KUR’AN İŞLETMELERİ(13); 153. SEMİNER Üsküdar/ İstanbul, 29 Mart 2002 Cuma
Akevler İstanbul Kooperatifleri, 19.30
A’RÂF SÛRESİ MUKAYESELİ MEAL VE TEFSİR ÇALIŞMASI
TÜRKİYE’Yİ NASIL UÇURUMA YUVARLIYORLAR?
196- Benim velim Kitab’ı inzâl eden Allah’tır. O sâlihlere tevelli eder.
196- Benim dayanağım Yazıt’ı indiren Allah’tır. O uygun işler yapanları korur.
Bundan önceki âyette; “De ki: Ortaklarınızı çağırın, bana yapacağınızı yapın, bana zam tanımayın.” demiştir.
Devam ediyor; “De ki: Benim velim (yani koruyanım) Allah’tır. O kitabı indirendir. Bana görev vermiştir, beni korur.” diyor. Hz. Peygamber bu âyeti Mekke’de okudu. Meydan okudu. Sonunda Allah onu korudu. Hicret etmeden önce müşrik kabile temsilcileri aralarında anlaştılar. Hazreti Muhammed’i Mekke’den çıkmadan önce öldüreceklerdi. Ama Hz. Muhammed çıkıp gitti. Bir şey yapamadılar. Çünkü o anda herkesi uyku basmıştı. Arkasından takip ettiler, mağaranın kapısına geldiler, içeri girmediler. Çünkü Allah onlara öyle akıl verdi.
Bediüzzaman da hapishaneden hapishaneye götürüldü, ama hayatına dokunamadılar. Sonunda hınçlarını cesedinden aldılar. Rahmetli Turgut Özal’ı kurşunlattılar, Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na kurşun attılar. Ama Allah onları korudu. “O sâlihleri korur.” deniyor. Bunun anlamı şudur ki; eğer biz de samimi isek, sâlih isek, O’nun kitabına hizmet ediyorsak, bizi de korur. Sûrenin başında beyan ettiği ilâhi düzen devam ediyor. Demek ki, Kur’an’ın ifadesi ve hükmü her zaman geçerlidir. Allah 1400 sene önce yok olmamıştır. Bugün de vardır. O günden tek farkı, o gün Cebrail’den alınanları bugün biz seleflerimizden devraldık. Şimdi biz Kur’an’ı okuyarak anlıyoruz. Hz. Peygamber ise vahiy ile anlıyordu. Bizde ilim, onda vahiy. Aradaki fark sadece budur.
197- O’nun dışında dâvet ettiğiniz kimseler size nusret edemezler, kendilerine de nusret edemezler.
197- O’nun dışında çağırdığınız kimseler size yardım edemezler, kendilerine de yardımları olmaz.
İnsanlar karşılaştıkları sorunlarını Kur’an’dan yardım alarak, ilme danışıp ondan ne yapacaklarını öğreneceklerine; düşmanlarına danışıyor ve onlardan medet umuyorlar. IMF ve Avrupa Birliği bize yardım edemez. Onların kendilerine de yardımları yoktur. Onlar çöküyorlar. Kendi sorunlarını çözemiyorlar. O ülkeler ki, her yıl hastaları artıyor, hem de bulaşıcı hastalıkların hastaları artıyor... O ülkeler ki, her yıl nüfusları azalıyor, taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışıyorlar!.. O ülkeler size nasıl yardım edecektir? Senin işçinle sana caka satıyorlar!..
198- Onları hidâyete dâvet etsen sem’ etmezler. Sana nazar ettiklerini re’yedersin, oysa onlar basar etmiyorlar.
198- Onları doğru yola çağırsan duymazlar. Onları sana bakıyor görürsün, oysa onlar görmemektedirler.
Şirk içinde olanların hâli tasvir edilmektedir. Sözleri duymazlar, baksalar bile göremezler. Bu âyet bize yol göstermektedir. Onlar bizi dinlemiyorlar diye üzüntü duymamalıyız. Doğru yolu neden görmüyorlar diye sıkılmamalıyız. Kötü niyetlerinden dolayı Allah onların gözlerini kör etmiştir. Bizim görevimiz elimizden geleni yapmaktır. Kalan ise bize değil, Allah’a aittir.
199- Afvı ahzet, örfle emret ve cahillerden i’raz et.
199- Bağışı tut, töreyi buyur ve bilmek istemeyenlerden uzaklaş.
AHaZa: Suyun birikmesi için kazılan havuz benzeri kuyudur. İçine almak anlamındadır. Zamanla almak demektir. Vermenin karşılığıdır. Kur’an’da bu kökten türetilmiş şu kelimeler vardır.
EaPaÜa - YaEPuÜu - EaPÜan (Ahaza - Ya’huzu - Ahzan): Alıp tutmak demektir.
