ŞUARA SÛRESİ- 9. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقِيلَ لَهُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ (92) مِنْ دُونِ اللَّهِ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ أَوْ يَنْتَصِرُونَ (93) فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ (94) وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ (95) قَالُوا وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ (96) تَاللَّهِ إِنْ كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (97) إِذْ نُسَوِّيكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (98) وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ (99) فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعِينَ (100) وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ (101) فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (102) إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (103) وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (104)
***
وَقِيلَ لَهُمْ
Va QİyLa LaHuM (Va FuGiLa LaHuM)
“Ve onlara kavl edildi”
قَوْل Birlikte bir iş yapan kimselere, belli bir sesle kumanda eden kimsenin adından gelişmiş bir kelimedir. Bu sesten kinaye olunur. Kelamdan farkı bağlayıcı olmasıdır. Türkçedeki “söz” kelimesi de böyledir. O halde burada “söyledi” olarak tercüme edilir. ق dayanma kuvvetidir, و beraberliği, ل tekrarı ifade eder.
İbrahim Peygamber, kavmine cehimin ibraz edildiği gruba yani suçlulara ibadet eder olduğunuz kimseler nerede diye sorulur diyor. Ahiret hayatını anlatmaya devam ediyor. İbraz edildikten sonra sorgulama devam ediyor demektir.
Yani yukarıdaki iki ayette, daha cennete gitmeden, cehenneme gitmeden soruşturma esnasında cehennem gösterilir ve cennet yaklaştırılır denmiş olur. Bu takdirde vermiş olduğumuz mana farklı bir şekil alır. Soruşturma esnasında gösterildiği için cehennemliklere ibraz edilir, cennete gideceklere izlaf edilir. Burada muhakemenin iki şekilde yapıldığı anlaşılmış olur.
أَيْنَمَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ (92)
EaYNaMAv KuNTuM TaGBuDUvNa (EaYNaMAv FaGaLTuM TaFGuLUvNa)
“İbadet etmekte olduklarınız nerede?”
عَبْدana kapının önündeki bekçidir. عَبْد‘in عَمَل‘den farkı, عَامِل olan belli bir süreyi başkasına tahsis edendir. Geri kalan zamanlarını ise başkalarına kullandırabilir. عَبْد ise bütün vaktini birisinin emrine veren kimse demektir. Kişi kendisini satma hakkına sahip olmadığı için abdlik (kölelik) sözleşmesi batıldır. Burada sözleşmeye göre başka insanlara, kâfirlere hizmet verilmeyecek anlamında değildir. Bütünü ile yücelterek birine hizmet vermek ibadettir. ع etkiyi, ب geçişi, د çevreyi ifade eder. عبد Kur’an’da 275, عمق 1 defa geçer. Toplam 276 (22*3*23) eder
Dünyada hesap tutan melekler mahkemeye kişiyi ya suçlu olarak getirirler o takdirde verilecek ceza üzerinde muhakeme yapılır ya da cennetlik olarak getirirler, derecesinin tespiti için muhakeme yapılır. Cennetlik olarak getirilenler mahkemede cehennemlik olarak hükme mahkûm edilemezler. Sadece cennetteki dereceleri tespit edilir. Bugün de davalı olmayan bir kimseyi mahkeme mahkûm edemez. Cehennemlik olanları ise mahkeme suçsuz görürse beraatine karar verir ve cennete sevk edebilir. İşte bu esnadaki soruşturmada onlara sorulur deniliyor. İbadet ettikleriniz nerededir? diye sorulur. Yani bu, ortalıkta olmadıkları anlamına geliyor.
Burada قِيلَkelimesi meçhul gelmiştir. Mahkemede hâkimler veya şahitler soracak demektir. Şahitler suçlarlar, hâkimler ise savunmalarını isterler. Allah’tan başkasına ibadet etmişsiniz, onlar şimdi size yardım edecekler mi? Edeceklerse gelsinler diyor.
YORUM
Dünyadaki amellerimiz üç melek tarafından kaydedilir. İyilikleri sağdaki melek kötülükleri soldaki melek kaydeder. Aralarında ihtilaf olursa üçüncü melek karar verir ve kayda bu karar geçirilir. Burada sadece fiiller kaydedilmez. Fiillerin sevap ve günah dereceleri de kaydedilir. Kasıtlardan çok ameller kaydedilir. Amelsiz kasıtlar kaydedilmez. Burada bir sorun var. Melekler, kişilerin kasıtlarını bilirler mi? Yoksa melekler sadece amelleri mi bilir? Varsayalım ki bir adam sırf korkutmak için başka bir adama mermi attı. Vurma niyeti yoktu, öldürme niyeti yoktu sadece korkutmak için mermi atmıştır. O esnada farklı bir durum ortaya çıktı ve adam öldü. Şimdi, melekler deftere ne yazarlar? Öldürdü diye mi yazarlar yoksa ateş etti diye mi yazarlar?
Bu sorun bugün de mahkemelerde mevcuttur. Kasten adam öldürme ile hatayla adam öldürme farklı cezaları gerektirir. Kastı aşma yani korkutma olduğu halde öldürme de ayrı bir cezayı gerektirir. Bu husus ceza hukukunda bellidir. Sorun, kastı aşıp aşmadığını veya kasıt olup olmadığını tespit etme sorunudur. Bu sorun dünyadaki meleklerde de vardır ve kendi takdirleriyle bu konularda karar verirler. Mahkeme, kendine getirilen bu kararlarda meleklerin kast ile ilgili beyanlarını da muhakeme eder. Mahkeme, görünür deliller tespit ederse melekler tarafından alınmış kararları değiştirebilir.
Mahkemede alınan bu kararlar Allah’a arz edilir. Düşüncelerde olanları bilen Allah, hesaba çekilenlerin kasıtları olup olmadığını görür ve takdir edip mahkemelerin verdiği kararları tashih eder. Kimseye zerre miskalince kadredilmez.
Öz Türkçe ile:
“Ve onlara ‘Kulluk etmekte olduklarınız nerede?’ denildi.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve onlara ‘İbadet etmekte olduklarınız nerede?’ diye kavl edildi.”
Va QİyLa LaHuM EaYNaMAv KuNTuM TaGBuDUvNa
وَقِيلَ لَهُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ (92)
***
مِنْ دُونِ اللَّهِ
MiN DUvNi elLAHi (MiN FuGLi ilLAHi)
“Allah’ın dununda”
Dana inek yavrusuna denir. Anasına meme emmek için yaklaşması haline دَانَةdenir. Yaklaşmak demektir veya borçlanmak demektir. دَيْنkelimesi دِين kelimesi ile aynı köktendir. Atomlarda da oksijen hidrojene elektron borçlanır borçlu ve alacaklı birbirlerinden ayrılmadıklarından su molekülü oluştururlar. Din/دِين, kişilerin birbirleriyle ayrılamaz şekilde borçlandıkları düzendir. Aynı zamanda borç ve alacak muhasebeye dayandığı için “din” hesap, muhasebe demektir. دِينَار kelimesi de دِين‘den gelir. Burada دِينdüzen demektir. Allah’ın dinine girmek kişi olarak onun şeriatını kabul etmek demektir. Bunun hesabı ahirette görülecektir. Dinin dünyevi manası İslam düzeninde olan bir devletin vatandaşlığını kabul etmek demektir. د çevreyi, ي kolaylığı, ن belirsizliği ifade eder.
