluşan yargıya karşıdır.
Danışma hem askerî düzende vardır, hem de şeriat düzeninde vardır. Askerî düzendeki danışmanın daha önce “Emirde onlarla istişare et.” âyetiyle belirlendiğini anlatmıştık. Bugün ise “İşleri aralarında meşveret iledir.” âyetinin emrini nasıl yerine getireceğiz konusu üzerinde duracağız.
Danışma topluluk içinde olacaktır. Bunun için önce Kur’an’a göre toplulukları hatırlayalım:
Aşiret=Ocak, Kabile=Bucak, Şa’b=İl, Kavm=Ülke, Nâs=İnsanlık.
Bunların her birerleri kendi işlerini aralarında istişare edeceklerdir.
“İşleri aralarında meşveret iledir.” âyeti bize gösteriyor ki, meşveret ortak işleri olan kimseler arasında olacaktır. Ortak işlerini meclislerde görüşeceklerdir. Bu meclisler hangileridir?
Önce “Beş Vakit Namaz”dır. Demek ki namazlar aynı zamanda “Meşveret Meclisleri”dir.
Beş vakit namaz cemaati aşiretlerde kurulur. Bunlar günde beş defa bir araya gelmektedirler. Dolayısıyla meşveret etmektedirler.
a) Yatsı vakti toplanan aşiret cemaati 30 ile 100 kişi arasındadırlar. Kadın ve çocuklar da bunlara katılırlar. Ertesi günkü işlerini müzakere ederler. Herkes geceden yarın ne yapacağına kendisi karar verir. Ancak ertesi gün sabah namazında toplananlar ne yapacaklarını başkana haber verirler. Başkan gereken müdahaleleri yapar. Herkes kendi işini yaparken başkalarının işini de düşünmek zorundadır. Düzenlemeyi aşiret başkanı yapar. Erkekler uzak ve ağır işlere giderler. Kadınlar yakın ve hafif işlerde kalırlar. Yaşlılar ise çocuklarla beraber kalıp onları eğitirler.
b) Öğle vakti erkekler işyerlerinde öğle namazlarını kılar ve yaptıkları işler hakkında belge düzenleyerek işyeri muhasibine verirler. Öğleden sonra yarınki işler hakkında istişarelerde bulunurlar.
c) Evlerine dönen işçiler ikindi vaktinde toplanarak öğleden sonraki mesaileri üzerinde istişare yaparlar. Bunlar resmî işler olmayıp serbest işlerdir. İsteyenler kendi özel işlerine giderler, kimileri de ilmî tetebbua girişirler.
d) Akşam üstü toplanarak öğleden sonraki mesailerinin fişlerini doldurur ve muhasiplere verirler. Burada herkes o gün yaptığı işi bildirir. Kendi özel çalışmaları da muhasibe bildirilir. Böylece kayıtlara geçer. Bilgisayarlara geçer. Kimin ne yaptığını diğerlerine birdirmiş olur.
e) En son toplantı, büyük toplantı yatsıdan önce yapılır. Burada daha önce muhasiplere verilen belgelerle elde edilen bilgiler üzerinde isteyenler istedikleriyle görüşme yaparlar. Halka yapılarak ortak istişare yapılır. İstişarede herkes görüşünü açıklar. Kararı ise herkes kendisi orada verir. Bunu cemaat duyar. Kayda geçer ve herkes kendi kararı doğrultusunda amel eder.
İşte aralarında şuranın anlamı budur. Kişi yapacağını o işle ilgili olanlara danışır, görüşünü açıklar, buna göre hareket eder. Bu davranış insanları ellerinden özgürlüklerini almadan birliğe götürür.
Bunlara “Taşra Ocakları” diyoruz. Bir de “Merkez Ocakları” vardır. Bunlar da ilmî danışmanlardan oluşan merkez bucak şurası olarak “Cuma Camii”nde beş vakit başkanın başkanlığında toplanır ve istişare ederler. Bu şuraya dinleyici olarak bütün bucak halkı katılabilir. Bu istişare kablolu TV ile bütün bucağın şuralarına ve evlerine yayınlanır. İsteyen her zaman takip edebilir. Halk kendi görüşlerini şuraya temsilcileri aracılığı ile iletir. Temsilcisi götürmezse temsilcisini değiştirir ve yenisine götürtür. Bucak içi bilgisayar ağıyla herkes görüşünü birbirine bildirebilir.