AaPÜa - YueAaPıÜu - MuEAePaÜatan (Ahizu – Yuahizu - Muahazaten): Tutuşmak anlamındadır. Sorguya çekmek. Borç ve alacağın hesabını görmek.
EıtTıPAvÜ : Kendi kendine almak, edinmek demektir. Yani, birinden almak “ahz” ise; kendi kendine almak, içinden almak “ittihaz”dır. Bir kimseyi dost edinmek, tanrı edinmek gibi anlamlara gelir.
“Afvı ahzet” deniyor. “Afvı ittihaz et” demiyor. “Afvı muahaza edin” demiyor. “Afvı ahzet” deniyor. Bu da afv dileyeni afvetmektir. Afv dilemek demek, pişman olmak demektir. Kusurlarını giderecek demektir. Böyle yapan kimselerin afvedilmesi de farz olmaktadır. O halde gerek savaşta, gerekse kısasta karşı taraf af dilerse, diyet öderse veya zararları giderirse, bu hususta samimi olduğuna kanaatin gelmişse onu afvetmek farzdır. Burada temel olarak içtihatta iki husus ortaya konmuştur. İçtihat yapanın kendi kanaati önemlidir. Yani, kişi “Ben hastayım” diyorsa, o söz yeterli olup doktordan hastalık raporu alması gerekmez. “Ben sağlamım” diyorsa, doktorun raporu geçersiz olacaktır. Kişinin kendi kanaati önemlidir. Gerek savaş sonunda, katl hususunda, köle yapılması hususunda verilecek karar komutanın kanaatine bağlıdır. Kısas yetkisine sahip olanın kanaatine bağlıdır. Katledilecek kimse ıslah olmuşsa, bir daha sorun çıkarmayacaksa, yaptığından pişman ise afvedilecektir; yoksa katledilecektir. Demek ki, amelî içtihatlardaki emirler kazaî değil, dinîdir. Herkes kendi yetkisi olduğu yerde içtihat yapacaktır. İkincisi ise, asıl olan hukukta kısastır. Yani, afvedilmezse kısas yapılır. Onun için kimsesi olmayan kimsenin katili katl olunur. Çünkü onu afvedecek kimse yoktur. Birisinden izinli olarak girdi ise ona izin veren velisidir. Onun katline izin veren afvedebilir. Ama izin veren ölmüşse, onu öldüreni afvedecek kimse yoktur. Ama dinen asıl olan afvdır, ancak gelecek için tehlike teşkil ediyorsa o zaman belayı ahsen surette def sözkonusudur.
Burada “HuZ” emri müfred gelmiştir. “Afvediniz” demiyor, “Afvet” diyor. O halde af yetkisi topluluğa değil, kişilere verilmiştir. Kısasta da afv, mirasçı olmayan en yakın ve en büyük erkeğe verilmiştir. O afvederse, diğer kardeşlerin veya amcanın kısas isteme yetkisi kalmaz. Savaş sonunda elde edilen esirleri afvedip etmemek de savaşın komutanına verilmiştir. Afv yetkisi tecezzi etmez. Afv benzeri her olaya bu kuralı kıyas yoluyla teşmil edebiliriz. Kocanın mihrini afvetmek, almamak da boşanan karısına aittir, velisi karışmaz.
GaFV (AFV): Yolunan ot veya kesilen sakaldır. Kesip atmak demektir. Mağfiret etmek, bir suçu cezalandırmamaktır. Yani, cezasını silmek demektir. Cezasını çekmiş kabul etmek demektir. Afv, suçu işlenmemiş kabul etmek demektir. Burada emredilen mağfiret değil, afvdır. Yani, bütün vecibelerinden silmek, ortadan kaldırmaktır. Bize emredilen mağfiret değil, afvdır. Bir defa afvettikten sonra artık o kişi o fiili işlememiş kabul edilir ve geri çevrilmez. Yeni suç işlemiş olsa bile, eski fiilinden dolayı cezanın artırılması sözkonusu değildir. Batının ceza ve af sistemine ne kadar uzak bir anlayış. “AFV” masdarı “AN” ile kullanılarak taaddi etmektedir. Otu yerden kopardı şeklinde kullanılır.
Burada, “Afvı esas al” denmekte, marife olarak gelmektedir. Burada “afv” bilinen maruf durumu esas almaktadır. Dolayısıyla afvın da kurallar içinde yapılacağını belirtir. Nasıl, “Namazı kıl” dendiği zaman, namaz her tür dua değilse, buradaki afv de her tür afv değildir. Bundan önce şirk edenlerden bahsedilmişti. Şirkin cezalandırılmayacağını da ifade etmektedir. Şirk eden kimselere dini baskı yapılamayacağını göstermektedir.
