ADİL DÜZEN200
Haftalık Seminer Dergisi 22 MART 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
“HİÇBİR HAKKI MAHFUZ DEĞİLDİR!” TEBLİĞ AMACIYLA FOTOKOPİ İLE ÇOĞALTIP DAĞITMAK VE e-mail GÖNDERMEK SERBESTTİR
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 200. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 15 Mart 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK YORUM (31)
59. HÜKÜMET VESİLESİYLE, TÜRKİYE’NİN ANA SORUNLARI VE ÇÖZÜMLER;
1. BASIN, 2. YARGI, 3. BORÇLAR, 4. İŞSİZLİK
Bin yılda bir inkılâp olmaktadır. Başlangıçları Milâdî yıllara göre başlamaktadır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın vakti gelmiştir. Bu uygarlık “Adil Düzen” olacaktır. Hukukun genel kuralları insanlığa hakim olacaktır. Savaşlar “zalim düzen” ile “Adil Düzen” arasında olacaktır. Kapitalizm ile sosyalizmin yerini “hak” ve “kuvvet” çatışması alacaktır...
Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezinden doğar. Bu sentezi de o iki uygarlığı bilen ülkeler gerçekleştirirler. “III. Bin Yıl Uygarlığı” İslâm’ın Kur’an’nı ve Batı’nın müsbet ilminin sentezi ile oluşacaktır. Bu sentezi yapabilecek kavim ve ülke de bugün yalnız Türkiye’dir. Çünkü Türkler iki uygarlığı da öğrenmiş bulunmaktadır. İşte 59. Hükümet Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bunları gerçekleştirecek her türlü imkanlara sahip olmuştur. Tarihî mücadelelerinde sabrederek azimle çalışıp bugün başbakan olmuştur... ...
Türkiye komadadır. Acil olarak dört sorununu çözmek zorundadır. Bu sorunları çözemezse; savaşa girsin veya girmesin Türkiye Devleti yok olacaktır. Bu Kur’an’ın verdiği bir haber olduğu kadar, ilmin de ortaya koyduğu bir gerçektir. Dört sorunu ele alalım. Önemine göre başlayalım ama aciline göre bitirelim: Basın, Yargı, Dış Borç ve İşsizlik... ... ...
SONUÇ: “Akevler Kooperatifleri” bu konularda kırk yıldır çalışmaktadır. Uygulamaları vardır. Bu konuda yetiştirdiği yirmiye yakın ilim adamı hizmete hazırdır.
a) İŞSİZLİK sorunu üç ay içinde çözülebilir.
b) Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın YARGI altı ay içerisinde kurulabilir.
c) YAZARI ÖZGÜR MİLLÎ BASIN bir yıl içinde oluşturulabilir.
d) BORÇLAR iki yıl içinde sıfırlanabilir.
Bunun için “Devlet Plânlama Teşkilatı” yönetiminin “Akevler”e verilmesi yeterlidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti yol ayrımındadır. Ya “Adil Düzen Çözümleri”ni kabul edecek ve varlığını sürdürecek veya “Adil Düzen”i reddedecek ve devlet yıkılacaktır. Türk Ulusu ise varlığını sürdürecek ve “Adil Düzen”i kurma görevini yerine getirecektir. Bu tarihin ilâhî takdiridir.
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
TEVEKKÜL; ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ 156-160. ÂYETLER TEFSİRİ
Mü’minlerin kâfirler gibi savaştan kaçmaları nehyolunduktan sonra “Fa” harfi getirilerek açıklamaya geçilmiştir. Mü’minlerin böyle yüce bir görevi yüklenmiş olmaları sebebiyle sen onların başkanı olarak onlara yumuşamış bulunuyorsun. Bu “Fa” bize değişik bilgileri vermektedir.
a) Başkan olanlara Allah başkanlık edecek kabiliyetler verir. İktidar olduktan sonra özel hasletler kazanırlar. Sorumluluk yüklenince melekeleri ona göre gelişir. Çünkü burada “Allah’ın rahmeti ile” denmektedir. Bu sebepledir ki topluluk daima bir başkanın emrinde birleşir. İktidar tecezzi etmez. Başkanlar da zannederler ki, biz olmazsak bu iş olmaz. Oysa topluluk varsa o başkanını bulur. O da eski başkan gibi yetenekli olur.
b) İkinci önemli husus, mü’minlerin başkanı güçlü olur, ama düşmanlara karşı güçlü olur. Kendi cemaatinin disiplinini korku ile değil, saygı ile sağlar. Başkanı cemaati korur. Ayrıca koruyucusu yoktur, hassa ordusu yoktur. Bütün mü’minler silahlıdır ve güvenliği sağlarlar. İslâm devletinde bürokrasi yoktur, ordu da yoktur. Mü’minlerin tamamı askerdir. Kışlada herkes askerî düzen ve disiplin içindedir. Sivil hayatta ise herkes hukuk düzeni içindedir.
c) Başkan vardır, cemaat vardır. Bunlar iki kutuptur. Kutuplar dengededir. Başkan topluluğu duygulardan arındırarak makul davranışlara götürür, halk ise duygularıyla isteklerini dile getirir. Kur’an başkanlara farklı görev ve yetkiler vermiştir; cemaata farklı görevler vermiştir.
d) Başkan tektir. Bir heyete yönetim verilmez. Başkan birlikte namaz kılanların başkanıdır. Çünkü onlarla müşavere edilmiştir. İşaret görsel bir haberleşmedir.
(TEFSİR DOSYASI GELECEK HAFTA VERİLECEKTİR)
Milli Gazete, Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve diğerleri; Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV ve diğerleri; bugüne kadar olduğu gibi “Geçen Hafta” da “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”na yer ver(e)mediler!.. Hâlâ bu GAZETELERİ okuyor ve bu TV kanallarını izliyorsanız; artık onlara “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”nı hatırlatabilirsiniz!..
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 200. SEMİNER Tefsir İstanbul, 15 Mart 2003
TEVEKKÜL; ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ 156-160. ÂYETLERİN TEFSİRİ
بسم الله الرحمن الرحيم
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُوا فِي الْأَرْضِ أَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ يُحْيِ وَيُمِيتُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(156) وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِنْ اللَّهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِمّاَ يَجْمَعُونَ(157) وَلَئِنْ مُتُّمْ أَوْ قُتِلْتُمْ لَإِلَى اللَّهِ تُحْشَرُونَ(158) فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنْ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ(159)
إِنْ يَنْصُرْكُمْ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ(160)
(YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EAvMaNUv LAv TaKUvNUu Ka elLaÜIyNa KaFaRUv Va QAvLUv Lı EıOVANıHıM EıÜAv WaRaBUv FIy elEaRWı EaV KAvNUv ĞuzZayn LaV KANUv GıNDaNAv MAv MAvTUv VaMAv QUvTıLUv Lı YaCGaLa elLAHuÜAvLıKa PaSRaTan FIy QuLUvBıHıM Va elLAHu YuXYı Va YUvMIyTu Va elLAHuBı MAv TaGMaLUvNa BaÖIyRun)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EavMaNUv) “Ey îman etmiş olan kimseler./ Ey güvenmiş olan kimseler.”
Kur’an Allah’tan Resul’e gelmeye başlayınca insanlardan okumalarını istemiştir; inanmalarını değil. Neden? Çünkü Allah insanlara bildiklerine inanmalarını istemektedir; körü körüne inanmalarını değil. İnsanların eski peygamberlere inanmaları ise mucize gösterilerek sağlanmıştır. Oysa Kur’an mü’minlerden ilimle inanmalarını istemiştir. Kur’an’ın indiği günlerde ilimle inanma bugünkü kadar kolay değildi. Bugün ise Kur’an ile ilim bir kumaşın iki yüzü gibidir. Kur’an’a anlayarak inanan ilimle inanmış olur, ilmi kavrayarak inanan da Kur’an’la inanmış olur. Böylece önce araştırma, sonra kabul etme, sonra teslim olma ve barışa girme demek olan “İslâm olma” olmuştur. “Îman” ise daha sonra gelmektedir. Îman, kabul ettiği gerçekler için cihat yapmadır. İşte bu kimse “mü’min” kimsedir. Allah bunlara “Ey îman etmiş olan kimseler” diye hitap etmektedir. Bu ifade “Ey birbirine güvenmiş ve dayanmış kimseler” demektir.
لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا (LAv TaKUvNUu Ka elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olanlar gibi olmayın.”
Küfretmek, örtmek ve kapatmak demektir. Bile bile aksini savunan kimse “kâfir”dir.
Doğru söylemenin temel kuralları vardır. Mü’min bu kurallara uyarak konuşur.
1) Mü’min, kendisine lâyık gördüğü bir şeyi başkası için de lâyık görendir. Kendini başkalarından üstün tutan kimse değildir. Eğer bir olayda kendisi için ayrıcalık çıkarıyorsa o kimse mü’min değildir. Katil elbette kısasa tâbi tutulacaktır. Ancak maktul katil olsaydı onu da kısas hükümlerine tâbi tutmalıyız.
2) Mü’min öyle kararlar alır ki yer ve zamana göre değişmesin. Hata etmişse elbette hatadan dönecektir. Ama baştan hatalı karar almaz. Yani, mü’min her yerde uygulayamadığı ve her zaman uyamadığı bir görüşü savunmaz. Tabii ki şartların değişmesi ile hükümler de değişecektir. Ancak bu zaman ve yere göre değil de şartlarla ilgilidir.
3) Mü’min olan kimse çelişki içinde olamaz. Aynı varsayımlarını her yerde kullanır. Varsayımların hatalı olduğunu gördüğü zaman varsayımını değiştirir, ona dayandırdığı bütün sonuçları da değiştirir. Bir gün başka, öbür gün başka varsayımlara dayanmaz.
4) Mü’min Allah’a ve âhirete inanan kimsedir. O ölümü her zaman göze almıştır. Dolayısıyla ölüm korkusu ile taviz vermez. İnanmak demek, onun için canını vermek demektir. Onu candan kıymetli saymak demektir. Müslimler kendi canlarını kendileri için diğer kimselerin canından üstün tutarlar. Mü’minler ise topluluğu kendi canlarından üstün tutarlar ve onun için canlarını verirler. Topluluğu temsil eden başkanlarına canlarını siper ederler.
وَقَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ (Va QAvLUv Lı EıOVANıHıM) “İhvanına kavlettiler./ Kardeşlerine dediler.”
“Kardeş” kelimesinin Arapçadaki karşılığı olan “Eh” kelimesi, ipin iki başına bağlanan kazıktır. Babası veya annesi veya ikisi bir olan kimselerdir. Bu gerçek manâsı olmuştur. Bununla beraber aynı sosyal gruplar da kardeşler olarak ifade edilmektedir. Kur’an’da “dinde kardeşiniz” dendiği gibi; “ancak mü’minler kardeşlerdir” ifadeleri ile bu “sosyal grup kardeşliği” çok açık olarak ifade edilmiştir. Burada da kâfirler birbirine kardeş olarak ifade edilmektedir. Mü’minler insanlara güven vermek için kardeş olurlar; kâfirler ise insanları korkutmak üzere dayanışırlar. Bu âyet çok açık olarak bunu ifade etmektedir.
إِذَا ضَرَبُوا فِي الْأَرْضِ (EıÜAv WaRaBUv FIy elEaRWı) “Arz içinde darbettiklerinde./ Yeryüzünde vurduklarında.”
Burada “yeryüzünde vurduklarında” ifadesi kullanılmaktadır. Arz, yeryüzü demektir. Darbetmek, vurmak demektir. Arzda darbetmek demek, arzda dolaşmak demektir. İnsanlar tarihte daima tehlikeler içinde hayatlarını kazanmışlardır. Kendilerini korumaları için yuvalar edinmişler, kentler kurmuşlar, ama hayatlarını sürdürmek için de hep dışarıya açılmışlardır. Bu onlar için tehlikeli olmuştur. Allah ise insanlara yeryüzüne yayılmaları ve Allah’ın fadlını aramalarını istemiştir. Allah tehlikeli de olsa iş yapmayı savaş ile aynı saymıştır. Yenilik yapmak da böyle rizikolar taşıyan bir çabadır.