Böylece hafta içi beş vakit namazlarda yapılan istişareleri başkan özetleyip Cuma günü “Cuma Namazı”nda tüm halka duyurur. Kararlar resmileşir. Kişinin kendisi için aldığı ama kamuya ait olan kararlar resmen ilân edilmiş olur. O kişi artık onu yapmakla yükümlü olur. Mesela; “Ben her gün şu saatler arasında minibüs çalıştıracağım.” der de ilân ederse; o saatlerde minibüsü bulundurmak zorunda olur. Ta ki; “Ben bu işimden vazgeçtim.” deyinceye kadar yükümlülüğü devam eder.
Adil Düzen:
“ADİL DÜZEN”DE MECLİSLER
Ocak halkı ocağın hem “şurası”dır hem de “meclisi”dir.
Bucak halkı ise “Bucağın Meclisi”dir. Her Cuma günü toplanırlar. “Bucak şurası”nı ise ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarının başkanları oluşturur. Bunlar bucak merkez ocağında otururlar. Bucak yönetimi ile ilgili işleri yaparlar.
Semtlerde ise ilçelerdeki genel hizmet görevlilerinin temsilcileri vardır. Bunlar “semt merkez ocağı”nı oluştururlar. Orada meşveret ederler. Başkanları atanmış semt yöneticileridir.
İllere gelinirse; o il içindeki taşra bucaklarının ilmî dayanışma kurucularından 10 tanesinin ilmî temsilcisi olan kimse il ilmî danışmanıdır. Bunlar 100 kişi civarındadır ve “İl Meclisi”ni oluştururlar. “İl merkez bucağının meclisi”ni bunlar oluştururlar. İl meclis bucağının başka meclisi yoktur. İl merkez bucaklarının meclisi il taşra bucaklarının temsilcileridir. Merkezde oturmanın avantajlarını yönetime katılma ile öderler.
10’a yakın meclis üyesi birleşerek birer orta öğrenim okulunu kurarlar ve “ilmî dayanışma ortaklıkları”nı oluştururlar. Bu ilmî dayanışma kurucuları il merkez bucağının merkez ocağını oluştururlar. Böylece il meclisi ve komisyonları oluşmuş olur.
İlçelerin yönetimi ise genel hizmetlilere ait olup ilçe merkez bucağının başka meclisi yoktur. İlçeler merkezî yönetimle yönetilmiş olurlar.
Ülke içinde 10 il danışmanının danışmanı olan kimse “ülke danışmanı”dır. Bunlar da 1000 kişi kadardır. Bunlar “Ülke Meclisi”ni oluştururlar. Bunlardan 100 tanesi bir araya gelerek bir üniversite kurar ve “ilmî dayanışma ortaklıkları”nı oluştururlar. Kurucuları ülke merkez ilinin merkez bucağının ocağını oluştururlar. Merkez illerinin ayrıca il meclisleri yoktur. Taşra illerinin temsilcilerinden oluşan üyelerin oluşturduğu ülke meclisi aynı zamanda merkez ilin ve merkez bucağının da meclisleridir.
Bölge merkez illerinin de meclisi yoktur. İhtisas hizmetlilerinin oluşturduğu heyet bölgeyi yönetir. Bölge merkez illerinin merkez bucakları da ayrı meclise sahip değildir. Merkez illerinin taşra bucaklarının kendi meclisleri vardır.
“İnsanlık Merkezi” “Mekke”dir. Her ülkenin burada bir ilçesi vardır. Merkez bucaklarının meclisleri yoktur. “Mekke Merkez Bucağı” ise insanlık ilmî dayanışma kurcularının yani rektörlerin gönderdiği birer ilmî temsilciler tarafından oluşur; bu “İnsanlık Meclisi”dir. Mekke’de ayrıca ülke meclisi yoktur, il meclisi yoktur, bucak meclisi yoktur. Dünya kıta merkezlerinde de Mekke benzeri kuruluşlar vardır. Buraları da araştırmacı ilim adamlarının oluşturduğu heyet yönetir.