“Emretmek.” “EaMR” kökü “Emerra”dan gelişmiştir. Buradaki “E” ta’diye “E”sidir. “Merre”, geçmektir. “Emerra”, sözü geçirmek demektir. Emrin sonucu vücuptur. Gerekliliktir. Amir mücbir değildir. Yani, zorla bir şey yaptırmağa kalkışmaz. Emreden şunu söylemiş olur; “Eğer bu işi yapmazsan bunun cezası budur, yaparsan da mükâfatı budur.” “Örf ile emret” deyince, demek ki insanları kötülüklerden ve şirkten vazgeçirmek için onlara doğru yolları göstereceğiz. O yoldan giderlerse çıkarları şunlardır, diyeceğiz. Gitmezlerse kendilerine gelecek kötülükleri göstereceğiz. Diyelim ki; “Mala-Mal Marketi kurarsanız işsiz insan kalmaz, aç insan kalmaz” diyeceğiz, bunun böyle olduğunu söyleyeceğiz, başka çıkar yol yoktur diyeceğiz. Kriz geçmez diyeceğiz. Kriz borçla geçse bile, gelecekte daha büyük krizin kaynağı olduğunu söyleyeceğiz. İşte bu emirdir.
“Örf ile emret.” diyor. Alem, sivri dağdır. Uzaktan görülür ve nerede olduğunu insan bilir. Arafe ise, üstü düzlük tepedir. İlk dönemde insanlar böyle tepelerde toplanır, hem alışveriş yapar, hem de birbirleriyle tanışırlardı. Bugünkü Hacc yaptığımız “Arafat” da böyle bir tepedir. Örf, böyle meclislerde toplanıp alınmış olan kararlardır. Bunun icmadan farkı, icmada müçtehitler ayrı ayrı çalışır ve karar alırlar. Burada ise halkın bir araya gelmesi suretiyle ve delillere dayanmaksızın topluca alınan kararlardır. İcma ile bu kararların oluştuğu tesbit edilir. İcmanın delilleri arasında örf de vardır. Çünkü herkes sözleşmeye uymak zorundadır. Söz yerine sükut, sözleşmeyi kabul demektir. Madem ki orada muhalefet olmamıştır, o halde fiilen herkes iştirak etmiştir. İşte icma ile sabit olan örfler insanı bağlar. Bunlarla emredilebilir. Yoksa içtihatla oluşmuş hususlarda emredilemez.
Bu emir her birimize birer uyarıdır. Yani, maruf olmayan, mahut olmayan hususlarda başkalarına emretme yetkimiz yoktur. Sadece maruf olanları emretme görevimiz vardır. Örf, marife gelmiştir. O halde bu örf de, namaz gibi, afv gibi belli kuralları ile tesbit edilmiş bir örftür. Bu da hakemlerin karar verirken ittifak ettikleri hususlardır. Sonunda icmanın oluştuğu hususlardır. “Bi” harfi getirilmiştir. “Marufu emret” dendiği gibi; “maruf ile emret” yani, emrettiğin şey maruf olsun anlamına geldiği gibi; gelişigüzel değil, maruf usullerle emret anlamı çıkar. Emrin duyurulması, te’kid edilmesi de birtakım kurallara ve usullere tâbi olacaktır demektir. Diğer âyetlerle ve aklımızla o yolları arama durumundayız.
Bir şeyin emri, bir görevin verilmesidir. Kendiliğinden onun yetkileri de verilmiştir, sorumluluğu da verilmiştir, sonunda karşılığı da verilmiştir. Bu ikinci manâ verildiğinde bu usullerden bahsetmiş olmaktadır.
Burada emredilen kimdir? Her mü’min bununla memur olabilir, askerlik hizmeti yapanlar bununla memur olabilir, siyasi hakları olan kadınlar da mezun olmuş olabilir. Yani, kadınlar yapma yetkisine sahiptirler, ama yapmak zorunda değildirler. Ocak ve bucak başkanı olabilir, komutan olabilir. Bütün bunlar kendi görevlerinde emirle yükümlüdürler, yetkilidirler.
Burada şöyle bir açıklama yapılmasında yarar vardır. Bir kentin belediye başkanı vardır, ilmî şûradan oluşmuş yönetim kurulu vardır. Başkan istişare ediyor. Arabalar bir taraftan gitsinler, sağdan veya soldan gitsinler, karışık gitmesinler. Bu hususta şûra üyeleri ittifaka vardılar. Ancak, sağdan mı yürünsün, soldan mı, bunda ihtilâfa düştüler. İşte burada karar yetkisi başkanındır. Başkan istişare eder ve kendi içtihadına göre karar verir. Bu kararlar da örf içine girmiş olur. Çünkü ittifakla verilmiştir.
