TEFSİR
114.SEMİNERLER
و لقد مكناكم فى الأرض و جعلنا لكم فيها معايش قليلا ما تشكرون (7/10)
و لقد خلقناكم ثم صورناكم ثم قلنا للملائكة اسجدوا لأدم فسجدوا إلا إبليس لم يكن من الساجدين (7/11)
و لقد Va La QaD: Dillerin üretilmesi vardır, kullanılması vardır, anlamı vardır, kavranması vardır. Üretilmesi toplulukça yapılır. Yani, o dili bilen herkes onu o mânâsıyla anlar. Herhangi mânâyı kasdetmeden de o kelime veya kural onu ifade eder. Buna lugat mânâsı denir. Yani, bir şeyi söylemek isteyen o kelimeyi o mânâda söyler. Cümleyi söylediğiniz zaman siz o malzemeyi kullanıp bir şey üretmiş olursunuz. Diyelim ki, patatesi, suyu, yağı, tuzu birleştirip pişirdiniz, yemek oldu. Bu sizin yaptığınız yemektir. Ama bu çorba sizin tam istediğiniz gibi olmayabilir. Patatesin sizin bilmediğiniz bir özelliği olabilir. Suyun içinde sizin bilmediğiniz, hatta istemediğiniz özellik olabilir. Tuz fazla gelebilir. Sonra da o patatesi yiyen onu kaşıkla yer, elle yer, ekmekle yer, sıcak yer, soğuk yer. Onun için de farklı durum vardır.
Kur’an’ın dili Arapçadır. Ancak Allah Araplara dili öğretirken, Kur’an’ın indireceği şekline göre öğretti. O halde Kur’an dilinin vâzıı da bizzat Allah’tır. Bu vâzıın bir kısmını Kur’an’dan önce yapmıştır. Bir kısmını da Kur’an’ın içinde yapmıştır. Kur’an’ın delâlet ettiği mânâ da Allah tarafından en küçük teferruatı ile bilinmektedir. Sadece anlama insanlara bırakılmıştır. Onu Allah mü’minlere ilham etmekte ve bizim anlamız onun ilmi içinde olmaktadır. İçtihat yaptığımızda gelen ilhamlar hatalı olabilir. Ama icma ile gelen ilhamlar vahiy gibidir, hata ihtimali yok kabul edilir. İşte Kur’an’a inanmak demek, bu özelliklere inanmak demektir. Kur’an’dan başka hiçbir kitapta bu özellikleri bulamayız.
Va La QaD ifadesi Kur’an’da kullanılmaktadır. Bunun tam mânâsını verebilmemiz için bütün Va La QaD geçen âyetleri sıralayıp üzerinde düşünmemiz ve bir karara varmamız gerekir. Kur’an bu şekliyle ele alınıp her bin yılda bir yeniden mânâlandırılmalı ve kurallar ortaya çıkarılmalıdır. Bunu bir kimsenin yapması mümkün değildir. Birlikte çalışmalıyız. Bu birlikteliği sağlamak için bir ortaklık kurmalı ve oradan gelen gelirlerle çalışanları finanse etmeliyiz. Akevler Kooperatifleri bu amaçla kuruluyor. Allah duamızı kabul ederse, ileride elde edeceğimiz imkanlarla buna imkan veririz. Şimdi biz bizim anladığımız şekliyle sadece usûl olsun diye işaret ediyoruz. Allah’a hamd ederim ki, önce ben Kur’an’ı anladıktan sonra eski tefsirleri okurum Büyük çoğunluğu onlarla aynı şekilde anlamış olurum. Bu da Allah’ın onlara da bize de bu mânâları kendisinin bildirmekte olduğuna delildir. Farklı olanlar tartışılmalıdır.