İşte “İşleri aralarında meşveret iledir.” ifadesinin mekanizması böylece oluşur.
Bir mekanizma zorunluluğu vardır. Daha iyisi gelinceye kadar bu sistem geçerlidir.
Bir Çözüm:
BORÇ SORUNU
Devletlerin elinde bugün sonsuz nakit vardır. Eskiden “altın” ve “gümüş” bulma zorunluluğu vardı. Bugün ise devlet altın ve gümüş yerine çok ucuza mâl olan “kâğıt para” ile istediği kadar nakit elde ediyor.
Sorun; bu para enflasyon yapıyor, dolayısıyla paralık vasfı kayboluyor.
O halde enflasyonu yapmamak şartıyla devlet her zaman para basabilir.
Bununla beraber enflasyonsuz para çıkarma zordur. Kâğıt para güvenli değildir. Birden bire azabilir. Bunun için enflasyona karşı tedbirli olmak gerekmektedir. Yarın birden bire dolar iki milyon TL’ye çıksa bile, Türk ekonomisinde hiçbir aksama meydan gelmemelidir. Bunun için aşağıdaki tedbirler alınacaktır:
a) Kuyumcular vergiden muaf tutulacaktır. Sadece aşağıdaki işlemleri buna karşılık yapmayı devlete taahhüt edeceklerdir. İsteyen vergi verir ve bu yükümlülüğe girmeyebilir. Kuyumcular, kim gelirse gelsin, hurda veya külçe altın getirir de verirse, saf altın miktarına tekabül eden cumhuriyet altınını verecektir. Kuyumcu bu altını isterse istediği fiyatla satacaktır. Hazineye götürüp cumhuriyet altınına çevirtecektir. Bunun için bir ücret ödemeyecektir.
b) Hazine her gün cumhuriyet altınının resmî bedellerini ilân edecektir. Kuyumcular merkez bankasına cumhuriyet altınını götürerek her zaman TL’yi çekebilecek; her zaman TL’yi götürerek cumhuriyet altınını alabileceklerdir. Halk da kuyumculara o günkü rayiç bedelle isterlerse kuyumculara altın verip TL’yi alabileceklerdir; isterlerse TL’yi verip cumhuriyet altınlarını alabileceklerdir. Böylece altının TL değeri her gün ortaya çıkacaktır. Gün içinde bu değer değişmeyecektir. Enflasyon bununla ölçülecektir.
c) Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde her çeşit döviz serbest alınıp satılacaktır. Ancak nakit ödemelerde yalnız TL kullanılacaktır. Dolar borçlu olan doları değil de o günkü serbest rayiçte olan değeri ile Türk Lirasını ödeyecektir. Bu değeri yargı belirleyecektir. Her türlü yurt içi nakit borçlanmalar ise altın değeri üzerinden yapılacaktır. Faizler ise ancak TL üzerinden yürütülebilecektir. Ana para altın değeri üzerinden borçlanılacaktır. Ödeme TL üzerinden yapılacaktır. Bu yolla TL enflasyonun kötü etkisinden korunmuş olacaktır.
d) Tüm devlet borç ve alacakları altın değerine çevrilecek ve faizler sıfırlanacaktır. Borçlarını ödeyemeyenlerin kredileri düşürülecek veya kesilecek, varsa taşınmazlara devlet ortak olmuş olacak, ama işletmesini gene kendisine bırakacaktır, ölümünde elinden alınacaktır. Yani, Uzan Grubu’nun bütün malları devletleştirilebilir, ama işletmesi kendisine bırakılır. Ölen ortağın işletme hakkı da devlete intikal eder. Ama işletmelere asla el konamaz. Gasp da olsa el konamaz. Devlet borcunu zamanından önce ödeyenlere faizsiz kredi açılır. Geciktirenlerden de faizsiz mevduat istenir.
Bu tedbirlerle TL üzerinde ileride ortaya çıkacak oynamaların etkilerini ortadan kaldırılmış olur.