Bir kimse daha evvel sözleşme veya ittifak kararları belirlenmiş örflere katılır, sonradan katılanlar da hepsini kabul etmiş olurlar. 15 yaşına gelen çocuk da eğer o ülkeyi terk etmemişse oranın örfünü kabul etmiş olur. Bu anlamda mevzuat demektir. Yani, herkes herkesten kanunlara uymasını isteyebilir. Kendi keyfine göre kararlar alıp başkasına emredemez. Yetkili de olsa örfe uyma zorunluğu vardır. Türkiye’de en çok hata buradan gelmektedir. Kanunlar dışarıdan tercüme edildiği için kimse bilmiyor. Kanunların çokluğu aslında yokluğu oluyor. Keyfî yönetim doğuyor, örf dışında emirler yağıyor, hukuk devleti olmaktan çıkılıyor. Polis devletine dönüşülüyor. İçtihat ve icma müesseselerini harekete geçirmediğimiz takdirde, başka bir şey olmayacaktır.
GRW (ARD): Ard, genişlik; Tul, uzunluk; Amk, derinlik demektir. En, boy, derinlik de diyebiliriz. Genel olarak boyut anlamında da “arz” kullanılır. Kur’an böylece kullanmaktadır. Büyüklüğü anlamına gelir.
Arz etmek, kumaşı enine açıp göstermek demektir. Görünen kısma bir şeyin sonradan kaplanmasına da arz denmektedir. Yani, kendisini göstermesi demek olur. O zaman lâzım fiil olur. Türkçedeki rıza da buradan gelmektedir.
URiDat, engel göstermek demektir. Bir şeyi arz etmek, anlatmak demektir. Bir şeyden i’raz etmek “an” ile kullanılır ve yüzünü çevirip görmek istememek demektir. Buradaki “E” nafiye “E”sidir.
“Afvı tut, örfü emret ve cahillerden i’raz et.” Yani, cahillerle ilgilenme. Burada önemli bir husus ortaya çıkmıştır. Biz tebliğ için kendilerine baş vururuz ama, öğrenmek istemeyenlere, görmek istemeyenlere, dinlemek istemeyenlere de; illâ dinletmek, zorla anlatmak mecburiyetinde değiliz. Hatta, bunlardan uzak durmamız emredilmektedir. Bir kimse ne kadar zalim olursa olsun, ne kadar kâfir olursa olsun, hatta ne kadar düşmanımız olursa olsun; eğer bizi dinliyorsa, bizimle diyalog hâlinde ise, biz hiçbir zaman ondan kokmayız, ondan kaçmayız. Hakaretlere başladıkları zaman onlardan uzaklaşırız; hakaretleri bırakıp normal duruma geçtiklerinde biz yine kendileri ile ilgileniriz. Ama bir kimse bizimle görüşmek istemezse, gerçekleri öğrenmek istemezse, ondan i’raz ederiz. Biz de onu bırakırız.
Burada öğrendiğimiz bir şey var ki, bizimle uğraşmak istemeyen kimse ile biz de onunla sadece ilişkileri keseriz, onlarla mücadele de etmeyiz. “Sizin yolunuz sizin, bizim yolumuz bizim osun” deriz. Uluslararası ilişkilerde de böyledir. Bir devlet kendi kabuğunu çekilmiş, halkının dışarıya çıkmasına izin veriyorsa biz de onu rahatsız etmeyiz. Bir kimse dağa çekilir, kendisine kulübe yapar, orada yaşamak isterse, onu da rahatsız etmeyiz. Ondan vergi veya askerlik talep etmeyiz. Ancak dağdan inip bize katıldığı zaman bütün vecibeleri yerine getirmek durumundadır.
CEHL: Yeni ergenlik çağına eren delikanlıya cahil denmektedir. Öğrenme çağındadır, ama henüz öğrenmemiştir. Cehl, bilmemek değildir. Bilmemek, insanın gücü yetmediği için bilmemesidir. İnsan bunda mazurdur. Cehalet ise, kişinin isteyerek öğrenmemsidir. Yani, dinlemek, öğrenmek istemeyen kimselerdir. Demek ki, cahil, bilemeyen değil, isteyerek bilmeyen demektir. Bu da usûlde çok önemli bir konudur. Cehalet bahsi en çok tartışılan konudur. Yani, kanun bilmemek mazeret midir? “Kanun bilmemek mazeret değildir!” deyip bugün kestirip atılmaktadır. Oysa, usûlde kabul edilen kural şudur. Kişi bilebildiği bir şeyi bilmiyorsa, bu mazeret değildir. Herkes kendisi için kötü kabul ettiği şeyin başkası için de kötü olduğunu bilir. “Ben birini öldürürsem, onlar da beni öldürürler” kuralını herkes bilir. O halde, ben kısası bilmiyordum, onun için bu fiili bilmiyordum diyemez. Bir yerde park yapılmayacağını, park yapılmasının yasak olduğunu gösteren işaretle bilebilir. Başka türlü bilemez. O halde, bilgisizlik mazerettir. Böyle olan kimseler bilmemektedirler, cahil değildirler.
Burada önemli başka bir husus daha vardır, o da; “Cahillerden i’raz et” demektedir. “Cahilden i’raz et” dememektedir. “Cühelâ” değil de “Cahilîn” denmektedir. İ’razı emredilen ayrı ayrı kişiler değil; topluluklar, cemaatlerdir. “Afvet, örf ile emret, cahillerden i’raz et.” sözleri ile, bir topluluk öyle istiyorsa o topluluğu rahatsız etmemeliyiz. Kendi hallerinde yüzüp dursunlar. Buradan çıkarılacak başka bir manâ da, toplulukların ileri gelenlerine yapacağımız görüşme talebi o topluluk ile yapılan görüşme dâvetidir. Başkanların cehalet göstermesi bizim i’raz etmemiz için kâfi olup, kendi topluluğumuza dönmeliyiz. Onlarla fazla vakit harcamamalıyız. Yazacağımız bir mektup, bir görüşme talebi reddedildiği takdirde, ısrar etmemize gerek yoktur. Onlar hesablarını kendi tanrılarına verirler. Yalnız bir liste yapıp böyle görüşme talebinde bulunmamız gerekir.
Türkiye’nin kötü tarafı, bugün resmen yetkili gibi görünen kimselerin yetkili olmayıp sadece birer gölge olmalarıdır. Bunlarla görüşseniz bile, sonunda asıl yetkiliye ulaşamadığınız için topluluğa bir şey anlatmış olmazsınız. Bu sebepledir ki, görüşme yapacağınız kimseyi biliyorsanız, “Bizi falanla görüştürün” deyin, bilmiyorsanız, “Görüştürmek istediğiniz kimse varsa görüştürürsünüz” dersiniz.
Bugün Türkiye’de çoğu kimse bayan sekreter bulundurmaktadır. Bunların sanatı, müracaat edenleri görüştürmek değil, tam tersine görüştürmemektir. Bu engeller niçin konmuştur? Sömürücü sermaye gerek kamu görevlilerinin, gerekse iş sektörünün halkla ilişkileri olmasın, sadece adını bilmediğimiz sömürücü sermaye temsilcileri ile görüşsünler ve verilen emirleri harfiyen yerine getirsinler diye, “sekreterlik” icat edilmiştir. Yani, halkla ilişki kesme görevlileridir bunlar. Böylece bugün herkes cehalet içindedir. Cehalet mekanizmasını yürütmektedir.
Kendi dünyanızda böyle cehaletten şiddetle kaçınacaksınız. Sizinle görüşmek isteyen herkes hiçbir engele uğramadan her zaman görüşebilmelidir. Sekreterler görüşmek isteyenleri engellemek için değil, onlara yardımcı olmak için olacaklardır. Görüşmeler herkese açık yerde yapılır. Gelenler sıraya girerler. Görüşecek kimse geliş sırasına göre herkesle görüşür. Sorunu kendisi çözemiyorsa, yetkililere havale eder. Kişi aldığı sonuca göre bir daha gelir veya gelmez. Gelmezse, sorun çözülmüştür. Bir de “yerinden yönetim” sözkonusudur. Dolayısıyla, ilde çözeceği sorunlar için devlet başkanına başvurmaz. Bucak başkanlarının çözeceği sorunlarla il başkanı ilgilenmez. Sekreterler ve yardımcılar, bu hususta bilgi vermek ve nerenin yetkili olduğunu bildirmek için olacaktır. Yoksa, bugün olduğu gibi sömürünün bekçiliğini yapmak, baştan aşağı “cehalet müessesesi”dir. Kur’an şirki, küfrü, zulmü ve cehli bir kabul eder. Bu sebepledir ki, şirkten sonra bu âyeti getirmiştir.
200- Eğer sana şeytandan bir nezğ nezğ olunursa Allah’a istiaze et. O semî’dir, alîmdir.
200- Eğer sana sinsiden bir iğne sokulursa Allah’tan sığınma iste. O işitendir, bilendir.
İmma: Eğer manâsındadır. “İn” de eğer manâsındadır. Ancak burada teşdid vardır.
Nezğ: Derideki iğne deliğidir. Yahut, toprağa batırıldıktan sonra çekildiğinde görünen izdir. Yani, kapanmış ama faal olan deliktir. Nezğ demek, iğneyi deriye batırmaktır. Yahut, toprağa sopayı batırmaktır. Arının sokması da nezğdir. Zehiri akıtırsa demektir. Şeytanın işi budur. Bir söz atar, mide bulandırır, ondan sonra çekilip seyreder.
Şeytan: Şavt, bağ yapıldığı zaman etrafında sarılan yine ipten demettir. Dolanma veya dolaşma anlamlarına gelir. Kâbe’nin etrafında bir defa dolaşmak “şavt”tır. Dolanarak avını boğan boğa yılanıdır. Dolanmaktan bu adı almıştır. İnsanın etrafında onu boğmak için dolanıp durduğu için “şeytan” adını almıştır. Tevrat tercümesinden yılan olarak anlatılır. Yani, hakiki manâda almışlardır.
Gıyaz: Sığınak demektir. Ağaç kovuğu ve mağara gibi yerlerdir.
İçtihat yaparken her zaman insan nefsinin ve şeytanın vesvesesinin etkisinde kalabilir. Yanlış sonuçlara varabilir. İnsan böyle bir şeye düşmemek için Allah’a sığınmalıdır.
Bir insan Allah’a nasıl sığınır?
a) Kur’an’ı meali ile okuyarak sorunlarına çareler arar. Böylece sorunların çözülmesi ile ilgili yollar ortaya çıkar.
b) Allah insanlara doğrudan değil de, başka insanlarla görünür. O halde eğer bir sorun çözülemiyorsa, Kur’an da çok açık bir şekilde anlaşılmamışsa, o zaman diğer insanlar sorulup istişare edilecektir. Bu da sığınmadır.
c) Sorunu müsbet ilmin verilerine göre çözmek, Allah’ın kanunlarına sığınmak demektir ki, bu da Allah’a sığınmaktır.
d) Allah’a sığınmak demek, Allah’ın halifesi olan topluluğa sığınmaktır; nizalı yani ihtilaflı hususlarda hakemlere gitmek Allah’a sığınmaktır.
İçtihatta insan hata yapacaktır. Allah’a sığınınca yani yukarıda gösterilen usullerle hareket edince, Allah ya ona hata yaptırmayacaktır; veya yaptırsa da sorumlu tutmayacaktır.
“O semi’dir” deniyor, sizin sorularınızı duyar, demektir. İçinizde sorunuzu düşünür, sonra Kur’an’ı okumaya başlarsanız, O size Kur’an’daki âyetlerin manâsı ile cevap verir. İstişare ederseniz, istişarenin sonunda içinizde doğan düşüncelerle size cevap verir. Müsbet ilmin kurallarına uyarsanız size fiili cevap verir. İcmalar Allah’ın doğrudan doğruya vahyidir.
“Alîmdir” diyor. Yani, soruyu sözlü de sorabilirsiniz, yahut içinizden geçirerek, düşünerek de sormuş olursunuz. Her ikisini de Allah bilir anlamı vardır.
201- İttika eden kimseler, onlara şeytandan bir taife mess ettiğinde tezekkür edip mubsır olurlar.
201- Korunan kimseler, onlara sinsilerden bir takım dokunduğunda görüşüp görür olurlar.
Bundan önceki âyette içtihat yapan kimsenin hata edebileceğini, Allah’a istiaze etmesi gerektiğini ve bu takdirde Allah’ın işitir ve bilir olduğunu beyan etmiştir. Bu âyette ise toplulukların icmalarında hata yapabildiklerini beyan etmektedir. Bu âyet geçmişte yapılan tartışmalara açıkça yanıt getirmektedir. Kısmi icma var mıdır? Evet, kısmi icma vardır. Ama kısmi icmalar tüm mü’minlerin icmaı gibi kesin değildir, hata etme ihtimalleri vardır. Kısmi icmalar üzerinde iki mezhep oluştu.
1. Hanefiler kısmi icmayı kabul etmediler. Bütün icma ehlinin icma etmesi gerekir dediler. İcmaı kabul etmeyenlerin muhalefeti etki etmez.
2. Mâlikilere ve Şiilere göre kısmı icma vardır: Mâlikiler Medine ittifakını icma saydılar, Şiileri ise ehl-i beytin ittifakını icma saydılar.
Biz ise icmaı genişlettik. Şöyle ki, icma demek, sözleşme demektir. Her sözleşme, sözleşme yapanlar arasında ittifakla kabul edilir ve tarafları bağlar. Sonra da elbette ittifakla değiştirebilirler. Çünkü sözleşme yenilenmiş olur. Tüm insanlığın ittifak ettiği husus da bir sözleşmedir. Bunun özelliği, tüm insanlığın ittifak ettiği hususlarda hata olma ihtimali yoktur, kabul edilir. Değişmez, kabul edilir. Bu görüş da kesin değildir. Değişmeyecek icma, Sahabelerin kavlî veya fiilî icmaları olup, ondan sonra gelen icmalar ile sükûtî icmalar kesinlik ifade etmez. Yani, icmalarla değişebilir. O halde, kısmî ittifaklar, ittifak edenler için icmadır. Ancak, bu icmalar kesin olmadığı için hakemlere gidilip iptal ettirilebilir. İnsanlığın kavlî icmaları ise hakemler tarafından iptal edilemez.
“İttika eden kimseler” denmektedir. Demek ki, bir ocak, bir bucak halkı ittifak ettiğinde bucakları bağlar. Bir il, ülke veya insanlık meclisleri ittifak edince de taşra bucaklarını da bağlar. Ancak, bunlarda hata ihtimali vardır.
“Şeytandan bir taife” denmektedir. Bize bildirilen önemli husus, şeytanların da insanlara karşı grup oluşturmalarıdır. Yani, topluluğu oluşturan halkın cinleri de bir araya gelir, topluluğu nasıl ifsat edecekleri hususunda kararlar alır ve birlikte hareket ederler. “Şeytandan bir taife” denmektedir. Burada şeytan cins isimdir. Bu şeytanlar, insandan veya cinden olabilirler. Demek ki, şeytanın topluluğa dokunması, yanlış karar alırlar ya da kasden icmayı bozacak şekilde gayri ilmî hareket ederler.
“Tezekkür ederler” denmektedir. O halde, tezekkürün mekanizması getirilmelidir. Tezekkür etmek demek, ilmî delilleri ortaya koyup sorunları ilmen çözmek demektir. Yanlış kararlar alınmışsa iptal edilmelidir. Yahut, karar alınacak ama kasdi olarak muhalefet edip icmanın inkıyadını önlemektedir. Eğer muhalefetin yanlışlığı ilmen hatalı ise bunun tashih edilmesi gerekir. Bugün Anayasa mahkemeleri vardır, Anayasaya aykırı kanunları iptal etmektedir. Yanlış yapılan Anayasayı iptal eden bir mekanizma yoktur. İşte burada Kur’an çok önemli bir müessese getirmektedir. Mecliste alınan kararlar ancak müsbet ilme aykırı ise iptal edilebilir. Mesela, “Erkekler de doğuracaktır!” diye bir icma hâsıl olsa, böyle bir icma hakemlere gidilerek iptal ettirilir. Diğer taraftan, birkaç âlimin muhalefeti sebebiyle icma inkıyat etmiyorsa, bunlar mütemerrit iseler, ilmin gerektirdiği bir şeyi kabul etmiyorlarsa, mesela dünyanın yuvarlaklığına muhalefet ediyorlarsa, hakemlere gidilerek bunların icma ehliyetleri iptal edilir. Yalnız unutulmamsı gereken husus, hakemlerin ilme aykırılığına karar verme yetkileri vardır. Bu kararlarına karşı da yani karaların ilme dayanmadığı iddiası da yapılabilir, hakem kararları da iptal edilebilir. Bunun için yine hakemlere gidilecektir.
“Tezekkür ettikten sonra onlar ilme aykırı kararlarını göreceklerdir” deniyor. Yani, hakemler gerçekleri ortaya çıkaracaklardır. Davacı ve davalının dayanakları müsbet ilim olmalıdır. Görülüyor ki, içtihat ve icmalarda daima hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargının denetimi vardır. Ancak bu yine bir yasaya dayanılarak değil, müsbet ilme dayanılarak yapılacaktır. Çünkü zan haktan hiçbir şeyi gereksiz kılmaz. Biz Anayasamızı düzenlerken, Kur’an’ın âyetlerine ve icmalara; fıkıh, sosyal ve tabii ilimlere dayanarak düzenledik. Kur’an üzerinde duruldukça isabet edip etmediğimiz ortaya çıkacaktır. Yani, Anayasamız bir varsayımlar sistemidir. Bundan sonra Kur’an tezekkür edilecek ve varsayımlarımızın doğruluğu ispatlanacaktır. Aksi sabit olanlar ayıklanacaktır. İlmî metot budur. Varsayımsız ilim olmaz, ama varsayımları ilmî sonuç kabul etmek de ilim değildir. İşte bu âyet yapılacakları çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Tezekkür edilecek, ilmen tartışılacak ve gerçekler ilme göre düzenlenecektir.
202- Ahileri onları ğayyın içine medd edecekler, sonra ıksar etmeyecekler.
202- Kardeşleri onları uçuruma yuvarlayacaklar, sonra da bir eksiklik yapmayacaklar.
Bize düşen vazife içtihat ve icmadır. İçtihat ve icma yaparken hatalarımız olursa, bu hatalar ilmin hakemliğinde halledilecektir. İlim, âlimlerden seçilen hakemlerden oluşan heyet tarafından ortaya konacaktır. Bize karşı çıkanlar, Avrupalı kardeşleri ile bir olanlar, bizim tarafımızdan değil, yine Avrupalılar tarafından çukura atılacak ve yok etmede onlar en küçük bir nedamet duymayacaklardır. Endülüs’te ne yaptılarsa, bunlara da onu yapacaklar. Amerikan yerlilerine ne yaptılarsa, Türklere de onu yapacaklar. Soykırımı yapacaklar.
Türkler soykırımı yapmadıkları halde, onları devamlı soykırımı ile itham etmelerindeki maksat, ilerideki bu tür davranışlarda kendilerine mazeret hazırlıyorlar.
İMF’nin hangi tavsiyelerine uyulmuş da Türkiye başarıya ulaşmıştır?
Batı’nın tavsiyelerine uyulduğu için Türkiye Sevr seviyesine gelmedi mi?
Vâd ettiklerini Sevr dayatmasıyla çiğnemediler mi?
Türkiye; “Ya istiklâl ya ölüm! Milleti yine milletin azmi ve kararlılığı kurtaracaktır.” ifadeleri ile Batı’ya karşı savaş açmakla kurtulmadı mı? Bütün baskılara rağmen, II. Cihan Savaşı’na girmemekle güçlü Türkiye’ye sahip olmadı mı?
Batı’yı dinledik, ülkemiz 150 milyar borca girdi! Batı’yı dinledik, Türkiye 15 yıldır iç savaş yaşamaktadır. Batıyı dinledik, Türkiye ekonomik kriz batağındadır.
İşte, Batılı kardeşlerini dinleyen bu zavallıları onlar uçuruma doğru götürmektedir. Bakınız Kur’an, “Siz onları gayya yani uçuruma götüreceksiniz” demiyor. Onları onların Avrupalı ve Batılı kardeşleri uçuruma götürüyor. Onları yok edecekler. Siz yeter ki Kur’an’ı ilmî açıklamalarla anlayın ve uygulayabildiğinizi uygulayın. Sonrası bize aittir diyor.
Biz uyarıyoruz. Onların geleceğinden dolayı endişeli değiliz, üzgünüz.
Uyarılarımız hâlâ onlara bir yarar sağlamıyor.
“Sonra ıksar etmezler” diyor.
Demek ki, uçuruma yuvarlayacaklar, bekleyecekler, sonra saldıracaklar.
TÜRKİYE’Yİ NASIL UÇURUMA YUVARLIYORLAR?
1. Türk halkını Türk-Kürt, şeriatçı-ilerici, Şii-Sünni, Kemalist-antikemalist, Lâik-antilâik gruplara ayırıyorlar, sonra birbirine saldırmaya hazırlıyorlar. Bu dediklerimiz yalan mı? 15 senedir iç savaşı onlar yapmıyor mu?
2. Türkiye’de ekonomik krizler yaratıp ülkeyi mefluç hâle getirtmek, borçlandırarak boğmak ve böylece kendi kendine çökmüş bir Türkiye iç savaşın eşiğine getirilmiştir.
3. İlericilik-gericilik saçmaları ile ordu ile halkın, yöneticileri ile halkın, Meclisi ile halkın, hakimleri ile halkın arasını açıyor ve isyana hazırlıyorlar. Yarın bütçe yetersiz olunca askerlerin maaşını veremeyecekler, askerler isyan etmesin diye hükümet vergi yükleyecek ve gelir getirmeye çalışacak. Bir şey alamayacak. Çünkü, artık halkın verme gücü olmayacak. Halk karşı gelecek. İsyan edecek. Ordu isyanı bastırmaya başlayacak. Bu arada ordu da bölünmeye hazırdır. Çünkü orada da lâik ve antilâik kişiler var. Sivil halkta ne varsa orada da var. İşte o zaman iç savaş patlayacaktır.
4. İç savaşta yorgun ve bitkin düşen Türkiye’ye komşular saldıracak, halkını imha edip ülkeyi yağmalayacaklar. Böylece, Endülüs’teki Kurtuba’nın akıbetine benzer şekilde Anakara için de hazırlık yapılıyor.
5. Sonra kuzeyde Ermeni ve Gürcülere Pontus, Batıda Bulgar ve Yunanlılara Bizans, güneyde de Büyük İsrail imparatorluğunu kuracaklar. Böylece Türk Devletini yıkmakla kalmayacak, Türk ulusunu da imha edeceklerdir.
İşte bu uçurum, Batı dostu vatandaşlarımızın gittikleri uçurumdur.
Biz eğer içtihat ve icma yapar ve ona göre işler yaparsak, Allah bizi kurtaracaktır.
Nasıl kurtaracaktır? Onu biz bilemeyiz, O bilir. Kim bilir? Belki de bizim çalışmalarımız sadece bizi değil, tüm Türkiye’yi kurtaracaktır. Avrupa’ya karşı olanlar bizimle birleşecekler. Belli olmaz. Ülkemizi yıkmaktan kurtarabiliriz. Çünkü Türkiye güçlü bir devlettir. Ordusu savunmada çok güçlüdür. Tüm dünya devletleri birleşseler bile baş edemezler.
“Ya istiklâl ya ölüm!” diyen uluslar hiçbir zaman ölmemişlerdir.
Aksine, onları öldürmek isteyenler munkarız olmuşlardır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL