NEML SÛRESİ - 16. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَا وَهُمْ مِنْ فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ (89) وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (90) إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (91) وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنْذِرِينَ (92) وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (93)
***
مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَا وَهُمْ مِنْ فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ (89)
MaN CAvEa Bi elXaSaNati FaLaHUv OaYRun MiNHAv Va HuM MiN FAZAGın EAvMİNUNa
“Kim hasene ile ciet ederse ona ondan daha hayırlısı vardır ve onlar o yevm feza’dan da âmindirler.”
مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَا وَهُمْ مِنْ فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ |
جَاءَ يَوْمَ | آمِنُونَ الْحَسَنَةِ | خَيْرٌ فَزَعٍ | إِذٍ | مَنْ هُمْ | لَهُ مِنْهَا | بِ مِنْ | فَ وَ |
(3+1)+2+2(2+2)(2+2)=15=16-1 |
- Atıf yapmadan مَنْ جَاءَ der, neden?
Bundan önceki ayetlerde 2 yevm anlatılır. Yevmlerden biri ortaklık düzeninin, şeriat düzeninin geldiği zamanki yevm iken diğeri ise ahiretteki yevmdir.
Şimdi her ikisini de anlatan bir bölüme gelir.
İster bu dünyada ister ahirette olsun kim bir iyilik yaparsa karşılığını bulur, kim kötülük yaparsa o da karşılığını bulur. Bu kaideyi koyar ve bizim her birimizin ne yapmamız gerektiğini belirterek surenin sonuna gelinir. Bundan sonra söylenenler bütün bu sureyi içerecek şekilde anlatılanların özeti olduğu için araya atıf harfi getirilmez. Bundan önceki anlatılanlar kıssalar iken şimdi ise hükümler konulur. Bu bakımdan birbirleri ile ilişkileri az olduğu için de وَ veya فَ getirilmez.
- Buradaki مَنْ ler kimlerdir?
مَنْ ve مَا kelimelerinin özellikleri vardır. Umumilik ifade ederler. مَنْ şuurlu varlıklar için söylenir. Kur’an’ın konusu ve bizim içtihatlarımız insanlarla ilgilidir. Buradaki مَنْ insanı ifade eder. Din, ırk benzeri hiçbir ayrıcalık söz konusu olmadan tüm insanları içine alır.
Kur’an yalnız Müminlerin ve Müslimlerin kitabı olmayıp bütün insanların kitabıdır. Allah’a inanmayanlar bile onun gölgesindedirler. İnsan oldukları için onları muhatap alır ve onların hukukunu da düzenler. Tevbe Suresi’nde müşriklerden bahsederken “Onları muhatap alma” demez tam tersine “Onlara verdiğin sözü tut.” der. Böylece ‘Ben seni tanımıyorum’, ‘ben seninle görüşmek istemiyorum’ gibi ret hakkı bir insana tanınmaz.
Herkes bir kişiliğe sahiptir, insan olduğu için davacı ve davalı olma hakkı vardır. Anayasa da “İnsanların vazgeçilmez, devredilmez hakları vardır.” diyerek bu ilkeyi kabul eder.
- Buradaki بِ (بِـالْحَسَنَةِ) ne Ba’sıdır?
Buradaki بِ tadiye için gelir. جَاءَ fiili lazım bir fiildir. بِ ile teaddi eder. Bir şeyi yapmak فَعَلَ, عَمِلَ, جَعَلَ, أَصْبَحَ gibi fillerle ifade edilir. Ama özellikle جَاءَ ve أَتَى kelimeleri yapmak fiilinin bir türünü ifade etmek için kullanılır. Bir şeyin حَسَنَة veya سَيِّئَة olması için o şeyin kasten işlenmesi gerekir. Kasıttan maksat o iyilik veya o kötülük fiilini bilerek ve isteyerek işlemektir. İyilik veya kötülük kastedilmeden yapılan işlerde حَسَنَة veya سَيِّئَة olmaz. Kur’an bunu مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُهُمْ (Ahzab 33/5) ile ifade eder.
- الْحَسَنَة marifedir, ل ne manadadır?
Harfi tariflerin 4 manası vardır.
Birincisi, ahdi haricidir. “Adam geldi” dediğimiz zaman bilinen birinin geldiğini söylemiş oluruz. İkincisi, ahdi zihnidir. “Dün bana bir adam geldi, adam çok bilgiliydi.” dediğimizde ikinci adam da marifedir ama hariçte değil zihinde marifedir. Üçüncüsü, istiğraktır. اَلْاِنْسَانُ سَقِيمٌ dediğiniz zaman bütün insanların hasta olduğunu, bugün mevcut olan insanların örneğin korona virüse tutulduğunu ifade edersiniz. Bugün sağ olmayan, geçmişte ölmüş veya gelecekte doğacak olan insanları içermez. Ama bugün yaşayanları içerir, yeni doğanları da içerir, ölenler ise bu kapsamın dışına çıkarlar. Buna istiğrak Lam’ı deriz. Her şey dörtlü olduğu için tarif lam’ının manası da 4’tür.
Dördüncü manası ise cins içindir. “İnsan bir canlıdır” dediğimiz zaman, sayısı ve var olup olmaması düşünülmeden sadece o varlığı kastetmiş oluruz. Bu tür kasıtlara cins Lam’ı denir.
İşte buradakiالْحَسَنَة ve السَّيِّئَة’deki Lam’lar cins içindir.
Haseneye giren her şey buradaki cümlenin içine girmiş olur.
- Hasene/الْحَسَنَة ile gelme ne demektir?
Hasene ile ciet etme demek, haseneyi kastederek yapmak demektir. Hasene olacağına inandığın için yapmak demektir. Bunda hata etmiş de olabilirsin, iyilik yapacağım derken kötülük yapmış olabilirsin ama o yine hasenedir. Kötülük yapmak istediğin halde sonu iyilik olabilir ama o yine kötülüktür. İşte bunu ifade etmek için جَاءَ fili kullanılır. أَتَى ile farkı ise جَاءَ‘de birisine iyilik olmasıdır. Çıkar paralelliği gözetmeden yapılan iyiliktir. Hâlbuki hasene ve seyyie herkese, topluluğa çıkar paralelliği içinde yapılan iyilik veya kötülüktür. Şahıs gözetilerek yapılan ve topluluk için zarar veya yararı düşünülmeyen fiiller seyyie veya hasene değildir. Onun için أَتَى değil جَاءَ gelmiştir.
- فَ harfi ne Fa’sıdır?
مَنْ kelimesi burada şart olarak söylenir. Kim hasene ile gelirse anlamındadır. فَ harfi cevap harfidir. Şartların cevabında فَ harfi gelmezse sadece bir defaya mahsus olmak üzere söylenmiş olur. Bir defa yapıldıktan sonra artık bir daha o şartın yapılması onun cevabını gerektirmez. إِنْ جِئْتَ لَكَ أَلْفٌ derseniz “Eğer gelirsen sana bin lira vereceğim.” anlamına gelir ama bir defaya mahsus olmak üzere vereceğim demektir. إِنْ جِئْتَ فَلَكَ أَلْفٌ dersen, her gelişinde bin lirayı vereceğim demektir. İşte buradaki فَ‘nin böyle genelleştirme manası vardır. الْحَسَنَة cins olduğu gibi مَنْ de de umumilik olduğu gibi فَ harfiyle bu genellik teyit edilir.
- لَهُمْ dememiş de لَهُ demiş, neden?
مَنْ kelimesi tekil için de çoğul için de kullanılır. (مَنْ ve مَا ismi mevsullerine هُ zamiri döner çünkü bunlar umumiyet bildirdiklerinden ortada bir belirsizlik vardır, sayı da belli değildir o yüzden tekil gelir. TE) Dolayısıyla burada فَلَهُ dendiği gibi فَلَهُمْ de denebilirdi. Ancak hukukta bir kural vardır. Kur’an bunu teyit eder. Kolektif sorumluluk yoktur. Hasene yapan herkes kendi yaptığı hasenenin karşılığını alır. Herkes hasene yapmış, sen de onlara katılmışsan, bu senin için hasene değildir. Sen kendin hasene yapmayı kastedeceksin. Yani topluluğun kastı katılanların ayrı ayrı kastı değildir. Herkes kendi kastından sorumludur.
Bugünkü ceza kanunumuzun 1. Maddesinde ‘Suçlar ve cezalar şahsidir’ ibaresi vardır.
İşte bu kuraldan dolayıdır ki burada هُمْ değil de هُ gelmiştir.
- مِنْهَا daki zamir nereye gider?
مِنْهَا’daki zamir الْحَسَنَة’ye gider. Hasenenin hasene olabilmesi için kastın bütün olarak yapılması gerekir ama hasenenin bütününden sen sorumlu değilsin. Sen hasene kastıyla yaptığın halde sonuç seyyieye dönüşse bile senin için yine hayırdır. İşte bu teb’izi göstermek için burada هَا zamiri ile الْحَسَنَة’ye işaret edilir.
- خَيْرٌ kelimesi nekredir, neden?
Haseneyi yapanlar onun karşılığını almak üzere yapmazlar, onun karşılığı kendisinin bilemediği belli olmayan bir iyiliktir. Onun için biz deriz ki üretim durmamalıdır, zarar da olsa üretim devam etmelidir. Çünkü biz kazanmak için değil, üretmek için çalışıyoruz. Hasene olduğu için çalışıyoruz. Dolayısıyla zarar olsa bile, ürün elde edildiği için hayır vardır.
Farz ediniz ki Türkiye’de herkes çalışıyor ama zarar ediyor. Bir sene sonra üretim yapılmış, topluluk kâr etmiş olur. Herkes zarar etmiş olabilir mi? Biri kazanmış biri zarar etmiş olur. Bu zararlar telafi edilebilir, çünkü ürün var, kazananlar borçluların borçlarını ödeyebilirler.
Şimdi diyelim ki kimse çalışmıyor üretim yapmıyor, ama herkes kazanıyor. Merkez bankaları keselerini açmış herkese para dağıtıyor. Yıl sonu gelmiş, ambarlar bomboş ama herkesin cebinde dolarlar dolu; ne işe yarar bu dolarlar?
Demek ki bir hasenenin hasene olabilmesi için onun خَيْرٌ olması gerekir. Böylece الْحَسَنَة demek خَيْرٌ yani depolanan ürünler demektir. Bunda herkesin payı vardır.
- وَهُمْ deki وَ neyi neye atfediyor?
فَلَهُ daki هُ zamirine atfeder. فَلَهُ da müfret olan zamir burada هُمْ olarak gelir. Atıf da olabilir hal de olabilir. Hal olması için daha önce atfedilen cümlenin fiil olması şartı yoksa da daha beliğdir. Onun için biz burada hal vavı olarak görmüyoruz.
- فَلَهُ da zamir müfret gelmiş, burada ise çoğul gelmiştir, neden?
Yapılan haseneden herkesin payı vardır ama bir şeyin hasene olabilmesi için topluluk için iyilik olması gerekir. O haseneden yalnız o yararlanır demek değildir. Herkes yararlanır. Hasene olması için çıkar paralelliği şarttır. Alan da veren de topluluk da kazanmalıdır. Alanın veya verenin veya topluluğun zararı olan bir iş hasene olamaz. Herkes sonunda haseneden yararlanır manasını ifade etmek için önceki cümlede هُ olarak gelen şimdi هُمْ olarak gelir.
Biz bunları Kur’an ve sünnetin genel üslubu içinde defalarca anlatmışızdır. Buradaysa birinci Kur’an uygarlığını kurmuş olanların nasıl isabetli sonuçlara vardıkları görülür.
- فَزَعٍ kelimesini inceleyiniz.
فَزَع kuytu yer demektir. Çekinmek, görünmemeyi istemek demektir. فَزَعَ ‘çekindi’ anlamında olduğu gibi aynı zamanda ‘saklandı’ anlamındadır da. Türkçede utanç diye bir tabir vardır. Öyle bir iş yaparsınız ki çevre sizi o işten dolayı dışlar. Bu kelime bedeni değil de ruhi sıkıntıyı anlatmış olur. Birçok intihar vakası bu sebeple olur.
İnsan için bedeni azaptansa utanç azabı daha ağırdır. Örnek olarak size köyümü gösterebilirim. Adam öldürmek kötüdür. Cezası da vardır. Ölmeyi istihkak eder ama köyümde adam öldürmek utanç kaynağı değildir. Aksine haklı haksız adam öldüren kahraman sayılır ama zina utanç kaynağıdır. En küçük zinaya meyil ölümlere sebep olur.
Demek ki utanç o kadar ağır bir durumdur ki insanlar ölümü göze alırlar.
- Buradaki يَوْمَئِذٍ hangi zamanı ifade eder?
Kur’an’ı yorumlarken bizim takip ettiğimiz bir usul vardır. Bir şey Kur’an’da anlatılırken üç ihtimal vardır. Ya bu dünyadaki olaylar anlatılır, ahiretten bahsetmemiş olur ya ahiretteki olaylar anlatılır, bu dünyadan bahsetmemiş olur ya da hem ahiret için hem dünya için ortak olan bir konu anlatılmış olur. Bu üç şıkta asıl olanı bize göre bu son şıktır. Hem ahiret için hem de bu dünya için doğrudur. Karine varsa o zaman tahsis edilmiş olur.
Bu kurala göre buradaki يَوْمَئِذٍ kelimesi hem dünya için hem ahiret için geçerlidir. Şeriat düzeni geldiği zaman iyilik yapmış olan insanların güvenceleri sağlanır, kişiler yaptıkları şeylerden utanmazlar, “Biz niye böyle yaptık?” demezler. Bu dünyada böyle olduğu gibi ahirette de aynı durum olmuş olur. Buradan öğreniyoruz ki ahirette de فَزَع vardır.
- آمِنُونَ nekre ve kurallı erkek çoğul olarak gelir. Kimlerdir bunlar?
İnsan kendisini güvende hissetmek için bir topluluğun içinde olma ihtiyacını duyar. Tek başına kaldığı zaman insanı korku sarar. Onun için kendini güvende hissetmek ancak topluluk içinde geçerlidir.
Gelecek ortaklık düzeninde 100 lojmanlı işyeri apartmanları yapılacak, her katta 10 daire olacak ve her katın güvenliği kat olarak sağlanmış olacaktır. Kat kapılarını kapattığı zaman asansörünü de kilitlediğinde kata girmek mümkün olmayacaktır. Girenin çıkması da mümkün olmayacaktır. Ayrıca 100 lojmanlı işyeri apartmanının çevresi beton ve cereyanlı elektrik hatlarıyla çevrilerek güvene alınacak, dışarıdan içeriye girmek ve içeriden dışarıya çıkmak izinsiz mümkün olmayacaktır. Apartmanın en alt kat bodrum katı sığınak olarak inşa edilecek, harp veya zelzele zamanlarında oraya sığınılabilecektir. Ayrıca her apartmanın çatısında uçaksavarlar olacak, saldırıya gelen uçak veya füzeler def edilebilecektir. Semt içinde herkes silah taşıma hakkına sahip olacak. Silah yalnız saldırma aracı değildir, savunma aracıdır da.
Zalim iktidarlar halk kendilerine isyan edemesin diye silah yasağını koyarlar. Türkiye’de ise Sermaye işgal ettiği zaman halk kendisini koruyamasın diye silah yasağını koydurur. Hatta askerlikte bile eğitimde çok az sayıda atışlar yapılır. Hâlbuki bizim düzende herkes silah taşıma ve silah eğitimini alma hakkına ve özgürlüğüne sahip olur.
Bu ayet işte bunları anlatır.
- Bu dünyaya uygulanacak olursa III. Binyıl Uygarlığında الْحَسَنَة ye خَيْرٌ nasıl sağlanır?
خَيْرdemek mal üretim imkânları demektir. Mal, tüketim imkânları demektir. خَيْر üretim imkânlarıdır. Bugün tekeller üretim imkânlarını ellerine tutarlar ve üretimi yani haseneyi önlerler. Burada halkı işsiz bırakmak hususunda Sermaye ile yönetim yarışırlar.
Yalova’da iki sene önce imarı olan bir yeri satın aldık. Sırf biz aldık diye o yerin imarını zaman zaman değiştiriyorlar ve biz bu yerde inşaat yapamıyoruz. Hâlbuki aldığımız zaman ruhsat alabilseydik şimdi içeride oturmuş olacaktık.