أَوْ كَانُوا غُزًّى (EaV KAvNUv ĞuzZaYn) “Veya ğuzzan olmaları.”
Savaş çıktığında gidip savaşmak yerine, bulunduğun yerde de savaş olur. Düşman saldırır ve siz de savunmaya geçersiniz. İnsanlar kazanmak için yurtları dışına çıkarlar. Savaşmak için dışarıya gidilmez. Saldırı meşru değildir. Ancak hakların çiğnenirse orada da müdafa hakkı doğar. Oysa vatanına saldırdıklarında, savunma tamamen meşrudur. Şeriata göre bir savaşın meşru sayılması için hakem kararlarına ihtiyaç vardır. Karşı tarafın hakem kararına uyması gerekir, ama uymadığı da hakemlerce tesbit edilmelidir. Bununla beraber saldırıya uğradığınızda savunmaya geçme hakkı vardır ve bunun için hakem kararlarına gerek yoktur. Ülke içinde iseniz ispat külfeti saldırıya geçene aittir. Ben saldırmadım diye ispat etmesi gerekir. Ülke dışında ise bu saldırının önce hasım tarafından geldiğini göstermelidir. Bu sebepledir ki “Ev/ Veya” kelimesi kullanılmıştır. “Ev” kelimesinde birinin olması yeterlidir, ama ikisi de olabilir. Demek ki, hem sefer hem de savaş olabilir.
لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا (LaV KANUv GıNDaNAv) “İndimizde olsaydı./ Yanımızda bulunsaydı.”
Burada “sefere çıkmasaydı” veya “gaza yapmasaydı” demeyip; “bizim yanımızda, bizim içimizde olsaydı” denmektedir. Buradaki kasıt taraf olmak demektir. Savaşın kuralı vardır. Bir tarafta olmak zorunluluğu vardır. “Ben tarafsızım” diyemezsiniz. Çünkü savaşçılar herkesi korkutarak yanlarına almak isterler.
11 Eylülde ABD’de kuleler yıkılmış, hiçbir sebep yokken savaş durumu ilân edilmiştir. “Ya bizdensiniz, ya değilsiniz!” denmiştir. Amerika Birleşik Devletleri dünyayı ikiye ayırmıştır. Dünyaya savaş ilân etmiştir. Bu durumda dünya ikiye ayrılıyor. “Bizimle olun kazanırsınız, yoksa yok olursunuz!” diyorlar. İki taraf da aynı şeyi söyler. “Bizim tarafta olun, ölmeyin!” derler.
مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا (MAv MAvTUv VaMAv RuvTıLUv) “Mevt etmezler ve katlolunmazlardı.”
“Yeri darbetmeseydiler ölmezlerdi, savaşçı olmasaydılar öldürülmezlerdi” denmek isteniyor. “Arzı darbetmeselerdi ölmezlerdi” denerek darbetmeyi savaştan ayırıyor. Bununla anlatılan, insanların açlık ve yoksulluktan ölmeleridir. Savaşta ise vurularak ölmekten bahsediliyor. Küfretmiş olan kimseler, zalimlerin zulmüne teslim olurlar ve güçlülerin onların istediklerini yapacaklarına inanırlar. Müminler ise Allah’a ve Allah’ın güçlü olduğuna inanır, hak için ölmeyi de göze alırlar. Çünkü onlar öldükten sonra da yaşayacaklarına inanırlar.
لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ (Lı YaCGaLa elLAHu ÜAvLıKa PaSRaTan FIy QuLUvBıHıM)
“Bu Allah’ın onların kalbine hasret ca’letmesi için böyle olmuştur.”
İnsanlar üzülsün veya üzülmesin, olan olacaktır. Takdir-i ilâhîdir. Ancak küfretmiş olanlar bunları sıkılarak karşılarlar; mü’minler ise teslim olarak karşılarlar. Her şeyi Allah yapmaktadır. Biz sadece bize düşeni yapıp yapmamakla sorumluyuz, sonuçtan sorumlu değiliz. Olayları insanların kendilerinin yaptığına inananların beyinleri sadece üzüntü ve çöküş duyar. Mü’minler ise eksiklikler varsa tamamlarlar, sonra Allah’ın takdirini büyük bir sükûnet ve rıza ile beklerler. Çalışırken her şeyi kendileri yapıyormuş gibi çalışırlar; sonuçları ise hiçbir şeyi kendileri yapmamış gibi karşılarlar.
وَاللَّهُ يُحْيِ وَيُمِيتُ (Va elLAHu YuXYı Va YuvMIyTu) “Allah imate ve ihya eder.”
“İhya eden hayatta bırakır” anlamındadır. Öldüren de, yaşatan da O’dur. Günü gelmeden kimse ölemez. Günü gelince de kimse hayatta kalamaz. Burada Allah’ın kaderi ile insanın fiili arasında ilişki kurulmuştur. Allah hep kendi iradesine uygun yapmaktadır. İnsanın ömrünü kendisi takdir etmektedir. Ancak bu işleri meleklerin, ruhların, cinlerin ve insanların elleri ile yapmaktadır. İnsanlar bu görevlerine göre mükâfat ve mücazat almaktadır. Böylece imtihan gerçekleşmektedir. Biz bize düşeni yapmak durumundayız, sonrası bize ait değildir. Çünkü Allah öldürmekte ve yaşatmaktadır.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (Va elLAHuBı MAv TaGMaLUvNa BaÖIyRun) “Allah amel ettiklerinizi basirdir.”
Allah arzdan darbettiğimiz veya savaşır olduklarımızı bilmektedir. Bizim yapacağımız iş, barış içinde bütün faaliyetleri yapmaktır. Bize saldırırlarsa görevimiz savunmamızı yapmak, ondan sonra ise Allah’a tevekkül etmektir. Allah’ın dışındaki bir korku bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. Müslimler, bu tevekkülü göstermeyenler; müminler ise ölümü göze alıp Allah’a teslim olanlardır. Bir toplulukta devlet bunlar yani mü’minler sayesinde devlet olur. Bir toprak uğrunda ölen varsa vatandır. “Ya istiklâl, ya ölüm” diyemeyen toplulukların yönetme hakları yoktur. İslâmiyet’te “müslim” hâli vardır, istemeyen zorla savaştırılmaz. Bugün ise herkes zorla askere alınmaktadır. Îman edenler savaşmak istemeyenleri savaşa zorlamdan da korurlar. Allah bize ne kadar ulvî bir düzen bahşetmiştir. İnsanlığı bu ulvî düzene kavuşturmak için cihat yapmak ne yüce bir rütbedir, ne yüce bir şereftir.
وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ مُتُّمْ (Va LaEıN QuTıLTuM FIy SaBiLi elLAHı EaV MütTuM) “Allah’ın sebilinde katl olsanız da mevt etseniz de.”
Burada Allah’ın sebilinde katl olunmaktan bahsedilmektedir. Mevt olsanız da denmektedir. Katletmekten bahsetmektedir. Mü’minler haksız yere katletmekten korkarlar, katl olunmaktan korkmazlar. Cihat katletmek demek değildir. Cihat demek, hakkı söylemek, hakka göre amel etmek ve hükmetmek demektir. Bu çok zor bir olaydır. İnsanlar gruplaşmışlardır ve hak için cihat etmeyip çıkarları için çatışmaktadırlar. Çocukluğumda adil olmaya çalışıyordum. Bundan dolayı köyümde kimse beni sevmezdi. Yakınlarım kendilerini tutmadığım için beni sevmezdi. Karşımızda olanlar da onların ırkî hasımları olduğumuz için beni sevmezlerdi.
Mü’minler işte böyle dışlanırlar. Ama insanlar sıkıntıya girdiklerinde onlardan medet umarlar. Allah’ın yolunda ölme de aç bırakılma anlamına gelmektedir. “Ne yapalım, çoluk çocuk var!” denir ve ona göre yol tutulur. Halk ülkesindeki partilere hak yolunda oy vermezse; çıkar veya korkularına göre oy verirse; seçilenler de çıkar veya korkuya dayanarak oylarını kullanırlar. Bir ülkede mü’minler olmadıkça o ülkede adalet olmaz. Adalet olmayınca da devlet olmaz. Onlar önce “mevt” sonra “katl” olunmaktan bahsediyor, Allah ise önce “katl” sonra “mevt”ten bahsediyor. Kâfirler savaştan çok açlıktan korkarlar.
لَمَغْفِرَةٌ مِنْ اللَّهِ وَرَحْمَةٌ (La MağFıRaTun MıNalLAHI Va RaXMaTun) “Allah’tan magfiret ve rahmet vardır.”
Katlolunanlara mağfiret, mevt edenlere rahmet vardır. Yahut her ikisine hem mağfiret hem rahmet vardır. Mağfiret, suçların affıdır. Rahmet ise mükâfat ve ecirdir. Mağfiret rahmetten önce getirilmiştir. Fıkıhçılar buradan şu manâyı çıkarırlar: “Def-i mazarrat celb-i menfaatten evlâdır.” Önce cezadan kurtulmak gerekir.
خَيْرٌ مِمّاَ يَجْمَعُونَ (PaYRun MımMAv YaCMaGUvNa) “Cem ettiklerinden daha hayırlıdır.”
Yani savaştan kaçarak, başkalarının esiri olarak yaşarken insanlar zengin olmaktadırlar. Osmanlılar’da azınlıklar servet sahibidirler. Şimdi de Japonlar ve Almanlar zengindirler. Çünkü onlar askerlik yapmamaktadırlar. Para kazanmayı tercih etmektedirler. Savaşanlar, cihat yapanlar ise servet edinme zamanını bulamamaktadırlar. Ancak o mal sahiplerinin mallarını da bunlar korumaktadır. İnsanlığın huzuru mü’minlerin adalet için cihat yapmasıdır. İnsanlık 20. yüzyılda tek topluluk hâline dönüştü. Teknik bakımından dünyanın tek düzene kavuşması ancak bugün mümkün hâle gelmiştir. 21. yüzyılın başlarında insanlık adil düzene kavuşacaktır. Kur’an öğretisi gerçekleşecektir.
وَلَئِنْ مُتُّمْ أَوْ قُتِلْتُمْ لَإِلَى اللَّهِ تُحْشَرُونَ (Va LaEıN MutTuM EaV QuTiLTuM La EıLAy elLAHı TuXŞaRUvNa)
“Katl olunsanız da mevt olunsanız da Allah’a haşr olacaksınız./ Öldürülseniz de ölseniz de Allah’a toplanacaksınız.”
Allah âlemlerin Rabb’idir. Kâinat’ı evrim içinde yaratmıştır. Her şey doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yerine daha iyisi doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Bu bütün canlılar için böyledir. Tek hücre için böyle bir ömür biçildiği gibi bir canlı için de böyledir. Sonraki bir tür de böyledir. Ortaya çıkar, çoğalır, yaşar, yaşlanır ve sonunda inkıraz eder. İnsanlık da böyle olacaktır. Tüm canlılık âlemi için de kader böyledir. Daha da ileri giderek Kâinat için de aynı şeyler söylenir. Kâinat ilk patlama ile doğmuş, gelişmiş ve bugünkü duruma ulaşmıştır. Şimdi büyümekte ve yaşlanmaktadır. Ölüme doğru gitmektedir. Bu bozulmasının artması ile bilinmektedir. Batılılar bunu “entropinin büyümesi” şeklinde ifade etmektedirler. Her ölüm daha iyi bir hayatın gelmesi içindir. Kâinat’ın ölümü de daha ileri hayatın gelmesi içindir. Kâinat’ın sonu gelecek ve sonra yeni Kâinat, daha ileri Kâinat başlayacaktır.
İnsanın ruhu bedeninden ayrılacak. Uykuda olduğu gibi insan bu geçen zamanı bilmeyecek. Belki rüyada olduğu gibi yaşadığının farkında olacak. Sonra tekrar bedeni ile irtibat kuracaktır. İnsan dördüncü uzayda yaşamaktadır. Hiçbir şey yok olmamaktadır. Çürümekte olduğumuz beden geçmiş bedenin uzantısıdır. Geçmiş beden oradadır. Ruh ölüm anındaki bedenle birleşerek yeni hayata geçecektir. İnsanlar yeryüzünde yaptıklarından hep birlikte hesaba çekileceklerdir. Onun için “mahşer” dediğimiz toplanma günü bir günde olacaktır. Ölüm şekli ne olursa olsun dirilecek ve oraya gelecektir. Bu sebepledir ki insan öldürülmekten korkmamalıdır. Burada “Allah’a haşr olunacaksınız” denerek orada teker teker hesaba çekileceksiniz denmektedir. Allah bizi gözetliyor ama biz O’nu göremiyoruz. O’nun doğrudan muhatabı değiliz. Oysa âhirette herkes ikili olarak Allah’a muhatap olacaktır. Sonra hesaplarını görerek gerekli yerlere sevk edileceklerdir. Cehennem bir eziyet yeri değil, sınıfta kalanların eğitim yeridir, ikmale kalanların ek ders yeridir. Napolyon’u uyandırmışlar; “Ne var?” demiş. “Savaş” demişler. “Ben de imtihan var sandım!” demiş. Eğitim yeri ama savaştan daha zor bir eğitim yeri.
ف (Fa) Mü’minlerin kâfirler gibi savaştan kaçmaları nehyolunduktan sonra “Fa” harfi getirilerek açıklamaya geçilmiştir. “Fa” harfi atıfta takip “Fa”sı olabileceği gibi, tamim “Fa”sı, tafsil “Fa”sı, şart için ceza “Fa”sı olabilir. Mü’minlerin böyle yüce bir görevi yüklenmiş olmaları sebebiyle sen onların başkanı olarak onlara yumuşamış bulunuyorsun. Bu “Fa” bize değişik bilgileri vermektedir.
a) Başkan olanlara Allah başkanlık edecek kabiliyetler verir. İktidar olduktan sonra özel hasletler kazanırlar. Sorumluluk yüklenince melekeleri ona göre gelişir. Çünkü burada “Allah’ın rahmeti ile” denmektedir. Bu sebepledir ki topluluk daima bir başkanın emrinde birleşir. İktidar tecezzi etmez. Başkanlar da zannederler ki, biz olmazsak bu iş olmaz. Oysa topluluk varsa o başkanını bulur. O da eski başkan gibi yetenekli olur.
b) İkinci önemli husus, mü’minlerin başkanı güçlü olur, ama düşmanlara karşı güçlü olur. Kendi cemaatinin disiplinini korku ile değil, saygı ile sağlar. Başkanı cemaati korur. Ayrıca koruyucusu yoktur, hassa ordusu yoktur. Bütün mü’minler silahlıdır ve güvenliği sağlarlar. İslâm devletinde bürokrasi yoktur, ordu da yoktur. Mü’minlerin tamamı askerdir. Kışlada herkes askerî düzen ve disiplin içindedir. Sivil hayatta ise herkes hukuk düzeni içindedir.
c) Başkan vardır, cemaat vardır. Bunlar iki kutuptur. Kutuplar dengededir. Başkan topluluğu duygulardan arındırarak makul davranışlara götürür, halk ise duygularıyla isteklerini dile getirir. Kur’an başkanlara farklı görev ve yetkiler vermiştir; cemaata farklı görevler vermiştir.
d) Başkan tektir. Bir heyete yönetim verilmez. Başkan birlikte namaz kılanların başkanıdır. Çünkü onlarla müşavere edilmiştir. İşaret görsel bir haberleşmedir.
َبِمَا (BıMAv) “Bi” sebebiyet “Ba”sıdır. “Bi Rahmetin” denmemiş de “Bima Rahmetin” denmiştir. “Ma” tamim içindir. “Allah’ın bütün rahmeti, her çeşit rahmeti sebebiyle” demektir. Yani, burada rahmetin etkisi büyütülmüş olmaktadır. Sadece rahmet etmesi yeterli değilmiş gibi ifade edilmektedir. Gerçekten bir başkanın cemaatine yumuşak davranarak kendisine bağlı tutmak, ondan sonra da halkın istemediği şeyleri onlara yaptırmak çok zor bir olaydır. Bunun temel kaynağı “istişare”dir. Eğer başkan halkıyla istişare eder de kararları ona göre alırsa cemaati tatmin olur. Bunun için cemaatin istişareye inanması gerekir. Kur’an’dan sonra Cebrail gelip Allah’ın emirlerini bize tebliğ etmeyecektir. Allah “vahy”in yerine iki müessese koymuştur. Bunlardan biri “içtihat”tır; Kur’an’ı müsbet ilmin verileri ile yorumlamaktır. Daha önce bu husus yorumlanmıştı. İkincisi ise “istişare”dir. Başkan cemaati ile istişare eder, onları dinler ve onlarla birlikteyken orada ona gelen ilhamla karar verirse, bu da bir tür vahiydir. Allah’tan gelmedir. Kararı Allah’ın emri olarak kabul edildikten sonra cemaat de isteyerek ona uyar. Allah’a inanan ve O’ndan başka bir şeyden kokmayan başkanın cemaati onu severek ve sayarak dinler. O zaman Allah’ın rahmeti gelir ve başkan yumuşar, cemaat de severek onu dinler.
رَحْمَةٍ مِنْ اللَّهِ (RaXMaTın MıNa elLAHı) Allah’tan gelen rahmet, Allah’ın insanların yaşaması ve çalışmaları için imkânlar sağlamasıdır. Allah bu Kâinat’ı varetmiştir. İnsanları orada halife yapmıştır. Onların neye ihtiyaçları varsa onu onlara vermiştir. Mü’minlerden oluşan adil bir cemaate insanlığın ihtiyacı vardır. Osmanlılar savaşa girmeden önce mutlaka şeyhülislâmdan fetva alırlardı. Savaş meşru değilse o savaşa gitmezlerdi. Savaşları çıkarları için değil, ilây-ı kelimetullah yani din hürriyetini, vicdan hürriyetini götürmek için yaparlardı. Oralara refahı ve adaleti götürürlerdi. İşte gerçek süper güç budur. Birleşmiş Milletler kararı meşruiyet kazandırmaz. Kiliseden fetva alınması gerekir. “İnsanlık Anayasası”nda bu sorun “hakemlik”le çözülmüştür.
لِنْتَ لَهُمْ (LiNTa LaHuM) LiYN, eğilebilen taze filiz demektir. Bitkiler esen rüzgâra dayanabilmek için eğilirler. Onlarda o esneklik olmasaydı ayakta kalamazlardı. Eğilirler ama kırılmazlar. Rüzgâr geçince tekrar doğrulurlar. İşte başkan böyle olmalıdır. İstişare sonunda aksi görüşler olsa da başkan doğru bildiğinden vazgeçmemelidir. Ancak onların görüşlerini değerlendirmeli ve ona göre kararını vermelidir. Cemaatini ikna ettikten sonra karar vermelidir. İnsanları inanmadıkları işlerin peşine zorunlu olarak koşturmamalıdır.
وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا (Va LaV KuNTa FajJan) Fıdda, gümüş demektir. Feza da uzay demektir. “Dağınık ve aldırmaz biri olsaydın” demektir. Cemaatine önem vermez, onların görüşlerini değerlendirmez, başkalarının etkisinde kararlar alır anlamındadır. Başkan kendisi ile namaz kılanlarla istişare eder ve kararlarını onların görüşlerine göre alır. O doğrudan dışarıdakilerle ilgilenmez. Dış ilişkileri danışmanları ile sağlar. Şûra üyeleri ne düşünürse düşünsün derseniz o zaman çözülme olur. Başkan şûra üyeleri ile sıkı irtibatta olmalı, onlar da temsil ettikleri kimselerle irtibatta olmalıdır. Askerlikteki ast-üst ilişkilerine riayet edilmelidir. Atlama olmamalıdır.
غَلِيظَ الْقَلْبِ (ĞaLıJa eLQaLBı) Faz; olmamak, dağılmamak demektir. Yani, hep şûra üyeleri ile istişare etmek demektir. Topluluğu ikna etmek demektir. Cemaat başkanımızın bir bildiği vardır, o doğru karar verir deyip sözünü samimiyetle dinlemelidirler. Bu da ancak onların görüş ve isteklerine kulak vermekle olur. İnsanlar haklı oldukları zaman cesur ve azimli olurlar. Suçlu olduklarını, haksız olduklarını bilirlerse korkak olurlar. Bu sebeple cemaati bir işe götürmek için onların haklı olduğuna onları inandırmak gerekir. Mü’minlerin cemaati budur. Bir de ‘biz kuvvetliyiz’ deyip hareket edenler de olur, ama yenilmeye bir başladılar mı o topluluğu artık kimse durdurmaz. Sovyetler dağıldı, kimse ağlamıyor. Türkiye, Japonya, Almanya yenildi ama bunlar varlıklarını sürdürüyorlar. Güçlü devletler oluşturdular. Ğalız, kaba demektir. Yumuşağın karşılığıdır. Sert ve haşin demektir.
لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ (La EaNFawWUv MıN XaVLaKa) “Havlinden kaçarlar./ Çevrenden uzaklaşırlar.”
“İnFıDaD” da “Fıdda”dan yani gümüşten gelen bir kelimedir. Dağılır, yayılır demektir. Bu çok önemli bir ifadedir. Kur’an okumaya devam etmeliyiz. Kendimiz uygulamaya devam etmeliyiz. Fazla bir şeyin olmasını istememeliyiz. Yoksa cemaat dağılır. Uzun zaman çile çekildikten sonra bir cemaat oluşursa o zaman artık o cemaat dağılmaz. İleride bir cemaat olunduğunda insanların dağılmasını önlemenin yolu, topluluğu istemedikleri maceralara götürmemektir. İnandıkları şeylerin peşine götürmektir.
Kuvvete dayanarak topluluk oluşturanlar patlayan balon gibi dağılırlar. “Şükür” ve “sabır” bunun için gerekmektedir. Geçinebileceğimiz işimiz olmalıdır. Ona şükretmeliyiz. Lüks ve konforlu hayat istememeliyiz. Buna eşlerimizi inandırabilmeliyiz. Çocuklarımızı bu bilince getirmeliyiz. Sonra da Kur’an okuyup ona göre amel etmeye çalışmalıyız. Yalnız dünya hayatı için değil, İslâmiyet’in başarısı için de aceleci olmamalıyız. Gününü beklemeliyiz.
“Akevler”in eksik tarafı; hep olmadan olmuş gibi altından kalkamayacağı işlere girişti. Beklenen sonuç elde edilmeyince de dağılma oldu. Ancak bu dağılma zararlı olmadı. Gelecekte Kur’an cemaatini oluşturacak olanlara vasat hazırladı. Onların işlerini kolaylaştırdı. Nitekim bizim bu çalışmalarımız belki istediğimiz cemaati oluşturmayacaktır. Ama bütün bu yazılanlar gelecekte gerçek cemaatin oluşmasında yardımcı olacaktır.
فَاعْفُ عَنْهُمْ (FaGFu GaNHuM) “Onlardan afv et. Sil. O fiili işlememiş say. Sicillerine bir şey yazma.”
Bu emir de çok önemlidir. İçimizden biri bir hata etmiş, günah işlemiş olabilir. Bu hatasından dolayı onu defterimizden silmemeliyiz. Eski yaptıklarını unutup onu ileride iyilikler yapmaya yöneltmeliyiz. Başkanın sözünü dinlemediler diye insanları yeni faaliyetlerden alıkoymamalıyız. Çalışmalarımızı gevşetmemeliyiz. Onlarla cedelleşmemeliyiz. Aramızdan ayrılıp gitmedikçe, geçmişteki fiilleri ne olursa olsun aramızda farklı muamele görmemelidirler. Biz insanları iyi veya kötü insan diye ayırmamalıyız. Kişi kendi yerini kendisi tayin etmelidir.
وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ (Va ıSTaĞFıR LaHuM) Afv etmek, karşı tarafı cezalandırmamak, istiğfar etmek demek; yaptığı hataları katkılarımızla düzeltmektir. İşte “akile” budur; yani “dayanışma ortaklığı” budur. Kişi başkalarına zarar vermişse, biz cemaatçe o zararı karşılarsak, o kişi için istiğfar etmiş oluruz. Bu davranışlarımız cemaati oluşturur ve bizi bir bütün hâline getirir. Birbirimize sabredersek, başkalarına da sabreder hâle geliriz. Ondan sonra sıra “tevekkül”e gelir.
وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ (Va ŞAvVıRHuM Fıy eLEaMRı) “Emrde onlarla müşavere et.”
Ortaya konan sorun hakkında görüş beyan etme işaretleşmeler şeklinde ifade edilmektedir. Başkan soruyu veya sorunu ortaya koyar. En genç veya o hususta en bilgisiz olanlardan başlayarak sıra ile sorar. Herkesin görüşünü alır. Sonunda kendi içini de dinler ve kararını beyan eder. Burada “onlarla” deyince bütün cemaat kastedilmektedir. İstişare “ocaklar”da yapılır. Doğrudan sorulur ve herkes fikrini beyan eder. “Bucak başkanı” semt yöneticilerine soruları verir, onlar da “ocak başkanları”na bildirirler. “Ocak başkanı” ocaklılara istişareye konan konuyu anlatır. “Halk” görüşlerini kendi “dayanışma ortaklıkları başkanları”na bildirirler. Hafta sonunda “dayanışma ortaklıkları başkanları” “bucak başkanları”na görüşlerini mecliste bildirirler. “Meclis”te karar beyan edilir ve bu “bucak şûra kararı” olur. Bucak başkanı bazı konularda dayanışma ortaklıkları başkanları ile yapılan istişare ile yetinmiş olabilir. İl başkanları için ise üç, ülke danışma için dört, insanlık istişare için dört danışma mertebesidir. Alınan kararlar herkese duyurulur. Alınan kararı benimsemeyen oluyorsa orasını terk eder.
فَإِذَا عَزَمْتَ (Fa EıÜAv GaZaMTa) “Azm ettiğin zaman./ Karar verince.”
Burada “Fa” harfi gelmiştir. İstişarenin akabinde başkanın kararını hemen vermesi gerekir. Başkan başkalarına danışamaz. Ara veremez. İstişareden sonra karar verilecektir. Karar vermek zorunludur. Çünkü en kötü karar kararsızlıktan iyidir. Bu kural içtihat için de geçerlidir. Hata etsen de karar verip amel edeceksin. Karar vermeyip iş yapmazsan sorumlu olursun. Ama karar verip hata etsen de yine me’cur olursun, mükâfatını alırsın.
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ (Fa TaVakKeL GaLAy elLAHı) “Karar verdikten sonra Allah’a tevekkül et.”
İstişare, karar, tevekkül…
Tevekkül, “şükür” ve “sabır”dan sonra gelen üçüncü rûhi haslettir. Ben vazifemi yaptım. Bundan sonra ne olursa olsun. Artık üzülmemek ve ah vah etmemek gerekir. Karar verdikten sonra başaramayacağım diye korku içine düşmemektir. Biz bizim elimizden gelenden sorumluyuz. Eğer görevimizi yapmışsak ondan dolayı üzülmemeliyiz. Sonuç ise takdiri ilâhidir.
(Fa BıMAv RaXMaTın MıNa elLAHı LıNTa LaHuM Va LaV KuNTa FajJan ĞaLıJa eLQaLBı La EaNFawWUv MıN PaVLaKaFaGFu GaNHuMVa ıSTaĞFıR LaHuM Va ŞAvVıRHuM Fıy elEaMRı Fa EıÜAv GaZaMTa Fa TaVakKuL GaLAy elLAHı EınNa elLAHa YuXıbBu el MuTaVakKıLIyNa)
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنْ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ(159) إِنْ يَنْصُرْكُمْ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ(160)
إِن (EıN) “Eğer.” Şart edatıdır. Eğer anlamına gelir. Şart cümlesinin başına gelir, ceza cümlesi sonra gelebilir. O zaman illet anlamındadır. Sonra gelirse şart anlamındadır. Allah’ın yardımı galip gelmek için yeterlidir.
إِنْ يَنْصُرْكُمْ اللَّهُ (YaNÖuRKuM elLAHu) “Alalh size yardım ederse.”
Allah’ın yardımı nasıl olmaktadır?
a) Allah’ın kanunlarına ve şeriatına uyarsanız onun gösterdiği yol doğrudur ve o yol sizi hidayete götürür. Fizik, kimya, biyoloji ve sosyal kanunlara uymakla istenen sonucu alırsınız. O’nun kanunları dışına çıkarsanız, başka bir kurtuluş yolu yoktur. İnsanlar bilhassa “sosyal kanunlar”da Allah yokmuş gibi davranmakta ve kendi kafalarına göre kanunlar icat etmektedirler. Kendileri şeriat uydurmaktadırlar. Bunlar büyücülerden farksızdırlar. Büyücüler nasıl fizik kanunlarını değiştirdiklerini iddia ediyorlarsa, bunlar da “sosyal kanunları” değiştirdiklerini iddia ederler.
b) Güneş’in doğup batması gibi hesabî olaylar vardır. Onlar hiçbir şartta değişmezler. Ama yağmur, fırtına, hastalık gibi tabii olaylar vardır ki, o olaylar bizim için tesadüflerle oluşmaktadır. Ne zaman ne şekilde olduğu bilinmemektedir. Allah yardım etmek istediği zaman bu olayları bize uygun şekilde hareket ettirir; yahut bizim hareketimizi ona göre yaptırır ki bizim lehimize düşmanımızın aleyhine olsun. Hayatımızda böyle tesadüflere hep rastlarız.
c) Hayatımızın bir kısmını aklımızın ve ilmimizin verileri içinde sürdürürüz, ama bir kısmı ise sezilere dayanır. İçimizden öyle doğar ve öyle yaparız. Bilhassa savaşlarda ani hareketlerle savaş kazanılır veya kaybedilir. Yanlış tahminler bizi uçuruma götürür. Allah yardım etmek istediği zaman karşı tarafa hata yaptırır, yardım etmek istediği kimseyi ise doğru yola koyar. Birçok zamanlarda galibiyet mağlubiyetle biter.
d) Nihayet, mü’minlerin kalbine cesaret koyar, karşı taraf çok olsa da az görünür ve insan ‘ben yeneceğim’ der, ölümü göze alarak saldırır. Karşı tarafa ise zayıf olsa da güçlü gösterir. Ordu onlardan korkar. Bu sebeple sadece psikolojik sebeplerle Allah’ın istediği taraf galip gelmiş olur. Tarihte bu olaylar hep olmuştur. Çanakkale ve İstiklâl Savaşımız bunun birer yakın örneğidir. Afganistan’da Sovyetlerin mağlubiyeti de böyledir. Şimdi de galip gelen Afganlılar ayrılıklara düştüler perişan oldular. Mağlup olan Iraklılar ise varlıklarını sürdürdüler.
فَلَا غَالِبَ لَكُمْ (FaLAv ĞAvLıBa LaKuM) “Size galip gelecek yoktur.” Allah’ın çizdiği bir plân vardır. Kader vardır. Allah o kaderin oluşuna götüreceklerini mutlaka galip getirecektir. Kur’an indiği zaman Müslümanlar müşriklerle savaşıyorlardı. Henüz güçlü Bizans ve Pers imparatorlukları ile karşılaşmamışlardı. Çin’e hiç gitmemişlerdi. İlk zaferler küçük topluluklara karşı kazanılmıştır. Bir asır geçmeden eski dünyanın her yerinede artık varlıklarını hissettirmişlerdir.
“Adil Düzen Çalışmaları”na İzmir’de “Akevler” olarak başlanmıştır. Sonra “Millî Görüş” olarak parti kuruldu. Adım adım ilerleyerek bugün AK Parti olmuştur. Bundan sonra “Adil Düzen” benimsenecek ve dünyaya yayılacaktır. 21. yüzyıl “Adil Düzen”in dünyada etkisini göstereceği bir yüzyıl olacaktır. Allah “Adil Düzenciler”e yardım edecektir.
وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ (Va EıN YaPÜuLKuM) “Sizi hazlederse.” Hazletmek demek, utanılacak duruma düşmek, zavallı hâle gelmek demektir. Burada ‘mağlup ederse’ denmeyip ‘hazlederse’ denmektedir. Mağlup olanlar yok olurlar. Yenilenler eğer hayatta kalırlarsa ve esir olarak yaşarlarsa; o zaman alçaklık içinde yaşarlar. İzzetli bir topluluk nerede, esir ve zavallı bir topluluk nerede?
فَمَنْ ذَا الَّذِي (FaMan Üav elLaÜIy) “Kim bu kişi ki size yardım etmiş?” denmektedir. Burada Allah meydan okumaktadır. Çıksın bakalım, kim size yardım edecekmiş? “Za” yakını ve zavallılığı ifade eder.
يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ (YaNÖuRKum MıN BaGDıHı) “Ondan sonra size kim yadım edecektir?” İki çeşit yardım vardır. Bunlardan biri işlerde kişinin kendisine yardımdır. Buna “avn” denmektedir. Diğeri ise düşmana karşı yardımdır. Buna “nusret” denmektedir. Burada “nusret” kelimesi kullanılarak düşmana karşı yardım sözkonusu edilmektedir.
وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ (Va GaLAy elLAHı Fa elYaTaVakKaLUvNa elMuEMıNUVNa)
“Mü’minler Allah’a tevekkül etsinler.” Allah onlara yardım edecektir. Allah ne emretmişse onu yapsınlar. Ondan sonra Allah onlara yardım edecektir. Allah’ın ne emrettiğini nasıl bileceklerdir? Bin yıl önceki içtihatların ilmihalleri ile bunlar bilinemez. Allah bunun için iki yol çizmiştir. Biri “içtihat”, diğeri ise “istişare”. Kur’an’a dayanılarak ilimle “içtihat” yapılacak, insanların sezileri birleştirilerek “istişare” sonunda Allah’ın emri bulunacaktır. İşte mü’minler bunlara dayanırlar. Ondan sonra korkmazlar. Bununla beraber düşman kuvvetlerini hesaba katmazlar demek değildir. Allah o hususta da emirler vermiştir.
Sizin on mislinizden fazla iseler onlarla savaşmayın, çekilin.
Sizin iki katınızdan az iseler savaşmaktan kaçınmayın.
İki misli ile on misli arasında ise silahlanma gücünüze bakın. Ona göre kararınızı verin diyor.
Yani, Allah’a tevekkül etme demek, O’nun tabii ve sosyal kanunlarına karşı gelme demek değildir.
(EıN YaNÖuRKuM elLAHu FaLAv ĞAvLıBa LaKuM Va EıN YaPÜuLKuM FaMan Üav elLaÜIy YaNÖuRKum MıN BaGDıHı Va GaLAy elLAHı Fa elYaTaVakKaLUvNa elMuEMıNUVNa)
إِنْ يَنْصُرْكُمْ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ(160)
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 200. SEMİNER Yorum-31 İstanbul, 15 Mart 2003
59. HÜKÜMET VESİLESİYLE, TÜRKİYE’NİN ANA SORUNLARI VE ÇÖZÜMLER;
1. BASIN, 2. YARGI, 3. BORÇLAR, 4. İŞSİZLİK
Bin yılda bir inkılâp olmaktadır. Başlangıçları Milâdî yıllara göre başlamaktadır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın vakti gelmiştir. Bu uygarlık “Adil Düzen” olacaktır. Hukukun genel kuralları insanlığa hakim olacaktır. Savaşlar “zalim düzen” ile “Adil Düzen” arasında olacaktır. Kapitalizm ile sosyalizmin yerini “hak” ve “kuvvet” çatışması alacaktır.
Yahudiler I. Cihan Savaşı’nı çıkardılar, imparatorlukları yıktılar. Nemçe İmparatorluğu yıkıldı; onun yerine daha güçlü Almanya doğdu. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı; daha sağlıklı Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Rus Çarlığı yıkıldı, Sovyetler oluştu. Yahudiler II. Cihan Savaşı’nı çıkardılar, İsrail Devletini kurdular. Hitler yenildi ama yerine daha güçlü Almanya ve Avrupa Birliği oluştu. Şimdi III. Cihan Savaşı’nı çıkarıyorlar, İsrail İmparatorluğunu kuracaklar. Bush da Hitler gibi yenilecektir. Daha güçlü Avrupa Birliği doğacaktır. Bu arada insanlık “Adil Düzen”e geçecektir. Bu Allah’ın takdiridir, kimse önleyemez.
Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezinden doğar. Bu sentezi de o iki uygarlığı bilen ülkeler gerçekleştirirler. “III. Bin Yıl Uygarlığı” İslâm’ın Kur’an’nı ve Batı’nın müsbet ilminin sentezi ile oluşacaktır. Bu sentezi yapabilecek kavim ve ülke de bugün yalnız Türkiye’dir. Çünkü Türkler iki uygarlığı da öğrenmiş bulunmaktadır. İşte 59. Hükümet Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bunları gerçekleştirecek her türlü imkanlara sahip olmuştur. Tarihî mücadelelerinde sabrederek azimle çalışıp bugün başbakan olmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan 1938’de cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü gibi bir durumdadır. III. Cihan Savaşı’nın arifesinde iktidar olmaktadır. Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki iktidarlar halka dayanmış ama ordu onların yanında olmamıştır. Diğer iktidarlar seçimle gelmiş ama ordu onların yanında yer almamıştır. Şimdi ise AKP hem halka dayanmaktadır, hem de ordu onun yanındadır. Şimdiye kadar anayasa ekseriyetini temin eden bir iktidar olmamıştır. DP anayasa ekseriyetine sahipti, ancak anayasayı değiştirecek bilgisi ve gücü yoktu. AKP ise isterse bu bilgiyi bulabilir. AKP Hükümetinin büyük bir şansı daha vardır. Bugünkü CHP muhalefettedir. Bir de 1950’lerin CHP muhalefetini düşünelim. Dolayısıyla artık hiçbir mazereti kalmamıştır.
Eksik tarafı, İnönü’nün yanında çok tecrübeli ve güçlü bir asker vardı; Mareşal Fevzi Çakmak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da isterse bu askeri bulabilir ve kendine danışman yapabilir. Onun ilk yapacağı iş kendine tecrübeli devlet adamlarından bir “Danışma Kurulu” seçmektir. Ben bunların adlarını verebilirim: Kenan Evren, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Hüseyin Kıvrıkoğlu danışmanları olabilir. O halde madem ki Allah bugün bunları bu millete lütfetti; R. Tayyip Erdoğan’a da lütfetmiştir demektir.
Recep Tayyip Erdoğan hükümeti ilan etmeden önce, yukarıda söylediğim zevatın yanında, Deniz Baykal ve Genel Kurmay Başkanı ile bir toplantı yapılmalı ve Türkiye hükümet siyasetini değil de devlet siyasetini belirlemelidir. Çünkü 1950’lerin siyaseti artık geçerli değildir. O zaman Sovyetler ve Amerika vardı. Şimdi ise Amerika ve Avrupa vardır. Siyasetimiz ona göre değişmelidir. Türkiye kararını vermeli ve ondan sonra süratle kararlar alıp yoluna devam etmelidir.
III. Cihan Savaşı ABD ile AB arasında cereyan edecektir. Ruslar büyük ihtimalle Avrupalıların yanında yer alacaktır. Çin taraf olmayabilir. “Savaşı kim kazanacaktır?” derseniz; III. Cihan Savaşı’nın Hitler’i olan Bush kaybedecektir. Çin onun yanında yer alırsa o zaman iki kutup oluşabilir. Ancak savaş bitmez. Dünyayı iki kutba bölüp yönetme doğru bir yönetim şeklidir. Tek kutuplu yönetme şekli yanlıştır. Tek kutuplu yönetme biçimi başarısız olacaktır.
“III. Bin Yıl Uygarlığı” “hak uygarlığı”dır. Hak uygarlığında insanlık “çoklu sistem” içinde yönetilecektir. Yerinden yönetimle yönetilecektir. “İnsanlık merkezi” oluşacak; ancak bu merkez “hâkim” değil “hâdim” olacaktır. Avrupa ABD’ye galip gelecektir. Bunun için pek çok alametler vardır. Hitler mağlup olmuştur. Sovyetler dağılmıştır. 500 yıldan beri dışlanan Kilise dimdik ayakta durmaktadır. 100 yıldır yok edileceği varsayılan İslâmiyet varlığını sürdürmektedir.
Şimdi Türkiye karar aşamasındadır. Üç yoldan birini tutacaktır.
a) ABD tarafı olacak ve III. Cihan Savaşı’nı ona göre götürecektir. Onun bu tarafa geçmesi demek, başlangıçta ABD’nin Irak’a yerleşmesi, Ortadoğu’yu küçük küçük vilayetlere ayırması demektir. Pontus ve Bizans federe devletlerini kurması demektir; İsrail federe devletini kurması demektir. İran federe devletini kurması demektir. Ne var ki, ABD bunu Ortadoğu’da başarabilir. Çünkü Türkiye ve İran’dan başka ABD’yi burada kimse durduramaz. Sermaye Türkiye ile İran’ı savaştırdıktan sonra emeline ulaşması çok kolay olacaktır. Ne var ki, bunda ABD başarıya ulaşamayacaktır. Allah ABD’de iktidar değişikliği yapacak, 2009’daki ABD seçimlerinde sermaye kaybedecektir. 2004’te kaybedecek, ancak bundan önceki seçimde olduğu gibi hile ve baskı ile sermaye yine iktidar olacaktır. ABD dağılacak ve ordusunu geri çekecektir. İşte o zaman Türkiye’de Adil Düzenciler 1918’de olduğu gibi boş zaman bulacak ve “Adil Düzen” içinde II. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracaklardır. Mü’minlere düşen görev “Adil Düzen” hazırlığına devam etmektir. Yukarıda belirttiğim şekilde ve tarihte veya başka bir şekilde ve tarihte şartlar ortaya çıkınca hazırlıklı olmalıdırlar. “İnsanlık Anayasası”nı beyinlerinde ezberlemelidirler. “Adil Düzen işletmeleri”ni kurup kendi kendilerini yöneten şekle gelmelidirler. Böyle bir tercihte ABD’ye Türkiye toprakları açılacak, Irak’la savaşa gidilerek Irak devletini parçalamak gerekir. Kıbrıs’ta da ABD yerleştirilecektir. Böylece Doğu Akdeniz’e ABD hakim olacak, bu sayede Ortadoğu’ya hakim olacak ve dünyaya hakim olmayı isteyecektir. Bu senaryonun başarıya ulaşması tamamen Türkiye’nin ABD’nin yanında yer almasına ve İran’la savaşması sayesinde gerçekleşecektir.
b) III. Cihan Savaşı’nda Türkiye AB’nin yanında olabilir. Bu takdirde İran’la, Suriye ile işbirliği yapar ve ABD’nin Bağdat’a gelip yerleşmesi zorlaşır. Gelip yerleşse bile Türkiye ve İran’ı yıkamaz. Ortadoğu’da büyük İsrail devletini kuramaz. ABD Avrupa Birliği’ne saldıramaz. Böyle bir şey yaparsa Rusya ve Çin AB’nin yanında yer alır. Türkiye ve İran da onların yanında yer alınca, bu sefer ABD 2004 yılı seçimlerinde sermaye kaybeder. ABD dağılmaz ama sermayenin hakimiyeti biter. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nda Amerika barışçı yolla atılmış olur. Rusya ve Çin de emperyalist hedefleri şimdilik aşamadıklarına göre dünya başka bir şekilde oluşur. Ne var ki, Avrupa Birliği’nde Türkiye’yi yok etme emeli olacağı için AB, Rusya ve Çin birleşip Türkiye’yi yıkmak isteyebilir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti o zamana kadar devlet olarak “Adil Düzen”i benimserse Allah AB, Rusya ve Çin’in arasını açar ve onlar Türkiye’yi yıkmak hususunda anlaşamazlar. Ama Türkiye böyle bir yola gitmez, hâlâ “zalim düzen”de yaşama alışkanlığından vazgeçmezse; o zaman Türkiye Devleti yıkılacaktır. Ne var ki, bu yıkılmada Türkiye’yi Avrupa, Rusya ve Çin paylaşamayacaklarından aralarında kavga çıkacak; yine Türkiye’deki Adil Düzencilere fırsat doğacak ve yeryüzüne “Adil Düzen” gelecektir. Çünkü Türkiye dışında hem batıyı hem doğuyu bilen başka bir ülke yoktur. “Adil Düzen” Türkiye dışında gelişmemiştir. Bu durumda Türkiye hiçbir sorun çıkarmadan Kıbrıs’ı tümü ile Yunanlılara teslim etmelidir. Böylece Doğu Akdeniz’deki hakimiyetini AB’ye vermiş olur. Kıbrıs kimin ise süper güç odur. Ada Osmanlıların iken 1893’te Ruslara karşı korumak için İngilizlere verilmiştir. Şimdi de AB’ye verilmelidir. Türkiye AB ile ancak böylece dost olabilir. Irak Savaşı’nda ise AB ile birlikte olur. Bu takdirde Türkiye AB’ne girmeden Euro’ya geçmelidir. Merkez Bankası’nın kontrolünü İMF’den çıkarıp AB Merkez Bankası’na vermelidir. Türkiye’nin borçlarını da o yüklenmelidir.
c) Türkiye’nin önünde üçüncü seçenek vardır. Mustafa Kemal’in takip ettiği ve İsmet İnönü’nün II Cihan Savaşı’nda uyguladığı sistemdir. O da tarafsız kalmaktır. Türkiye’nin bunu yapabilmesi için Türkiye Allah’la barışmalıdır. Allah ile savaşmaktan vazgeçmelidir. Faizli düzeni bırakmalıdır. “Adil Düzen”i ekibiyle yani “Akevler” ile benimsemeli ve sorunları onlarla istişare etmelidir. Artık ne ABD’ye ne de AB’ye sığınmamalıdır. Kendi sorunlarını Allah’a sığınarak ve ona tevekkül ederek çözmelidir. O takdirde III. Cihan Savaşı olmaz. Dünya Türkiye’yi örnek alarak “Adil Düzen”e geçmeye başlar. Bu ABD ile AB’yi de dost hâline getirir. Yahudi sermayesi varlığını “Adil Düzen” içinde sürdürür, uluslararası ticareti yapar. Tekli ticareti ortadan kaldırır. Savaş fitnesini bırakır. “III. Bin Yıl Barış Uygarlığı” olur; yani “İslâm Uygarlığı” olur. Bu takdirde Türkiye’nin takip etmesi gereken siyaset vardır.
1- Türkiye’nin ABD’ye söyleyeceği şudur: Ben süper güç değilim. Dünyanın nizamatını ben vermem. Ben sadece kendi ülkemi savunacak güçteyim. Yalnız siz değil, bütün dünya birleşse; ABD, AB, Rusya ve Çin birleşse ve bana saldırsa beni yenemez. Çünkü ben “Adil Düzen”e geçtim, Allah benimle beraberdir. Ben savunmadayım. İnanmış orduya sahibim. Irak’ı mı almak istiyorsun? Orada Kürt devletini mi kurmak istiyorsun? Ne yaparsan yap, ben karışamam! Kıbrıs’ta mı gözün var? İşte Kıbrıs orada, ne yaparsan yap! Ben karışmıyorum! Benim sizin paralarınıza ihtiyacım yoktur. Benim yeter derecede makinelerim var, ham maddem var, Türk Lirası var, bana yeter. Ben kendi ekonomimi hem de sizinkinden daha güçlü olarak kurarım. Borcumu da kuruşu kurşuna öderim. Çünkü ben “Adil Düzen”e geçtim, sorunlarımı Allah çözüyor.
2- Türkiye Avrupa Birliği’ne diyecek ki: Ben tarafsızım. Allah’ın emrine uyarak iyilikte ve savunmada seninle beraberim; kötülükte ve saldırmada yokum. Ben AB’ye girmiyorum ama işbirliği yapmaya hazırım. Ülkemden gelip geçmen tamamen serbesttir. Yeryüzü tüm insanlığındır, herkes yararlanır. Kıbrıs senin olsun. Ben bir şey istemiyorum.
3- Çin, Hindistan ve Rusya’ya da benzer mesaj verecektir. Oralarda yaşayan Türk ve Müslümanlarla benim bir ilişkim yoktur. Göç ederlerse ülkeme kabul ederim. Ama ben Kur’an’ın emrine uyarım; başka ülkelerin iç işlerine karışmam, kimseyi de karıştırmam. Endişeniz olmasın.
4- Tüm dünyadaki Türklere ve Müslümanlara şu mesajı göndermelidir; Irak’taki Türk ve Kürtlere de aynı mesajı göndermelidir; Kıbrıslılara da aynı mesajı göndermelidir: Ya bulunduğunuz ülkede yönetimle iyi geçininiz, ya da oradan hicret ediniz. Kur’an böyle söylüyor. Türkiye 6 milyar insanla ülkesini paylaşmaya hazırdır. Kur’an’ın emrine uyarak kendilerine hicret edenlerle lokmalarını paylaşır. Ama oralara gelip de sizi kurtarmakla uğraşmaz. Bize güvenerek ve bize dayanarak kimse yaşadığı ülkenin iktidarı ile kötü olmasın.
5- Türkiye’deki yabancılara ve kendilerini Türk kabul etmeyenlere de diyecektir ki: Burası bizim 1000 yıllık vatanımızdır. Sizin bizden farkınız yoktur. Ama bizi istemiyorsanız göç etmekte tamamen serbestsiniz. Sizin Türkiye’deki taşınmazlarınızı satın almaya hazırım. Nereye istiyorsanız oraya gidin. Her türlü kolaylığı gösteririm. Türkiye’de ise bütün insanlar eşittir ve Türk’tür. Türklük bir ırk değildir; bu devletin isteyerek vatandaşı olmak demektir.
Böylece dış siyasetini netleştirmeli ve açık hâle getirmelidir. ABD’li ise ABD’li olsun. AB’li ise AB’li olsun. Adil Düzenci ise Adil Düzenci olsun. Türk ordusu da yerini bellesin. Mustafa Kemal’in dediği gibi; “Yurtta sulh, cihanda sulh” deyip, sonra savaş şarkılarını çalmasın. Mustafa Kemal gibi; “Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız” deyip, sonra Avrupa veya Amerika kapılarında dilenme yolunu tutmasın. Artık İslâm düşmanlığından, Adil Düzen düşmanlığından vazgeçtiğini ilân etsin. Generaller resmî üniformalarla Kocatepe Camii’ne gelsinler ve Cuma namazlarını kılsınlar; hanımları başlarını örtmüş olarak gelsinler ve Cuma namazlarını kılsınlar. Savaşın kuralı vardır; ya bizdensin, ya onlardan. Askerlik demek, savaşa hazırlık demektir. Ya bu milletin ordususunuz, ya da değilsiniz. Artık millete karşı olmaktan uzak olun. Devlet lâiktir, lâik olmalıdır. Kimsenin inançlarına karışmamalıdır. Halk serbest olmalıdır. Devlet bir dinin verilerine göre yönetilmemelidir. Ordu lâik olamaz. Ordunun dini vardır. O da yeryüzüne barışı getirmek ve onu korumaktır. Bu da îmanı gerektirir. İnanmayan insan ölüme gitmez. Çağımız müsbet ilim çağıdır. Artık hurafelere îman oluşmaz. Paganizm çağımızı yönetemez. Çağımız müsbet ilme dayalı bir din ile yönetilebilir. O da İslâmiyet’tir. Ordu Kur’an’a inanacak ve yeryüzüne adaleti tesis edecektir. Saldırarak değil, savunarak ve göç kabul ederek bunu yapacaktır.
Amerika Iraklılara acıyor mu? Arapları alsın götürsün Ürdün’de yerleştirsin. Onlara “Adil Düzen” içinde devlet kurdursun. İsrail’e bombalar vereceğine zeytin dalını versin. İşet Türk Ordusu bunu yapacaktır. İslâm düşmanlığından vazgeçecektir. Savaşı destekleme beyanları yerine barışı yani İslâmiyet’i destekleme beyanlarını vermelidir. “Adil Düzen”i öğrenmelidir. Bizimle işbirliği yapmalıdır.
Şimdi gerek bugünkü iktidarın gerekse ordunun tarafsızlık ilkesini benimsemesi için dört önemli sorunu vardır. Bunları acil olarak çözmelidir. Biz 40 yıldır bu sorunları çözecek bir proje üzerinde çalışıyoruz. Batı’nın müsbet ilimleri ile Kur’an’ı anlamaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Bize kulak verirseniz sizin de aklınız erer, ama siz tek başınıza uygulayamazsınız. Bilmek başka, yapmak başkadır. Birlikte uygulayalım.
Ana Sorunlar ve Çözümler
Türkiye komadadır. Acil olarak dört sorununu çözmek zorundadır.
Bu sorunları çözemezse; savaşa girsin veya girmesin Türkiye Devleti yok olacaktır. Bu Kur’an’ın verdiği bir haber olduğu kadar, ilmin de ortaya koyduğu bir gerçektir. Dört sorunu ele alalım. Önemine göre başlayalım ama aciline göre bitirelim: Basın, Yargı, Dış Borç ve İşsizlik.
1. BASIN
Basın bir ülkenin duyu organları sistemidir. Nasıl göz görür, kulak işitir, burun koklar, dil tadar, el dokunur ve ona göre insan hayatını düzenlerse; halk da basın ve yayın ile görür, işitir, duyar ve idrak eder, o sayede hayatını düzenler. Bir göz düşünün ki sağdan gelen görüntünün soldan geldiğini gösterir. Gereksiz yerde alarmlar çalar, korna öter. Motor ısınmamış ama ısınmış gösteriyor. Türkiye bugün bu durumdadır. Türk düşmanlarını dost gösterip onlarla işbirliği yaparak haberleri ona göre çarpıtmakta ve ona göre yorumlamaktadır. Parlamento, ordu, hükümet, görevli ve yargı üzerinde baskı yaparak sağlıklı görev yapmasını önlemektedir. Halkı kışkırtmakta ve saptırmaktadır. Bu gerçekleri görmeyenler ülkelerini kurtaramazlar. Basın bunu yaparken orada çalışanların suçlu olmalarından veya medya patronlarının kötü niyetlerinden doğmaktadır. Sömürü sermayesinin oluşturduğu tekelci basın nedeniyle olmuştur. Bir basın veya yayın organı çizgiden çıkar millîleşirse o basının kaynağı kurutulur, yazarların maaşları ödenemez. Böylece o basın devre dışı kalır. Sonunda sömürü sermayesinin sömürücü, kavgacı ve savaşçı basını kalır. Türk medyası sağlığa kavuşturulmazsa Türkiye varlığını sürdüremez. Çünkü sermayenin hedefi Türkiye’yi yok etmek ve halkını kırmaktır.
Adil Düzen bu sorunu bir sene içinde çözer. Bunun için şu yapılmalıdır:
a) Siyasi partilere yazar kadrosu verilmelidir. Partiler aldıkları oylarına göre bu kadroları bölüşmelidirler. Böylece partilerce atanan yazarlar devletçe desteklenmelidir. Diğer yazarların yazmaları da serbest olmalıdır.
b) Türkiye’de 5’ten az olmamak ve 20’den fazla olmamak üzere televizyon kanalı oluşturulmalıdır. Kanallar yazarların oluşturduğu medya kooperatiflerine tahsis edilmelidir. Kanal sahibi olan kooperatif günlük gazete çıkarmalıdır. Günlük gazete çıkaran kooperatifler haftalık dergi çıkarmalıdır.
c) Medya kooperatiflerinin çıkardığı dergi halka satılmalıdır. Kooperatiflere dergi abonesi sayısınca devletçe destek verilmelidir. Dergi aboneleri kooperatif üyeleri olacaktır. Yöneticileri ise dergi yazarları arasından bunlar tarafından seçilmelidir. Böylece basın demokratikleşmiş olacaktır.
d) Devlet kooperatiflere üyeleri adedince kredi vermektedir. Kredi altın değeri ile ve faizsiz olmalıdır. Kredi üyelerin kefaleti altında verilmelidir. Krediler taşınmazlara çevrilmelidir. Kooperatifin üyeleri azaldığında kooperatiflerin onlara ait kredilerinin iadesi istenmelidir. İade etmezlerse kooperatif tasfiye edilip tesisler devlete kalmalıdır.
e) Kooperatifler bütün tesisleri ile vergiden muaf olmalıdır. Buna karşılık yayın saatlerinin veya sayfalarının beşte birini kamuya ayırmalıdır. Kamu bu yerleri kendi amaçları için veya hatalı yayınları düzeltmek için kullanmalıdır.
f) Ortak dağıtım ortaklığı kurulmalıdır. Basın bedelsiz en ücra yere ulaşabilmelidir. Geri gelebilmelidir.
Basın serbest olmalıdır. Ancak devlet sadece partilerin görevlendirdiği yazarların oluşturduğu medya kooperatiflerince yürütülmelidir. Böylece “basın tekelciliği”nden “yazar ve okuyucu özgürlüğü”ne geçilecektir. Millî medya oluşturulacaktır. Ondan sonradır ki halk ve görevliler sağlıklı duyu organlarına kavuşmuş olur.
2. YARGI
İnsanlar tarihten önce başkanlar tarafından doğrudan yönetildi. Sonra başkanların talimatları ile yönetilmeye başlandı. Başkanlar bir taraftan yöneticileri atıyor, diğer taraftan o yöneticileri denetleyen müfettişler gönderiyordu. Daha ileri durumda başkan ve yöneticilerin talimatları ile değil de, meclislerin yaptığı kanunlarla yönetilmeye başlandı. Artık başkanlar da kanunlara uymak zorunda oldular. Kanunlara uyulup uyulmamasını denetlemek amacıyla bağımsız mahkemeler ortaya çıktı. Bağımsız mahkemeler ya halk tarafından seçiliyordu, ya da meclisler atıyordu. Ama icradan ayrı idi. Türkiye hâlâ kanun sistemine geçememiştir. Yargıçları icra atamaktadır. O denetlemektedir, o ücretlendirmektedir. Bazen yargı icranın kontrolünden çıkıp sermayenin veya silahlı güçlerin kontrolüne girmektedir. Yargıyı sıkıştıran yalnız bu meşru güçler değildir. Ülkemizde silahlı rüşvet mafyaları oluşmaktadır. Avukatların çoğu bunlarla dirsek temasındadırlar. MİT de bunlarla birlikte hakimler üzerinde baskı kurmaktadır. Bu şartlar altında yargı bağımsızlığı diye bir şey kalmamıştır. Güvence altında olmayan yargıcın adil karar vermesi için melek olması yetmez, tanrı olması gerekir. Oysa Allah birdir. Buna günde otuz davaya bakma külfeti getirilirse, bu dosyaları takip etme son derece zor olmaktadır. Hele yeni çıkan kanunları takip imkânını bulamamaktadır. Otuz sene süren davaların çoğu usulden hükme bağlanmaktadır. Esastan bağlansa da işe yaramamaktadır.
Yüksek hakimlerin bidayet mahkemelerinden gelmiş olması bu baskının yanında bir de onları bilgisiz bırakmaktadır. Refah Partisi’ni kapatan hakimlerin savunma hakkı tanınmayan milletvekillerini mahkum etmesi biliniyor. Bunlar dokunulmazlığı olan milletvekillerini mahkum etmişlerdi. Bu cehaletle açıklanabilir. Yoksa ihanet olur. Yüksek Seçim Kurulu da hata yapmıştır. Bir yargı karar verdikten sonra artık onu değiştiremez. İtirazlar ancak müddeti içinde geçerlidir. Siyasete giren bir kimsenin tekrar adaylığının geçersiz sayılması caiz değildir. Seçim bitip mazbata verildikten sonra artık Yüksek Seçim Kurulu’nun yetkisi biter ve artık onun milletvekilliğini Yüksel Seçim Kurulu düşüremez. Hele Meclis toplanıp yemin edildikten sonra o kişinin milletvekilliği hakkında dava ikame etmek Meclis’in dokunulmazlığı kaldırmasına bağlıdır. Muhakeme edilip kendi kusuru varsa düşürülebilir. Mahkum olsa bile cezası erteleneceği için milletvekilliğinden iskat edilemez. Demek ki, Recep Tayyip Erdoğan milletvekili seçilmiştir. Ona mazbata vermeyen Yüksek Mahkeme hukuku bilmiyor veya çiğniyor. Siirt seçimlerini de iptal etme yetkisi yoktur. Fadıl Akgündüz bugün milletvekilidir. İşte bu yanlışlıklar neden oluyor? Çünkü yüksek yargı organları da bidayet mahkemelerinden geliyor. Mevzuatı ve hukuku öğrenmelerine imkân yoktur.
Yargının bu durumu sadece yüksek yargıda değil her tarafındadır. Türkiye’de yargı tarafsız değildir. İktidar tarafıdır. Bağımsız değildir, icraya bağlıdır Etkin değildir. Davalar otuz senede bitmiyor. Saygın değildir. Çünkü adaleti dağıtamıyor. Gücü yetmiyor. Avukatlık müessesesi yargıyı büsbütün çıkmaza sokmuştur. Kuvvet düzeninde “avukatlık” uygun bir müessesedir. Çünkü orada zayıflar yani parasızlar ezilmelidir. Onu yapıyor. Ama adalet düzeninde ise avukatlık uygun değildir. Çünkü avukatı tutamayanlar mahkum olmaktadırlar. Yargının olmadığı yerde keyfî idare olur, zulüm idaresi olur ama devlet varlığını sürdürür. Oysa tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargı olmadıkça “demokratik yönetim” olmaz, “halk yönetimi” olmaz. Devlet yıkılıp gider. O halde Türkiye ya “Adil Düzen”i kabul etmeli, ya da yıkılıp gideceğini bilmelidir.
ÇÖZÜM
a) Her ilçede 10’a yakın “soruşturmacı” olmalıdır. Bunları siyasi partiler güçlerine göre atamalıdırlar. Soruşturma ehliyetini devlet vermeli ama atama partilerce yapılmalıdır. Polis teşkilatı buna dönüştürülmelidir. Güvenlik hizmetlerini polis değil jandarma yapmalıdır. Soruşturmayı bunlar yapmalıdır. Önce kayıtlı soruşturma yapılmalı, soruşturmacı sanık ve tanıkların ayağına gidip sormalı, belgeleri toplamalıdır. Sonra uygun gördükleri kimselere yazılı olarak sormalı ve yine bulundukları yerlerden yazılı cevapları almalıdır. Bu soruşturmalara cevap vermeyenler için bucak başkanına baş vurup duruşmalı soruşturma yapılmalıdır. Duruşmalı soruşturma açık olmalı ve normal salonlarda yapılmalıdır. Bunu yeterli görmeyen soruşturmacı karakol duruşmasını mahkemeden isteyebilir. O takdirde jandarma karakol soruşturmasını yapmalıdır. Böylece oluşmuş dosya mahkemeye gelmelidir. Bu dosya gizli olacak, sadece hakemler görecektir. Mahkeme bu soruşturmacının tahkiklerini onaylarsa resmen kabul edilmiş duruma gelir. Bunları görevlendirme ise siyasi parti başkanlarınca yapılmalıdır. Her parti başkanı kendisine verilen kontenjan içinde soruşturmacıları tahkikle görevlendirebilir. Bunlar bilirkişileri de istihdam edebilirler.
b) Her ilçede 10’a yakın “hakem” seçilmelidir. Ehliyeti devlet vermelidir. Atamalar parti başkalarınca yapılmalıdır. Davalı bir hakem, davacı bir hakem seçmelidir. Savcılık kaldırılmalıdır. Bunun yerine kamunun hakemini siyasi parti başkanları atamalıdır. Eğer bir davada çok parti davacı olmak istiyorsa her biri birer hakem seçerler, onlar da ortak baş hakem seçer. İstişareden sonra davaya bir hakem katılır. Bunlar bir taraftan avukat gibi tarafları temsil ederler, diğer taraftan hukuku gözetirler. Davada iken hakem değiştirmek yoktur. Tarafların hakemleri bir baş hakem seçerler. Mahkeme böylece oluşur. Hakemlerin maaşları siyasi partilere ayrılan ödenekten karşılanır. Yani maaşlarını bütçeden alırlar. Hakemler başka işler de yapabilirler. Davaya ayrılan meblağ üç hakem arasında eşit olarak bölüşülür.
c) Duruşma yapılır. Tarafların beyanları veya soruşturmacıların şehadetlerine göre hakemler karar verirler. Hasımsız davalarda bir, hasımlı davalarda iki, ceza davalarında dört soruşturmacının şehadeti ile hükmedilir. Soruşturmacıların şehadetine duruşmadan önce dosyalarını tetkik eden hakemler karar verir. Dosya eksikse baştan duruşmaya almazlar.
d) Böylece alınmış kararlar icra tarafından yerine getirilir. Ayrıca yargı icrası yoktur. Görevliler yargı kararlarını yerine getirmezlerse görevliler aleyhine dava açılır, icranın tehirinden doğan zararlar görevliler ödetilir. Gerek tanıkların ve gerekse hakemlerin verdikleri beyan ve kararlar kesindir. Temyiz edilmeden ve bekletilmeden icra edilir. Kamu davasını ikameye yetkili siyasi parti başkanları isterlerse il mahkemesine başvurarak hakem veya soruşturmacı aleyhine dava açabilirler. Kesin hata varsa bunları atayan siyasi partilere ödetilir. Tanık ve hakeme ceza verilmez. Hakemler bir kararı sonuçlandırmadan başka konuda hakem olamazlar.
Böylece hakem kararlarının kesin olması ve yargının dışında bir merci tarafından bozulamaması bağımsızlığını ifade eder. Hakemlerin taraflarca ve baş hakemin de hakemlerce seçilmesi tarafsızlığını ifade eder. Mahkemeler bucakta kurulan yerlerde hemen olayın arkasında kesintisiz çalışarak sonuçlandırılması nedeniyle etkin olurlar. Birbirini tanıyan halkın önünde bucaklarında yargılanması sebebiyle etkin olurlar.
Bu sorun dokunulmazlık sorununu da çözer. Yüksek tahsil yapanlar ancak il mahkemelerinde, akademik kariyeri olanlar ancak ülke mahkemelerinde muhakeme olunurlar. Askeri mıntıkalarda işlenen suçlar dışında halk arasında herhangi bir ayrıcalık yapılmaz. Yüce divan hakemleri milletvekilleri arasından Meclis’ce oluşturulur. Milletvekili, bakan ve orgeneraller de ancak yüce divanda muhakeme edilirler.
Yargı bağımsızlığı yerine yargıç bağımsızlığı getirmeliyiz. Basın bağımsızlığı yerine yazar bağımsızlığı getirdiğimiz gibi.
3. BORÇLAR
Sermaye 20. yüzyılın son yarısında büyük bir keşif yapmıştır. Bu da iyi yönetildiği zaman karşılıksız kâğıt altın gibi kıymetli para oluyor. Onu elinde tutan güç topluluğu yönetiyor. Devletler bu paraya sahip oluyor ve devlet oluyor. Bu devletlerin parasını suni olarak enflasyon içinde bırakan Yahudi sermayesi Amerikan dolarını dünyada geçerli para yapmıştır. Böylece dünyayı silahsız yönetme imkânına ermiştir. Tahsildarsız vergi alabilmektedir. Dünya devletlerine kredi vermektedir. Verdiği kredi bir kâğıt parçasıdır. Ama sonra onu faiz olarak istemektedir. Doları kendisi basıp vermekte, sonra onu faizi ile istemektedir. Tabii ki faizi ödeyebilmek için ona mal ve hizmet vermek zorunda kalıyorsun. Böylece tüm dünyada vergi almaktadır. İstediği devletlerin kredilerinin faizini küçük tutmakta, % 1’ler civarında yaparak onları güçlü yapmaktadır. O devleti askeri ile kullanmaktadır. İstediği devletin faizini yüksek tutmak suretiyle onu iflas ettirerek batırmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nu böylece yıkmıştır. Şimdi de Türkiye’yi böyle yıkma peşindedir. Türkiye de her ailenin 10 000 dolar borcu vardır. % 15 faiz almaktadır. Yani her Türk ailesi ayda 120 dolardan fazlasını faiz olarak ödemektedir. Oysa bugün bir ailenin geliri 300 dolar civarındadır. Yani bugün %50 civarında bir vergiyi sömüren sermayeye ödemektedir. Çok ağır olan bu yükü kaldıramadığı için bu yük her yıl artmaktadır. Hiç borç ödemezsek, yeni ödeme de yapamazsak, sadece faiz ile 15 yıl sonra her ailenin 100 bin dolar borcu olacaktır. Yemese, içmese bile, Türkiye faizini ödeyemez durumdadır. O zaman Türkiye artık süt vermeyen, eti de olmayan bir at misali kurşunlanıp atılacak duruma geçecektir. Türkiye bugün bu borçları kapatabilir. Bu gücü vardır. Ama dört-beş sene sonra, hele on sene sonra iflas etmiş duruma gelmiş olacağız. Başka bir ülke olsak bizi destekleyip öldürmezler. Oysa dünya için çoban mahiyetindedir. Dolayısıyla Türkiye öldürülmelidir.
Avrupa Birliği için Türkiye bir boğazdır. Her zaman boğabilir. O halde ne yapıp yapmalı ve Türkiye’ye hakim olmalıdır. Rusya için de denize açılan bir boğazdır. Ayrıca ülkesindeki Müslümanlara bir ümit kaynağı olmaktadır. Aynı sorun Çin için de vardır. İsrail için ise aşılması gereken asırların sorunudur. Dolayısıyla bu borcun içinde olan Türkiye’yi Batı boğar. Bizim bu borcu ödememiz gerekir. İki yıl içinde iç ve dış borçlarımızı tasfiye edebiliriz. “Adil Düzen”in buna gücü vardır.
Borçlarımızı ödememiz için dört kaynağımız vardır. Sadece tek kaynak bile 200 milyar borcu ödemeye yeterlidir.
a) Ülkemizin yarısından çok toprağı hazine arazisidir. Bunların hemen hepsinden yararlanılabilir. Bu arazileri halkımıza satarsak, hem borçlarımızı ödeyecek kaynak buluruz, hem de halk bunları değerlendirerek millî hâsılada artışa sebep olur. Vergi gelirlerimiz artar. İşsizlik sona erer. Bunun için her ilçede 10’a yakın resmî komisyoncu koyacağız. Bunu da siyasi partiler koyacaktır. Bunlara satılmak üzere yerlerimizi vereceğiz. Satanlara komisyon vereceğiz. Satış bedellerini ise komisyoncular tesbit edecekler. En büyük bedeli takdir eden o yeri satabilecektir.
b) Orman ve sit alanları gibi yerleri dinlenme yerleri haline getireceğiz. Sökülebilir ahşap evlerle tahribat yapmadan evler kuracaklar. Birer dönüm arsa vereceğiz. Karşılığında dolar alacağız. Arsamız kirasız, paraları faizsiz olacaktır. İstedikleri zaman paralarını alarak ve binaları da sökerek gidebilirler. Yahut gerekli gördüğümüzde biz de çıkarabiliriz. Yurt dışından gelenlere de buralar böylece verilir ve bu paralarla borç ödenmiş, faizli borç faizsiz borca çevrilmiş olur.
c) KİT’lere veya vakıflara ait gelir getiren taşınmazlar cirodan kiraya verilir. Bizzat çalışanlara kiraya verilir. Onlardan üretimden bir pay alınarak kiralanır. Taşınmazın bedeli getirdiği kira ile ölçülür. Bu yerlerin hisse senetleri çıkarılır. Altın değeri üzerinden satılır. İstenildiği zaman da geri alınır. Böylece KİT’lerin senetleri likidite kazanır. Para gibi olur, ayrıca gelir getiren para gibi olur. Cirodan gelen kira yalnız satılan senetlere bölünür. Satılmayan senetler kira payına iştirak ettirilmez. Böylece başlangıçta çok kârlı olan senetler satılmaya başlanacak. Cari faiz seviyesine gelindiğinde satış duracaktır. Böylece bu yolla da borçlar ödenir.
d) Türkiye’de tüm resmî ödemeler Türk Lirası üzerinden yapılır, başka para ödemeye kimse zorlanmaz. Borçlanmalar ise Merkez Bankası’nın resmî altın satışları üzerinden hesaplanır. Böylece Türk Lirası enflasyonsuz bir para hâline gelir. Halk doları veya diğer paraları, hattâ altını getirip TL’yi almayı tercih edecektir. Çünkü TL altın gibi sağlam para hâline gelmiş olacak, bunun dışında alış ve satış farklarını ödemeyecektir. Bu hesabı kuvvetli hâle getirmemiz için hesap sahiplerine ayrıca bir avantaj sağlayacağız. Bizde paraları ne kadar kalırsa o miktarda altın değeri ile ama faizsiz kredi vereceğiz. Faiz yerine kredileşme sistemi getirilecektir. Bu şekli ile TL hesabına yurt dışında da katılmalar olur. Havale bedellerinden böylece kurtulunur. Kırgızistan da Som’u bu hesapla yani altın hesabı ile alır. Türkiye’de TL olarak ödersiniz. Onunla mal alıp dışarıya çıkarır. Bu yolla faizli borç faizsiz olarak halk borcuna çevrilir. Hem de hiç istenmeyecek bir yol ile.
Bu yolla ancak iç borçlar ödenebilir. Dış borçlar için de benzer işlemler yapılacaktır.
a) Dış borç iç borca çevrilir. Dış borcu yüklenen kimselere iç borcun avantajları sağlanmış olacaktır. Gerekli fark ödenmek suretiyle bu borcun iç borca çevrilmesi sağlanabilir.
b) Nakit borç mal borcuna çevrilir. Alacaklılara dolar değil de ürettiğimiz malı borçlanmış oluruz. Bunun için avantaj sağlarız. Bu bizim ihracatımızı teşvik etmiş olur. Kolay ödeme imkânına kavuşturur.
c) Borç iştirake çevrilir. Kira getirmekte olan taşınmazların hisse senetlerini vererek ortak ederiz. Böylece biz borçtan kurtuluruz, onlar da daha fazla kazanmış olurlar. Çünkü onlara faizden fazla gelir getirip yerlerine hisse senetlerini vermiş olacağız.
d) Uluslararası kredileşme ilkesini getiririz. Altın değeri ile geri ödemeyi esas almak üzere biz onların parasını alır bankamıza koyarız. Onlar da bizim paramızı alarak bankalarına koyarlar. Böyle anlaşmaları yapan devletlerle ticari anlaşma yapmış olacağımız için her devlet böyle bir anlaşmayı tercih edecektir. Böylece dünyadaki her yerin parası TL karşılığı kasamıza girmiş olur. Bu paraların bir kısmı ile oralarda altın veya döviz alırız. Onunla borcumuzu ödemiş oluruz. Böylece TL’yi dolara çevirmiş oluruz.
Görülüyor ki “Adil Düzen” dış borcu da çok rahat olarak ödemektedir. Yeter ki ekonomik kuralları iyi kullanmayı bil. Yeter ki toprağın olsun, nüfusun olsun ve aklı başında devlet olsun.
Bu sorun en geç iki sene içinde çözülür.
4. İŞSİZLİK
Canlılar sabah kalkıp ava çıkarlar, akşama kadar ancak karınlarını doyurur ve yuvalarına dönerler. Bitkiler yaz mevsiminde her gün akşama kadar üretim yapar ve geceleri de depolarlar. Üretim yapmadan yaşayan bir canlı yoktur. İnsanlar da sabahtan akşama kadar çalışırlarsa yaşama şanslarına sahiptirler. İnsanlar günlük ihtiyaçları için çalışır ve geçinirler. Artan zamanlarında yine çalışıp onunla imar yaparlar ve çocuklarına gelecek hazırlarlar. Eğer bir insan günde sekiz saat çalışıyorsa bu insan görevini yapıyor demektir. Bundan az çalışıyorsa insanlığın servetini boşa harcıyor demektir. Bir insanın bir gün bile işsiz kalması yalnız kendisine değil, ailesinden başlayarak tüm insanlara zarar vermektedir demektir. Çünkü o yaşıyor. Yaşıyor demek, çalışmıyorsa başkalarının hakkını yiyor demektir. “Efendim, ben üç saat çalışıyorum, yeter!” diyemezsin. Sen çocukken çalışmadın, hasta iken çalışmadın, yaşlanınca çalışmayacaksın. Sonra, sen tüm insanlığa ait araçları kullandın, kirasını ödemedin. Bu sebepledir ki; insan için çalışmasından başka bir şey yoktur. Marx da her şeyi emeğe dayandırmıştır.
Türkiye’de bugün 70 milyon insan vardır. En az 28 milyonu çalışacak durumdadır. Bunun yarısı kadındır. Bunun en az yarısı çalışamıyor. Uygun iş bulamadığı için, güvenli iş bulamadığı için çalışamamaktadır. Bu 7 milyon etmektedir. Türkiye’de öğrencilik bahanesiyle 25 yaşına kadar insanlar iş yerine okul derdindedirler. Bu on yıldır. Ortalama 65 yaşa kadar çalışabildiğimizi kabul edersek 50 yıllık bir çalışma ömrü var. Bunun beşte birini boşa harcıyoruz. Kalan 21 milyonun beşte biri 4,2 milyon eder. Erken emeklilik sebebiyle 50 yaşı esas alsak, ondan da 4,2 milyon gelmektedir. Toplam 15,4 milyon işsiz vardır. İşi olanların en az dörtte biri işsizdir. İşte görünüyor ama çalışmıyor. Kalan 12,6 milyonun dörtte biri 3,2 milyon etmektedir. Toplam 18,6 milyon insan işsizdir.
Çalışanların asgari ücretin altında ücret almaları ve çalışmayanları da geçindirmek zorunda olmaları sebebiyle Türkiye %’1 ve 2’yi çıkarırsak tüm ulus açlık sınırına gelmiştir. Bir de bunların üzerinde faiz yükü binerse artık hayat sürmez hal alır. Her işçi yılda 3000 saat çalışır. 1’er dolar alsa, 3000 dolar eder. 55,8 milyar dolar eder. Bunların kira karşılığı gelirleri de bir bu kadar olsa, 111,6 milyar dolar eder. Yarısını da devlet payı kabul edersek 14.9 milyar dolar gelir getirecektir. 126,1 milyar dolar zarar etmekteyiz Her yıl zarar etmekteyiz. İnsanlık zarar etmektedir. Demek ki bizim ana sorunumuz ve asıl sorunumuz işsizliktir.
ÇÖZÜM:
a) Türkiye’de tüm nakit ödemeler TL üzerinden yapılacak, tüm borçlanmalar altın değeri üzerinden yapılacaktır. Ülkede bütün borç ve alacaklar altın değeri üzerine çevrilmiştir. Devlet borç ve alacaklarda faiz uygulanmaz. Devlet borç ve alacaklarında cebrî icra uygulanmaz.
b) Herkesin resmî çalışma ücreti vardır. Devlet işlerinde çalışırsa veya devletten kredi alırsa bu resmî ücretten alır. İşçi bir işverenin yanında çalışırsa devlet o işçinin bedelini hafta sonunda öder ve çalıştıranı borçlandırır. Herkesin bir bankada hesabı vardır. Transferler bedelsizdir.
c) Siyasi partilerin kefaletinde herkes işyeri açabilir. Siyasi partilerin tanıyacağı bir hacimde işveren kredisini almayı istihkak eder. İşveren bu kredisini kullanarak işçiyi çalıştırır, ücreti de banka öder. Ham madde alır, bedelini banka öder. İşetmeler ürettikleri malların cirosundan bir yüzdeyi bankaya hizmet karşılığı verirler. Kredileşme faizsizdir. Cebrî icra yoktur. Kredi mal satılınca tahsil edilir. Böylece işsiz insan kalmaz. Ülkemizde yeter işyeri olmazsa dış krediye ihtiyacımız olur. Yeterli işyerimiz vardır. Dış krediye ihtiyacımız yoktur.
d) Çalışanlara yıl başında yıllık tutarı kadar sipariş kredisi verilir. Emeklilere yıllık maaşları sipariş kredisi olarak verilir. Bunlara nakit verilmez, bunlar mağazalara sipariş verirlerse onlara ödenir. Onlara da verilmez; tüccarlara sipariş verirlerse onlara ödenir. Onlara da verilmez; Türkiye’de işverenler sipariş verirlerse onlara ödenir. Onlara da işçi ve ham madde bedeli olarak ödenir. Yani, nakit ödemeye gerek kalmaz. Ülke içinde üretilmeyen mallar yerine ülkede üretilip satılan malları seçer. Onları ürettirir ve satar, karşılığında sipariş mallarını ithal eder. Böylece para nakit olarak kimsenin eline verilmediği için enflasyon olmaz, yılbaşında bütün üretim ve tüketimler halk tarafından plânlanmış olur. Halk, mağaza, tüccar ve işyeri kredilendirilmiş olur. Fiyatlar serbest olarak oluşur ve peşin ödendiği için enflasyon olmaz. İthalat ve ihracat dengesi oluşur. Bütün ekonomi kayıt altına alınmış olur.
e) Kendi işyerinde kredisiz üretim yapanlara ambara koydukları mal karşılığı kredi verilir. Ambarlarda mal artar, piyasaya sürülen mal artar. Mal satılmadıkça itfası istenmez. Mal kadar para olduğu için enflasyon olmaz. Krediler resmî fiyatla verilir. Bu fiyatlar stoklarla dengeleneceğinden serbest rekabet korunur. Arz-talep dengesi devam eder.
f) Projeye göre inşaat yapanların işçilerine ve malzemesine kredi verilir. Burada müteahhit borçlandırılmaz. Yapı borçlandırılır. Müteahhide %’de verilir. Yapı satılınca kredisi çözülmüş olur, yeni kredi alır. İnşaat projeye göre yapılır. İnşaatı seçmek müteahhide ait olur. Serbest rekabet aynen devam eder.
Çalışma, mal, sipariş ve inşaat karşılığı kredilerle enflasyon sıfırlanarak tüm işçilere iş verilmiş olur.
SONUÇ
“Akevler Kooperatifleri” bu konularda kırk yıldır çalışmaktadır. Uygulamaları vardır. Bu konuda yetiştirdiği yirmiye yakın ilim adamı hizmete hazırdır.
e) İŞSİZLİK sorunu üç ay içinde çözülebilir.
f) Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın YARGI altı ay içerisinde kurulabilir.
g) YAZARI ÖZGÜR MİLLÎ BASIN bir yıl içinde oluşturulabilir.
h) BORÇLAR iki yıl içinde sıfırlanabilir.
Bunun için “Devlet Plânlama Teşkilatı” yönetiminin “Akevler”e verilmesi yeterlidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti yol ayrımındadır. Ya “Adil Düzen Çözümleri”ni kabul edecek ve varlığını sürdürecek veya “Adil Düzen”i reddedecek ve devlet yıkılacaktır. Türk Ulusu ise varlığını sürdürecek ve “Adil Düzen”i kurma görevini yerine getirecektir. Bu tarihin ilâhî takdiridir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92