Bir Yorum:
“ADİL DÜZEN”DE HALK ÇIKARI VE YÖNETİMİ ESASTIR
Tarihte önce dinler hakimdi. İnsanı dinler yönetiyordu. Sonra siyasiler devreye girdi ve insanları krallar yönetti. Krallarla dinler yönetimi paylaştı. Mezopotamya ve Roma’da din hakimdi; krallar dinin emrinde idiler. Mısır ve Bizans’ta krallar hakimdi; din kralların emrindeydi. İslâmiyet’te lâik düzen geldi. Sultanlar ilme, dine, ekonomiye karışmadılar. Sadece siyaset ve adaletle meşgul oldular. 1500’e kadar Avrupa’da din adamları ile derebeyleri iktidarı paylaşıyorlardı. 1500’lerde Amerika’nın keşfi ile yeni dönem başladı. Sermaye iktidara ortak olmak istedi. Sonunda diktatörlerle işbirliği yapılarak din devre dışı bırakıldı. 20. yüzyılda iktidar sermaye ile siyaset arasında paylaşıldı. Savaşlar yaşandı.
Türkiye’ye gelinirse; Türkiye’de iktidar siyasilerin elinde olmuştur. Başlangıçta din ilimde etkin idi. Sonra şeyhülislâmlık icad edilerek Bizansvari devlete bağlı din geliştirildi. Daha doğrusu din ile ekonomi serbest bırakıldı. İlim ile yönetim iktidarı paylaştı. İktidara ne din ne de ekonomi karıştırıldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile iktidar askerlerin eline geçti ve Türkiye’yi askerler yönetti. 1950’de ise asker ile sermaye birleşerek dini tamamen yok etmek istediler, ancak başaramadılar. Bu durum 2003’e kadar devam etti.
Türkiye üzerinde Batı’nın bin yıllık emelleri vardır. Türkiye’yi Müslümanlardan ve Ortodokslardan kurtarıp Katolik bir ülke haline getirmek emelindedir. II. Cihan Savaşı’ndan sonra Sovyetler de yıkılınca Batı’nın bu konudaki iştahı daha da kabardı. Avrupa ve Amerika’nın hedefi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmak, halkını asimile etmek suretiyle Türkiye’yi Katolik veya Protestan ülke haline getirmektir. Avrupa Katolikleştirmek, Amerika Protestan yapmak istiyor.
Avrupa Birliği’nin hedefi; Türkiye’yi önce birliğe almak, sonra parçalayıp ayrı devletler haline getirmek, sonra bura halkına Avrupa’da başka yerlerde iş vererek ekonomik refahı ile Katolikleştirmek, Türkiye’de de yeni fabrikalar kurup yalnız Katoliklere iş vererek Türkiye’yi Katolik halkları ile iskan etmektir. Bu sebepledir ki Papa ve AB Sekreteri görüştüklerinde Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almayı ama Rusya’yı almamayı kararlaştırdılar. Çünkü o zaman Türkiye Ortodokslaşırdı. Onlar için Ortodokslar Müslümanlardan daha tehlikelidir. Çünkü onlar kendilerindendir. Ortodokslar onlar için kanserdir.
Amerika ise başka siyaset gütmektedir. ABD Türkiye’yi iç savaşa sürüklemek, sonra komşuları ile savaştırmak, sonra Türkiye’yi küçük devletlere ayırıp silahsızlandırmak, daha sonra silahla donatılmış İsrail’in başkanlığında Ortadoğu Devletler Birliği’ni kurmak; bu arada Türkleri asimile edip Türk halkının birliğini dağıtmak istemektedir.
İşte bunların bu hedeflerini anlayan Türk Ordusu 2002’de siyasetini değiştirerek Müslümanlarla işbirliğine karar verdi. Böylece Türkiye tekrar din-siyaset işbirliği içine girdi. Bugün bu değişmelerin sancısı yaşanmaktadır. Ancak yavaş yavaş bu birliktelik oturmaktadır. Bu arada Amerikan Yahudi sermayesi de artık masonları korumuyor. Çünkü bugünkü teknoloji içinde sermayenin aracılara ihtiyacı yoktur. Halkla doğrudan ilişki kurabiliyor. TÜSİAD bu sorunu çözmek için ABD’ye birkaç sefer yaptı ama herhangi bir sonuç alamadı. Bu sebeple mason sermayesi de Müslümanlarla barışmak zorunda kalmıştır. İşte bugünkü AK Parti iktidarı budur.