Bu durum, yalnız bir inşaatın gecikmesini değil insanların oraya ortak olmasını da engelliyor. Ortak olanlar inşaatın yapılamayacağı kanaatinde oldukları için kendileri ortaklıktan çıkmasalar bile başka kimseye tavsiye edemiyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, devlet olarak insanların ve vatandaşların iş yapmaması bekçiliğini yapmaktadır. Biz 50 sene evvel bundan şikâyetçi olmuş, partiyi de bunun için kurmuş, iktidara ortak olmuştuk. İktidar olduk, anayasa ekseriyetiyle iktidar olduk ama hala bir arpa boyu yol alamadık, geri kaldık. O zaman bize karşı olanlar iktidarda idiler ve biz iki sene içinde arazinin imar planını çıkardık, projeyi tasdik ettirdik. 30 dairelik inşaata başladık. Şimdi iki senedir imarlı bir arsada ruhsat alamıyoruz.
Bizim yapacağımız iş çok basittir. Kamu plan ve projeleri hazırlayacak, tüm Türkiye’yi planlayarak adalara ve parsellere bölecek. Müteahhitlere diyecek ki: Bu projeye göre istediğin parselde inşaatı yap. Arazisi bizden, %20 alacağız. Alt yapısı bizden, %20 alacağız. Sen %40 ile yani %60 senin olmak üzere istediğin yerde iş yap. Projeye uygun iş yaptığın takdirde inşaat bittiği anda sorumluluğun da biter. Bina yıkılırsa sorumluluk proje ve kontrolöre aittir. İnşaat yapanların hiçbir yerden ruhsat alması söz konusu değildir.
İşte böylece hasene düzeni kurulmuş olacaktır.
- Aşağıdaki kavramları karşılaştırınız.
- يَوْم- جَاءَ
Ayetlerde kelimeler çift getirilir. Bunların çift olduğu gramer kuralları içinde belirlenir. Aynı özelliği taşıyan kelimeler eşleştirilir. Tabloya bakarsanız her kelime başka kelime ile karşılaştırılır. Biz bu karşılaştırmanın nasıl yapıldığını anlatmıyoruz. Ama sizin daha sonra hatta seminer okunurken bile bu karşılaştırmayı göz önüne almanız gerekiyor. Hatta tartışılıp daha doğru eşleştirmelerin yapılması gerekiyor.
Buna göre bu ayette يَوْم kelimesine جَاءَ kelimesi gelir. Hasenenin veya seyyienin gelmesi يَوْم e dayanır. يَوْم sadece ‘gün’ demek değildir, burada ‘dönem’ demektir. Takdiri ilahiyle dönemler seyyie dönemleri ve hasene dönemleri olur. Doğu ve Batı uygarlıkları vardır. Bunlar yarış içindedirler. Doğu uygarlıklarına hasene hâkimdir, Batı uygarlıklarına ise seyyie hâkimdir. Bunların ömürleri 1000’er senedir. 500. senede en yüksek seviyeye ulaşır ve 1000 senede bir yenilenir. Bunlardan birisi tepede iken diğeri yeniden oluşmaya başlar. Bugün batı uygarlığı tepededir. Doğu uygarlığı ise yeniden oluşmaktadır. (bkz.Doğu ve Batı uygarlıkları kronolojisi)
İşte bu ayetteki يَوْم kelimesi bu iki uygarlığın dönemlerini gösterir.
- آمِنُونَ- الْحَسَنَةِ
الْحَسَنَة barış düzenidir. Çatışma ile değil anlaşma ile, uzlaşma ile oluşan düzendir. Çıkacak nizaların çözülmesi için önce fetva müessesine başvurulur. Herkes kendi dayanışma sorumlusuna sorununu anlatır. Eğer dayanışma sorumluları aynı görüşte iseler sorun sulh ile biter. Eğer dayanışma sorumluları farklı görüşte iseler hakemlere gidilir. Hakemlerin ücretleri dayanışma içinde ödenir. Hakemlerin kararlarına taraflar uyarlar. Böylece barış ve hasene sürüp gider. Ne var ki insanların bir kısmı hakem kararlarına uymaz. Onları yola getirmek için silahlı güce ihtiyaç vardır. İşte bu silahlı güç emniyet teşkilatıdır. Demek ki emniyet teşkilatı demek topluluk içinde hasenenin oluşması için kurulmuş bir müessese demektir. Ayet buna işaret eder.
- خَيْرٌ- فَزَعٍ
Ayette خَيْرٌ kelimesi ile فَزَعٍ kelimesi karşılaştırılır. خَيْر demek üretim araçları demektir. Bizden öncekilerin çalışmaları sonunda bugünkü işyerleri oluşmuş durumdadır. Biz de onları şeriata göre kullanarak yararlanıyoruz. Şeriat kurallardan oluşur ama kuralları uygulayacak olan insanlardır. Eğer kurallar ona inanan insanlar tarafından uygulanmazsa o kurallar bir işe yaramaz. Çünkü her kuralı çarpıtmak mümkündür. Bundan dolayıdır ki dinlere ve ahlaka da ihtiyaç vardır. Şeriat dışına çıkanlar eğer topluluk tarafından ayıplanmıyorsa o kurallar bir işe yaramaz. Yukarıdan dayatılan, dışardan alınan kuralların topluluk tarafından benimsenilmesi çok zordur. Örneğin bu kurallara karşı çıkanlar eğer topluluk tarafından dışlanmıyorlarsa o kural bir bakıma işlemiyor demektir. İşte bu ayette hasene için, haseneyi koruyan silahlı gücün dışında manevi bir güce ihtiyaç olduğu anlatılır.
- لَهُ-مِنْهَا
لَ şeklinde üstünle gelmekle beraber لِ manasındadır. Temliki ifade ettiği gibi gayeyi de ifade eder, niçin olduğunu ifade eder. مِنْ ise ibtida-i gaye içindir yani başlangıç içindir. هُ zamiri tekildir. هَا zamiri eşyaya gittiği zaman çoğuldur.
İnsan ve eşya yani hayat bunların birleşmesinden doğar. İnsan tek varlıktır. Herkesin kişiliği ayrıdır, cüz’ün la yetecezzadır. Eşya ise bir çevredir, bütündür, parçalardan oluşur. Şuursuz varlıklardır.
O halde هُ ile هَا bu iki varlığı, ruh ve bedeni, insanı ve kâinatı temsil ederler.
Bu ayette bunları hatırlatmak için bunlar eşleştirilir.
- بِ-مِنْ
بِ مِنْ- harfi cerdirler. İkisi de ibtida-i gaye içindir. Bu bakımdan akrabalıkları vardır. Aralarındaki fark şudur; مِنْ den sonra gelenin olaya etkisi yoktur, “Dün Ankara’dan geldim.” dediğimiz zaman Ankara’nın fiile, fiilin Ankara’ya etkisi yoktur. بِ de ise sebebiyet vardır yani بِ den sonra gelmiş olan kelime بِ den evvel gelmiş olan kelimenin sebebidir.
Bu farklılığı anlatmak için bu ayette bu iki kelime karşılaştırılır.
- وَ-فَ
وَ ile فَ ikisi de atıf harfidir. İki şeyin beraber olduğunu ifade ederler. وَ de sıralama yoktur, aynı zamanda birden olması da şart değildir. Oysa فَ de فَ den önce gelen önce olmuştur, sonra gelen ise sonra olmuştur. Biri diğerinin peşinden gelir.
Herkesin bildiği bu kaideye bu ayette böylece işaret edilir.
- مَنْ-هُمْ
مَنْ kişiyi ifade eder ama kişi kim olursa olsun ifade ettiği için مَنْ in çoğul manası da vardır. Tek kişiyi kastetseniz bile çok kimse arasında bir kişiyi kastediyorsunuzdur.
هُمْ ile çok kimseyi, belli kimseleri kastedersiniz.
Bu iki kelimeden her biri yalnız şuurlu varlıklar için kullanılır (Burada مَنْ‘in hayvan türleri için de kullanılabildiği hatırlanmalı. bkz. Nur 24/45 TE). Birinde belirlilik diğerinde ise yarı belirlilik vardır. Fiili yapan nekredir ama fiil marifedir. Bu iki kelime arasında böylece yakınlık ve farklılık vardır. Eşleştirilerek ayet bize bunları anlatır.
Öz Türkçe ile:
“Kim iyilikle gelirse onun için ondan daha iyisi vardır. Onlar o gün utançtan da güvendedirler.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Kim hasene ile ciet ederse ona ondan daha hayırlısı vardır ve onlar o yevm feza’dan da âmindirler.”
مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَا وَهُمْ مِنْ فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ (89)
***
وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (90)
Va MaN CAvEa Bi elSayYıEati Fa KubBaT VuCUvHu HUM nFıy elNAvRı HaL TuCZaVNa EilLAv MAv KuNTuM TaGMaLUvNa
“Ve kim seyyie ile ciet ederse vecihleri narda kebeb edilir. Amel etmiş olduklarınızdan başkasıyla mı cezalanırsınız?”
وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ |
كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ | جَاءَ كُبَّتْ | وُجُوهُهُمْ | السَّيِّئَةِ النَّارِ | مَنْ إِلَّا | هَلْ مَا | بِ فِي | وَفَ |
(2+2)+1+ 2+(2+2)+/2+2)=15 =16-1 وُجُوهُهُمْ |
- Buradaki وَ nereye atfeder?
Önceki ayetteki مَنْ جَاءَ ye atfeder.
- Seyyie/ السَّيِّئَة ve hasene/الْحَسَنَة ile gelme karşılaştırılır. İkisi de marifedir, tanımlar mısınız?
İkisi de cins isimdir. Cins için gelirler. Seyyie cinsinde olan her şey anlamındadır.
Aynı cinsten olan varlıklardan her birinin birçok özellikleri vardır. Ortak olmayan özellikleri attığınız zaman sadece o cinste olanların özelliklerini taşıyan hayali bir varlık ortaya çıkar. Gerçekte, yalnız böyle özelliği taşıyan varlıklar yoktur. İnsan zihninde tasarlanır. Böyle tanınmış haseneler vardır, böyle tanınmış seyyieler vardır.
Kur’an’da böyle cins olarak geçen kelimelerin tanımlarını yapmamız gerekir. Bu tanımları insanlar yaparlar ve tanımların farklılığından farklı mezhepler doğar. Bizim de seyyieyi ve haseneyi tanımlamamız gerekir. Her biriniz ayrı ayrı tanımla ayrı ayrı mezhepler oluşturabilirsiniz. Ben ise haseneyi çıkar paralelliği içinde olan tasarlanmış fiiller olarak tanımlıyorum. Bir olayda eğer tarafların veya topluluğun birisinde zarar varsa onu seyyie ile tanımlıyorum. Faiz bunun için seyyiedir. Parayı kullanan kimse zarar ettiği halde parayı veren kâr etmeye devam eder.
- Vecihlerin ateşle kebap edilmesi (فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ) neyi ifade eder?
“Kebap yapmak” pişirmek, kızartmak demektir. Kebap yapmadan önce yenilmeyen varlıklar yenilir hale gelirler. Etlere eziyet verelim diye kebap yapılmaz. Etler yenilir hale gelsin diye kebap yapılır. Burada “Kebap yapılırlar” demesiyle olgunlaştırılır anlamına gelir. Canlı varlıklar ateşte kebap edilemeyeceğine göre insanın ateşte kebap edilmesi hakiki manada değildir. Hakiki mananın verilmesine karineyi mania vardır. Bu hususta ihtilaf yoktur. Ancak hangi manada mecazi olduğuna da değişik görüşler vardır. Kimileri ateşi hakiki manada alıp kebap etmeyi mecazi manada alırlar, kimileri kebabı hakiki manada alıp ateşi mecazi manada alırlar, kimileri de her ikisini de mecazi manada alırlar. O halde ateş bildiğimiz ateş değildir. Kebap da bildiğimiz kebap değildir.
Burada nasıl et ateşte kebap olursa Allah’ın var ettiği cehennem ateşinde de cehennemlikler ıslah edilir hale gelirler. Yani cehennem bir nevi hastanedir. Acı da olsa şifa için acı çektirilir.
Bu tabir bizim eskiden beri yaptığımız savunmaları teyit eder. “Bedenlerini” değil de “vecihlerini” demesi bu olgunlaştırmanın bedeni sağlığa kavuşturmak amacıyla değil, insanın vechini, yapısını, düşüncelerini sağlığa kavuşturmak amacıyla yapıldığını gösterir. Böyle olunca da cehennemdeki azap manevi azap olur. Cehennem ruhi hayatın ateşte pişirildiği bir alandır.
Birçok kimse cenneti de böyle kabul eder. Öldükten sonra hayatın bedeni değil ruhi olduğunu sanırlar. Kur’an’ın muhkem ayetleri bu şekilde anlamaya imkân vermez. Ancak cehennem hayatının geçici olarak bizim bildiğimiz hayat olmadığını bizim bildiğimiz kanunlara uymamış olmasından biliyoruz.
- Ateş (النَّارِ) marifedir, neden?
Buradaki ateş bildiğimiz ateşlerden herhangi birisi değildir. Ahdi zihni olan bir ateştir. Marifedir. Çünkü gerçekten var olan bir şeydir. Bizim bildiğimiz ateşlere benzemese de ateşe benzer bir varlıktır. Yani cehennem hayatı da hayali olmayıp gerçekte vardır. Sadece bugün bizim dünyada gördüğümüz ateşlerin benzeridir ama kendisi değildir. Ateş kelimesinin marife olarak gelmesi bunu ifade eder.
- Vecihler/وُجُوهُ, هُمْ zamirine izafe edilir. Ne anlam taşır?
Bir çoğul bir çoğula izafe edilirse değişik manalar taşır.
“Onlar ülkesine dönsün.” dersek, herkesin bir ortak ülkesi olur, dönenler çok olur. “Onlar ülkelerine dönsünler.” dediğimiz zaman, herkesin ayrı ayrı ülkesi olur ve herkes kendi ülkesine döner veya gruplar halinde değişik grupların değişik ülkeleri olur, her grup kendi ülkesine döner.
Buradaysa her vechin هُمْ zamirine izafe edilmesiyle herkesin ayrı ayrı kendi vechi olduğu ve ona göre muamele göreceği anlaşılır. Çoğul olarak söylenmesi de aynı yerde olacakları sebebiyledir. Yani şahsi sorumluluk ilkesi cehennemde de geçerlidir.
- Buradaki هَلْ kelimesini manalandırınız.
هَلْ soru harfidir. Soru olması dışında kendisinden sonra gelen cümleyi tasdik eder. Türkçede bu anlamda karşılığı yoktur. قَدْ manasını da taşır. Burada soru halinde cümle ifade edilir.
Ahirette vecihleri kebap edilenlere söylenir. “Sadece amel ettiklerinizden cezalandırıldınız. Başka sebepten dolayı burada değilsiniz. Söylediğiniz sözlerden dolayı değil, inandıklarınız şeylerden dolayı değil, sadece amel ettiklerinizden dolayı ateşte pişiriliyorsunuz.” denir. Aslında إِلَّا kelimesi menfiden sonra gelirse müspeti ifade eder. Burada müspetten sonra gelir. Ameller istisna edilir. Sebebi şudur; yanlış yaptığınız işlerin tamamından dolayı değil bir kısmından dolayı buradasınız demektir. Onun için başta هَلْ getirilir.
- Cümle atıf harfi olmadan getirilir. Neden?
هَلْ den önce وَ gelseydi muhataplar değişmemiş olurdu. Hâlbuki yukarıda herkese hitap eder. Genel kural söylenir. Burada ise ahirette ateşte olanlara söylenecek sözler ifade edilir. Sözlerin muhatabı değiştiği için وَ harfi getirilmez.
- تُجْزَوْنَ fiili ile gaipten (üçüncü şahıstan) hitaba (ikinci şahsa) geçilir. Ne anlam taşır?
Arada hazfedilmiş cümleler vardır. Ateşte kebap edilirler dedikten sonra “Onlara böyle denir.” ifadesi hazf olunur. Bu hazfa işaret olsun diye gaipten hitaba geçilir.
- هَلْ den sonra gelen إِلَّا neyi ifade eder?
أَضَرَبْتُمْ أَحْمَدَ إِلَّا ذَيْدًا dediğimiz zaman “Ahmet’i mi dövdünüz? Sadece Zeyd bu işe karışmadı.” anlamındadır. ذَيْدًا ضَرَبْتُمْ أَحْمَدَ إِلَّا هَلْ dersek “Zeyd dışındakiler hepiniz mi Ahmet’i dövdünüz?” manası çıkar. Her ikisinde de Ahmet mefuldür, her ikisinde de istisna edilen Zeyd’dir.