مكناكم “Mekkenâküm”daki “küm”, “Kalîlen mâ teşkürûn”daki “Kalîlan mâ” ifadeleri buradaki atfın “İttebiû”ya ait olduğuna işaret ediyor. İnşa cümlesi ile haber cümlesi arasındaki atıf her zaman güzel olmaz, bu bakımdan bu cümle oraya atıf olsa bile, hâl cümlesi olur. “Biz sizi yeryüzüne yerleştirmiş bulunuyoruz. Size inzal olunana uyun.” anlamı verilebilir. Bu takdirde Kur’an’a uyulmadığı takdirde bu yerleşmenin olamayacağına ve helâkin olacağına işaret etmiş olur. Bizim 16 sosyal tufana işaret edip kurtuluşun yalnız Kur’an’da olduğunu ifade etmiş olmaktadır.
Atıf “Ehleknâhâ”da da olabilir. Çünkü ikisi de mâzi fiildir. Yine de hâl olma durumu vardır. Biz nice karyeleri helâk ettik. Şimdi de arza sizi yerleştirmiş bulunuyoruz. Sizin durumunuz da onların durumu gibidir. Onlar için “İz”, bizim için “KaD” kullanılıyor.
“Lâ” te’kid lâmıdır. Eski peygamberlerin geldiği kavimlere gelen kötülük ve helâkin size de geleceğini te’kid için “Lâ” getirilmiştir. Allah diyor ki; bizim kanunlarımız her asra ve her topluluğa geçerlidir. Biz her yerde hazır ve nâzırız.
“QaD” kelimesi de “İz” kelimesi gibi zaman zarfıdır. “İz Câe”, gelmişti demektir. “Qad Câe”, gelmiştir demektir. Biri geçmişte olup biteni anlatır. Qad ise hâlen sürmekte alanı anlatır. Onların başlarına be’s, sonra sual, sonra kısas, sonra helâk oldu; şimdi de siz hâlen yerleşmiş bulunuyor, aynı akıbeti bekliyorsunuz.
Mekkenâküm, sizi yerleştirdik anlamındadır. Kâne, ism-i mekân olmuş. Sonra sülâsi olmuştur. Yer deyince daha çok bizim ayak bastığımız sâha ve onun altındaki yerküre anlaşılmaktadır. Oysa mekân ise altı ve üstü hacim olarak yer anlaşılmaktadır. Burada temkin kelimesi bizim yerin altı, yerin üstü ve göklerden yararlanmakta olduğumuz ifade edilmektedir.
فى “Fî” kullanılmıştır. “Alâ” kullanılmamıştır. Çünkü yerin altı, üstü ve yukarısı da insanlar içindir. Karalar, denizler, hattâ gökler. İnsanlar güneş ve yıldızlar gibi sıcak yerlerde yaşayamazlar. Ama onun dışında sanatları sayesinde her yerde yaşayabileceklerdir. Nitekim uzay yolculuğu yapılmaya başlanmıştır.
الأرض EL-ARD: Marifeli olarak gelmektedir. Yerküresi kastedilmiş olabileceği gibi, beş vakit namaz kılan toplulukların kendi ocaklarının yerleri, Cuma namazı kılanların kendi bucaklarının yerleri de kastedilmiş olabilir. Şimdi sizi bu yerlerde yerleştirmiş bulunuyoruz.
و جعلنا لكم فيها معايش Ve Cealnâ Leküm Fîhâ Meayışe: Yaşayışınızı orada kıldık. Burada doğduk, burada büyüdük, burada yaşıyoruz. Ömrümüz burada bitecek ve burada öleceğiz. İşte buranın hakkını vermeliyiz. Buralardan yararlanabilmemiz için buranın usullerine ve kanunlarına uymalıyız. Kur’an’ın öğrettiği Adil Düzen içinde olmalıyız. Hayır, biz Kur’an’ın içinde olmayız. “Bizim aklımız var, biz lâkiz, ona göre davranırız!” diyebilirsiniz. Ne var ki, Kur’an’ın dedikleri ile sizin aklınızın dedikleri arasında fark yok. Çünkü ikisi de Allah’ındır. Ama bundan sonra anlatacağı hikâyelerde insana musallat olan şeytan vardır, nefis vardır. Onlar sizi kitaptan ve ilimden uzaklaştırıyorlar. Lâik olmanız Kur’an’a uymanıza mâni değildir. Tam tersine, lâikseniz yani putperest değilseniz, ilmin verilerine uyacaksınız. Kur’an da ilmî verileri öğretmektedir. Asıl kötülük, ilme muhalif harekettir. Şeytana uymaktır. Nefse uymaktır.