AK Parti bu gerçekleri anlayıp “Adil Düzen”i kabul etse Türkiye kurtulacaktır.
Ama zavallı AKP nerede bulunduğundan habersiz hâlâ düşmanların kuyruğunda dolaşmaya devam ediyor.
Ne CHP, ne SP, ne de Ordu da maalesef “Adil Düzen”in kapısını çalamıyor. Kaderlerini bekliyorlar!..
Biz Adil Düzenciler son derece emin olarak zamanın gelmesini bekliyoruz…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılsa bile; Türk Halkının yine istiklâl savaşını kazanacağı ve “Adil Düzen”e göre II. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuracağı konusundaki inancımızda bir tereddüdümüz yoktur.
Gerek sosyalizmde gerek kapitalizmde iktidarın çıkarlarına dayalı varsayımlarla düzen oluşur.
Oysa, “Adil Düzen”de halk çıkarlarına göre düzen oluşur:
a) Herkes hürdür, kimse kimseye karışamaz, baskı altına alamaz.
b) Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırdır. Herkes kendi sınırları içinde hürdür.
c) Hak ve hürriyetlerin sınırı müsbet ilimle belirlenir. Zararlı olmayan hiçbir şey yasaklanamaz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
USÛL-Ü FIKIH VE FIKIH ÇALIŞMALARI
FEVATIH II 121
(فصل فى مسئلة الاكثر) قال واحد ولم يقول خلافه غيره وهو اكثر (على ان خبر الواحد ان لم يكون معصوما لا يفيد العلم مطلقا) يفيد الظن فلا يجوز له الايمان فيجب العمل به ان وافق اجتهاده (وقيل يفيد بالقرينة) (وقيل خبر العدل يفيد مطلقا) اذا ثبت عدله لك باجتهادك (و عن احمد مطرد) فى النص (وقيل لا يطرد) فى الظاهر (لنا كما اقول ان دلت القرينة قطعا كالعلم بخجل الخجل و وجل الوجل فالعلم بها) بالقرينة القاطعة (وان ظنيافمن الظنين لا يلزم العلم) فلا يجوز الامر به و النهى عنه (و فيه ما فيه) فيما ثبت بظن كان فيما ثبت بالظنين (و استدل لو افاد لادى الى التناقض اذا اخبر عدلان بمتناقضين) و كذا بالثلاثة (وذلك جائز بل واقع) و الخلاف به (ولوجب تخطئة المخالف بالاجتهاد وهو خلاف الاجماع) كل يعمل باجتهاده (و اجيب بان المحفوف بالقرائن يستحيل عادة فى المتناقضين) ان كانت من القطعيات (ولم يقع فى الشرعيات) التى اجتمع عليها (ولو وقع خطئنا المخالف) على ما اجتمع عليه (لو أخبر ملك بموت ولده وكان فى النزع مع صراخ وانتهاك حرم و نحوها لقطعنا بصحته) ( قلنا العلم ثمه بالقرائن لا بالخبر) باحوالهم (وأجيب بانه لولا الخبر لجوزنا موت شخص اخر كذا فى المختصر) عملنا بالاجتهاد (لو لم يرتفع هذا الجوازبالقرائن فارتفاعه بالخبر وهو يحتمل الصدق و الكدب) هو (محل نظر) فالخبر ظني (قالوا يجب العمل به اجماعا) لقوله تعالى لا تكلف الا نفسك و قال كل نفس على نفسه رهينه و قال لا يكلف الله نفسا الا وسعها و قال لا تزر وازرة اخرى و قال لها ما كسبت و عليها ما كتسبت وقال الذين يستمعون القول فيتبعون احسنه (وقد قال تعالى و لا تقف ماليس لك به علم) ولا تكون اماما على من هو اعلم منك ولم يقل لا تعمل (وان يتبعون الا الظن) فى العلم والايمان وقال أن ألظن لا يغن عن الحق شيئا ولا يقل اناالظن ليس بشيء و لا يعمل به بل لا يعمل به عند العلم ما ثبت بالاجماع (قلنا اولا المتبع الاجماع) فى العلم (وهو قاطع كذا فى الختصر) القاطع هو الاجماع عند الفقهاء والعقل عند الحكماء (اقول الظاهر انه اجماع على العمل به) امع الفقهاء على