Din/دِينkelimesi Deyn/دَيْن kelimesi ile akrabadır. Deyn kelimesinin anlamı karşı karşıya olmaktır. Yani borçlu ve alacaklı olmaktır. Dolayısıyla dûnunda olan dûnunda olunanın cüzü değildir.
Bu bakımdan başkası anlamındadır. Diğer taraftan borç, borçlu ile alacaklıyı birbirine bağlar. Onları birleştirir. Bu bakımdan da ikisi arasında yakınlık vardır. Bundan dolayıdır ki M. Lütfi Hocaoğlu دُونَ kelimesini ‘yanında’ manası ile tercüme etmektedir. Sonuç olarak Allah’ın dûnunda olmak demek, Allah’ın karşısında Allah ile beraber ona ibadet etmek demektir. Kuran’da, bu مِنْ دُونِ اللَّهِ birinci ayetin mefulü iken bunu ikinci ayetin başına geçirilmiştir. Kuranın böyle uslübu vardır. Ayeti durarak okursanız, manası doğrudur. O zaman kim olursa olsun, Allah’ın dûnunda olsun olmasın ibadet edilen kimseleri sormaktadır. Birinci ayeti ikinci ayetle beraber okuduğunuz zaman yalnızca Allah’ın dûnunda olan mabutlar zikredilmiş olur. İki okuma da kıraatte vardır. Her ikisi de doğrudur. Yalnız ikinci okunuşta تَعْبُدُونَkelimesi iade edilir. تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِdenir. Böyle ayetlerin sonunda لَا yazılır. Okurken لَا yazılan yere geldiğinde durma geç, durursan تَعْبُدُونَkelimesini tekrar et demektir.
هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ
HaL YaNÖuRUvNaKuM (HaL YaFGuLUvNaKuM)
“Size nusret edecekler mi?”
نُصْرَة Bereketli yağmurla sulanmış toprak demektir. Lazım olarak fiil, bir yerin yağmurla sulanarak yeşermesidir. Sonra muteaddi olarak bir yeri sulayarak yeşertmek anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Yeşermiş bir yer susuz kaldığında kurumaya başlar. Su ile desteklemek onu yeşil tutmak demektir. Bir kimseye bir şeyden korunması için destek vermek nusret kelimesi ile anlatılır. عَوْن bir işte yardımdır, nasr ise korunmada yardımdır.
Bir kimseye bir şeyden korunması için destek vermek nusret kelimesi ile anlatılır. İbadet ettikleriniz nerede? Size yardımları olmayacak mı? Aleyhinize açılmış davalar var. Savunmanız gerekir. İbadet ettiğiniz kimseler yok mudur ki onlar size yardımcı olsunlar?
أَوْ يَنْتَصِرُونَ (93)
EaV YaNTaÖiRUvNa (EaV YaFTaGiLUvNa)
“Ya da intisar ederler”
Nusret etmek yardım etmek demektir. İane etmek de yardım etmek demektir. Nusret düşmanların saldırılarına karşı korunmak için yardımdır. İane ise herhangi bir işi yapmak için yardım etmektir.
İbadet ettiğiniz kimselere siz yardım ettiniz, şimdi de onlar size yardım etsin. Siz onlara dünyada nasıl yardım ettiyseniz burada da yardım etmeye devam ediniz. Onlar sizden yardım alsın veya siz onlardan yardım alın.
Bu ayette muhakemenin usulünde de bir açıklama vardır. Davacı ve davalı. Birbirlerini suçluyorlarsa veya aynı suçla suçlanıyorlarsa, yargılamaları aynı mahkemede yapılır. Anlaşılan, gelen dava dosyasında üçüncü şahıslar da yer almaktadır. Bu şahıslar da bu suçlarından dolayı burada muhakeme edileceklerdir. Bütün davaları bu mahkemede görülecekse, zincirleme bütün davalar aynı mahkemede görülmüş olur, bu da imkânsızdır. Demek ki kişiler, değişik mahkemelerde yargılanırlar ve yargılama sonucunda bağlanmış kararlar bir mahkemede toplanıp dosya tamamlanır.
Bu ayette anlatılan yargılama sisteminde olduğu gibi bugün de mahkemeler, kararlarını diğer mahkemelerdeki kararlara dayanarak verir. Bu ayet bize bunu da öğretmiş olur.
YORUM
İbrahim Peygamber bunları babasına ve kavmine uzun uzun anlatır. Onlar da dinlerler. Bunu bir kerede mi anlattı yoksa farklı zamanlara yayarak mı anlattı? Bu kadar uzun bilgileri aynı zamanda kavmine anlatması zordur. Demek ki İbrahim Peygamber bunları zaman zaman kavmine anlatmıştır. İbrahim ateşe atılmış ve ateşten kurtulmuştur. Asıl tebliğini ateşten sonra yapmıştır. Musa Peygamber Firavuna mucizesini gösterdikten sonra Firavun ile tartışmıştır. Firavun, Musa’nın o mucizesi karşısında tartışmak zorunda kalmıştır. İbrahim’in kavmi de İbrahim ateşe atıldıktan sonra onu muhatap almıştır.
Bizim de muhatap olabilmemiz için denizi geçmemiz veya ateşe atılmamız gerekir. Onların geçirdikleri tehlikeleri de geçirmemiz gerekir. Birinci Akevler uygulamalarında ve Adil Düzen söylemlerinde benzer olaylar geçmiştir, halende geçmektedir.
İbrahim’in kavmi İbrahim’i ateşe atmış ama sonra Lut kavminin yaptığı gibi düşmanlık yapmamıştır. Lut kavmi helak olmuş ama İbrahim kavmi varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kuran’ın nazil olduğu Arap kavmi de helak olmamıştır. Mısır kavmi de helak olmamıştır, sadece Firavunun cünudu helak olmuştur. Üçüncü bin yıl uygarlığında da insanlık helak olmaktan kurtulabilir. İnsanlığın bugün yaşadığı zorluklar, bütün insanlığı Nuh kavmi gibi helak edebilecek durumdadır. Daha önce yazdık, insanların başına gelmekte olan yüz ayetin içinde virüs ayeti yoktu. Demek ki beklemediğimiz afetler de sıradadır. Onlara karşı teker teker tedbir almamız mümkün değildir. Yapacağımız iş, semtlere hicret etmek ve kendimizi korumaktır. Bugün insanlık, virüse karşı sadece savunma yapabilmektedir. Daha karşılık vermemiştir. En son, çok ümit beslenen, ocak ayında elde edileceği vadedilen aşı ile karşı saldırıya geçilecekti ama bu saldırı değil savunma aracıdır.
Öz Türkçe ile:
“…Allah’ın karşısındakiler. Size yardım edecekler mi ya da sizden yardım isteyecekler mi?”
Kur’an kelimeleri ile:
“…Allah’ın dûnunda. Size nusret edecekler mi ya da intisar edecekler mi?”
MiN DUvNi elLAHi HaL YaNÖuRUvNaKuM EaV YaNTaÖiRUvNa
مِنْ دُونِ اللَّهِ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ أَوْ يَنْتَصِرُونَ (93)
***
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ
FaKuBKiBUv FİyHAv HuM (FaFuGFiLUv FİyHAv HuM)
“Onlar orada kebap yapılırlar”
ب ile م akrabadır, كُمَّةyığın demektir. مharfinin ب’ya dönüşmüş, كُبَّة olmuş. Sonra da tekrarlanarak sık sık kümeleşen topluluklar için “kübküb” olmuştur. Kuranda كبكب 1, كبب 2, كفف ise 15 defa geçmektedir. Toplam 18 (2*32) eder.
فَharfi getirilerek cehimde kibkab yapıldığı beyan edilir. Bu فَ harfi soruşturmadan sonra cehenneme sevk edileceklerini anlatmak için getirilmiştir. Yani yukarıdaki konuşmalardan sonra kibkab edildiklerini beyan etmiş olur. Türkçede kebap kelimesi pişirme, kızartma anlamındadır. Kur’an’da geçen birçok kelimeler manalarını sonradan kazanmıştır. Misal olarak; Kuranda eshabı şimal ve eshabı yeminden bahsedilmiş, bahsedildikten bin sene sonra Fransa’da sosyalistlerin mecliste solda oturmaları sebebiyle sosyalistlerin adı solcu olmuştur. Halen de bu kelime bu şekilde kullanılır. Belki de kebap kelimesinin Arapçada başlangıçta bu manası yoksa da bugün bu anlam Araplarda da geçerlidir.
Baştan beri savunduğumuz bir görüş vardır. Cehennem insanlara sadece eziyet etmek için var edilmiş değildir. Aynı zamanda, dünyada ıslah olmayanları orada ıslah etmek için de var edilmiş bir yerdir. Buradaki kubkibu ifadesi bunu anlatır. Allah, insanı yaratmış ve onu irade sahibi yapmıştır. Kendi kendisini yüceltme imkânını sağlamıştır. Böylece her biri tanrının bir görüntüsü olmuştur. Tanrı nasıl müridse o da öyle mürid var edilmiştir. Bu özelliğiyle diğer varlıkların keremlisi olmuştur. Buna karşılık, kendi iradeleriyle esfelessafilin durumuna düşmüştür. Allah, bunları da yok etmemiş, yeniden yücelmelerini gerçekleştirmek için cehennemi var etmiştir.
وَالْغَاوُونَ (94)
Va eLĞAvVUvNa (Va eLFAvGiLUvNa)
“Ğaviler de”
غَايَة kenar demek, غَيّ kenara çekilmek, yoldan çıkmak demektir.
Burada, ğavileri hum zamirine atfetmiştir. Yukarıdaki hum Allah’tan başkasına ibadet eden ve cehenneme konmuş olan kimseler olabildiği gibi onların ibadet ettikleri kimseler de olabilir. O takdirde ğavi olan kimseler cehennemdeki muhataplardır. Eğer buradaki hum zamiri muhatap olanlara raciyse o takdirde muhatap olanlar ğavi değildirler. İbrahim’in kavmi putlara tapıyordu ama Lut kavmi gibi yoldan çıkmamışlardı. Ahirette de bu şekilde ayrı bir grup olarak cehenneme gidecekler demektir.
YORUM
Bugünkü insanlık, bir taraftan iyi olmak çabasındadır. Adil bir düzenin oluşması için çaba göstermektedir. Yüz milyonlarca insanın ölümüne sebep olan Marksizmin bütün iddiaları insanların iyiliği içindir. Marks ihtilali, öldürmeyi meşru saymıştır ama bunu insanların iyiliği için istemiştir. Bir taraftan görünürde iyilik için çabalarken diğer taraftan da bu iyiliğe ulaşmak için her yolu mübah görmektedirler. Kimse kötülüğü savunmuyor ama herkes kötülük yapıyor.
Bizim zorluğumuz da buradan ileri gelmektedir. Kötülüğü savunanlar olsa biz onları iyiliğe davet ederiz ama iyiliği bizden daha çok savundukları için onları iyiliğe davet etme şansımız yoktur.
Bugün bizim yapacağımız şey iyiliğe davet etmek değil, iyi olmaktır. Onların da savunduğu ancak yapmadıkları iyilikleri aksine biz gerçekleştirirsek, onlara bizim gibi yapınız, bizim gibi olunuz deme hakkımız olur. Hatta bunu söylemeye de gerek kalmaz. Halk, bizi görerek onlardan ayırt eder. Onlar, söylediklerini yapmazlar, bizler ise söylediklerimizi yapanlar oluruz.
Söylediklerimizi bu toplulukta yapabilmemiz için, kendimize bir köy kurmamız gerekir. Ancak, biz sadece kendimizi kurtarmak için çalışırsak insanlıktan kopmuş ve kalil bir şirzime oluruz. Dolayısıyla Semt Kooperatifleri diyoruz ama kendi semtimizi kuruyoruz. Nuh’un gemiyi yapıp, herkesi çağırması gibi biz de kendi gemimizi yapıyor, herkesi bizim gibi gemiler yapıp kurtulmaları için çağırıyoruz.
Öz Türkçe ile:
“Onlar ile azgınlar orada pişirilirler.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Onlar ve ğaviler orada kebap edilirler.”
FaKuBKiBUv FİyHAv HuM Va eLĞAvVUvNa
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ (94)
***
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ
Va CuNUvDu EiBLİySa (Va FuGUvLu EiFGİyLa)
“Ve İblis’in cünudu da”
جُنْد orduyu oluşturan savaşcılar demektir. Böylece ordu anlamına da gelir. İlk topluluklar meyvecilikle geçinmişler, güçlü erkekler koruma nöbetlerini tutmuşlardır. Bunlara cünd denirdi. Sonra ordu anlamı kazanmıştır. جند Kur’an’da 29, جلد ise 13 defa geçer. Toplam 42 (2*3*7) eder. ج topluluğu, ن belirsizliği, د çevreyi ifade eder.
بَلَاس kıl keçesi demektir. Ağzı geniş çuval demektir. “Fuls” (Türkçede Pul) dirhemin küçük birimine denir.
İblisin orduları ifadesi ile daha önce adı geçmeyen birisini de eklemektedir. Böylece bütün anlatılanların iblis ordusunun katkısıyla oluştuğunu belirtmektedir. İblisin demiyor da iblis ordusunun diyor. Âdem insanların atası olduğu gibi İblis de şeytanların atasıdır. İblis cinlerdendir. Cinler, insanlar gibi doğarlar, yaşarlar ve ölürler. İblisin zürriyeti ordusunu oluşturur. İbrahim kavminin yaptıkları, iblis ordusunun katkısıyla oluşmaktadır. Bunu ifade ediyor.
Bugün de Sermaye’nin ve onun ordusunun yaptıkları aynı şekilde iblis ordusunun katkısıyla olmaktadır. Sermaye var. Sermaye parası ile oluşturuyor, devletler kuruyor, birlikte insanlığı yönetiyorlar ve zulmediyorlar. Onlar da İbrahim’in kavmi gibi cehennemde birlikte olacaklardır.
أَجْمَعُونَ
EaCMaGUvNa (EaFGaLUvNa)
“Ecmai’n”
جُمْعَةyumruk demektir. Sonraları toplama ve birleştirme anlamlarında kullanılmıştır. İnsanların ve develerin toplanmaları bu kelime ile ifade edildiği gibi mal stoku da bu kelime ile ifade edilmiştir. Mal ve para bir işte kullanıldığı zaman değerlidir. Onları hapsedip stoklamak kişiye bir fayda vermediği gibi topluluğun haklarını da gasp sayılır. Böylece bu sure bundan sonraki surelerin ortaya koyduğu ekonomik kuralların temelini atmış olmaktadır. Çalışıp kazanmak ve onu harcamak ne kadar ibadet ise stok yapıp elde tutmak da o kadar günahtır. جمعKur’an’da 129, جمح1 defa geçer. Toplam 130 (2*5*13) eder. جtopluluğu, مenginliği, عetkiyi ifade eder.
Allah’ın dışında ibadet edenler, İbadet olunanlar, ğavi olanlar ve iblisin orduları hep birlikte cehennemde kebap yapılmaktadırlar. Buradaki ecma’un kelimesi cehennemde birlikte olacaklarını ifade eder. Dünyada kötülükte birleşenler, ahirette de cehennemde birlikte olacaklar demektir. Birlikte ıslah edilecekler. İblisin ordusu da aynı şekilde cezalandırılacak demektir.
İblisin orduları tabirinden dolayı biz iblisin zürriyeti olarak düşünüyoruz. Bu doğru değildir. İblisin zürriyeti değil, cinlerden iblise tabi olanlar zikredilmektedir. Nasıl ki Âdem’in iyi ve kötü zürriyeti varsa, İblisin zürriyetinin de iyi ve kötü olanları vardır.
YORUM
Allah, Kuran’da insanlardan önce yaratılmış meleklerden, ruhlardan ve cinlerden bahseder.İnsanlar dördüncü bilinçli varlıklardır. İnsanlar tarih boyunca, her zaman bunlara inanmışlar, gördüklerini iddia etmişlerdir. Bugün, bunları görmesek de var olduklarını olaylarla biliyoruz.
Kuran’ın Allah sözü olduğu müspet ilmin metotlarıyla kesin olarak sabittir. Müspet ilmin verilerini de kabul etmeyenler olabilir. Eski Yunan’da böyle bir mezhep oluşmuş, adına safsatacı denilmiştir. Yunan filozofları (Sokrat, Eflatun ve Aristo) bunlara karşı savaş açmışlar ve tarihte sadece adları kalmıştır. Müspet ilmi kabul etmeyenler hiçbir şey iddia edemezler. Mademki ilimle sabit olanlar gerçek değil, o halde bunu iddia edenin kendisi de gerçek değildir yani yok demektir. Müspet ilmi inkâr edenle tartışma yapılamaz. Hatta onunla yaşanamaz.
Kur’an’ın ilahi bir söz olduğu 20. Yüzyılda müspet ilmin ihtimaliyat hesaplarıyla kesin olarak sabit olmuştur. Kur’an mucizesi adlı çalışmada Kur’an’ın 100 mucizesi anlatılır. Şimdi yayınlanmak üzere tashih edilmektedir. Kur’an’a inananlar orada anlatılanları doğru kabul ederler. Bazı kimseler, Kur’an’da anlatılan cennet ve cehennem insanları korkutmak içindir, gerçekte bunlar yoktur derler. Bunlara cevaben; “Kâinatı var eden, insanları bu derece yücelten Allah yalan söylemeden insanları yola getiremez miydi?” sorusunu soruyorum. Diyelim ki Allah korkutmak için söyledi, söylediğini yapmaktan aciz midir ki yapmasın?!
Biz, bizi var edenden daha akıllı mıyız ki O’nun yaptıklarını beğenmeyip, bu böyle değildir diyelim.
Öz Türkçe ile:
“Ve İblis’in orduları da hep birlikte”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve İblis’in cundları da ecmai’n”
Va CuNUvDu EiBLİySa EaCMaGUvNa
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ (95)
***
قَالُوا
QAvLUv (FaGaLUv)
“Kavl ettiler”
Allah’ın dununda ibadet edenlerle, ibadet edilenler, ğaviler ve iblisin cünudu birlikte cehenneme konduklarında birbirleriyle konuşmaya başlamışlardır. İblisin cünudu da onların arasındadır.
İblisin cünudu derken, biz cinlerden anlıyoruz ama bunlar cinler değil insanlar da olabilir, yani iblisin insanlardan oluşan ordusu anlaşılabilir. Cinlerden olan iblisin ordusu insanlara musallat olmakta, onların bedenlerine değil de beyinlerine etki etmektedirler. Dolayısıyla iblisin orduları cinlerin etkilediği insanlar olabilir. Bu durumda cehenneme konanlar, insanlardan başkası olmayabilir.
Bu dünyada biz, insanların dışında şuurlu varlıklarla doğrudan görüşmeler yapamıyoruz. Ahirette dördüncü boyutta yaşamaya başladığımızda onlarla doğrudan görüşeceğimize dair olan deliller, dünyada bizim yaptıklarımızı kaydeden meleklerin ahirette yargılandığımız zaman şahitlik yapacaklarından biliyoruz. Buna göre cinlerle de artık görüşüp konuşulabilir.
وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ (96)
Va HuM FİyHAv YaPTaÖiMUvNa (Va HuM FİyHAv YaFTaGiLUvNa)
“Onlar orada ihtisam ederek”
خُصْم Çantanın kenarına bağlanan iki kulpdan biri demektir. Çuvalın kenarına bağlanan kulp demektir.
Hasım, birbirine davalı ve davacı olanlardır. Hasım ile aduv arasında fark vardır. Aduv karşı tarafı yok etmeye çalışmaktır. Aduvda uzlaşmak yoktur, karşındaki kişiyi yenmek vardır. Hasımlıkta ise hukuk kuralları içinde birbirlerine haklarını talep etmedir. Taraflar kendilerini haklı görürler ve hakkı hukuk içinde isterler. İnsanlar, devlet aşamasından önce de aralarında çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözmüşlerdir. Aralarındaki nizaları anlaşarak çözemeyenler, başka kişilere başvurarak onların çözmelerine razı olmuşlardır. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bunu fıtratıyla bilir. Dolayısıyla, insanın nizada başkasına başvurması, onu Tanrının halifesi olarak kabul etmesinden ileri gelir.
Burada anlatılanlar, cehenneme ve cennete girmeden önce anlatılanlar ise buradakiler hala hâkimlerin önünde birbirlerini itham ediyorlardır. Mahkemenin kararı daha sonra olacak ve cennet veya cehenneme gireceklerdir.
YORUM
قِيلَkelimesinden sonra قَالُوا gelmiştir. Karşılıklı konuşmadır. Hâkimler, suçlulara taptıklarınız nerede? Savunmada size yardımcı olsunlar dedikten sonra, onlar kendi aralarında tartışmaya başlamışlardır. Bu takdirde كُبْكِبُواkelimesi tutuklanma anlamına gelebilir. Bugünkü yargılama sistemine benzer yargılama yapılmış olur.
Yargıç, müdahale etmez. Hasımlar yargıcın önünde tartışırlar. Kendileri ve hakemleri iddialarınısavunurlar. Yargıç, sonunda kararını verir. Onlar orada ihtisam ederler ifadesi ile bu durumun karar vermeden önce olduğu ifade edilmiş olur.
Öz Türkçe ile:
“Onlar orada çekişirken dediler ki …”
Kur’an kelimeleri ile:
“Onlar orada ihtisam halde kavl ettiler ki…”
QAvLUv Va HuM FİyHAv YaPTaÖiMUvNa
قَالُوا وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ (96)
***
تَاللَّهِ
Ta elLAHi (Ta elLAHi)
“Tallahi”
Arapça, vurgu dili değildir. Kelimelere vurgu yapılarak mana kazandırılmaz. Batı dillerinde vurgu ile farklı kelimeler üretilir. Türkçede de vurgu vardır ama yeni kelime üretmek için değil, kelimelerin cümle içindeki önemini belirtmek için kullanılır. Ankara’dan dün geldim derseniz, dün kelimesine vurgu yaparak Ankara’dan önceki gün değil de dün geldiğinizi belirtirsiniz. Arapçada vurgu yoktur. Vurgu yerine إِنَّ, أَلَا gibi kelimeler kullanılır. Kur’an’ın Arapça olarak ifade edilebilmesi için, Arapça vurgusuz bir dil olarak gelişmiştir. Vurgu, yazı diline intikal etmez. Dolayısıyla, tahribat olur. Bunun önlenmesi için Arapçada vurgu yer almaz.
Vurgular yerine Tallahi, Vallahi ve Billahi gibi yeminler kullanılır.
Bizim kabul ettiğimiz varsayımda Vallahi geçmiş için, Tallahi gelecek için kullanılır. Burada ise geçmişin üzerine Tallahi gelmiştir. Bu varsaydığımız kurala uymamaktadır. Kuralımızı değiştirmek durumunda oluruz. Şimdilik yeni bir kural bulamadığımızdan dolayı kuralı değiştirmek yerine ifadeyi tevil etmek durumundayız. Cehennemi karşılarında ibraz edilmiş olarak görünce başlarına gelecekleri anlamışlar ve önceki yaptıklarını da düşünerek mahvolduk, biz bu cehenneme gireceğiz, davayı kaybedeceğiz diye yemin ediyorlar. Demek ki Tallahi kelimesinden sonra hazfedilmiş ifadeler vardır.
إِنْ كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (97)
EiN KunNAv LaFİy WaLAvLin MuBİyNi (EiN FaGaLNAv LaFİy FaGAvLin MuFGiLiN)
“Biz mübin bir dalalet içindeydik.”
ضَلَال kaybolan deve demektir. Şaşırmak anlamına gelir. Yoldan şaşırmak ve kaybolmak demektir. Böylece her taraftan çevrilmiş bir çember içinde şaşkına dönmüşlerdir. Tarihte birçok savaş arkadan çevirerek çember içine alarak kazanılmıştır. Düşmanı başka tarafta gözetleyenler beklenmedik yerden saldırıya uğradıklarında şaşırırlar. Burada Türklerin kullandığı savaş taktiğine de işaret vardır. ض katlamayı, ل belirliliği ifade eder.
بَيْن topraktaki yarık demektir. بين Kur’an’da 523, بور 5 defa geçer. Toplam 528 (24*3*11) eder.
Buradaki إِنْ, إِنَّkelimesinin kısaltılmış (muhaffef) halidir. Fiilin başına geldiği zaman إِنَّkelimesi إِنْşekline dönüşür. Dalalet, şaşırma anlamındadır. ضَلَّبَعِيرٌ dersek deve kayboldu anlamındadır. Yani deve yerini şaşırdı manasındadır. İnsanın dalalet etmesi de gitmesi gereken yolu bilmeden de olsa kaybetmesidir. Buna da mübin dalalet denir.
Kur’an’da 19 yerde فِيضَلَالٍمُبِينٍ geçer. Hem delalet hem de mubin olmak nasıl mümkün olur? İnsanlar yanlış yolda olduklarını bildikleri halde o yola ısrarla devam ederler. Bile bile yanlış yoldan giderek, o yolda hedeflerine doğru gitmek isterler. Yani isterler ki hedeflerine varsınlar ama yanlış gittikleri yoldan giderek varsınlar, hedefe gidemeyeceklerini bilseler de hedef kendilerine gelsin.
Bugünkü siyasi partilerin hedefleri hep iyiye gitmek üzerinedir. Ancak, takip ettikleri yol onları bu hedefe götüremez. Bu da açıkça bilinir. Ama onlar, hedefe götürmeyecek yol üzerinde gitmekte ısrarlıdırlar. Aynı hedefi paylaştığımız için onlarla 50 yıl boyunca beraber olmuşuzdur. Onlara ısrarla gittikleri yoldan bu hedefe varamayacaklarını hatırlatıp, doğru yola gelmelerini ümitle beklemişizdir. Hep sabretmiş, onlardan ayrılmamışızdır. Ne var ki onlar bizimle ilişkiyi kesmişlerdir. Bizlerle görüşmek istemezler. Açık dalalet içinde olduklarını bilirler.
YORUM
Kur’an üzerine çalışanlar da Kur’an’ın gösterdiği yola gitmek yerine Kur’an’ı kendi yollarına göre anlıyor ve ona göre hareket ediyorlar. Kuran ile ilgilenmeyenler de var. Kuran’sız İslamiyet’i yaşamak isteyenler var. Onlardan çok daha uzağız. Kuran’a dayandırılmayan bir İslamiyet temelsiz bir İslamiyet’tir. Geçmiş uygulamaları örnek alarak İslamiyet’i yaşamak, geçmişte kalmak demektir. Oysa Allah hiçbir şeyi durağan yapmamıştır. Her şey değişmektedir. Yeni durumlar ortaya çıkmaktadır. 60 yaşındaki bir insana 10 yaşındaki insana yaptığınız muameleyi yapamazsınız. Kur’an yeniden ele alınıp anlaşılmalıdır. Yeni dünyamızı ona göre kurmamız gerekir.
Ahirette muhakeme edilenler, dalalet içinde olan kimselerdir. İbrahim de bunları kavmine ve milletine anlatmaktadır. Kur’an bunu naklederek, bize de bunları söylemektedir. Bizim zorluğumuz, dağdaki eşkıyalarla mücadele değildir. Allah’ı inkâr eden, ahireti yok sayan insanlarla mücadele etmek değildir. Bizim zorlandığımız, bizim gibi düşünen ama düşündükleri gibi yaşamayan kimselerdir. Onları, bizim gibi düşündükleri için kendimizden saymak zorundayız. Ama gitmek istediğimiz yollar farklıdır. Onlarla bir olsak uçuruma yuvarlanırız. Onlardan ayrı olsak, bu sefer ayrılıkçı oluruz. İşte bu hassas sorunu çözmek için tek yolumuz vardır. Kendi semtimizi kurup, onların gittiği yoldan ayrılmak, mübin dalalet içinde olmamak ama onlarla da ilişkiyi koparmamaktır. Bu ilişkiyi de semt olarak kurmak.
Her birimiz ayrı ayrı onların işlerinde çalışırsak, onlardan malları alır veya satarsak onların mübin delaletinin içinde olmuş oluruz. Ama kendi semtimizde üretir, kooperatif olarak birlikte ürünleri satarsak ve onlardan malları birlikte alır aramızda kendimiz paylaşırsak o zaman hem dalalet içinde olmayız hem de onlardan kopmayız.
Öz Türkçe ile:
“Allah için, açık şaşkınlık içindeydik.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Tallahi, mübin bir dalalet içindeydik.”
TAv elLAHi EiN KunNAv LaFİy WaLAvLin MuBİyNi
تَاللَّهِ إِنْ كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (97)
***
إِذْ نُسَوِّيكُمْ
EiÜ NuSavVİyKuM (EiÜ NuFagGiLuKuM)
“Sizi tesviye ettiğimizde”
سَوِيّ engebesiz düz yerdir. Eşitlemek için kullanılır. Sıva yapmak, duvarı düzeltmek demektir.سوي Kur’an’da 83, سوء ise 167 defa geçer. Toplam 250 (2*53) eder.
إِذَاgelecek zamanı, إِذْgeçmiş zamanı ifade eder. إِذَا’da şart var, إِذْ’de yoktur. Dünyada yaptıklarını anlatıyorlar. İbadet edenler, ibadet edilenlere hitap ediyorlar. Biz, sizi âlemlerin Rabbi ile aynı seviyede saymakla açık dalalet içindeydik diyerek çekişiyorlar. Buradan anlaşılıyor ki daha muhakeme bitmemiştir. İbadet ettikleriniz nerede, gelsinler ifadesiyle, ibadet edilenler de getirilmiş oluyorlar.
Demek ki onlar da insanlardır. İnsanlar, insanları Allah’a şerik yapmaktadırlar. Allah’ın seviyesine çıkarıyorlar. Allah’ın şeriatına uymak istemeyen ama Allah’a da karşı olmak istemeyenler, çoğu zaman Allah’ın yanında olanları büyütüyor, Allah’ın temsilcisi oldukları için onların dediklerini yapmaya çalışıyorlar. Allah’ı bırakıyorlar, Onun velileriyle amel ediyorlar. Sonra, Allah ile birlikte ibadet ettikleri veliler ölünce, kendi istediklerini onlar söylemiş gibi söylüyorlar ve böylece şeriatı kendilerine uydurmuş oluyorlar.
بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (98)
BiRabBi iLGAvLaMİyNa (BiFaGLi eLFAvGaLİvNa)
“Âlemlerin Rabbine”
İnsanlar, tüm kâinatın bir yaratıcısı olduğuna inanırlar. Diğer taraftan yaratıcıya karşı olan insanların olduğunu da kabul ederler. Kendi topluluklarını Allah’ın seçilmiş kulları olarak kabul ederler ve başkanlarını Allah’ın taraftarı, vekili olarak görürler. Karşı taraflarla böylece mücadele ederler. Bütün din salikleri kendilerini hak yolda, başkalarını dalalette görürler. Bu görüşü istismar eden Sermaye ve yöneticiler, halkları birbirleriyle savaştırırlar. Böyle düşündüğümüzde İslamiyet ile diğer dinler arasında ne fark vardır? Müslümanlar da kendilerini cennette diğer herkesi cehennemde görürler. Hıristiyanlar da öyledir. Diğer bütün dinler de böyledir.
O halde, bizim kendimizi gerçekten kurtulmuş görebilmemiz için İbrahim’in yolunu tutmamız gerekir. Bu yol nedir? İki şey içerir. Biri; barışçı olmaktır. Yani sorunları silah zoruyla değil de barış yoluyla çözmektir. Bunun tek yolu da hakemlerden oluşan yargıya teslim olmaktır. İkincisi ise İbrahim ilim yolunu seçmiştir. Bizim dinimiz hak dinidir. Bizim dinde olmayan herkes batıl içindedir. Çünkü biz müspet ilime inanıyoruz. Müspet ilmin verileri Allah’ın uygulamalarıdır. Şeriat da Allah’ın bizden istediği uygulamalardır. Yani biz, hayatımızı ilme göre düzenliyoruz. Mustafa Kemal; elimizde tuttuğumuz meşale müspet ilimdir diyor. Batılılar bu cümleyi; biz Kur’an’a göre değil, size göre hareket edeceğiz anlamında anlıyorlar. Mustafa Kemal, onların böyle anlamasını istemektedir. Ama kendisi biliyor ki müspet ilim demek, Kur’an’ın yolu demektir.
YORUM
Hak dinler vardır. Bunlar, müspet ilme dayanan dinlerdir. Bir de batıl dinler vardır. Bunlar, müspet ilmi reddeden dinlerdir. Bunlar şirk dinidir. Bunun yanında, müspet ilimleri reddetmemekle beraber müspet ilmin dinle ilgisini kesip laiklik diye dünya ve din işlerini birbirinden ayırmak isteyen dinler de vardır. Bunlara fasit din denir. Bugünkü Hıristiyanlık hatta günümüz İslamiyet’i böyledir. Esasta hak dinlerdir ama uygulamada dalalet içinde olmuşlardır.
İslamiyet ile Hıristiyanlık arasında fark vardır. Kur’an bozulmadan manasıyla, lafzıyla elimizdedir. Her zaman kendisine dönüp, amellerimizi ona göre düzenleyebiliriz.
Akevler, 50 senedir bunun çabası içindedir. Birçok İslam âlimi Akevlerden önce de bu çaba içine girmiştir. Şehitler vermiştir. Hıristiyanlığa gelinirse; onların mevcut İncil metinleri yoktur. Olsa bile dilleri bilinmemektedir. Gerçek Hıristiyanlığa dönebilmeleri için Kur’an’dan yardım almak zorundalar.
Öz Türkçe ile:
“Sizi herkesin yetiştiricisine eşitlediğimizde”
Kur’an kelimeleri ile:
“Sizi alemlerin Rabbine tesviye ettiğimizde”
EiÜ NuSavVİyKuM BiRabBi iLGAvLaMİyNa
إِذْ نُسَوِّيكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (98)
***
وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ (99)
(Va MAv EaFGaLaNAV EilLAv eLMuFGiLUvNa) Va MAv EaWalLaNAv EilLAv eLMuCRiMUvNa
“Mücrimlerin dışında bizi idlal eden olmadı.”
جُرَامَة hurma döküntüsü demektir. Hurma toplarken yaramayan hurma döküntüsüdür. Buğdaydan veya hurmadan kopup dökülen döküntü veya ağaç kesildikten ve dalları koparıldıktan sonra kalan kütük veya insanın bedeni demektir. ضَرْب insanın bedeninde iz bırakmayan ama eziyet veren etkidir. جُرْم ise insanı parçalayan veya öldüren müessir fiildir.
Bundan önceki ayette biz sizi âlemlerin Rabbinin seviyesinde görmemizden dolayı bugünkü duruma geldik derler. Ama bu kimseler yani ibadet edilenler insanları dalalete götürmeyip dalalete götürenlerin mücrimler olduğu ifade ediliyor. Yani, ibadet edilenler suçlu olmayabilir, hatta İsa peygamber gibi habersiz de olabilirler. İbadet edilenler, kendilerine ibadet edilmesini istememiş de olabilirler. Suçlu olan insanlar, onları tanrılaştırarak insanları onlara ibadet ettirmiş ve bu yolla insanları kendi istedikleri yola götürmüşlerdir.
Mustafa Kemal öldükten sonra İsmet İnönü iktidar olmuş ve Mustafa Kemal’e karşı saygılı olmuş ama onu tanrılaştırmamıştır. Mustafa Kemal’i tanrılaştıran, ortaöğrenimi bile olmayan bir imamın oğlu Celal Bayar’dır. Celal Bayar iktidar olunca, Sermayenin isteklerine uyarak Mustafa Kemal’in inkılaplarını Mustafa Kemal’i yüceleştirerek değiştirmiştir.
YORUM
Gerek İbrahim’in kavmi gerekse Mekke müşrikleri ibadet ettikleri putların bir şey olmadıklarını bilirler ama bu yolla tüm Arap halkını Mekkelilerin yönetimine sokmuş olurlar. Bu batıl inanç onların varlıklarını sürdürmelerine sebep olmaktadır. Mustafa Kemal’in de Tanrı olmadığını ordu bilir. Ama ülkenin birliğini sağlamak için bir tanrıya ihtiyaç olduğu kanaatinde olan ordu Batının etkisiyle laikleştiği için gerçek tanrının bu birliği sağlayamayacağı görüşünde olmuş ve Celal Bayar’ın tanrılaştırma siyasetine uymuştur. Kenan Evren bile her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Atatürk diyerek onu tanrılaştıracak ifadelerde bulunmuştur. Mustafa Kemal hakkında yaptığı araştırma sonucunda kitabının sonunda cümlelerini Atatürk İslamiyet’e karşı değildir cümlesiyle bitirir. Yani herkes kelimelerden yararlanarak insanları birleştirmeye hatta doğru yola götürmeye çalışır. Kelimelerin manasını tahrif eder. İbrahim Peygamber bunları, o gün anlatmakla insanlığın yapı şeklini izah eder.
Öz Türkçe ile:
“Ve suçluların dışında bizi şaşırtan olmadı.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve mücrimlerin dışında bizi idlal eden olmadı.”
Va MAv EaWalLaNAv EilLAv eLMuCRiMUvNa
وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ (99)
***
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعِينَ (100)
FaMAv LaNAv MiN ŞAvFiGİyNa (FaMAv LaNAv FAvGiLİyNa)
“Bizim için şafi’ler yoktur.”
شَفَة dudak demektir. شَفَهَة olarak da geçmektedir. هharfi ع‘a dönüştüğünde iki dudaktan biri anlamınada “çiftlerden biri” veya “her ikisi” demektir. Çift anlamına gelir. Kur’an’daشفع 31, شفك 11 defa geeçr. Toplam 42 (2*3*7) eder. ش ani sıçramayı, ف ayrılmadan kopmayı, ع etkiyi ifade eder.
Şef’, çift demektir. İnsanlardan birbirlerine çok yakın olanlardan birisinin diğerine bir başkası için aracılık yapmasına şefaat denir. Dünyada ve ahirette şefaatin olup olmadığı hususu tartışmalıdır. Hemen hemen bütün dinler şefaati kabul etmekte ve dünyadaki bazı kimselerin Allah’ın nezdinde şefaatçi olacaklarına inanırlar. Kuran’da ise çok kısıtlı olarak şefaatten bahseder. Kur’an, Allah izin verdiği için, şefaat etmeye izinli olanın şefaat etmesini zikreder. Burada şafi kelimesini nekre getirmiştir, erkek kurallı çoğuldur. مِنْ kelimesi ile te’kîd edilmiştir. O halde, birden fazla şafiin grubu vardır, hiçbiri onlara şefaat edememektedir. Buradaki فَ harfi ile mücrimlerin idlal etmesinden dolayı şefaatinin olamayacağı belirtiliyorsa cürüm de kul hakkı olarak kabul edilirse demek ki kul hakkına şefaatçi olunamıyor. Bizim görüşümüz Allah kul hakkını da affedebilir. Kendisi mağdur olan kula gerekli ihsanı yapar, suçluyu da affedebilir. Burada da bu affı nefyeden bir ifade yoktur. Sadece şefaati nefyediyor. Yani suçluyu kurtarmak için aracı olmayı meşru saymıyor.
Öz Türkçe ile:
“Bizim için ne bir tanıdık var.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Bizim için hiç şafi’ yoktur.”
FaMAv LaNAv MiN ŞAvFiGİyNa
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعِينَ (100)
***
وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ (101)
Va LAv ÖaDİyQi XaMİyM (Va LAv FaGİyLin FaGİyLin)
“Ne de hamim bir sadık var.”
صَدُقَة kocaların eşlerine sadakat karşılığı verdikleri mihridir. Topluluğun başkana olan sadakatini göstermek için verdikleri vergidir. صدق Kur’an’da 155. صدع ise 5 defa geçer. Toplam 160 (25*5) eder. ص direnci, د çevreyi, ق kuvveti ifade eder.
حُمَمkömür demektir. Sıcaklık hararet ile ifade edilir. Isı ise su gibi bir miktarı ifade eder. Suyun özgül ağırlığına benzer özellik hararettir. Suda moleküller değişik istikamette hareket ederler. Hızları farklıdır. Hız karelerinin toplamı hamimi oluşturur. حمم Kur’an’da 21, حبب ise 95 defa geçer. Toplam 116 (22*29) eder. حhareketi, م enginliği ifade eder.
Hamam kelimesi Türkçeye de girmiştir. Sıcak alan demektir. Kur’an’da iki manada geçer. Biri cehennemdeki sıcaklıktan, ısıtılmış sudan bahsederken, diğeri ise koruyucu, sıcak yani sosyal sıcaklık anlamında geçer. Burada حَمِيمٍkelimesi صَدِيقٍkelimesinin sıfatı olarak gelir. Sadaka halkın başkanlarına verdiği vergidir. Ona biat ettiklerini ve sadık olduklarını ifade eden bir işlemdir. Ayrıca kocaların eşlerine verdikleri mihir de Kur’an’da sadûka olarak geçer. Eşlerini koruyacaklarını, onları ayrılsalar bile sıkıntıda bırakmayacaklarını ifade eden bir güvencedir. Biat ve nikâh dışında da bir sadakat vardır ki Kur’an bunu da zikreder.
صَدِيقٍkelimesi burada nekre gelmiştir. Kur’an’ın kelimelerini Kur’an içindeki yerlere göre inceleyip manalandırarak sosyal kurumlar belirlenebilir. Yenibosna’da okunan etimoloji dersleri Kuran etimolojisi olarak okunmaktadır. Bu meseleleri çözmeye doğru atılmakta olan adımlardır. İleride büyük bir ilim haline gelecektir.
YORUM (100-101)
Kur’an’da suçlar ve cezalar zikredilir. Ayrı ayrı kelimeler kullanılır. Bu kelimelerin farklı manaları vardır. Demek ki farklı suçlar ve cezalar vardır. جُرْم, ذَنْب, فِسْق gibi suç çeşitleri vardır. Bu ayette marife olarak gelmiş olan cürüm işleyenler sözü ile kişilere karşı işlenmiş suçları içerdiği kanaati bende doğmuştur. Etimoloji derslerinde bu konular ele alınmalıdır. Yani benzer manada olan kelimeler karşılaştırılarak aralarındaki farklar bulunmalıdır. Adil Düzen kuralları bu yolla tespit edilmelidir.
Öz Türkçe ile
“Ne de sıcak bir yandaş.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ne de hamim bir sadîk.”
Va LAv ÖaDİyQi XaMİyM
وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ (101)
***
فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً
FaLaM EanNa LaNAv KarRaTan (FaLaM EanNa LaNAv FaGLaTan)
“Bize bir kerreolsaydı.”
كَرّ kalın katmerle örülmüş urgan demektir. كَرّ, bir sarmal demektir.
كَرَّة ile مَرَّةbenzer anlamı taşırlar. ر harfi tekrarı ifade eder. Her ikisinde de tekrar vardır. ك ile م arasındaki fark, bu iki kelimenin arasındaki farkı ortaya koyar. ك oluşu, م ise enginliği ifade eder. م harfinde değişme yoktur. Yani bir kimse bir şeyin yanından birkaç defa geçebilir.
Buradaki ر harfi م harfi ile birlikte birçok defa geçişleri ifade eder. كَرَّة‘de ise bir geçişten sonra ikinci geçiş vardır ve birinci geçişten farklıdır. Buradaki ر harfi çok tekrarı değil, bir tekrarı yani ikinci geçişi ifade eder.
فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (102)
FaNaKUvNa MiN eLMuEMiNİyNa (FaNaFGuLa MiN eLMuFGiLİyNa)
“Mü’minlerden olmamız için.”
Mü’min olmak, birbirini emniyete almak anlamındadır. Topluluk oluşturuyorsunuz ve topluluk sayesinde birbirinizi koruyorsunuz. Arılar kışın küme yapıp uykuya dalarlar. Küme onları soğuktan korur. Sadece dışında olanlar üşürler. Nöbetleşe dış yüzeye çıkarlar. Böylece bu dayanışma sayesinde varlıklarını korurlar. Allah, mü’minlerden bunu ister. Arılar gibi nöbetleşerek birbirlerini korurlarsa varlıklarını sürdürürler, korumazlarsa helak olurlar. Mücrimlere uymakla hata ettiklerini ve eğer tekrar geriye dönerlerse böyle hatayı işlemeyeceklerini söylemiş olurlar.
Bu anlamda bütün müslimler de mü’mindirler anlamı verilebilir. Ebu Hanife’nin İslam ve iman birdir sözü doğru olur. İmanın başka bir anlamı, başkalarını emniyete almaktır. Bu iman bu dünya için geçerlidir. Müslümanlar arasında bedenleri ile askerlik yapanlar müminlerdir. Bunlar yalnız kendilerinin değil, bütün Müslimlerin fiilen güvenini sağlarlar.
YORUM
Bu ayet ile İbrahim’in kıssası son bulur. Bu sözleri İbrahim’in ateşe atıldıktan sonra mı yoksa daha önce mi söylediğine dair burada bir işaret yoktur. Bu sözleri kavmine söyledikten sonra ne olmuş, kavmi ne yapmıştır? Burada bahsedilmez. Hatta başka ayetlerde de ateşten sonra kavmiyle olan ilişkisi fazla anlatılmaz. İbrahim’in buradaki bu anlatışı kesmesinin sebebi; bu sözleri yalnızca kavmine değil, bütün insanlığa anlatmış olmasıdır.
Öz Türkçe ile:
“Bizim için yenilenme olsa inananlardan olacağız.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Bizim için kerre olsa müminlerden oluruz.”
FaLaM EanNa LaNAv KarRaTan FaNaKUvNa MiN eLMuEMiNİyNa
فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (102)
***
إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (103)
EinNa Fİy ÜaLiKa LaAYaTan Va MAv KAvNa EaKÇaRu HuM MuEMiNİyNa
“Bunda ayet vardır ve onların ekseri mümin olmadı.”
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (104)
Va EinNa RabBaKa LaHuVa eLGaZİyZu elrRaXİyMu
“Ve Rabbin O Aziz’dir Rahim’dir.”
YORUM (103-104)
Buradaki ذَلِكَkelimesi İbrahim’in anlattıklarındadır. İbrahim Peygamber, kavmine uzun uzun anlatmıştır. Rabbine dua etmiştir. Onlara ikna edici sözler söylemiştir. Kur’an’da ayetler vardır demiyor, bir ayet vardır diyor. Ayet kelimesini de nekre olarak getiriyor. Tekrar edilen bu ayet kelimesi ile bu uygarlıkların farklı delillere dayandığı belirtilmiş olur. Yani peygamberlere benzer ayetler verilmemiş. Muhammed’e Kuran ayet olmuştur. Musa’ya sopa ayet olmuştur. İbrahim’e ilim ayet olmuştur. Bunlar ayrı ayrı ayetlerdir. Onun için bu kelime burada nekre olarak zikredilmiştir. Ekserisi iman etmemekle beraber bu bir ayettir diyor.
Ekserinin iman etmediğini bildirmiş olmaktadır.
Günümüz için de bir tür ayet olacaktır. Bu ayet eski ayetlere benzemeyecek. Bu ayetle gerçekler sabitlenecek ancak yine de ekserisi inanmayacak demektir. Çünkü hep aynı ayetleri tekrarlıyor.
Bu surede hiç bahsi geçmeyen peygamberler vardır. İsa’dan, Davut’tan bahsetmez. Çünkü onların hayatı bu ayetlerin ifade ettiklerine uymaz. Bu surede, bu iki ayetin anlattıklarına uyan hayatı yaşayanları zikredilir. Bizim bugün de buna benzer hayatı yaşayacağımızı bildirmiş olur.
Öz Türkçe ile:
“Bunda bir kanıt vardır ve onların çoğu güven veren olmadı.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Bunda bir ayet vardır ve onların ekserisi mümin olmadı.”
EinNa Fİy ÜaLiKa LaAYaTan Va MAv KAvNa EaKÇaRu HuM MuEMiNİyNa
إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (103)
Öz Türkçe ile:
“Ve Yetiştiricin, O saygındır çalıştırandır.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve Rabbin, O Aziz’dir Rahim’dir.”
Va EinNa RabBaKa LaHuVa eLGaZİyZu elrRaXİyMu
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (104)
İstanbul, Yenibosna; 20 Haziran 2020
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayanlar: ECE FERAH
REŞAT NURİ EROL
TAYİBET ERZEN
SÜLEYMAN AKDEMİR