قليلا ما تشكرون Kalîlen Mâ Teşkürûn: Ne kadar az şükrediyorsunuz. Şükür kelimesi, devenin yediğini et olarak ortaya çıkarmasıdır. Yani, yediğinin hakkını vermesidir. Bir nimete şükretmek demek, o nimetten yararlanmak demektir. Gözü görmek için, kulağı işitmek için, beyni düşünmek için verdiği nimettir. Bunları yerlerinde kullanmak şükür, bunları yerlerinde kullanmamak zulümdür. Allah insana cinsi arzular vermiştir. Bununla evlenip çoluk çocuk yetiştirsinler diye cinsi arzuyu sürekli kılmıştır. Karı-koca böylece zevk içinde yaşasınlar diye vermiştir. Eğer bu arzuyu ve gücü evlilik dışı ilişkilerde harcarsınız zulüm olur. Ama evlilik içinde harcarsanız bu da şükür olur.
Allah hiçbir şeyi boş yere mânâsız yaratmamıştır. Her şeyin bir hikmeti vardır. Bir görevi vardır. Bunu biz müsbet ilimle bilebiliriz. Kur’an da bize bunları hatırlatmaktadır. İnsanın dışındaki varlıklara Allah irade vermiştir. Yani, onlar isteseler de kötülük yapmazlar. Kötülük yapabilen insan ve cindir. Bunları da ayrı ayrı kutupta yaratmıştır. Kendi iradeleri ile şükretsinler, zulmetmesinler, diyor. Kur’an bunu öğretiyor, bunu gösteriyor. İnsanları kendi isteklerine gelmelerine dâvet ediyor. Gelenlerin çok az olduğunu ve insanların kendilerine verilen nimetin çok azını değerlendirdiğini ifade ediyor.
Allah Kitap göndermiş ve onun için de bize birçok şeyleri vahyetmiştir. Ama biz onun çok azını anlıyor ve kullanıyoruz. Allah’ın verdiği nimetlerden de çok az yararlanıyoruz. Bu iki âyet mutlaka kötülük için söylenmiyor. Yani, Kur’an’ın çok az kısmını anlıyor ve yararlanıyoruz. Allah’ın meayışından da çok az yararlanıyoruz. Yani, Kur’an’ın mânâları bitmeyecektir. Yeryüzünün meayışı da bitmeyecektir. Her gün yeni mânâlar ve yeni keşifler birbirini kovalayacak, evrim devam edecektir.
“Reeytü Zeyden ve hüve yektübü ve biyedihi kalemün.” Buradaki “va” harfleri hâl harfleridir. Kendilerinden öncekilerin hallerini belirtiyorlar. “Ben Zeyd’i eline kalem almış yazıyor iken gördüm.” Deyince, kalem yazmaktan ve yazmak ise görmekten öncedir. Ama ifadede sonra gelmektedir.
Birinci “Ve Le Kad” daha önceki “İttebiû”daki “Küm”ün hâli idi. İkinci “Ve Le Kad” da “Cealnaküm”deki “Küm”ün hâlidir. Âyetler hâl olduğu için zamanda sonra gelen önce zikredilmiştir. Bu sebeple bu yaradılış meayışdan sonra zikredilmiştir. Tehirin başka sebebi de, bundan sonra gelen âyetlerle burada özet olarak verdiği bilgiyi açıklamaktadır. Açıklamayı hâl cümlesinin devamı içinde yapmıştır. Üzerinde duracaksanız, onu sınıflamada en sonuna koyarsınız. Allah da burada öyle yapmıştır. Bu sebepledir ki Gayın harfi ile ayrılmıştır.
Bu âyetin mânâsını yorumlayabilmemiz için Kâinatın yaradılışı ile bugünkü ilmin vardığı sonuç şudur:
1- Allah bundan on milyar yıl önce bir nokta kadar olan ama bütün Kâinatın maddesini içeren Kâinatı patlatmıştır. İlk patlamada bütün zerreler azami hız almışlardır. Işık hızına ulaşmışlardır ve hâlâ da o hızla Kâinat gelişmektedir. Kâinat ışık parçacıklardan oluşmuştur. Dört çeşit çekim özellikleri vardır. O özellikler öyle seçilmiştir ki bugünkü istenen Kâinat belli kanunla oluşmuştur. Yani, matematik onları çözebilmektedir. Bu dört kuvveti yönetme sabnteşlr vardır. Işık hızı, tesir parçası, elektron kütlesi ve yükü.
2- Bunun yanında sonraları bundan iki-üç milyar yıl önce ilk canlıyı yarattı. İlk canlıda insan dahil bütün canlıların kıyamete kadar olacak özellikler mevcuttu. Ancak onlar sadece proje olarak vardı. Uygulama olarak yoktu. Proje uygulandıkça canlılar âlemi oluşmaktadır. İnsanın ilk döllendiği hücrede de bütün insan ömrü boyunca taşıyacağı özellikler vardır, ama bu özellikler zamanla ortaya çıkar. Canlılar âlemi için de durum budur. İlk canlıda insan vardır, yaratılmıştır. Ancak sonraları insan ortaya çıkmıştır.
3- Yeni canlı türleri nerede oluşmaktadır? Kur’an bunun bir bahçede oluşturulduğunu ifade etmektedir. Tabii ki kara hayvanlar için bu söylenir. Kur’an’ın ifadesine göre bütün Kâinatta ilk canlı bir yerde vardı. Yeryüzüne yayıldı. Bu teoriyi bugünkü ilimler teyit etmektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
a) Canlılar ancak yeryüzü şartlarında olan gezegenlerde üreyebilirler. Trilyonlarca yıldızlar vardır. Onlarda da gezegenler vardır. Bugünkü ilim bunları kanıtlamıştır. Hayatın olmaması için bir makul sebep bulunamaz.
b) Canlıların hepsinde aynı DNA dili vardır. O halde bütün canlılar aynı hücrenin bölünmesinden oluşmuşlardır.
c) Canlıların yaratılışı zorunlu değildir, ama en mükemmeldir. O halde başka gezegenlerde hayat olsa ancak buradaki hayat olabilir.
d) Yeryüzünde canlılar istenen sıra ile evrimleşmişlerdir. Ancak geçiş nesilleri yoktur. Yani, aniden eski nesil yok oluyor yahut yeni nesil var oluyor.
4- Bütün bunların rastlantılarla olması imkânsız olduğuna göre, bunu yapan varlık her şeyi yapabilir. Burada önemli olan atomların özelliklerinin de bu canlıları var edecek şekilde yaratılmış olması, sonra canlı hücrenin bu atomları kullanarak oluşturulmuş olmasıdır. Bu kadar büyük projeyi hazırlayan ve bu projeyi uygulanır hâle getiren kimse için herhangi bir zorluk sözkonusu değildir.
Şimdi bu âyetleri anlayabilmemiz için insanın var olmasını üç grupta değerlendireceğiz:
a) Canlıyı yaratırken insanın bütün genlerini oraya koydu ve insanın varolması şartları oluşuncaya kadar bekletti.
b) Sonra insanı gökte bunun için ayarladığı bir gezegende türleri üretti. Seralardaki fideleri ürettiğimiz gibi üretti. Orada insanı meydana getirdi.
c) Meleklerden birine dünyaya göndereceği kimseye emrine girmelerini emretti. Onlar da kabul ettiler. Şeytan etmedi.
d) Ondan sonra Adem orada kalamayacak şekilde bir mutasyona uğradı. Bu mütasyon yediği bir ağacın meyvesi sebebiyle oldu. Şeytanla beraber dünyaya getirildiler. İşte şimdi biz burada yaşıyoruz.
Kur’an’ın bu anlattıklarında ilme aykırı bir şey yoktur. Bir kısmı bugünkü ilim tarafından doğrulanmıştır. Bir kısmı müsbet ilimce doğrulanmış değildir. Ama Kur’an’ın âyetlerinden bu mânâları çıkarırız. İleride zaman zaman da doğrulanacaktır.
خلقناكم Halaknküm.: Biz sizi halk ettik derken, ilk canlı yaratılırken o canlının genlerinde yerleştirilen insan genlerinden bahsetmektedir. Çünkü halk demek, elbise biçmek demektir. Yani, bil kuvve, potansiyel olarak insan ilk canlının geninden yaratıldı.
Sonra size sûret verdik deniliyor. Bu genler aktif hâle geldiler ve insanı oluşturdular. Milyonlarca yıl sonra olduğu için burada “sonra” denmektedir. Çünkü milyarlarca yıl sadece hücreden hücreye proje intikal etti. Uygulaması çok sonra gerçekleşti.
Sonra meleklere dedik, deniyor. Adem’den evvel Adem’in babaları vardı. Onlar da insandı. Ama onlar yeryüzünde değil gökte yaşıyorlardı. Cennette yaşıyorlardı. Mutasyonsuz insanlardı. Tüylü idiler. Buradaki “Sümme” bunu ifade etmektedir.
Yeryüzünün şartları insanı alacak şekle gelince Allah Adem denen insana ve eşine onu yetiştirmeleri ve hizmet etmeleri için melekleri görevlendirdi. Yetişmeden önce ağaca yaklaşmamasını emretti. Onlar günü gelmeden meyveden yediler ve çileli bir şekilde apar topar dünyaya geldiler.
Bundan sonraki olayları Kur’an’dan takip edelim.
قلنا Kulnâ: Burada Allah’ın “emerna” demeyip “kulnâ” demiş olması ile emir sığasının vücup ifade ettiğini, emrolunan şeyleri yerine getirmeyenlerin cezalandırılacağını ifade etmektedir. Allah hükümleri beş grupta toplamıştır:
a) Emr olunanları yerine getirenler sevap alırlar, yerine getirmeyenler ise günah kazanırlar. Yani, yapınca sevap defterine yazılır, yapmayınca günah defterine yazılır. Bunlar farzlardır.
b) Sünnetler ise yapılırsa sevap defterine yazılır, yapılmazsa günah defterine bir şey yazılmaz.
c) Mübahlar ise yapılıp yapılmaması eşittir. Ne sevap ne de günah tarafına bir şey yazılır.
d) Mekruhlar yapılmazsa bir şey yazılmaz. Yapılırsa günah tarafına da bir şey yazılmaz. Yalnız yapılacak sevapların değerleri düşer. Yani, farz ve sünnetlerin derecelerini azaltır. Rütbe almalarına mâni olur.
e) Haram ise yapılmadığında bir sevap yoktur. Ama yapılırsa günahı vardır. Günah tarafına ceza eklenir.
İşte, “kulnâ” demekle emir sığasının vücubu farzlığını ifade ettiğini burada anlatmaktadır.
للملائكة Melâike, meleklerin çoğuludur. Bugün matematikten biliyoruz ki zâhir âlem vardır, bâtın âlem vardır. Zâhir âlemde ya güneşte olduğu gibi sıcak âlem var veya yerde olduğu soğuk âlem vardır. İnsan soğuk âlemin zâhirinde, cin zâhir âlemin sıcağında, melek bâtın âlemin sıcağında, ruh da bâtın âlemin soğuğunda yaşarlar. Bütün bunların hepsi u*v=c*c formülü ile birbirine bağlıdırlar. Hepsinde E=h*n formülü geçerlidir. Yani, bunlarda geçerli olan matematik tektir.
Hepsinin DNA zincirindeki bağları farklıdır. Ama bu zincirdeki sıralar, yani programlar aynıdır. Siz evi ister tahtadan, ister tuğladan, ister çimentodan, ister taştan yaparsınız. Ama evin şekli aynı olur. İşte melek, cin, insan ve ruhun malzemeleri farklı ama yapıları benzerdir. Bunlar arasında ışıktan büyük veya ışıktan küçük hızlarda olan dalgalar arasında haberleşme mümkündür. Nitekim biz ruhumuzla irtibat halindeyiz. Başka bir ifade ile bunlarda her iki taraf mevcuttur. Zâhir ve bâtın tarafı vardır. Yalnız komuta bir taraftan yapılmaktadır. Manivelanın iki ucunu düşünün. Kolun birisi uzun, birisi kısa olsun. Siz uzun tarafını hareket ettirirseniz kısa tarafı kendiliğinden hareket eder. Kısa tarafından hareket ettirirseniz uzun tarafı kendiliğinden hareket eder. Ruh, melek, cin ve insan bir tarafından birinde bulunmaktadır. Aynı şeyi değişik taraftan kullanmaktadırlar. Küre yüzeyinin dışında olabilirsiniz, içinde olabilirsiniz. Biri bâtın, diğeri zahirdir.
Biz ağaçları görüyoruz, ama ağaçlar bizi görmüyorlar. Cin ve melekeler bizi görürler, biz onları göremeyiz. Allah cinlerden şeytanı ve meleklerden bir kısmını insana hizmet etmek üzere görevli kılmıştır. İkisi yanlarımızda dolaşır ve devamlı olarak bize ilham ederler. Melekler iyi yol gösterirler, şeytan da kötü yol gösterir. Bir canlı olarak cinsi arzu duyunca melek evlenmeye, şeytan ise zinaya çağırır.
اسجدوا Secde: Yüzükoyun yer kapanmış hâlidir. “O secdededir.” dediğimiz zaman, alnını yere koymuş anlamındadır. İlk insandan beri bu hareket saygıyı ifade eder. Rüku, eğilmiş hâlidir. Bu itaati ifade eder. İtaat demek, meşru bir harekette bir başkası ile beraber hareket etmek demektir. İnsana rüku etmek günahtır. Secde ise küfürdür. Çünkü secdede mutlak itaat vardır. İtaat ettiğin kimse hüküm koyan değildir. Secde ettiğin kimse kendisini tanrı yerine koyan kimsedir. El öpmek ise mekruhtur. Ancak öpmede de eğilmek gerekir. Ayağa kalkmak da iyi karşılanmaz. Sadece yer vermek sünnettir. Ama kim önce gelirse önde o oturur. Allah insanlara ibadet etmeyi yasaklamıştır. Bunların hepsinde derece derce şirk vardır. Kabile döneminde askeri disiplin içinde oluşmuş bu örf günümüze kadar gelmiştir. Bununla beraber bir toplulukta bir derecelenme zarureti vardır. İnsanlar kişilerin etrafında toplanacaklardır.
Burada Allah, “Adem’e secde edin.” demektedir. İnsanlar için haram olan bir ibadet konusunda, nasıl oluyor da Adem’e secde edin denmiş oluyor. Ayrıca Yusuf Sûresi’nde de “Kardeşler Yusuf’a secde ettiler.” deniyor. Kur’an’da, “Ay ve Güneşe secde etmeyin.” deniyor. Ancak, Allah’tan başkasına secde etmeyin, denmiyor. O halde bir taraftan secde ibadettir. Başkasına ibadet etmek küfür mertebesinde günahtır. Diğer taraftan bu âyetler secdeyi Allah’tan başkası için de meşru kılmaktadır. Bunun tefriki ise Allah emrettiği için birine secde etmek, O’nun dediklerini yapmak meşru, hattâ me’murun bihdir. Ama onu Allah kabul ederek secde etmek ise küfürdür. Askerlikte komutana mutlak itaat şeklindedir, Allah’ın emri. Bu sebeple, komutan kötü bir şey de emretse, sen itaat edersen sevabını alırsın. Bir ülkede yaşıyorsan, onun savunmasına katılmak zorunluğu vardır. Orada da mutlak itaat sözkonusudur. Aksi takdirde ülke savunulamaz.
Şimdi meleklere ve şeytana emredilen secde nedir? Kur’an bunu şöyle diyor. Ben onu iki elimle var ettim. O halde ona secde edin diyor. İki el ne demektir? Yani, günah da işleyebilir, sevap da işleyebilir. Onu serbest bıraktım, hesabı sonra soracağım, diyor Allah. Secdeden maksat, O’nun emrine girip yapmak, istediği işleri yapmaya yardımcı olmaktır.
Melâike, meleklerin çoğuludur. İnsan ve cinlerin cevherleri (maddeleri) zâhiri âlemde, arazları (dalgaları) bâtıni âlemdedir. Melek ve ruhun cevherleri bâtın âlemde, arazları (dalgaları) zâhir âlemdedir. Burada melekler harf-i tarifle gelmiştir. Emrolunan bütün melekler olmayıp sadece insana hizmet etmekle görevli meleklerdir. Biz bir iş yapmak istediğimiz zaman zihnimizde birtakım oluşlar olur. Bunların oluşması için meleklerin bize yardımları vardır. Melekler bunları gelişigüzel değil de, birtakım kurallar içinde yaparlar ve bizim istediğimize göre yaparlar. Bu isteğimiz secdeye götürür.
إلا إبليس İllâ İBLiS: Hazreti Adem’e musallat kılınan cinin adı iblistir. Belese, ümidini kesmiş demektir. Çünkü artık şeytan için tevbe sözkonusu değildir. Bir görev almıştır. Sonuna kadar o görevi yapmaya devam edecektir. İblisin dışındaki melekler secde ettiler. Yani, insanın emrine girdiler.
لم يكن من الساجدين Lem yekün minessâcidîn. İstisnadan sonra tasrih etmiştir. Bilerek, kasden, şuurlu olarak secde etmediğini bildirmektedir. Bir de secde etmenin sürüp gittiğini anlatmaktadır.
Burada insanın yüceliği anlatılmaktadır. İrade sahibi kılındığını, istediğini yapabilmekte olduğunu, bunun Allah’ın kendisine verdiği bir ikram olduğunu; ancak sonra bunun da bir diyeti bulunduğunu anlatmaya başlamaktadır. Kur’an’ın insanları götürmek istediği hedef, öyle düzen olsun ki orada insanlar iyilik de yapabilsinler, kötülük de yapabilsinler, buna güçleri yetsin. Ondan sonra kendi istekleri ile iyilik yaparlarsa cennete gitsinler, kendi istekleri ile kötülük yaparlarsa cehenneme gitsinler. İlerideki hayat kendi eserleri olsun.
Bunun için önce insanların istediklerini yapabilmeleri için melekleri görevlendirmiştir. Ayrıca gidecekleri yerleri tercih edebilmeleri için de şeytana vesvese verme hakkı tanınmıştır. Onların karşısına peygamberleri ve kitapları göndermiştir. Şeytan, gizli-kapaklı yeraltı faaliyeti gösterir. Peygamberler ve kitaplar ise açık ve kesin kurtuluş yolları ortaya koyar. Kur’an’da şeytandan sık sık bahsedilmektedir. İnsanlardan da şeytanların olduğunu anlatmaktadır.
Şeytanın özellikleri:
a) Gizli olmak, b) Gıybet etmek, c) Bozguncu olmak, c) Aceleci olmak.