Baştaki أَ ve هَلْ olayı tasvip etme veya etmemedir.
Burada Allah, narda kebap olmanın doğru bir iş olduğunu ifade etmek için هَلْ kullanır. Yani “Sizin burada olmanız sizin için de hayırdır” demiş olur. Böylece cehennem azabının bir intikam müessesesi olmadığını ifade eder.
- Buradaki مَا neden الَّذِي olarak gelmez?
الَّذِي gelseydi sadece seyyie ile ciet etmiş olanlar ateşte kebap edilirlerdi. Buradan anlaşılıyor ki azabı istiğrak eden seyyielerden başka da ameller vardır. Cehenneme o amellerden gidilir.
Şimdi şunu düşünebiliriz, seyyie olmayan ameller nelerdir?
Bir insanın içki içmesi seyyie amel değildir. Çünkü başkasına zararı olmaz. Kendisine de her zaman zararı olmayabilir ama ahirette bundan dolayı da ateşte kebap edilir. Burada düzeltilecek olan şeriata isyan ruhudur. Sünnetüllaha isyan ruhudur. Bir kimseye haksızlık yapma kastedilmediği için seyyie değildir ama istenmeyen bir iştir. İnsanın cenneti hak edebilmesi için uyumlu olması ve şeriata uyması gerekir. Bundan dolayı مَا gelir.
- مَا تَعْمَلُونَ demeyip de مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ der, neden?
مَا تَعْمَلُونَ veya مَا عَمِلْتُمْdenebilirdi. Ancak insanın cehenneme gitmesi için bir defa kötü iş yapması yeterli değildir. Yaptığı kötülük az ve küçük olabilir. Allah onları cezalandırmaz. Buna Kur’an’da إِلَّا اللَّمَمَ diyor veya iyilikler yaparsın o iyilikler yaptığın kötülükleri siler. Böylece o seyyieden cezalanmazsınız. Seyyienin cezalanması için kasıt yeterli değildir, hasene için kasıt yeterlidir. Sonunda iyilik olsun olmasın sen iyilik kastettiğinden dolayı iyi iş yapmışsındır.
Ama seyyiede böyle değildir. Adam öldürmek istedin, tetiği çektin ama mani sebeplerden birisi sonucunda adama bir şey olmadı. Cezalanmazsın. Sen kastettin ama Allah kötülük işlemene müsaade etmediği için artık cezasını da vermez.
İşte bunlar كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ile ifade edilmiş olur. Buradaki كُنْتُمْ bu hususta çok önemli bir kural koyar. Gerçekleştirilmeyen fiiller cezalandırılamaz.
- “Amel etmiş olduklarınız” der, “fiil ettikleriniz” demez. Neyi anlatır?
“Amel” topluluk için başkaları için yapılmış olan fiillerdir. “Fiiller” ise amellere ilaveten kendi şahsın için de olan davranışlardır. Bir bakıma her şey fiildir. Sen madem bu topluluk içinde yaşıyorsun, bu topluluğun imkânlarıyla hayat sürüyorsun, bu imkânlara karşı senin amel etmen gerekir. Bir şeyler üretmelisin ki tükettiğinin karşılığını topluluğa verebilesin. Üretmediğin zaman sana ait olmayan topluluğun malını tüketmiş oluyorsun. Bu da zararlı bir ameldir.
- الْحَسَنَة de gaipten hitaba geçmediği halde burada neden gaipten hitaba geçer?
Hasenede “Onlar faz’den âmindirler” denmiştir. Seyyiede وَهُمْ لَا تُجْزَوْنَ deneceğine, هَلْ تُجْزَوْنَ denmiş. İşte Kur’an böyle küçük değişikliklerle büyük manaları ifade eder.
Hapishaneye koyduğumuz insanları cezalandırmak üzere koyarız. Genellikle gardiyanlar onlara zulüm ederler. Onun için hapishane yönetimi sık sık kontrol edilir. Ama bir okula konan öğrencilere öğretmenler zulüm etmezler. Onların kontrol edilmelerine gerek yoktur. Cehennemde olanlara zulüm edilmeyeceğini ifade etmek için gaipten hitaba geçilir. Yani onlar amel ettiklerinin dışında hiçbir sıkıntıya maruz kalmazlar.
Gardiyanların zulüm etmelerine izin verilmeyeceği gibi onlara bunun teminatının doğrudan verileceğini ifade etmek için muhataba geçer. Cennettekilerin başında zebaniler olmadığı için orada gaipten hitaba geçilmez.
- Aşağıdaki kavramları karşılaştırınız.
- كون- عمل
Kâinat şuurlu varlıklar için yaratılmıştır. Melek, ruh, insan ve cin burada çalışsınlar ve yaşasınlar diye kâinat inşa edilmiştir ve bugün kâinatta iki türlü olay cereyan etmektedir. Biri bu 4 gruptan hiçbirisinin müdahale etmediği, doğrudan Allah’ın kendi iradesiyle yaptığı işlerdir. Bunlar kevni işlerdir. Bizlerin onları değiştirme imkânımız yoktur. İkinci tür işler ise bu 4 şuurlu varlıkların iradesiyle yapılan işlerdir. Buna da ameli oluşlar diyoruz. Bu ayette bu hususa işaret edilir.
- كبب-جيء
Bir şeyle gelmek demek, ‘kendin bir şeyler yaparsın’ demektir. Kebap olmak demek, ‘kendi çevren seni oluşturur’ demektir. Benim şimdiki varlığım, bir benim yaptıklarımla oluşur bir de çevredekilerin bana yaptıklarıyla oluşur.
Bu seminerleri ben yazıyorum ama bu seminerler benim yazdığım gibi yayınlanmıyor. Benim dışımda birçok kimse bu seminerlerin yazılmasında aktif rol oynuyor. Sonunda mahsul böylece ortaya çıkıyor. Onlar bana etki eder, ben ona göre gelişmiş ve değişmiş olurum. Bu Kur’an çalışmalarına çocukluktan beri devam ediyorum. Bugünkü bilgim bu çalışmalarla elde edilmiş değil, o çalışmalara katılanların katkılarıyla oluşmuştur. Üsküdar’da Şener Keskin 25 kişiye yakın arkadaş getirmişti. Onlar Üsküdar İmam Hatip mezunuydular. Hepsi serbest iş yapıyorlardı. Onların talebi üzerine bu seminerlere başladık. Haftada bir gün İzmir’den gelip seminer yapıyorduk. Bir gün geldi bu grubun başkanı olan kişi seminerleri terk etti. Sonra yavaş yavaş ama kısa zamanda hepsi terk etti. Şener Keskin devam etti, hatta hala bazen karşılaşıyorum ama sonra o da bıraktı. Reşat Nuri Erol’un azimli çalışmaları ile ondan sonra bugünkü binden fazla semineri yapmış oluyoruz. Eğer Üsküdar’daki o çalışmalar devam etmeseydi, Yenibosna buna sahip çıkmasaydı, bu seminerler olmazdı, ben de bu bilgilere sahip olmazdım. O halde yapmamızla oluşmamız birbirini etkilemektedir.
Ayet bunu anlatıyor.
- نور-سيء
نُور ateş, سَيِّئَة ise kötülük demektir. Kötülükle narın ilişkisi 2 şekildedir. Biri nur olarak ortalığı aydınlatmasıdır. Böylece seyyieleri devre dışı etmesidir. Çünkü seyyielerin çoğu kapalı yerlerde, karanlıklarda işlenir. İkincisi ise seyyielerin nar ile def edilmesidir.
Bizim bundan yararlanmamız için öyle bir ateş icat etmeli, öyle bir sistem kurmalıyız ki o sistemde seyyieler haseneye dönüşsün. Bu ateş nedir?
İşte bu ateş fıkıhtaki ukubat bahsinde ele alınan ve ceza hukukunun temelini teşkil eden sistemdir. Adil Düzen çalışanları, sistemlerinin suçları önlemesi ve suçsuz olanları da asla rahatsız etmemesi gerektiğini bilmelidirler.
- مَنْ-إِلَّا
مَنْ herkes demektir. إِلَّا ise istisnayı ifade der.
Hukuk kurallarında temel bir kaide vardır. Süleyman Akdemir HSTV konuşmasında bunu açıklamıştır. Kurallar konurken kötü insanlar bunu istismar ederler. O halde bu kuralı koymayalım veya bu kuralı başka türlü koyalım şeklinde düşünülemez. Kural koyarken herkesin kurala uyacağı kabul edilerek hukuk kaideleri oluşturulur. Böylece adil bir düzen ortaya çıkar. Hukuk kuralları koyarken kuralların bozulacağı düşünülmez. Sonra bu kuralları ihlal edenlere karşı da yeni kurallar konur, o kurallar da uygulanmayabilir ama o kurallar öyle konmalıdır ki uygulamayanlar da cezalandırılabilsin.
Bunun anlamı şudur: Kurallara uyanlar değil, kurallara uymayanlar cezalandırılır. Ceza istisna olduğu için مَنْ ile إِلَّا beraber getirilerek bu kurala işaret etmektedir. Herkes için beraat edilmek asıldır. Ceza subuti halinde istisnai olarak uygulanır.
- هَلْ-مَا
هَلْ soru edatıdır. Bilinmeyenler hakkında soru sormak için kullanılır. Cevap bilinmez. Karşı tarafın ifadesiyle sorunun cevabı öğrenilmiş olur. مَا ise ismi mevsuldur. O özelliği taşıyanlar kastedilir. Her ikisinde hem nekrelik hem de umumilik vardır. Ayet buna işaret eder.
- بِ-فِي
بِ harfi sebep Ba’sıdır. فِي harfi zarf içindir. Yani içinde olaylar cereyan eder. Mecazi olarak بِ, فِي manasında kullanılır. يَلُوفَا أَنَا فِي dersen, ‘Ben Yalova’nın belli olmayan bir yerindeyim.’ demektir. ‘Her an yerimi değiştiririm.’ demektir. بِيَلُوفَا أَنَا dersen, “Yalova’nın Teşvikiye köyündeyim.’ demektir. Türkçe olarak bana sorsa “Neredesin?” diye, Teşvikiye’yi de bilmeyen birisi ise ona, “Ben Yalova’dayım.” derim ama Teşvikiye’de olduğumu bilen birisine ise Teşvikiye’de olduğumu söylemek için yine “Yalova’dayım.” diyebilirim. Türkçede iki söyleyişi ayırma imkânı yoktur. Hâlbuki يَلُوفَا أَنَا فِي dersem, karşı tarafa demiş olurum ki “Ben Yalova’nın herhangi bir yerindeyim. Özel bir mekânım yoktur.” Ancak بِيَلُوفَا dersem “Yalova’nın belli bir yerindeyim.” demiş olurum. Ayet bize bu kuralı öğretiyor.
Öz Türkçe ile:
“Kim kötülükle gelirse onların yüzleri ateşte kızartılır. İşlediklerinizden başkasıyla mı karşılanıyorsunuz?”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve kim seyyie ile ciet ederse vecihleri narda kebeb edilir. Amel etmiş olduklarınızdan başkasıyla mı cezalanırsınız?”
وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (90)
***
إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (91)
EinNaMAv EuMiRTu EaN EaGBuDa RabBa HAvÜiHIy eLBaLDati elLaÜIy XarRaMaHAv Va LaHUv KulLu ŞaYEin Va EuMiRTu EaN EaKUvNa MiNa eLMuSLiMIyNa
“Ben yalnızca tahrim ettiği bu beldenin Rabbına ibadet etmekle emr olundum. Her şey O’nundur ve Müslimlerden olmakla emr olundum.”
إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ |
أَكُونَ حَرَّمَهَا | أُمِرْتُ أَعْبُدَ | شَيْءٍ كُلُّ | الْبَلْدَةِ الَّذِي | هَذِهِ مَا | إِنَّ | أَنْ أَنْ | لَهُ مِنَ | وَ وَ |
(2+2)+(2+2)+2+1(2+2+2) =17= 16+1 |
- Önceki 2 ayette مَنْ ile genel kural koyar. Burada ise إِنَّمَا ile başlar, atıf yapmaz, neden?
Bundan önceki ayetlerde dünya ve ahireti ilgilendiren ilahi kural ortaya konur. O kuralda insanların yaptığı işler seyyie ve hasene olarak ikiye ayrılır. Yani insanlar değil, insanların işledikleri iki gruba ayrılır.
Barış düzeninde insanlar eşit kişiliğe sahiptirler, yaptıklarından sorumludurlar, mensup oldukları toplulukların yaptıklarından sorumlu değildirler. Falan partili veya filan partili, Türk veya Kürt, Fransız veya Alman, Müslüman veya Hıristiyan, kim olursa olsun, mensubiyeti dolayısıyla kimse suçlanamaz. Kimseye imtiyaz da tanınamaz. İyilik yapana mükafat, kötülük yapana ceza verilir.
Bu genel kural anlatıldıktan sonra Kur’an şimdi herkese nasıl davranması gerektiğini öğretir. Surenin bütününde insanlık anlatılır ve bugünkü uygarlığa gelinir. Bugünkü uygarlık içinde her birimiz nasıl davranacağımızı bundan sonraki ayetlerde öğreneceğiz. Olanlarla emir olunanlar hüküm bakımından farklıdırlar. Olan olmuştur, onu biz değiştiremeyiz, biz ancak gelecekte olacaklar için kararlar alırız. Bu bakımdan konular tamamen farklıdır. Bu bakımdan وَ veya فَ harfi getirilmez.
- إِنَّمَا kelimesini inceleyiniz.
إِنَّ tahkik harfidir. Başka türlü düşünenlerin yanlış düşündüğüne işaret eder. مَا ise إِنَّ nin ismidir. ‘Söyleyeceklerimin dışında doğru olan yok’ demektir. ‘Ben sadece bunu yapmakla emrolundum, bunun dışında bir şey yapamam.’ demektir. إِنَّمَا gelmeden söylenseydi mefhumu muhalefetin doğru olması ihtimali kalkardı. Ama إِنَّمَا geldiği için mefhumu muhalefetin sahih olduğu teyit edilmiş olur.
Hanefilere göre mefhumu muhalefet geçersiz, diğer mezheplere göre geçerlidir. Bize göre karine yoksa mefhumu muhalefet geçersiz ama karine varsa geçerlidir. Karine de إِنَّمَا’dır.
- “Ben emr olundum” diyen kimdir, kime der?
Kur’an’a inanmış ve Kur’an düzenine göre hareket etmekte olan herkes buradaki ت harfinin (أُمِرْتُ) içindedir. Eskiden peygamberler bu emre muhatap olmuşlar, peygamberleri de Allah seçmiştir. Şimdi ise Müminler muhataptır. Kendisini peygamber vârisi yerine koyup hareket eden herkes bu ت harfinin içindedir. Yalnız unutulmaması gereken bir husus vardır: ‘Ben müminim.’ demek, ‘Ben sizden üstünüm, başkalarından üstünüm.’ demek değildir. ‘Ben müminim.’ demek, ‘Ben bu görevi taahhüt ediyorum.’ demektir, ‘Görevliyim’ demektir, ‘Sorumluyum’ demektir. Yoksa kimse imanı ile kendisini yetkili sayamaz. Bugünkü insanlar iman etmeyi görev alma şeklinde değil de imtiyaz sahibi olma şeklinde anlıyorlar.
- Emr olunma neden müfret gelir?
İman konusunda kolektif sorumluluk yoktur. Görev bakımından da kolektif sorumluluk olmaz. Herkes “Ben peygamberlik göreviyle görevlendirildim.” der ama “Bu görev bana kendim için verildi yani ben kendime peygamberim, kendi imamlığımın ümmetiyim, tek başıma elçiyim/imparatorum.” demiş olur. Sadece benim gibi kendisini kendisine peygamber olarak ilan eden kimselerle iş birliği yapmalıyız, ortaklık oluşturmalıyız ve her birimiz birbirimizle dayanışma ve yardımlaşma içinde beraber olmalıyız. Kendi imamımızı da kendimiz atamalıyız. Bunun için أُمِرْنَا gelmez, أُمِرْتُ gelir.
- أُمِرْتُ kelimesini inceleyiniz.
‘Emr olundum.’ demektir. Emirde cebir yoktur. Kişi emredene karşı değil, şeriata karşı sorumlu olur. Amir hatırlatıcıdır, münzirdir.
- İbadet etme, kulluk etme anlamındadır. Bu ayet köleliği yasaklamıyor mu? Açıklayınız.
Kur’an’da kölelik müessesi konulmuştur. Amerika’da olduğu gibi yasaklanmamıştır. İlga edilmemiş, ıslah edilmiştir. Eskiden köleler insan sayılmazdı, mahkemelerde dava açamazdı, yaptığı muameleler geçerli sayılmazdı. Köle bir deve gibiydi. Kişiliği yoktu.
Kur’an bu anlayışı tamamen ortadan kaldırmış, kölelere önce kişilik vermiştir. Her an hürler gibi mahkemeye müracaat ederek efendisi de dâhil herkese karşı dava açabilmektedir. Kişiliği tamdır. Kazandıkları ona bakmakla mükellef olan efendilerine aittir ama köle sahipleri de kölelerini, kendisini ve çocuklarını yaşattıkları seviyede yaşatmak zorundadırlar. Hürlerin yaptığı her türlü tasarrufu köleler de yaparlar.
Bu anlamda İslam’daki kölelerin durumu bugünkü işçilerin durumundan çok üstündedir, kölelerin hayatı ve hakları garantiye alınmıştır.
Amerikalılar tarımda çalışan köleleri sanayiye bedelsiz aktarabilmek için köleliği yasaklarlar, yerine işçiliği getirirler ve savaşsız bütün insanları köleleştirirler.
Kur’an kölelerin özgürleşmesi için çeşitli kurumlar getirir ve köleliği fiilen sona erdirir. Bunu alenen de ilan eder. Kur’an “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz.” der. Bu, Allah’tan başkasına abd olmayacaksınız demektir. Zımnen kölelik yasaklanmış ama kavlen ibka edilmiştir. Savaş esirlerine yapılacak en ağır işlem olarak işçilik seviyesinde bir kölelik devam eder. Burada da “Sadece bu beldenin Rabbine ibadet etme ile emr olundum.” ifadesiyle hürlüğün asıl olduğu, köleliğin ise zaruret hallerinde istisnai olduğu ifade edilir. Bunun içindir ki savaş dışı kölelik yoktur.
- İbadet etme daha çok Rab kelimesine isnat edilir, neden?
İbadet kelimesinin manası ‘şeriata göre hareket etmek’ demektir. İnsanlık evrimleşen bir varlıktır. Kâinatta da evrim vardır. İbadet etmek demek ‘evrimleşen kâinata katkıda bulunmak’ demektir. Evrim demek ‘eski halden daha ileri hale geçme’ demektir. Bu da ancak eğitimle mümkündür. Rab/رَبّ kelimesi Allah’ın eğitici olduğunu ifade eder. Onun için burada Rabbe ibadet zikredilir.
- Buradaki belde/ الْبَلْدَةِhangi beldedir?
Buradaki belde Mekke beldesidir. Mekke dünya karalarının merkezindedir. Tarıma elverişli değildir. Orada yaşayan insanlar zengin olamazlar, dünyaya fiilen hükmedemezler ama orası dünyanın merkezindedir. Barış içinde toplanmaya elverişlidir. Allah onu ona göre yaratmıştır. İslam düzeninin kurucusu olan İbrahim Peygamber tarafından inşa edilmiş olup bütün insanlığın merkezidir. Yani o belde yalnız Mekkelilerin beldesi değil, Arapların beldesi değil, tüm insanlığın beldesidir.
- Emr olunanlar Adil Düzen çalışanları ise onların da beldesi olur mu?
Ayetteki manayı bütün şeriat düzeni için çalışanlara teşmil edersek, öbür taraftan da “Bu belde” deyince, beldeyi de sadece Mekkeliler için kabul edersek, ayette çelişkiler olur. Kural olarak çelişkileri gidermek için tekit yapılır. Bu ayet bize Mekke’nin insanlık kenti olduğunu bildirir. Hac için de “Bütün insanları çağır.” der, yalnız müminleri değil. Mekke herkese açık bir şehirdir. Oraya pasaport ve vize alınamaz. Bundan dolayıdır ki şimdi yapılan hac ibadeti geçersizdir. Onun için ben hacca gitmiyorum.
- Bu ayetle Mekke’nin durumu nasıl açıklanır?
Yeryüzü ülkelere ayrılır. Ülkelerde ulusal devletler kurulur. Bağımsızdırlar. Yerinden yönetim ilkesinden dolayı oraya girme çıkma, orada yaşayanların iznine tabidir. Bugün olduğu gibi şeriat düzeninde denizler hiçbir devletin mülkiyetinde değildir. Karalar ise bugün olduğundan biraz farklı hükümlere tabidir. Hac yolları güzergâhları vardır, burası açık denizler gibi serbesttir. Herkes istediği gibi buralarda dolaşabilir, yerleşebilir, iş kurabilir.
Bu hac yollarının merkezi de Mekke’dir. Hiçbir devletin hükümranlığı içinde değildir. Mekke ilinin sınırları belirtilir ve hacca gidenler o sınıra vardıklarında ihrama girerler. Bunun adı Kur’an’da بَكَّة‘dir ve مَكَّة‘dir. İki kelime geçiyor, biri ona biri diğerine delalet ediyor. Yani biri Mekke’nin iline, diğeri ise Mekke’nin kentine delalet ediyor.
Mekke’nin merkezi haremdir. Bu ayetten öğreniyoruz. Biz bunu şu şekilde anlıyoruz ve projelendiriyoruz: Mekke ilinin bütün arazisini tüm insanlığa bölüyoruz, nüfus sayılarına göre her devlet orada ilçesini kuruyor. Mekke kenti ise harem oluyor, orada özel mülkiyet yoktur. 100 lojmanlı işyeri apartmanları vardır, o apartmanların altları ticaret merkezidir, orada olanlar ticaretle geçinirler. Kureyş de tüccar demektir yani bir kabilenin adı olarak değil, Mekke’de oturan ve Mekke merkez ilçesini oluşturan tüccar sakinlerinin adıdır. Kureyş/ قُرَيْش kelimesi kuruş kelimesi ile akrabadır. Muhammed Hamdi Yazır bunu tefsirinde belirtir.
Evet, bu ve diğer ayetlerden öğreniyoruz ki Mekke bir kavmin toprakları değildir, insanlığın toprağıdır. Yalnız Müslümanların da toprağı değildir, bütün insanlığın toprağıdır.
- بلَد ile بَلْدَة kelimelerini karşılaştırınız.
Kur’an’da hem بلَد hem de بَلْدَة olarak geçer. Bunlardan biri harem olan Mekke merkez beldesidir. Bu ayette bu belirtilir. “Allah’ın haram kıldığı belde” der. Diğeri ise Mekke ilidir. Ona da Kur’an بلَد diyor (وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمِنًا İbrahim 14/35). Türkçede belediye olarak kullanırız. Burada özel mülkiyet vardır, devletlere de yerler tahsis edilebilir.
- Tahrim etmek nedir?
Haram ‘Bir şeyi yasaklamak’ demektir. İki türlü alan vardır. Biri kalelerin çevirdiği kent içi yerlerdir. Burada gezmek dolaşmak serbesttir. Herkesin malı canı işi korunur. Güvene alınır. Eğer burada bir kimseye bir zarar gelirse ora halkının tamamı sorumludur ve tazmin ederler. Kasame müessesesi bunun için vardır. Bu yerlerin adı haremdir. Bunun dışında olanların hayatından oranın sakinleri sorumlu değildir. Diyetlerini onlar ödemezler. Haremlerin kendilerine göre hukuku vardır. Mekke’nin de kendine özgü şeriatı vardır ve insanlığın haremidir. Oradaki cinayetleri yalnız Mekkeliler değil, tüm insanlar tazmin eder. Oraya kim girerse kendiliğinden emin olur. Oysa bir başka devletin topraklarına girildiğinde oradakilerden birinin izni varsa o kişi oralarda emin olarak dolaşma hakkına sahip olur.
- Belde/الْبَلْدَة niye tahrim edilir?
İnsanların bir araya gelmeleri, alışveriş yapmaları, görüşmelerini sürdürmeleri için merkezlere ihtiyaç vardır. Haftada bir defa bucak merkezinde, onun hareminde toplantılar yapılır. Senede bir defa Ramazan Bayramı’nda il merkez bucağında senelik kongre yapılır. Bir defa da ülkelerin merkezlerinde Kurban Bayramı için toplanılır. Onun kongresi yapılır. İnsanlık ise Mekke’de her yıl toplanır, kongre yapar. Yıl içinde de her zaman umre yapabilirler. Ayrıca burası açık pazardır, herkes istediği malları götürür, orada satar, oradan mal alır ve ülkesine getirir yahut teşhir eder ve siparişler alır. Yani orası bir panayırdır, borsadır. Bunun için harem kılınır. İnsanlık tarafından güven altına alınır ki bütün insanlar buraya güven içinde serbestçe gelip gidebilsinler.
14. III. Binyıl uygarlığında Mekke’nin yeri ne olur?
Üçüncü binyıl uygarlığında Mekke’nin merkezi tüm insanlığa açık olur, herkes hiçbir yerden izin veya ruhsat almadan kendi malı ile gelip gidebilir. Mekke’nin çevresi ise tüm dünya devletlerinin halkına bölüştürülür, orada onların devamlı kalacakları ve gidip gelecekleri yerleri olur. Mekke siyasi merkez değil ilmi merkez olur, ahlaki merkez olur, iktisadi merkez olur. Bundan dolayıdır ki Mekke fethedildikten sonra da devletin merkezi Mekke’ye taşınmamıştır.
15. وَلَهُ daki وَ harfi ne harfidir?
وَ harfi hal Vav’ıdır. “Tahrim etmiştir” diyor. Mekke’deki her şey tüm insanlığındır. Mekke’de özel mülkiyet olmaz. Bunu ifade eder.
16. لَهُ daki هُ zamiri nereye gider?
رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ ifadesine gidiyor. Yani tüm insanlığa gidiyor. Bu, dar manadaki açıklamadır. Geniş manada ise kâinatta ne varsa hepsi O’nundur. Malik olan yalnız O’dur. Biz O’nun görevlisi olarak verdiği yetkiler içinde onları kullanma hakkına sahibiz. Onun için biz ancak şeriat içinde çevremizden yararlanabiliriz. “Bu benimdir” deyip istediğimizi yapma hakkına sahip değiliz.
- لَهُ deki ل neyi ifade ediyor?
لَهُ deki ل mülkiyeti ifade eder. Malik olan Allah’tır. Biz O’nun görevlisi olarak onları kullanma hakkına sahibiz. Burada ise daha ileri gidilir, temlik ortadan kalkar. Her şey Rabbin olur. Marks, komünizmin fikriyatını ortaya koyarken hep İslam’dan yararlanır, bunu açıkça itiraf da eder. Osmanlıların uzun yaşama sebebini Asya tipi üretim tarzına, verginin maldan alınmasına bağlar. Yani Osmanlı’yı inceler, bazı müesseselerini de savunur.
- ‘Her şey O’nundur/لَهُ كُلُّ شَيْءٍ’ ifadesini sosyalist ve kapitalist anlayışında değerlendirin.
Sosyalistler Kur’an’ın beyan ettiği gibi ‘Her şey devletindir’ ilkesini kabul ederler. Ne var ki Kur’an “devletindir” der. Onlar ise “yönetimin” olduğunu kabul ederler.
Aslında bunu Marks bilir ancak “Bizim insanların elinden mülkü alabilmemiz için önce devleti ele geçirmemiz lazım. Bu da seçimle olmaz, isyan etmeliyiz, zorla iktidara gelmeliyiz. Sonra bu iktidar bütün malları önce devlete alacak. Sonra da ikinci isyanı yapmalıyız. Böylece her şey kamunun mülkiyetine geçer.” der.
Biz ise insanlar Adil Düzen’e silahla geçemez deriz. Ancak önce Adil Düzen’e bağlı bir köyün kurulmasını ortaya koyar, projelendiririz. Sonra o köyler çoğalır ve seçimle iktidara gelir. Seçim olur iktidarı %70 ile alırsak, eski iktidar da iktidarı teslim etmezse, o zaman halk yürüyerek iktidarı almış olur. Cephe kurarlarsa savaşırız. Yüzde 70 dedim, bunu ben söylemedim. Kur’an bu oranı verir. Kapitalistler komünizmi organize ederler. Böylece bütün malları önce devletlere teslim ederler, sonradan devletleri kendi emirlerine alarak tek Sermaye devletini kurmak isterler. Bugün dahi bunun savaşını veriyorlar.
- وَأُمِرْتُ deki وَ nereye atfeder?
Daha önceki أُمِرْتُ ye atfeder.
- أُمِرْتُ kelimesi neden tekrar edilir?
Şeriat düzeninde de özgürlük ile güvenlik daima dengede tutulur. İnsanlar özgür olmalıdır ama genel güvenlik ve barış da bozulmamalıdır. Güvenlik içinde görevimizi yaparken insanların özgürlüklerine de karışmamamız gerekir. Güvenliği barışla sağlamalıyız, silahla değil. Barış da hakemler yoluyla düzenlenir, güçlü olanın müdahalesiyle değil. Yani yönetimin barışı sağlama yetkisi ve görevi yoktur. Barışta sorun olduğu zaman hakemlere başvurulur ve hakem kararları ile barış sağlanır. Eğer hakem kararlarına uymayan olursa, o zaman yönetime görev düşer. Yani şeriat düzeninde yargı yönetimin değil, yönetim yargının emrindedir.
Demek ki bizim iki görevimiz var: Verilmiş olan görevi topluluk için yapmak ama bu görevi yerine getirirken de barışı bozmamaktır. İkisine karşı ayrı ayrı sorumluyuz. Bunu şöyle anlatayım. Polis teşkilatının iki görevi vardır. Biri güvenliği sağlamak, diğeri ise yargı kararlarını infaz etmektir. Kuvvetler ayrılığı olduğu için yargı kararları hakemlerce verilir, güvenlik ise iç işleri bakanlığınca sağlanır. Polis kazayı icra yaparken adalet bakanlığına, güvenliği tesis ederken iç işleri bakanlığına bağlıdır.
İşte, her müminin de böyle iki görevi vardır. Biri ibadet görevidir, yönetime bağlıdır. Bir de barış içinde yaşama görevi vardır, onda da hakemlere bağlıdır. Yani bugünkü polislerin görev ve yetkilerini bütün müminler taşır. Adil Düzen uygulansa bakanlığa müracaat eder, “Ben polis olmak istiyorum.” der, maaşsız polis olur, polis elbisesini giyer. Gerektiğinde polisin sahip olduğu bütün yetkileri kullanır. Yani Kur’an’dan sonra kamu görevlisi olma demek senin tercihine bağlıdır demektir. İstersen Mümin olur, istersen Müslim kalırsın.
- الْمُسْلِمِينَ marifeli kurallı çoğul getirilir, kimlerdir bunlar?
İnsanlar çevre içinde diğer insanlarla ilişki kurarak yaşarlar. Bir insan diğer insanla iki şekilde ilişki kurabilir. Birisi selamlaşır, barış içinde birlikte hakemlerin kararlarına göre yaşarlar. Diğeri ise başkaları ile çatışır, yenerse emreder ve yaşar, yenilirse emre girer veya ölür. Birincilere Müslim, ikincilere ise müşrik deriz. Biz aynı zamanda Müslim olmakla emir olunduk. Yani biz ibadetlerimizi barış içinde yaparız. Ondan dolayıdır ki bir devletin içinde yaşayanlar o devletin kanunlarına ve yöneticilerin talimatlarına uymak zorundadırlar. İktidarı devirme çabası da İslamiyet’te olmaz. O ülkede yaşamak istemezlerse hicret ederler, isyan edemezler.
- Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası’nda nasıl değerlendirilir?
Adil Düzen İnsanlık Anayasası’nda iki alan belirlenir. Askeri alanlarda ibadetler yapılır, güvenlik sağlanır, emir-komuta zinciri geçerlidir. Sivil hayatta ise ortaklık kuralları getirilir, arz ve talep kanunları çalışır. Herkes kendi işini kendi özgürlüğü içinde yapar. Herkes Müslim’dir. Müminler ise kendi istekleri ile mümin olurlar ve komutanlarını kendileri seçerler, değiştirebilirler ama değiştirmeden önce kayıtsız şartsız komutanlarına tabidirler. Komutanları “Öl” derse ölürler. Böylece iki başbakanlık önerilir. Biri diğerine karışmaz. Siviller ile askerler eşit seviyededirler, onların arasını hakem başkan dengeler.
- Aşağıdaki kavramları karşılaştırınız.
- كون-حرم
كَوْن bizim dışımızda kendiliğinden oluşan olayları ifade eder. حَرَم ise bizim kendi aramızda kendimize karşı oluşturduğumuz kuralların uygulandığı alanı ifade eder. Yani beldelerin dışındaki alanlar كَوْن, belde içindeki alanlar حَرَم dirler. Devletin anayasası var, ilin anayasası var, bucağın anayasası var, insanlığın da anayasası var. İşte bu anayasalar birbirleriyle iç içedirler. كَوْن ve حَرَم ilkeleriyle bağlıdırlar. İç işlerinde kendi yasaları, çevreyle ilişkilerinde ise merkez anayasası uygulanır. Bu kuralı bize bu ayet öğretir.
- عبد-ءمر
Emretmek demek, şeriatça tespit edilmiş bir fiilin yerine getirilmesinde beraberliği sağlamak demektir. Üretimin olabilmesi ve birlikte yaşayabilmemiz için uyumlu çalışmamız gerekir. Bu da ancak yetkili kılınan kimsenin bize vereceği emirlere uymamızla olur. “Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ Nisa 4/80) ayeti bunu gösterir. Bu ilişkiye işaret eder.
- كلل-شيء
Kâinat bir bütündür. Biz onları parçalarız, ayrı ayrı varlık olarak düşünürüz ve onlara birer ad veririz. Bu varlıkların ortak adı şey/شَيْء dir. Düşünülmüş manasındadır.
Düşünülen şeyler birleştirilerek yeni bir şey ortaya çıkar. Canlı, bir şeydir. At da bir şeydir. Canlılar içinde at da vardır. At gibi diğer varlıkların birleşmesiyle büyük manadaki شَيْء ortaya çıkar. Mantıkçılar buna cins veya nev’ derler. Yunan mantığı bu anlayışa dayanır. İnsanlık bu mantık içinde düşünebilir. Kur’an bu ayette buna işaret eder.
كُلّ faslı, شَيْء ise cinsi ifade eder.
- الْبَلْدَةِ-الَّذِي
Ayette bu iki kelime marife gelir. Bu kelimelerin başka eşleri yoktur, diğerlerinin eşleri vardır. O halde ayet bu iki kelimeyi eşleştirir. Bunun bir hikmeti olmalıdır. Üstünde düşünmeliyiz. Her zaman bulmamız da mümkün olmayabilir. Şimdilik müteşabih olabilir.
الَّذِي ismi mevsuldur. Marifedir. İsmi fail veya ismi meful manasına gelirالضَّارِب dediğimiz zaman darp eden bellidir ama darp belli değildir. ضَارِبٌ dediğimiz zaman ne darip ne de darp bellidir. مَا ضَرَبَ dediğimiz zaman da darip belli değil ama darp bellidir.ضَرَبَ الَّذِي dediğimiz zaman hem darip hem de darp bellidir.
Beldede hem şeriat kuralları bellidir hem de şeriatı uygulayan insanlar örgütlenir, kimin ne yapacağı bellidir. Yasalar ve planlar birlikte uygulanır.
İşte الَّذِي ile beldenin bir araya gelmesi bunu ifade eder.
Belde yönetiminde tam bir hukuk düzeni vardır.
- مَا- هَذِهِ
مَا ismi mevsuldür. Yarı marifedir. هَذِهِ de ise iki defa هُ kelimesi kullanılır. هَذِهِ işaret kelimesidir. هُ ise şahıs zamiridir. مَا kelimesi ile eşleştirilerek ‘her beldenin kendi haremleri vardır’ manası çıkarır. Haremlerin farklı olması dolaysıyla nekrelik özelliklerini taşırlar ama her beldenin haremleri marifedir. Burada ismi mevsula yani مَا nın yarı marifeliğine işaret vardır. مَا yarı marifedir, هَذِهِ ise yarı nekredir.
- لَهُ- مِنْ
مِنْ ve لَهُ daki لِ harfi cerdirler. مِنْ ibtida-i gaye içindir, لِ intiha-i gaye içindir. مِنْ de fiille etkileşimi yoktur. لِ de ise fiile etki vardır. Başlamak, bitirmek içindir. Bir şey durup dururken başlamaz. Bir sonuç almak için başlanır. İşte bu karşılaştırmada buna işaret eder. Düşünüldüğü zaman bunun derin manası vardır.
Öz Türkçe ile:
“Ben sadece koruduğu bu kentin yetiştiricisine kulluk etmem ile buyruldum. Ne varsa hepsi O’nundur ve barışçılardan olmam da buyruldu. “
Kur’an kelimeleri ile:
“Ben yalnızca tahrim ettiği bu beldenin Rabbına ibadet etmekle emr olundum. Her şey O’nundur ve Müslimlerden olmakla emr olundum.”
إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (91)
***
وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنْذِرِينَ (92)
Va EaNEaTLuVa eLQuREAvNa FAMaNı iHTaDAy FaEinNASMAv YaHTaDIy LiNaFSiHIy Va MaN DalLa Fa QuvL EinNaMAv EaNa MiNa El mÜNÜaRIyNa
“Ve Kur’an’ı tilavet etmek de (emredildi). İhtida eden yalnız nefsi için ihtida etmiş olur ve kim dalalet ederse ‘Ben sadece münzirlerdenim.’ diye kavl et.”
وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنْذِرِينَ |
أَتْلُوَ ضَلَّ يَهْتَدِي اهْتَدَى | نَفْسِهِ قُلْ | الْقُرْآنَ الْمُنْذِرِينَ | أنَا أَنْ | مَنِ مَنْ مَا مَا | إِنَّ إِنَّ مِنَ لِ | وَ وَ فَ فَ فَ |
(2+2) +2+2+2+(2+2) + (2+2) + (2+2+1)=23=16+8-1 |
ضَلَّ -أَتْلُوَ يَهْتَدِي- اهْتَدَى نَفْسِهِ- قُلْ الْقُرْآنَ- الْمُنْذِرِينَ أنَا- أَنْ مَنِ- مَنْ مَا-مَا إِنَّ- إِنَّ مِنَ- لِ وَ- وَ |
- وَأَنْ deki وَ nereye atfeder?
Ayrı ayetle atfettiğine göre أَنْ أَعْبُدَ nin atfedildiği yere atfeder. “Müslimlerden olmam emredildi” ifadesine atfetmez.
İnsanların iki görevi vardır. Biri mevcut şeriat düzeninde mevcut hayat düzenini sürdürmektir. Onun için gerekenleri yapmaktır. Bundan önceki ayette bunu ibadet ile ifade eder. İnsanların ikinci görevi ise bilgilerini ve araştırmalarını arttırmak için çalışmalarıdır. Bu sayede uygarlaşma mümkün olur.
Filozofların düzeninde, teknik düzende gelişme olur. Müspet ilmin verileri içinde yeni projeler üretilir. Sanayi inkılapları olur. Peygamberlerin düzeninde ise hukuk üzerinde araştırmalar yapılır ve hukuk düzeninde inkılaplar gerçekleşir.
Bugün Batı teknik uygarlıkta en üst seviyeye ulaşmış bulunur. Çökmeye başlamıştır. Çünkü yeni teknolojinin ortaya koyduğu bugünkü sanayi ve ticari uygarlığın sorunları artık binlerce sene önce oluşmuş tarım dönemi hukuku ile çözülemez.
Bizim şimdi görevimiz teknik inkılapları yapmak değil, Batı’nın tekniği içinde Kur’an düzenini ortaya koymaktır ve bu ayet Allah’ın bize Kur’an’ı tilavet etmemizi emrettiği ayettir.
Bu seminerlere 20 seneden fazladır devam ediyor ve işte Allah’ın bu emrini yerine getiriyoruz. Bu seminerlere devam eden insanlar bu ayetin emirlerini yerine getiren insanlardır.
2. Birinci ayetteki أَنْ‘lerle bu ayetteki أَنْ neden ayrı ayetlerde zikredilir?
Ayrı ayet olarak getirilerek atfın Müslim olmaya değil, ibadet etmeye olduğunu belirtmiş olur. Yani biz önce mevcut olan İslam şeriatı içinde mümkün olduğu kadarıyla ibadet edeceğiz, kötü düzende iyi işler yaparak değil, kötü düzende iyi düzeni getirmek için çalışarak iyi iş yapmış olacağız.
İbadet ile tilaveti birbirine bağlamak için ayrı ayette أَنْ getirilir.
3. Kur’an’ı tilavet etmekle Kur’an’ı kıraat etmek arasında ne fark vardır?
Kur’an’ı kıraat etmek demek, Kur’an’ın kendisini, sözlerini aktarma demektir.
Kur’an’ı tilavet etmek demek, Kur’an’ın ışığını aksettirmek demektir.
Kur’an güneşse, ışık da içtihat ve icmalardır ve o içtihat ve icmaların örneklerini vererek fiilen gösterilmesidir. Akevler’in dışında yeryüzünde Kur’an’ın emirlerini uygulayarak oluşturdukları bir kuruluş yoktur. Hepsi Kur’an’ı kıraat ediyorlar ama tilavet etmiyorlar yani uygulamıyorlar. Bu bakımdan bizim işimiz zordur. Bu seminerlere devam etmek ve Yalova’da uygulamaları yapmak bizim için farz-ı ayın olmuştur. Görevimizin büyüklüğünü ve ağırlığını bilerek hareket etmek zorundayız. Sonunda başaracağız ama biz değil O yapacak, biz yapmış gibi görüneceğiz. Başaracağımızdan bunun için eminiz.
“Kıraat etmek demek Kuran’daki ayetleri tasnif ederek, gruplandırarak analiz yapmak ve bu analiz sonucunda uygulamaktır. Tilavet yansıtma demektir. Kuran’ın metnini doğrudan okumak veya ezberden okumak tilavettir. Lütfi Hocaoğlu”
4. Burada neden tilavet (أَتْلُوَ) getirilir?
Surenin sonunda üçüncü binyıla geçişin temel noktasına işaret eder ve bize ‘seminerlere devam edin’ emrini vermiş olur.
- Kur’an/ الْقُرْآنَkelimesi marife olduğuna göre özel isim midir?
قُرْآن ismi fail anlamında sıfatı müşebbehedir. ‘Okunan’ manasından çok ‘toplayan’ manasındadır. Değişik peygamberlerin getirmiş olduğu şeriatların tümünü içinde toplayan bir kitaptır. Tüm devirlere ve tüm topluluklara hitap eder.
Biz Kur’an’ın uygulamasının bir örneğini vererek tilavet edeceğiz. Kur’an’ın kelime olarak adı alem olmuş oluyor. Yani özel isimdir. Ne var ki قُرْآنٌ Muhammed/مُحَمَّدٌ gibi tenvinli kelime olarak isim olmuştur. O zaman الْقُرْآن olarak alem olmaz, الْقُرْآن olarak alem olmuşsa o zaman da nekresi alem olmaz. Kur’an kelimesi bu yönüyle incelenmelidir.
Biz قُرْآن’ı alem olarak anlıyoruz ve Kur’an metninin tilavet edilmesi şeklinde bu ayeti yorumluyoruz. 1. Kur’an uygarlığını kuranlardan farklı olarak Kur’an’ın dışındaki bütün delilleri Kur’an’da kaynağını bulursak kabul ediyoruz. Mütevatir de olsa Kuran’ın metnine dayanan hadisleri doğru kabul ediyoruz ama bizim sorunlarımızı değil onların sorunlarını çözen bir hadis kabul ediyoruz. Buna örnek olarak recim hükümlerini alabiliriz, vasiyet hükümlerini alabiliriz. Bu kural bizi bu ayetle teyit ediyor. Kur’an’dan istidlal ettiğimiz şeriatı anlatma ve uygulama durumundayız.
- Biz insanlığa Kur’an’ı nasıl tilavet edeceğiz?
Bin Dil Üniversitesi ile bunu yapacağız. 100 lojmanlı işyeri apartmanları ile yapacağız. Her apartmanın her katında dünyada konuşulan dillerden birini konuşan kimseleri yerleştireceğiz. Bodrum katlarında işyerlerimiz olacak, kendi ülkelerinin mallarını bu katlarda satacaklar, Türkiye’den aldıkları malları ülkelerinde pazarlayacaklar. Buradan elde ettikleri kârla geçimlerini sağlayacaklardır. 10 sene gibi bir müddette Kur’an Arapçasını öğrenecekler ve kendi dillerindeki eserleri Kur’an Arapçasına çevirecekler, Kur’an Arapçasında yayınlanan eserleri de kendi dillerine çevireceklerdir. Kur’an üzerinde yayınlanmış dünyadaki bütün eserler Kur’an Arapçasına çevrilecek, buradan da bütün dillere çevrilmiş olacaktır. Böylece Kur’an bütün dünyaya tilavet edilmiş olacaktır.
- Kendilerini Kur’an’ın hizmetlisi olarak görenler bu emri nasıl yerine getirecekler?
Önce semt kooperatiflerini kuracağız. Altın bonosunu çıkararak kredileşme ortaklığını kuracağız. Bir de arsaları alıp ortaklık sistemi içinde imar etmeyi sağlayan arsa ortaklığını kuracağız. Bir örnek semti oluşturduktan sonra bu semtin bölünerek çoğalması yoluyla Kur’an düzeni yaygınlaşacaktır. Bu arada Bin Dil Vakfı’nı kuracak ve dil semtleri oluşturacağız.
Bu plan birkaç asır içinde gerçekleşecektir.
Biz planı yapıp imkânlar oluştukça uygulamaya çalışmakla yükümlüyüz. Ne zaman ve nasıl sonuç elde edileceği gaybi bir olay olduğu için biz sonuçlar üzerinde durmayacağız.
- فَمَنْ deki فَ neyi ifade ediyor?
Gerek ibadet emri gerekse Kur’an’ı tilavet emri bir haber cümlesidir. “Ben böyle emir olundum.” diyor. Ondan sonra bir cümle şart cümlesi olarak hazfedilir. “Ben bana verilen emirleri yerine getiriyorum, size tebliğ yapıyorum ama ondan sonra benim görevim biter, size kalır. Siz isterseniz ihtida edersiniz, isterseniz dalalet edersiniz. Ben ona karışmam. O sizin bileceğiniz iştir. Çünkü kim ihtida ederse kendine ihtida etmiş olur.” diyor.
İşte buradaki فَ hazf edilmiş olan cümlelerin beyan Fa’sıdır.
- Bugün ihtida edenler kimler olacak?
Nuh Peygamber gemi yapmış, insanları çağırmış, gemiye binenler ihtida etmişlerdir.
Biz de 100 lojmanlı semt apartmanları kuracağız ve insanları oraya taşınmaya davet edeceğiz. Kolay geleceklerini sanmayın. Biz İzmir Akevler’de bu amaçla apartmanlar yaptık, birçok kimse ve özellikle de tarikat mensubu insanlar bize katıldı. Evleri yaptık ama sonra eşleri gelmediği için Akevler’e taşınamayanlar oldu.
Biz bile 5-10 kurucu kimseler olarak eşlerin direnci ile karşılaştık. Belli bir uğraştan sonra onları ikna edebildik. Zorlamadık, zorlamadan ikna ettik.
Evet, 100 lojmanlı işyeri apartmanlarını yaptığımızda da o apartmana taşınmayacaklar, hatta taşınanlar ayrılıp geri gidecekler ama sonunda taşınanlar refah içinde olacak, taşınmayanlar ise sıkıntıya girecek ve sonunda taşınanlar taşınacak, taşınmayanlar da gidecekleri yerlere gideceklerdir.
- “Sadece kendi nefisleri için ihtida ederler” diyor, bunun anlamı nedir?
Biz İzmir’de 50 sene evvel kooperatifi kurduğumuzda çok ucuz bir fiyatla 20 dönümlük yer aldık. 4 arkadaş finanse etmeyi kararlaştırdık. Ortaklardan birisi ağabeylerine sorarak, “Ben ortak olurum ama 20 dönümlük yerin dörtte birinin yani 5 dönümünün tapusunu bana verirseniz ortak olurum” dedi. Biz de vermedik ve o ortaklık kurulmadı. Sonra Prof. Dr. Ahmet Tahir Satoğlu ile kooperatifi kurduk ve ortakların küçük küçük katkıları ile yeri aldık. Şimdi Akevler Sitesi o yerde kuruludur. Ortaklarımıza kâr ettirdik. Taşınmayan ortakların katkıları olmuştur ama onlara kâr da ettirdik.
Muhammed Peygamber de ganimeti taksim ederken müminlere az ama kazanç için katılanlara çok pay verir, itiraz ederler “Savaşan biz kazanan onlar” derler. Muhammed Peygamber “sizin asıl payınız ahirette, cennettedir, bunların ise bütün alacakları bu, onun için onların hakkı bize geçmesin” der.
Bugünkü durumumuz budur. Biz gecemizi gündüzümüzü bir ederek çalışacağız. Asgari pay alacağız ama kazanacağız. Kazancı da Yalova’ya taşınmayanlara bölüştüreceğiz. Yalova’ya taşınanlar üçüncü binyıl uygarlığını kuracaklar ve ahirette de dereceleri yüksek olacaktır. Yalova’ya taşınmayıp bizde ortak olanlar kazanacaklar, ahirette de bize ortak oldukları için cennete gidecekler. Cennetteki yerleri taşınanlar kadar olmayacaktır.
Bunları ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor.
- Zorla Kur’an düzenini uygulama caiz midir?
Kur’an “ihtida eden kendi nefsi için ihtida eder” diyor. Bu ihtida eden kimseler yalnız müminler değildir. Müminler hidayeti ortaya koyarlar. Müslimler ise ortaya konmuş hidayete uyarlar. Hidayetten herkes yararlanır. İnsanları bize katılmaları için onları zorlamak caiz değildir. Sağlayacağımız çıkar için bize katılacaklar. Evet, biz çıkarcıyız. Çıkarımız varsa o işte varız. Çıkarımız yoksa o işte yokuz. Sermaye’nin talep ettiği ‘Siz zarar edin, biz kazanalım, o zaman siz iyi insan olursunuz’ gibi uydurma kuralları uygulamıyoruz. Bir farkımız var, çıkar paralelliği farkı. Herkesin çıkarı olan bizim de çıkarımız olan işleri yaparız.
- Bu ayette yerinden yönetime nasıl işaret vardır?
Buradaki مَنْ kelimesini kişi olarak aldığımız gibi topluluk olarak da alabiliriz. Bir aşiret ihtida ederse kendisi için ihtida etmiş olur, bir bucak ihtida ederse kendi çıkarı için ihtida etmiş olur; il böyle, devlet böyle. Kişiye baskı yapma yetkimiz olmadığı gibi bucaklara, illere ve ülkelere de baskı yapma yetkimiz yoktur. Yani ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler kendi iç işlerinde tamamen serbesttirler. İster Kur’an düzenini ister Tevrat düzenini isterlerse de komünizmi kabul ederler. Kendileri bilir. Biz insanlık olarak sadece uyarırız. Zorlamayız.
Ben bunu “İslamiyet ve Günümüzün Meseleleri” isimli kitabımda yazdım. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde muhakeme oldum, mahkeme “Komünistlik propagandası yapıyor.” diye kitabı mahkûm etti. Düşünün, Müslümanlar kendi köylerinde Müslümanca yaşasınlar diyorum, komünistler de kendi köylerinde komünist olarak yaşasınlar diyorum, o günkü mantık içinde suçlu oluyorum ama bugün komünist partisi var, İslam partileri de vardır.
İşte o günlerden bugüne geldik, 50 sene sonra da Adil Düzen içinde olacaksınız.
- Bu ayetin ifadesiyle vergilerin beyana göre verilmesi kuralı arasında bir ilişki var mı?
Adil Düzen Anayasası’nda vergilerin beyana göre verileceği, beyan yanlış olsa da takip edilip icra yoluyla tahsil edilemeyeceği yazılıdır. Bu, ayetin koyduğu kuralın bir uygulamasıdır. 1. Kur’an uygarlığını kuranlar bunu doğru anlamışlardır. Öyle düzen kuracaksınız ki, insanlar çıkarları olduğu için vergi versinler. Bir defa malların vergisi ödenmiş ise sigortalanır. Bunun dışında ödedikleri vergiye göre su, elektrik paylarını alırlar. Ödedikleri vergiye göre faizsiz işletme kredisini alırlar. Şeriat düzeninde faizin yerini vergi alır. Bunun dışında işletilmeyen yapılar kamu tarafından istimlak edilir. Çünkü toprak kamunundur, işletilmediği takdirde kamu zarar eder. Ancak gelir getiren işletmelerin tesisleri hakemlerin kararıyla istimlak edildiğinde, o tesislerin bedeli de o tesislerin ödediği vergiyle orantılıdır. Şeriatta insanlar vergi kaçırmakla uğraşmazlar, tam tersine fazla vergi vermek isterler ki bu imkânlardan yararlanabilsinler.
- وَمَنْ deki وَ nereye atfediyor?
فَمَنْ deki مَنْ in atfedildiği yere atfediliyor. Yani أَتْلُوَ ye ta’lik ediliyor.
- Hidayete karşı dalaleti zikretmiş. Dalalet nedir, hidayet nedir?
Bir yolcu yola çıktığı zaman çöllerde, yaylalarda yol alırken nasıl gideceğini bulamaz. İşaret taşları konur, o taşları takip ederse gideceği yere varır. Bu hidayettir. Yani insanın gayesine ulaşması anlamındadır. Eğer bu işaret taşları kaybolmuşsa ya da kişi işaret taşlarına dikkat etmiyorsa, o zaman çölde veya yaylada bir tarafa sapar ve artık varacağı yere varması imkânsız hale gelir. Buna da dalalet diyoruz.
- “Kavl et” diyor, ihtidada “kavlet” demiyor, burada diyor neden?
Kişiler ihtida etmişlerse onlarla beraber oluyor, birlikte Kur’an’ın gösterdiği yolda yolculuğa devam ediyoruz. Artık onlara söyleyeceğimiz bir söz yok. Onlar bize eşittir.
Yalova’daki ortaklara söylüyorum, sizinle benim aramda fark yok. Siz de artık benim gibi müminsiniz, aynı haklara ve yetkilere sahipsiniz. İşçilik döneminde olduğu gibi birilerinin diğerlerine emretme yetkisi yoktur. Eşit şartlar altında yapılan sözleşmelere uyulacaktır. Onun için ihtida edenler hakkında قُلْ söz konusu değildir. Hâlbuki burada dalalet edenlere karşı bizim fiili olarak yapacağımız bir şey yoktur. Sadece duymak isterlerse söyleyeceğimizi söyleriz. Onun için burada قُلْ kelimesi getirilir.
- Münzirler/الْمُنْذِرِينَ kurallı çoğul getirilir, kimlerdir bunlar?
Münzirler Kur’an’a kadar Allah’ın seçtiği peygamberlerdir. Kur’an’dan sonra münzir olanlar kendi kendilerini peygamber vekili kabul eden müminlerdir. Demek ki Kur’an’ı tilavet eden yani okuyup uygulayan kimseler aynı zamanda münzirdirler. Yani siz bu seminerleri okuyan kimseler çevrenizdeki insanlara Kur’an’ı tilavet etmelerini tavsiye edeceksiniz. İnsanların iki görevi var, Kur’an’ı tilavet etmek ve tebliğ yapmak. Ayet buna işaret etmektedir.
- Bugünkü düzende bu münzirler kimlerdir?
Bugünkü münzirler matematiği öğrenerek Batı ilimlerini kavramaya çalışanlar ile Kur’an Arapçasını öğrenerek Kur’an’ı anlamaya çalışanların ortak olarak oluşturdukları semt kooperatifleri kurucularıdır.
- Aşağıdaki kavramları karşılaştırınız?
- تلو-ضلل
“Tilavet etmek” demek, güneşin ışığını yeryüzüne aksettirmek demektir. Tam aydınlık yoktur ama yeteri derecede aydınlık vardır. Eğer ay ışığı yoksa ortalık karanlıktır ve insanlar yol bulamaz, dalalet içinde olurlar. İçtihat sistemi ay ışığına benzer, ortalığı tam aydınlatmaz, geceyi gündüz yapmaz ama işleri görecek kadar aydınlığı oluşturur. Zanni delil olan içtihatlar da böyledir. İçtihatsız dünya kapkaranlıktır.
- نفس- قول
نَفْس insanların beyninde oluşan ve kendisinden başka kimsenin bilmediği duyguları ve düşünceleri taşıyandır. قَوْل ise bu beyinde oluşan bilgiler ve isteklerin ifade aracıdır. Ben sizin ne düşündüğünüzü bilemem ama söylediğiniz sözlerle ne kastettiğinizi bilebilirim. O halde kavl nefsin ifade aracıdır.
- نذر-قرء
“Nezretmek” uyarmak demektir. Kendi dilinle ona olacakları anlatırsın. Yahut bir belge ile gidersin, belgeyi verirsin. O belgenin içinde nezr vardır, uyarma vardır.
Yalnız başına Kur’an, yalnız başına elçi yeterli değildir. Siz yazılı belge tanzim edeceksiniz, kendiniz gideceksiniz, yazılı belgeyi vereceksiniz ve aynı zamanda anlatacaksınız ama burada bir kural vardır. Önce belgeyi verirseniz, kişi onu okur, yine kavramlarını bilmediği için anlayamaz, birden reddeder, sonra sizin konuşmalarınızı dinlemez. Onun için önce mektup vermeyeceksiniz. Önce anlatacaksınız, sonra da yazılı olarak takdim edeceksiniz.
İşte Kur’an bu ayetle bizi bu hususlar üzerinde düşünmemeye davet ediyor.
- أَنْ- أَنَا
أَنْ mastar harfidir. أَنَا ise insanın kendisine işaret eden zamirdir. Mastar bir fiilin kelimesidir. Fiil demek onun bir yapanı var demektir. Yapanda tekil olabilir, gaip veya muhatap olabilir. Kur’an insana, kendisinin yapabileceği şeyleri söylemesini ve yapmaya çalışmasını emreder. Başkalarının yapacağı şeylerle dolayısıyla ilgilenir. Siz de önerilerde bulunurken “Ben bunu yapmak istiyorum, bana yardımcı olun.” diye öneride bulunacaksınız. Kimseye “Sen bunu yap.” diye öneride bulunmayacaksınız. Yapmamada durum böyle değildir. Sen yapmayacaksın ama başkası yapıyorsa ona da “Yapma” demeyeceksin. İşte أَنْ ve أَنَا bize bunları düşündürüyor.
- لِ- مِنْ
Daha önce açıklamıştık. مِنْ başlangıcı ifade eder, لِ gayeyi içerir. Her başlangıç bir gaye içindir, meşhur sebep-sonuç kuralını ifade etmektedir.
Öz Türkçe ile:
“Ve Kuran’ı da aktarmam da (buyruldu). Kim yol bulursa yalnızca kendisi için yol bulmuş olur ve kim şaşarsa ‘Ben sadece uyaranlardanım.’ de.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve Kur’an’ı tilavet etmek de (emredildi). İhtida eden yalnız nefsi için ihtida etmiş olur ve kim dalalet ederse ‘Ben sadece münzirlerdenim.’ diye kavl et.”
وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنْذِرِينَ (92)
***
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (93)
Va QuvLi eLXaMDu LielLAvHı SaYuRiKuM EAvYAvTiHIy Fa TAGRiFUvNa HAV Va MAv RaBuKa Bi ĞAvFiLin GanMAv TaGMaLUvNa
“Ve ‘Hamd Allah’ındır, yakında ayetlerini size gösterecektir. Onları örf edeceksiniz. Rabbin amel ettiklerinizden gafil değildir.’ diye kavlet.”
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (93) |
قُلِ يُرِيكُمْ تَعْرِفُونَهَا تَعْمَلُونَ | غَافِلٍ الْحَمْدُ | لِلَّهِ سَ | آيَاتِهِ رَبُّكَ | مَا مَا | عَنْ لِ بِ | فَ وَ وَ |
(2+2)+(2+2)+2+(2+3+3)=18=16+2 |
قُلِ- يُرِيكُمْ تَعْمَلُونَ - تَعْرِفُونَهَا غَافِلٍ- الْحَمْدُ آيَاتِهِ- رَبُّكَ مَا- مَا لِ- بِ وَ- وَ فَ- عَنْ |
- Buradaki وَقُلْ deki وَ nereye atfediyor?
“Ben münzirlerdenim”deki kavle atfetmiş olmaktadır. Ayrı bir ayet olarak atfetmiş olması ve قُلْ kelimesinin tekrar edilmiş olması muhatapların değişmiş olmasından ileri gelir. Bundan önceki ayette dalalet etmiş olan kimselere söylenirken şimdi bütün insanlara söylenir. مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ‘deki ifade de böyledir.
Allah bize söylüyor, biz de her birimiz de çevremize söylemekle yükümlü oluyoruz. O halde بِالْحَسَنَةِ‘den evvel hazf edilmiş bir قُلْ var demektir. Burada وَقُلْ demekle bütün söylenenleri aynı zamanda herkese söylemekle görevli olduğumuzu da ifade etmiş oluyor.
Bununla beraber çok gerilere giderek قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ ayetindeki (69. ayet) قُلْ‘a atfetmiş olabilir. Orada “Arzı dolaşın ve mücrimlerin sonu ne oldu görün,” deniyor. Şimdi de “Size ayetlerini gösterecek.” diyor. Birinci söyleneni bundan 2 asır önceden başlayarak bugüne kadar yapmışlardır. Arkeolojik araştırmaları bu emre uygun olarak yapmışlardır. Şimdi de yeni bir haber vermektedir. İnsanlar arkeolojik çalışmaları yaparak pek çok tespitler yapmışlardır. Birçok tabletler okunmuştur. Ama henüz bu çalışmalar tamamlanmış değildir. Okunamayan yazılar da vardır. Okunduğu halde manaları çözülemeyen yazılar da vardır. O günkü teknik imkânlarla bundan fazlasını yapmak zordu. Ama bugün bundan birkaç sene öncesinde bilgisayar tekniği çok gelişmiştir. Artık kazılar yaparak yeni belgeler ortaya çıkarmanın yanında mevcut belgeleri sınıflandırma, Kur’an Arapçasına tercüme etme, dolayısıyla tüm dillerin anlayabileceği hale sokma ve ona göre yeni tarih oluşturma dönemine girmiş bulunuyoruz.
Bu ayet bize bu müjdeyi vermekte ve göreve çağırmaktadır.
2. Sure “Tilavet et ve kavil et” diyerek biter. Tilavet ile kavil arasındaki ilişki nedir?
Ayrı ayet olarak geldiğine göre قُلْ, “emr” olunmaya atfedilmiş olabilir. O zaman أَنْ أَقُولَ şeklinde mana verebiliriz. Orada tilavet, burada kavil vardır. Kavil sadece sözdür. Tilavet ise göstererek de meramı anlatmadır. “Tilavet et ve göster, sonra söyle” diyor. Yani yapmadan, göstermeden söyleme yerine yaptıktan, gösterdikten sonra söyleme emir olunur.
3. Emir kimedir, kimlere söylenir?
Emir şeriat düzenini benimseyen ve getirmek isteyen herkese, özellikle Kur’an’ı kendilerine rehber edinenlere söylenir, onlara emredilir. Her birine ayrı ayrı emredildiği için müfret gelir.
4. Tilavet ile kavil birbirinden nasıl ayırılır?
“Tilavette” uygulama da vardır. Yani göstererek anlatmayı da içeriğine alır.
“Kavilde” ise sadece söyleme vardır.
Hukuk düzeni tilavete değil, kavle dayanır. Haklar insanlar arasında doğar ve tek kaynağı kavildir. Gerçi akrabalık, yakınlık ve emek de hukukun kaynağıdır ama bunların hepsi kavil ile ifade edildiği zaman hukukun konusu olur. Onun için fıkıhta olaylar delil değildir, olayların ifade edildiği kaviller delildir.
5. “Hamd Allah’ındır” diyor, nedir anlamı?
Fatiha’nın yorumunda da anlattığımız gibi حَمْد kelimesinin manası karşılıksız oluşan değerlerdir. Yani birilerinin emekleriyle değil, kendiliğinden ortaya çıkmış değerlerdir. Bu değerler, Allah’ın düzeni ona göre kurmasıyla oluşmuştur.
Bir yol yaparsınız, onu yapan kimsenin yürümesi içinse burada hamd yoktur. Çünkü bir kimse verdiği emeği kadar yararlanır. Ama aynı yol üzerinde bir ikinci kişi yürürse, o zaman iki misli yararlanılmış olur. İşte bu ikinci yararlanma hamttır. Artan değerdir.
Kapitalistler bu artan değerin, yolun yapılmasında harcama yapanın hakkı olduğunu söylerler. İşçiye ücreti verilir. Yani 1 misli verilir, 1 misli de sermaye sahibine ait olur.
Sosyalistler ise artan değerin bu işi yapan işçiye ait olduğunu söylerler. “Kimler yapmışsa onlar yürür. Kalan da yöneticilere aittir.” derler.
Biz de diyoruz ki, bu artan değer emeksiz elde edildiği için yeri göğü var eden Allah’ındır. O bu düzeni kurmuştur. O da bu artan değeri kendisinin halifesi olan topluluğa bırakmıştır. Topluluk ondan yararlanır. Böylece İslam düzeninin temel kuralını ortaya koymuştur. Bunu sağlayabilmek için de şeriat düzeninde ortaklık sistemi getirilmiştir.
Surenin sonunda “Elhamdülillah/الْحَمْدُ لِلَّهِ” ifadesi ile şeriat düzeninin esasını bildirmiş olur ve bize de bunları ve bu ilkeyi insanlığa anlatma görevi verilmiş olur.
- Burada سَ gelir, neyi ifade eder?
Genel olarak kabul ettiğimiz kuralda, سَوْفَ gelirse ahirete işaret eder, سَ gelirse dünyaya işaret eder. Ayrıca eğer bir olay anlatılıyorsa, o olaydan sonra yakın zamanda olacak bir olay da anlatılacaksa, o zaman سَ harfi kullanılır. Yani biz Kur’an’ı tilavet eder ve gereken inzarı yaparsak, onun arkasında gelecek olanı سَ harfiyle bildirmektedir. Her zaman beyan ettiğimiz gibi eğer bugün olacaklar olmuyorsa, semt kooperatifleri kurulmamışsa, semt kooperatiflerine taşınmayanlar helak olmuyorsa bu, bizim daha görevlerimizi yapmamış olmamızdan ileri gelmektedir. Biz çalışır Adil Düzen’i örnekleriyle insanlara arz edersek, o zaman sonuç elde edilecektir.
- Hidayette رَبّ burada ise اللَّه kelimesini zikreder. Rabbin anlamı nedir?
رَبّ kelimesinde Allah dünyadaki eğitici sıfatıyla ifade edilir. Kendisinden değil, dayanışma sorumlularından söz eder. Burada ise doğrudan doğruya اللَّه kelimesi geçer. Allah ayetlerini gösterir, kendi çalışmaları ile değil, Allah’ın beklenmedik iradesi sonucunda oluşur. Onun için Allah’ı zikreder ve o Allah’ın hamd sıfatıyla göstereceğini beyan eder.
- “O ayetleri tanıyacaksınız” diyor. Bu ne demek?
“Gösterecek” der. Sonra da فَ harfi ile “Siz onları tanıyacaksınız”; “Tarif edeceksiniz” diye ekler. Yani gelecekte insanların Adil Düzen’i anlayacakları, Allah’ın onlara anlatacağı ifade edilmiş olur.
Öyle olaylar cereyan edecektir ki ortaklık sisteminde söylenenlerin dışında çıkar bir yol olmayacağını görecekler ve şeriat/hukuk düzenini tasdik edeceklerdir. Korkularından veya çıkarlarından dolayı değil, kanıtlarını gördüklerinden dolayı Kur’an’ın şeriat düzenini bilecekler, anlayacaklardır. Bu da bize büyük bir müjdedir, üçüncü binyıla insanlığın inanarak geçeceğinin müjdesidir.
İnsanlar yeni düzeni hep inanarak kabullenmezler. Çıkarları veya korkuları onları kabule zorlar. Bu kabul gerçek kabul değildir. Fırsat buldukça geriye dönerler. 1400 sene evvel ezan okunmuştur, hala okunur. Çünkü insanlar onu maruf olarak kabullenmişlerdir. Oysa Mustafa Kemal ezanı silah zoruyla Türkçeleştirmiştir. İnsanlar 20 seneye yakın sanki kabul etmişler gibi Türkçe okumuşlardır. Ama Adnan Menderes ilk fırsatta bir kanun çıkarmış, isteyen Arapça isteyen Türkçe okusun denilmişse de bir tek müezzin bile minarede “Tanrı uludur” şeklinde okumamıştır. Kanun yürürlüğe girer girmez hepsi “Allahu Ekber” demiştir.
İşte, zorla kabul ettirilenle inandırılarak kabul ettirilen arasında bu fark vardır.
- وَ harfi ile atfederek Rabbin diyor; Allah ile Rab kelimesini karşılaştırınız.
Bir düzen o anda mevcut kurallarla yönetilir. Kâinatı Allah sünnetullah içinde yönetir. Topluluklar da mevcut kanunlarla yönetilir. Ama Allah kâinatı durağan olarak yani statik olarak yaratmamıştır. Kâinat evrimleşir, insanlık da uygarlaşır. Kâinatı var etme ve kâinatı mevcut düzen içerisinde yönetme, onu uygarlaştırma Allah’ın iradesidir, fiilidir. “Allah” kelimesi deyince, bütün bu olanları yapanı kastetmiş oluruz. Ancak Allah için durağan bir kâinatın bir gereği yoktur. Çünkü O’nun buna ihtiyacı yok. O’nun ihtiyacı O’nun tanrılığını gösteren şuurlu varlıkları var etmesindedir. Yani Allah, Allahlığını ancak onlarla gösterir. Bu da evrim içinde olmayı gerektirir. İradeli varlıklar olmalıdır ki Allah’ın ilahlığını bilsinler. Demek ki Allah’ın gayesi evrimdir, Rab’lıktır. Bundan dolayıdır ki Allah’ın en çok zikredilen sıfatı Rab sıfatıdır. İşçilik döneminden ortaklık dönemine geçme de işte bu Rab sıfatının tezahürüdür.
- Buradaki مَا ne Ma’sıdır?
Buradaki مَا olumsuzluk مَا sıdır. Türkçede olduğu gibi Arapçadaki مَا kelimesi hem mastar hem de olumsuzluk anlamındadır.
- Buradaki وَ ne Vav’ıdır?
Hal vavı olarak alabiliriz. “Size gösterecektir, çünkü Rabb’ınız sizin amellerinizi gözetlemektedir.” denmiş olur.
- Gafil olmak ne demektir?
Gaflet içinde olmak, geleceği görmemek, olayların farkında olmamak demektir.
- Allah gafil ile neye işaret ediyor?
“Ayetlerini size gösterecek, siz de onu tanıyacaksınız” diyor ve ondan sonra da “Amel ettiklerinizden gaflet içinde değildir” diyor. Gaflet, aslında bilirsiniz ama hatırınıza gelmez. O kadar başka konular üzerine dalarsınız ki esas konuyu unutursunuz.
Sermaye bu oyunu çok oynar. Konular icat eder, insanların görüşlerini oraya yöneltir ve kendi bildiğini onların gafleti içinde uygular. Böylece işleri yürüttüğünü sanır. Hâlbuki Allah buna izin verir. Bunu yapanları gaflet içinde bırakır. Çıkmaz yolları çıkar olarak görürler ve çıkar yolları aramazlar. Çünkü Allah ihtida edene hidayet eder, hidayeti istemeyenlere hidayet etmez. Allah’ı gaflet içinde sananlar kendileri gaflet içindedirler.
Kur’an’a inanan birçok kimsenin Kur’an’ın yolundan değil de şeytanın yolundan yürümesi onların gaflet içinde olmalarından dolayıdır. Allah’ı gafil zannedip fırsattan istifade ederek şeriatın dışına çıkma cesaretleri buradan gelir. Allah bu son ifadeyle bugünkü insanların Allah’ı gafil sanmalarını hatırlatır.
- Sure amel ile bitiyor. Biraz önce de amel ile biten ayet vardı, ne anlatmak istiyor?
İnsanları meşgul eden zaman zaman değişik konular vardır.
Günümüzü meşgul eden konu da ameldir, üretimdir. Peygamberler o devrin halkını meşgul eden konularda mucizelerini göstermişlerdir. Biz de bugün, bugünkü sorunları çözecek konuda Kur’an’ın mucizesini göstermek durumundayız.
Bugünkü insanlar 2 şey düşünürler, işsizlik ve enflasyon. Bunu çözen Allah’ın ayetlerini göstermiş olur. Böylece ayet diyor ki; Adil Düzen ortaklığına dayanan şeriat düzeni bu sorunları çözer. Kur’an eskiden olduğu gibi şimdi de mucizesini gösterecektir.
- عَمَّا daki عَنْ neyi ifade eder?
عَنْ harfi cerdir. Kendisinden sonra gelen ismi kendisinden önce gelenden ayırır. مِنْ de öyledir. مِنْ ile عَنْ arasındaki fark; مِنْ de ayrılan ayrıldığı yere bir tesir bırakmazken, عَنْ oradan bir şey koparır ve orasını sakatlar. Buradaki مَا ismi mevsuldür. “Amel ettiklerinizden gafil değildir” demek sizi amellerinizde başıboş bırakmaz demektir.
Atölyemizde çalışanlar söylediklerimi yapmadıklarında onları serbest bırakırım. Ne yaptıklarından haberim olmaz, bildiğinizi yapın derim ve yaparlar; atölyeye indiğim zaman hiç beklemediğim şeyleri görürüm. Yani ben onların amel ettiklerinden gafilim demektir.
İşte, “Allah böyle gaflet içinde değildir” demektir. O da benim gibi insanları söz dinlemedikleri zaman serbest bırakır. Onlar da istediklerini yaparlar. Ama Allah benim gibi yapmıyor, onların yaptıklarını takip ediyor, takdirini değiştirecek bir işe kalkışırlarsa müdahale ediyor, “Dur” diyor. “Size verdiğim izin buraya kadardır.” diyor.
Ben kendimi misal olarak anlattım. Ama bütün insanlar benim gibidir. Bir şey yapmak isterler, yapamayınca da bırakırlar. Allah ise böyle değildir. O her istediğini her zaman yapar. Sadece O’nun izin verdiği sınırlar içinde insanlar istediklerini yaparlar.
- Aşağıdaki kavramları karşılaştırınız.
- رءي-قول
رَأْي insanın beynindeki düşüncelerdir. قَوْل ise onun ifadesidir. قَوْل in başka manası yoktur. Yani reyler yalnız قَوْل ile ifade edilir. Kaviller de sadece reyleri ifade etmek için vardır.
- عمل-عرف
عَرَفَ ‘Tanıdı’ demektir. Yani çevreyi bilmek demektir. Durumu tespit etmek demektir. عَمَل ise iradeli hareketlerdir. عرف projelendirmeyi ifade ediyorsa عمل de uygulamayı ifade etmektedir. Projesiz amel bir işe yaramaz. Amelsiz proje de bir şey ifade etmez.
Biz 50 senedir şeriat projesini hazırlıyoruz. Bugün bu proje oluşmuş durumdadır. Eğer semt kooperatiflerini kurarsak, o zaman irfan ile amel birleşmiş olur ve istenen gayeye varılmış olur. Bugünkü Millî Görüşçüler ve cemaatler proje oluşmadan amel etmeye başladılar ve sonunda istenen olmadı. Tarikatlar da projelerimiz yoktur diye amel etmiyorlar.
İşte o ayette bu hatırlatılıyor. Proje ve uygulama birlikte ele alınmalıdır.
- حمد-غفل
Tasnifte آيَات ve رَبّ zamirlere izafe edilmiş kelimelerdir. Diğer 4 kelime fiildir. 3 kelime kalır. Allah kelimesinin kelimeler içinde özelliği vardır. Kökü olduğu halde müştak değildir. Yani bir kurala göre türetilmiş değildir. Böylece ayette الْحَمْدُ kelimesi ile غَافِلٍ kelimesi birbirine eşleşmiş olur. Biri marife diğeri nekredir. Uzak bir eşleşmedir ama eşleştirilmiştir.
Allah bunlar üzerinde düşünmemizi buyurur. Manası şudur.
Hamd, emek verilmeden dolayısıyla bilinçsiz bir şekilde kendiliğinden oluşur. Dağ başında bir ev yaparsınız, bu evin değeri çok azdır. Daha sonra başkaları da gelir evler yaparlar. Onların gelmesi sizin bilginize ve iradenize tabi değildir. Bir bakarsınız ki orası köy olur. 1 liralık değerdeki plan sayesinde yer 5 lira eder. İşte, hamda layık olan değer böyle bizim bilincimizin dışında oluşan değerdir. Bunun için bu ayette eşleştirilmiştir.
- ربب-ءيي
آيَات ile رَبّ kelimeleri eşleştirilir. Eğitimin temel kuralı öğrenenin aktif olmasıdır. Kişiye biz öğrenme imkânlarını sağlarız. Nasıl öğreneceğini öğretiriz. Soracağı sorular olursa izah ederiz. Ama biz sonuçları ona söylemeyiz. Kendisinin kendi çabasıyla öğrenmesini isteriz. İnsanın kendi kendisinin rabbi yani eğitimcisi olması istenir. İçtihat da budur. İnsan içtihat yaparken Allah’ın halifesi olur ve kuralları koyar. Sonra da O’nun kulu olur, onu icra eder.
رَبّ kelimesi ile آيَات kelimesi bunu ifade etmek için eşleştirilir.
Test usulü imtihan doğrudur ama test usulü tedrisat yanlıştır. Yani biz ders verirken çocuğa evet veya hayır nasıl denilecektir şeklinde öğretmeyeceğiz. Kendisi öğrenecek ve biz onun öğrenip öğrenmediğini soracağımız yeni sorular ile tespit edeceğiz.
- بِ-لِ
بِ sebeptir. لِ ise gayedir. Sebep gaye içindir. Sebepler gayeler için işlendiğinden birbirleri ile sıkı ilişkileri vardır. Ayet bunu hatırlatır.
- فَ-عَنْ
فَ atıf harfidir, عَنْ ise harfi cerdir. İkisinin ortak özelliği, birbirine bağlı olan kelimelerde etkileşimin olmasıdır. فَ sebep Fa’sı olur. عَنْ da ayırdığı yerde etkilere sebep olur.
Harfi cerleri; etkileyen harfi cerler, etkilemeyen harfi cerler şeklinde ikiye ayırırız. مِنْ, إِلَى, فِي حَتَّى harfi cerleri etkilemezler. Buna karşılık عَنْ, عَلَى, لِ ve كَيْ harfi cerleri etkilerler. عَنْ ın etkileyenler arasında olduğunu bildirmek için فَ ile eşleştirilir.
- مَا-مَا
Bu iki مَا dan biri nefiy Ma’sı, diğeri ise mevsul Ma’sıdır. Her ikisi de kelimeyi takyit eder. Birinde مَا getirilerek tahsis eder, diğerinde ise toptan nefyeder. Tahsisin nefiy olup olmadığı usulcüler arasında uzun tartışmalara sebep olmuştur. Hanefilere göre tahsis nefiydir. Burada Hanefilerin görüşü desteklenir.
- سَ-الَّله
سَ fiili muzarilerin başına gelir. Fiili istikbale tahsis eder. Amel etmez.الَّله da tüm kâinatı ve insanları var eden demektir. Bunu da sıfatları arasında “Herkese komşu olur ama kimse ona komşu olamaz” ifadesiyle belirtirler. Allah’ın bu sıfatı, سَ nin hem uzaklaştırma hem de yaklaştırma özelliğinde olmasındandır. فَ den sonra سَ edatının geldiği yerler vardır. فَ takibi, سَ ise yakın geleceği ifade eder. Demek ki سَ nin manası sadece zamanı tahsis etmez aynı zamanda mutlak olacağı da ifade eder. Böylece Allah’ın takdiri üzerinde düşünürken سَ harfinin muzari üzerindeki etkisinin de değerlendirilmesi gerekir demektir.
Öz Türkçe ile:
“Ve ‘Değer Allah’ındır. Yakında kanıtlarını size gösterecektir. Onları tanıyacaksınız. Yetiştiricin işlediklerinizden dalgın değildir.’ de.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve ‘Hamd Allah’ındır, yakında ayetlerini size gösterecektir. Onları örf edeceksiniz. Rabbin amel ettiklerinizden gafil değildir.’ diye kavlet.”
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (93)
***
GENEL YORUM
Sureyi değerlendirelim.
Sure bugünün yani üçüncü binyılın gelişini anlatan 3 sureden biridir. Bunlar طسم sureleridir. Ortadaki bir suredir. Birinci ve sonuncu surelerde م harfi vardır. Bunda yoktur. Her 3 surede de Musa’dan bahsedilir. Diğer peygamberlerden de bahsedilir. İsa’dan bahsedilmez. Son surede yalnız Musa Peygamber’den bahsedilir.
Böylece bugünkü uygarlıkta en çok etkisi olan Peygamber Musa’dır. Oysa en çok müntesibi olan Peygamber İsa’dır. Ondan hiç bahsedilmez.
Bunun iki sebebi vardır. Biri, Peygamber İsa tarikat ehlidir, şeriat ehlinden değildir. Peygamber Musa ise şeriat ehlindendir, tarikat ehlinden değildir. Kur’an Peygamberi ise her ikisi ile görevlidir. Birinci Kur’an uygarlığı başlangıçta şeriata dayanmıştır. Sonra içtihat kapısı ile ilgili yasaklamalar başlayınca Müslümanlar tarikata yönelmişlerdir. Bütün bu gelişmeler hayır olmuştur.
Bugünkü insanlar şeriatı nerdeyse tamamen bırakmışlardır. Dinleri yalnız tarikat olarak anlatırlar. Üçüncü binyıl uygarlığının doğuşu yeniden şeriat düzeninin filizlenmesiyle olacaktır. Bundan dolayıdır ki bu surede yalnız şeriatla ilgili peygamberlerden bahsedilmiş, özel olarak da Musa ele alınmıştır.
Bunun başka sebebi ortaklık düzeninin işçilik düzeninden gelmiş olmasıdır. İşçilik düzeninin mimarları ve patronları İsrail oğullarıdır. Biz işçilik düzeninden ortaklık düzenine geçerken İsrail oğullarından iktidarı devralmış olacağız. Yani biz İsrail oğulları ile karşılaşırken ilimde, ahlakta veya siyasetten çok onlarla ekonomide çatışacağız ve zaferimiz ekonomide olacaktır. Biz savaşmayacağız. Savaş çıksa bile bizimle onlar arasında çıkmayacaktır. Onlar kendi aralarında kanlarını akıtacaklardır. 2. Cihan Savaşı kendi aralarında olmuştur. Üçüncü cihan savaşı da olursa yine kendi aralarında olacaktır.
1094. SEMİNER LÜGATI |
NO | Kelime | Kök/Vezin | Açıklama |
-
| أَعْبُدَ | أَفْعُلَ/عبد | حَمْد cümle kapısı demektir. Sahibinin nüfuzlu ve varlıklı olduğunu gösterir. عَبْد ana kapının önündeki bekçidir. عَبْد‘in عَمَل‘den farkı, عَامِل olan belli bir süreyi başkasına tahsis edendir. Geri kalan zamanlarını ise başkalarına kullandırabilir. عَبْد ise bütün vaktini birisinin emrine veren kimse demektir. Kişi kendisini satma hakkına sahip olmadığı için abdlik (kölelik) sözleşmesi batıldır. Burada sözleşmeye göre başka insanlara, kâfirlere hizmet verilmeyecek anlamında değildir. Bütünü ile yücelterek birine hizmet vermek ibadettir. عَمْد, عَبْد ve عَمَل birbirlerine yakın kelimelerdir. عَبْد‘in عَمَل‘den farkı şudur: عَمَل eden başkasının işini yapar, işten ayrılırsa başka iş yapar. Oysa عَبْد yalnız sahibinin işini yapar, ondan başkasına iş yapamaz. عبد Kur’an’da 275, عمق 1 defa geçer. Toplam 276 (22*3*23) eder. ع etkiyi, ب geçişi, د çevreyi ifade eder. |
-
| أُمِرْتُ | فُعِلْتُ/ءمر | مُرَار acı bir ağacın adıdır. Kabuklarından ip yapılır. مُرّ bu ağaçtan yapılan ipin adı olmuştur. İpin bükülmesinden tekrarlanan şeylere مَرّ denir. Gelip geçmek anlamındadır. Sonra أَمَرّ ‘söz geçirdi’ veya ‘sözünü dinletti’ anlamında kullanılmaya başlanmış, emir buyurmak anlamı oluşmuş. “Amel” ekonomik ve bedeni iştir.” Emr” ise sosyal ve siyasi iştir. مَرْو ‘yumuşak taş’; أَمَرْوَ yumuşattı, demektir. Sonra و düşmüş sülasiye dönüşmüş, sözünü geçirme anlamında “buyurmak” manası kazanmıştır. Emirde cebir yoktur. Kişi emredene karşı değil, şeriata karşı sorumludur. Amir hatırlatıcıdır, münzirdir. ء gücü, م maddeyi, ر tekrarı ifade eder. |
-
| آمِنُونَ | فَاعِلُونَ/ءمن | أَمَنَة kapıları karşı karşıya olan evlerin ara yeridir. İlk topluluklar evleri bitiştirerek kale gibi yerleştirirdi. Kapılar ara sahanlığa açılır. Bu yerin adı أَمَنة idi. Buraya bir şey konulması o şeyin güvene alınması demektir. أَمَانَة buraya konmuş olan şeydir. أَمِنَ güven içinde olma, أَمَنَة karşı karşıya bulunan evlerin arasındaki yer demektir. Eskiden evleri bitiştirerek bir duvar meydana getirirler ve kapılarını orta boşluğa açarlardı. Orta boşluğa bir kapıdan girilirdi. Böylece orası güven altında olurdu. Oraya bir mal koymak veya oraya girmek أَمِنَ kelimesi ile ifade edilirdi. أَمِنَ emniyet ve güven altına almak demektir. Kur’an’da ءمن ,71 يمن ise 879 defa geçer. Toplam 950 (2*52*19) eder. ء gücü, م enginliği, ن belirsizliği ifade eder. |
-
| آيَاتِ | فَعَلَاتِ/ءيي | أَوْيَة kuş yuvası demektir. Türkçedeki “yuva” kelimesi de buradan gelir. Sonra و harfi ي’ye dönüşmüş أيي olmuştur. Yüksek yerlerdeki yapılar, işaretler ayettir. Türkçedeki ay da buradan gelmiş olabilir. آيَة işaret, alamet, delil demektir. Başına أَ harfi getirilirse “Delil mi? Hangi delil?” anlamlarına gelir. Sonraları ismi mevsul olarak veya soru edatı olarak “hangi” anlamında أَيُّ kullanılmaya başlanmıştır. أَيَّانَ“ أَيُّ آن” demektir. حَان su kenarındaki konaklama yeridir. Hayvanlar belli saatlerde buraya gelip su içerler. Bu esnada bunların sütü sağılır. حَانَة mastarı develerin suya gelmesi zamanının yaklaşması demektir. Sonra حِين herhangi bir işin yapılması için ayrılan zaman olmuştur. Sonra ح düşmüş آن olmuş. Şimdiki zaman için kullanılmıştır. ء güç, ي kolaylık demektir. |
-
| الْبَلْدَةِ | الْفَعْلَةِ/بلد | بَلَد mezarlık demektir. Yerleşilen yer anlamındadır. Etrafı çevrili meskûn düz yerdir. Karyeden daha geniştir. “Belde” merkeze, “beled” ise çevreye, mücavir alana denir. Kur’an’da بلد 19, برد 5 defa geçer. Toplam 24 (23*3) eder. ب geçişi, ل belirlemeyi, د çevreyi, sınırlamayı ifade eder. |
-
| تَعْرِفُونَ | تَفْعِلُونَ/عرف | عُرْف üstü düzlük dağ demektir. Kur’an’da عرف 71, عرم 1 defa geçer. Toplam 72 (23*32) eder. ع üstünlüğü, ر tekrarı, ف kopmadan ayrılmayı ifade eder. |
-
| تَعْمَلُونَ | تَفْعَلُونَ/عمل | عَمَّالَة Amele iş yapmaya alıştırılmış deve veya öküz demektir. عَبْد kelimesi ile de akrabalığı vardır. Amel etmek başkasına iş yapmak demektir. ع etkiyi, م enginliği, ل belirliliği ifade eder. |
-
| جَاءَ | فَعَلَ/جيء | جَيْأَة yağmur sularının toplanıp biriktiği yerdir. Sonra cihetsiz olarak gelmek anlamına gelmiştir. Suyun toplandığı çukur demektir. Gelmek anlamındadır. أَتْوَة kanaldan gelen sudur. Bir yönden gelmesi kastedilirse أَتَى kullanılır, yönü belirsizse جَاءَ ile anlatılır. ج cazibeyi ي kolaylığı أ gücü ifade eder.“Ety” bir yönden gelmektir. “Ciet” ise her yönden ortaya çıkmak demektir. |
-
| حَرَّمَ | فَعَّلَ/حرم | حِرَام keçe demektir. Kur’an’da حرم 83, حرب 11 defa geçer. Toplam 94 (2*47) eder. ح hareketi, ر tekrarı, م enginliği ifade eder. |
-
| الْحَسَنَةِ | الْفَعَلَةِ/حسن | Sıradağlardan yan yana olan iki büyük dağın en büyüğüne حَسَن, ikincisine ise حُسَيْن denir. Sonraları iyilik, güzellik anlamı kazanır. Kur’an’da 194 defa geçer. ح hareketi, س mekanda diziyi, ن belirsizliği ifade eder. |
-
| الْحَمْدُ | الْفَعْلُ/حمد | حَمْد/Hamd size veya başkalarına yapılmış iyiliklerdir. Şükür size verilen bir nimete karşı o nimetin yerinde kullanılmasıdır, fiildir. Hamt yapılan iyiliğe karşı eda değil, iyi işlerin topluluğa yani Allah’a yapılmasıdır. ح hareketi, م enginliği, د çevreyi ifade eder. |
-
| خَيْرٌ | فَعْلٌ/خير | خَيْل at sürüsü iken خَيْر daha çok servet için kullanılır, “ihsan” genel olarak nisaptan fazla mal veya gelir getiren mal anlamındadır. خَيْر kelimesi şerre karşılık tercih edilen şey anlamında da kullanılır. خَيْر sürekli ve tedrici bir şekilde oluşan dengeli hareket demektir. شَرّ ise şerareye kıyasla aniden oluşan, sonra sönüp giden şeyler demektir. خ çökmeyi, ي kolaylığı, ر tekrarı ifade eder. |
-
| رَبُّ | فَعْلُ/ربب | رَبْوَة tümsek demektir. Çöllerde tümseğe benzeyen yer yer serpilmiş ağaçlıklara da رَبْوَة denir. Sonra yavaş yavaş gelişme karşılığı kullanılmıştır. Birden oluş “hilkat”, evrimle gelişmeler rabvet ile ifade edilir. ربب kökü de ربو’den dönüşmüştür. Terbiye kelimesi bunlardandır. Türkçe olarak “yetiştiren” veya “yetiştirici” olarak tercüme edilir. Kur’an’da 981 ربب رمي 9 defa geçer. Toplam 990 (2*32*5*11) eder. ر tekrarı, ب geçidi ifade eder. |
-
| السَّيِّئَةِ | الْفَيْعِلَةِ/سوء | سَوَاد ‘kara’ demektir. د’ın hemzeye dönüşmesi ile سَوْءِ morarmak, kararmak, bozulmak anlamlarını kazanmıştır. Kötülük anlamındadır. Kur’an’da سوء 167, سوي 83 defa geçmektedir. Toplam 250 (2*53) eder. س mekânda diziyi, و beraberliği, ء gücü ifade eder. |
-
| شَيْءٍ | فَعْلٍ/شيء | شَيْء nekredir, siyahla akrabalığı vardır. Varlık anlamına gelir. شَاءَ demek var olmasını istemek demektir. Kur’an’da شيء 519, شوك 1 defa geçer. Toplam 520 (23*5*13) eder. ش ani sıçramayı, ي kolaylığı, ء gücü ifade eder. |
-
| غَافِلٍ | فَاعِلٍ/غفل | غُفْل örtü demektir. Gaflet içinde olmak geleceği görmemek, olayların farkında olmamak demektir. Kur’an’da غفل35, عفر 1 defa geçer. Toplam 36 (22*33) eder. غ değişmeyi, ف kopmadan ayrılmayı, ل belirliliği ifade eder. |
-
| فَزَعٍ | فَعَلٍ/فزع | فَزْع kuytu yer demektir. Çekinmek, görünmemeyi istemek demektir. فَزِعَ çekindi anlamında olduğu gibi aynı zamanda saklanma anlamındadır. ف kopmadan ayrılmayı, ز zamanda diziyi, ع üstünlüğü ifade eder. |
-
| قُلْ | اُفْعُلْ/قول | قَوْل Birlikte bir iş yapan kimselere, belli bir sesle kumanda eden kimsenin adından gelişmiş bir kelimedir. Bu sesten kinaye olunur. Kelamdan farkı bağlayıcı olmasıdır. Türkçedeki “söz” kelimesi de böyledir. Burada “söyledi” diye çevrilir. ق dayanma kuvvetini, و beraberliği, ل belirliliği ifade eder. |
-
| كُبَّتْ | فُعِلَتْ/كبب | كَبّ bükmekten bükülmüş ip manasındadır. Çevirerek pişirilen yiyeceklere kebap denir. Kızartılmış ya da pişirilmiş anlamındadır. Kur’an’da 2 defa geçer. ك oluşmayı, ب geçişi ifade eder |
-
| كُلُّ | فُعْلُ/كلل | Kele etrafı çevrilmiş çayırlık demektir. Etrafının çevrilmiş olmasından dolayı bütün anlamında kullanılır. Marifenin üzerine gelirse birinin bütün cüzleri anlamına gelir. Nekre üzerine gelirse türün bütün fertlerini kapsar. Kur’an’da كلل 379, كلء 1 defa geçer. Toplam 380 (22*5*19) eder. ك oluşmayı ل belirlemeyi ifade eder. |
-
| كُنْتُمْ | فَعَلْتُمْ/كون | كَوْن tepe demektir. بَيْن’in karşılığıdır. Bunlara mukabil düz olan yere de هَوْن denir. كَانَ tepe manasından yararlanılarak “olmak” fiilini oluşturur.“Hevn” yokluğu bildirir, uzaktaki veya görünmeyen anlamındadır. بَيْن insanın kendisini bildirir. كَوْن de ortada olan, görünen anlamındadır. Oluşu ifade eder. لَمْ يَكُنْ “olmadı” veya “yok” anlamınadır. كَانَ ise “oldu” veya “-dır” anlamına gelir. ك oluşu, و beraberliği, ن belirsizliği ifade eder. |
-
| النَّارِ | الْفَعَلِ/نور | نَار ateş demektir. Nur/نُور da bu kökten türer. Kur’an’da نور 194 defa geçer. ن belirsizliği, و beraberliği ر tekrarı ifade eder. |
-
| يُرِي | يُفْعِلُ/رءي | رَايَة bir yere konmuş, oranın özelliğini gösteren işaret demektir. Uzaktan görülebilen işarettir. رَأْي ise görmek anlamındadır. رَأْي derinlemesine görmek, نَظَر genişlemesine görmek, بَصَر uzağı görmek, شُهُود ise içinde bulunmak, her yönüyle görmek demektir. رَايَة uzaktan görülebilen işaret demektir. بَصَر göz demektir. “Nazar” korkuluk demektir. ر tekrarı, ء gücü, ي kolaylığı ifade eder. |
-
| يَوْمَئِذٍ | فَعْلَئِذٍ/يوم | يَمّ durgun akan su demektir. Kabarıp inmesi sebebi ile periyodik çağların adı, sonra bir gün ve geceye isim olmuştur. Kur’an’da أَيَّامًا مَعْدُودَةً ta olduğu gibi 24 saat için veya تِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا da olduğu gibi çağlar için kullanılır. يوم Kur’an’da 475, يمم ise 11 defa geçer. Toplam 486 (2*35) eder. ي kolaylığı, و beraberliği, م enginliği ifade eder. |
DOĞU VE BATI UYGARLIKLARI
HAK (DOĞU) MEDENİYETLERİ | KUVVET (BATI) MEDENİYETLERİ |
MEZOPOTAMYA | |
| MISIR |
İBRANİ | |
| GREKO-ROMEN (YUNAN) |
HIRİSTİYAN | |
| ROMA (BİZANS) |
I.KURAN (İSLAM) | |
| AVRUPA |
II. KURAN | |
II. Kur’an | | | | | | | | | | |
Avrupa | | | | | | | | | | |
I. Kur’an (İslam) | | | | | | | | | | |
Roma (Bizans) | | | | | | | | | | |
Hıristiyan | | | | | | | | | | |
Greko-Romen (Yunan) | | | | | | | | | | |
İbrani | | | | | | | | | | |
Mısır | | | | | | | | | | |
Mezopotamya | | | | | | | | | | |
2000 1500 1000 500 0 500 1000 1500 2000 GELECEK |
MİLATTAN ÖNCE | MİLATTAN SONRA |
İstanbul, Yenibosna; 12 ARALIK 2020
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan Adil Düzen Çalışanları:
Yazar REŞAT NURİ EROL
AYŞE AYDIN
Ecz. TAYİBET ERZEN
Doç. Dr. SÜLEYMAN AKDEMİR
***