العمل بالاجماع (لا عمل بالاجماع) و لم يقل احد لاعمل بغير المجمع عليه( بدليل العمل به فى حياته عليه السلام) فايد الله قول رسوله لمعاذ ابن جبل وافق رسول الله فى قوله اجتهد برئيى (و ثانيا مخصوص باصول الدين) فى الايمان والدعوة الى الخير و الامر بالمعروف و النهي عن المنكر (فان الظن واجب الاعتبار فى العمليات) فلذا قال ان الظن لا يغن عن الحق شيئا و لم يقل ان الظن لا يعمل به (وثالثا كما اقول لوتم لدل على بطلان الرئى و افاد العلم) و بينهما نقض لاانا منعنا من اتباع الظن فى الاصول وامرنا العمل بالرئي
يجب العمل بما ثبت بالاجتهاد ولو كان ظنيا ولا يجوز العمل باجتهاد الغير ولا يدعى اليه الغير و الايمان بما ثبت بالاجماع فهو قطعي ولا يجوز المخالفة عليه فى العمل ويدعى اليه ويئمر به و ينهى عنه فيجوز الاجتهاد على خلاف الاجماع لا العمل به حتى ينعقد الاجماع على خلافه ولو على خطأه
Yolda tanımadığın birine rastlasan, sana rastlasa, sen de ona arabaya su koymam gerek, ileride su olan yer var mıdır diye sorsan, o da üç kilometre ötede çeşme var dese, sen buna inanır ve arabanı sürmeye devam edersin. Yok derse, geri döner, su koyar, ondan sonra devam edersin. Şimdi sorduğun adamdan sonra ikinci adama rastlarsan, o da yok derse, bu takdirde ne yaparsın? İki haber arasında çelişki vardır. Adamlara rastlamasaydın ne yapar idiysen onu yaparsın. Şimdi devam edelim ve diyelim ki; rastladığımıza soruyoruz, hepsi suyun olduğunu teyit ediyor. Sorun yoktur. Bilgin kesinleşmeye başlıyor. Ama sorduklarının bazısı su var diyor, bazısı su yok diyor. İşte böyle bir durumda neler yapılabilir? Önce sayı bakımından tercih mümkün mü?
a) Batılılara göre, sayıca hangileri fazla ise onun sözünü dinleyeceğiz. İslâmiyet bu sayı üstünlüğünü kabul etmez.
b) Bir taraf sayılı, diğer taraf kalabalıksa, o zaman kalabalık tarafını tutacaksın. Sayılı demek, muhalif gözle bakıldığı zaman kaç tane olduğu belli, diğer taraf ise sayılmadan bilinemeyecek kadar çoksa çok tarafı tutulacaktır. İslâmiyet bu anlayışı da kabul etmez. Öyle olsa peygamberler dinlenmeyeceklerdir.
c) Sayı bakımından değil de söyleyenin adil olup olmadığına bakılarak tercih yapılacaktır. Yani kişinin yalan veya yanlış söylemeyeceğine dair kanaatin varsa onun dediğini kabul edeceksin.
d) Mecruh olmayanın dediğini kabul edeceksin. Yani yalancı veya hatalı olduğuna dair delilin yoksa onu doğru kabul edeceksin.
Bizim burada koyacağımız husus: Haberi değerlendirirken kişi içtihadını yapacak. Yani o anda onun önüne gelen bilgileri değerlendirip hangisinin doğru söylediği hususunda kanaat getirirse o haberi doğru kabul edecektir.
Buna ekleyeceğimiz ikinci kural ise bir haberin doğruluğuna icma hasıl olmuşsa artık haberi amelen doğru kabul etmek zorundayız. Aksine içtihadımız olsa da biz amelimizi icmaya göre yaparız. Ta ki aksine icma ortaya çıkar, ondan sonra amelimizi yeni icmaya göre yaparız. Aksine icma olmaz ama yanlışlığına da icma olabilir. O da geçerlidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE