KUR’AN İŞLETMELERİ (3) / 142. SEMİNER Üsküdar/ İstanbul., 4 0CAK 2002
İslâm Medeniyeti Vakfı, Sa: 19.30
A’RÂF SÛRESİ – MUKAYESELİ TEFSİR ÇALIŞMASI
İSRAİLOĞULLARI, TÜRKİYE VE BİZ
142 - Musa ile selasin leyli muvaade ettik. Onu aşer ile itmam ettik; Rabb’inin mîkatı erbeîn leyle tamamlandı. Ve Musa ehi Harun’a; “Kavmimde beni ihlâf et, ve ıslah et, müfsidlerin sebiline ittiba etme.” dedi. (A’RÂF SÛRESİ)
142 - Musa ile otuz geceye sözleştik. Ona on daha uladık da Yetiştiricisi’nin günleri kırk geceye ulaştı. Musa kardeşi Harun’a; “Ulusum içinde beni temsil et. Ve düzelt. Ve bozguncuların yoluna uyma.” dedi. (A’RÂF SÛRESİ)
İbrahim Peygamber Mezopotamya’dan çıkmıştı. Harran’a gelmiş, oradan da batıya gitmişti. Mezopotamya’da çivi yazısı vardı. Mısır’da ise şekil yazısı vardı. Aslında şekil yazısı da Mısır’a Mezopotamya’dan gelmişti. Mezopotamyalılar tabletler üzerinde yazmaya başlayanca şekil yazısını çivi yazısına çevirdiler. İbraniler o yazıyı da öğrenmişlerdi. Mısır yazısı harf yazısına yaklaşmıştır. “Kuş” ifade etmek için “kuş resmi”ni yapıyor ve çerçeve içine “Kol” ve “Şiş” resmini yapıyor, böylece kuş sözünü de ifade ediyordu. Kol ve Şiş de “ş” harfini gösteriyordu.
Allah sözleşme yerine Sina Dağı’na Musa’yı dâvet emiş ve orada Tevrat’ın bir kısmını veya tamamını yazdırmıştı. Bu Tevrat bugünkü Tevrat’tan farklı idi. Çünkü bugünkü Tevrat’ta Musa Peygamberin hayat hikâyesi vardır. Orada ise sadece Allah’ın emirleri vardı. Şeriat olarak bütünü içeriyordu. İbrani kültürü bunları anlayacak seviyede gelişmişti.
“Allah Sözleşmesi” tâbiri Kur’an’da çok geçmektedir. Allah insanlarla sözleşme yapıyor; sonra da o sözleşmeye uymalarını istiyor. “Geceleri sözleştik” diyor. Tabletler üzerinde yazmayı bildikleri için Hz. Musa seçkin yazıcıları alıyor ve Tevrat’ı otuz günde yazılacak şekilde program yapıyor. Yetişmediği için on gün uzatma veriliyor.
Burada sözleşmelerin bir vakte göre yapılması gerektiğini, ama yetişmezse uzatmanın yapılacağını belirtiyor. İçtihatlar için bu çok önemlidir. Çünkü İslâmiyet’te plânlama vardır; ama, zaman plânlaması yoktur. O da vardır. Ama, cezai müeyyidesi yoktur. Zamanında teslim edemedi mi akit feshedilmiş olur; yahut, uzatma verilir. Gecikme tazminatı istenemez; faiz olur. Allah bize bunu öğretmektedir.
Allah’ın burada bize öğrettiği ikinci esas da “onlu sistem”dir. 30 gün verilmiş, küsur gün verilmemişti. Sonra uzatma da 10 gün olarak yapılmıştır. Bu bize hem “onluk sistem”i öğretmektedir, hem de “standart sayılar”ı vermektedir. 10 sayısına “kâmil” denmektedir. Ayrıca diğer sayılar çoklu olarak tamamlandığı halde, 10’un katları tekil olarak katlanır. “Selâse ricâlin”i “selasîne recülen”.
Burada yine matematikle ilgili çok önemli bir kural öğretilmektedir. Onluklar onluk olarak toplanır. Onun için; “Onu kırk olarak tamamladık.” diyor. Toplamayı öğreten iki âyet vardır. Bir yerde; “Üç, yedi daha, on eder.” diyor. Burada da; “Otuz, on daha, kırk eder.” diyor. Matematiğin sayma olduğunu biliyoruz. Toplama, sayma, onluk paketler yapmaktır. Toplama, ayrı sayılmışları birleştirip sayamadır. Diğer bilinmeyen işlemler kıyas yoluyla buradan çıkar. O halde Kur’an matematiğin varsayımlarını koymuştur. Kalanı, kıyas yoluyla üretmekten ibarettir.
“Musa kardeşi Harun’a; “Sen bana kavmimde halife ol.” diyor.” Burada, “kavmimizde” demeyip “kavmimde” diyor. Böylece toplulukları başkanların temsil edeceğini ifade ediyor. Bu da çok önemli bir içtihat dayanağıdır. “Halefim ol” diyor. O halde vekil başkan adına yönetir, kendi adına yönetmez. Talimatlar veriyor. Demek ki, vekil ve halef aslın talimatlarına göre yönetecektir. Kendisi yönetecektir.
Önemli bir uyarısı da; “Müfsitlerin yoluna uyma.” diyor. “Müfsitlere uyma” denmiyor da; “Yoluna uyma” deniyor. Burada başkanlara önemli bir hatırlatma vardır. Başkanlar toplulukların isteklerine değil; istişareden sonra kendi içtihatlarına göre hareket ederler. Yani, halkın isteklerine göre değil, Hakkın isteklerine uyarlar. Mustafa Kemal Türk Halkını dinleseydi Türkiye’de inkılâp olur muydu?
Tüm sosyal olaylar böyledir. Halk ile yönetici arasında bir çekişme vardır. Yöneticiler topluluğu ileri götürürler, halk ise direnir. Denge böyle oluşur. Bu evde de böyledir. Baba aileyi ileriye götürür, evdekiler direnir. Peki, burada başkan ne yapacaktır? İstediklerini zorla mı yaptıracaktır? Hayır. Kendisi onlara uymayacaktır. Görecektir ki, zamanla halk kendisinin yaptığını yapmaya başlar ve onun gösterdiği yola gelir. Yeter ki, başkan başkanlık sevdasına tutulup tavizler vermesin. O halde, bu âyet bize başkanlığı da öğretmektedir. Baba da ailede böyle yapmalıdır. Fertleri zorlamamalı, ama kendisi asla taviz vermemelidir. Sonra bütün aile ona uymuş olur. Tabii ki, baba da kararları alırken hep aile lehine kararlar almalıdır.
143 - Musa mikatımıza ciet edip Rabb’i ona teklim edince; “Rabb’im, bana irae ol, sana nazar edeyim!” diye kavl etti. O da; “Beni re’yedemezsin, lâkin cebele nazar et, cebel mekânında istikrar ederse ilerde beni re’yedersin!” diye kavl etti. Rabb’i cebel üzerine tecelli edince onu dakkan ca’letti. Musa saikan har etti. İfakat edince de; “Sen sübhansın, sana tevbe ettim. Ve mü’minlerin evveliyim.” diye kavl etti.
143 - Musa sözleştiğimiz günümüze gelince Yetiştirici onunla konuştu. O da; “Yetiştircim! Bana kendini göster, sana bakayım!” dedi. “Sen beni göremezsin! Dağa bak, yerinde durursa ilerde beni görebilirsin!” dedi. Yetiştiricisi dağda ortaya çıkınca, onu sarsmaya başladı. Musa baygın olarak düştü. Ayılınca; “Sen arınmışsın. Sana döndüm. Ve inananların ilkiyim.” dedi.
Hz. Musa Rabb’i ile konuşma ile yetinmiyor, O’nu görmek istiyor. İnsan hiçbir zaman şüpheden kurtulamıyor. Ne kadar açık deliller görse yine de onları unutuyor ve daha fazla delil istiyor. Hz. Musa daha Mısır’a gitmeden önce dağda Rabb’ini ateş olarak görmüştü. Kendisine mucize verilmiş, Firavun’a öyle gitmişti. Yirmi sene dokuz mucize ile cidal yapmıştı. Allah onu denizden geçirmişti. Hâlâ; “Göster de seni göreyim!” diyor.
Bu durum aynen bizim için de vâriddir.
Kur’an’ın Allah sözü olduğuna dair en açık delillerle bize Kur’an’ın âyetlerini gösterdiği halde, zaman zaman bir de bakarız ki âhiretten kuşkuya düşmüşüz: Bir bakarız, başaracağımızdan ümitsizliğe düşeriz. Ne var ki, Allah gafûrdur da bizi bu kuşkulardan dolayı helâk etmiyor.
“Beni göremezsin!” diyor. Aslında biz hiç bir şeyi göremeyiz. Biz sadece bize gelen ışıkları görürüz. Geldiği yer hakkında varsayım yaparız. Allah’a dışarıdan bir ışık çarpıp yansımaz ki O’nu görelim. Allah’ı ancak var ettikleri ile ve bize olan ilhamları ile biliriz. Hz. Musa’nın bu talebi, Allah’a; “Sen iki Allah ol da ben başkasına da tapayım!” demesi gibidir. “Dağa bak, yerinde kalırsa beni görürsün!” diyor. O da sallanmaya başlıyor. Hz. Musa korkusundan bayılıp düşüyor. Ayılınca da tam ayılıyor; “Sen sübhansın.” Yani, ışıklarla görünmezsin, kendin görünürsün. “Sana döndüm.” Yani, talebimden vazgeçtim. Tevbe ettim. Senin görünmeyeceğine en başta ben inandım, diyor.
Bu âyetin önemi şuradadır. İnsanlar mücerret varlıkları etkileri ile görürler, ama o varlıkları gördüklerine benzetirler. Mesela, insandaki can ciğerlerden çıkan nefese benzetilir. Ancak onun ona benzemediğini, sadece fonksiyonları arasında bir benzerlik olduğunu bilmeleri için fikir seviyelerinin yükselmesi gerekir.
İşte Allah insanları her zaman bir tek Rabb’e çağırmış, ama Rabb’in görünmez olduğunu Hz. Musa’ya anlatmıştır. Bunun mânâsını ise ancak bugün anlıyoruz. Onun için diyor ki; “İnananların ilkiyim.” Yani, sen gördüğümüz varlıklara benzemiyorsun ki seni görelim. Görsek, gördüğümüz varlıklara benzemiş olacaksın.
Demek ki, ilmin temellerini İbrahim Peygamber attığı gibi, felsefe de Musa Peygamber ile başlar. Artık tek tanrı inancının yanında, tanrının sıfatları da ortaya konur. İnsanlar tanrının yüceliğini daha iyi anlamaya başlarlar.
144 – “Ey Musa, ben seni nâs üzerine risâletim ve kelâmımla istifa ettim. Sana ita ettiğimi ahzet ve şâkirlerden ol.”
144 – “Ey Musa, ben seni el üzerine elçiliklerimle ve sözlerimle arıttım. Sana verdiklerimi al ve karşılayanlardan ol.”
Hz. Musa huzura çağırılmış ve ona Tevrat yazdırılmıştır.
“İstifa ettim, ayıkladım. Yani, halkın arasından seni seçtim.” diyor. Allah varlıkları eşit yaratmamıştır. Öyle olsaydı varlılar hep bir olur ve bir oluş sözkonusu olmazdı. Bitkiler hayvanlar gibi değildir. Hayvanlar da insanlar gibi değildir. İnsanlar içinde de peygamberler diğer halk gibi değildir. İnsanlar eşit yaratılmamıştır. Zulme uğrayanın hakkını istemeye hakkı vardır. Ama Allah’ın başkasına yaptığı ihsanı, bana niye yapmadı demeye hakkı yoktur. İnsanlarda işbölümü vardır ve bu işbölümü kişileri farklı yere koyar. Kapıcı ve müdür o işte aynı seviyede değildirler. Peygamberlerin de insan olarak diğerlerinden hiçbir farkları olmadığı halde, peygamberlik görevinde farklılık vardır.
Burada, “Seni risalâtımla ve kelâmımla seçtim.” demek suretiyle işbölümü iki şekilde yapılmaktadır. Biri ehliyete dayanır. Yani, bilen kimse ehildir. Ancak bir şeyin yapılması için görevli olmak da gerekir. Kendi aramızda da iki unsur görüyoruz. Biri, ehliyet ilme dayanır. Diğeri ise, görevli olmaya dayanır. Bu da şeriat düzeninde halkın kendi görevlilerini kendilerinin seçmesidir. Bütün içtihatlarımızı buna göre yapacağız. Bu iş için hangi ehliyete gerek var? Bu işin görevlisi nasıl belirlenecektir?
İşte, bir işyeri planında bu husus yer almalıdır. Allah’ın Musa Peygambere verdiği görevi biz sözleşmelerimizle ve şeriatla vereceğiz.
“Sana ne verilmişse onu al.” âyetinin ifade ettiği gerçek de, görevi aynen almaktır. Eksiksiz, fazlasız almaktır. Hizmette kusur etmeyecektir, ama, yetkilerini de aşmayacaktır. Burada “Mâ”nın gelmesi görevlerin çeşitli ve değişik olacağını bildirmektedir. “Şâkirlerden ol” demek, görevleri tamamen yerine getirmek anlamındadır. Deveye yem verildiğinde et ve süt verirse; “Deve şükretti!” derler. Allah’ın insana verdiği nimetlerinin karşılığını verirse insan şükretmiş olur.
Şimdi Allah bize bu çalışmalarımızla Kur’an’ın mânâlarını bildiriyor.
Biz de onu yazıyor, anlatıyor ve okuyorsak, gereklerini de elimizden geldiği kadar yapabiliyorsak; şükredenlerden oluyoruz demektir.
Hz. Musa ve arkadaşları için “mikat” ne ise; bizim için de bu “toplanmamız” odur.
Hz. Musa ve arkadaşları için “Tevrat” ne ise; bizim için de bu “yazdıklarımız” odur.
Bir fark vardır. O zaman yazdırılanlarda hata yoktu. Bizim yazdıklarımızda doğrular olduğu gibi, hatalar da vardır. Söylenen ve yazılanlarda yanlışların olduğu bilinerek ona göre dikkatli olunmalıdır. Hz. Musa’nın arkadaşları sadece öğrenmekle yükümlüdürler, bizim ise aynı zamanda söylenenleri kontrol etmemiz gerekmektedir. Bu da “içtihat”tır.
145 - Levhalarda her şeyden mev’ize olarak ve her şeyden tafsil olarak ketbettik. Onu kuvvetle al. Kavmine de kavlet, ahseni ile ahzetsinler. Yakında size fâsıkların dârını iare edeceğim.
145 – Levhalarda her şeyden öğüt olarak ve her şeyin açıklamasını yazdık. Onu kuvvetle al. Ulusuna da söyle, en iyi şekilde alsınlar. Yakında size yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.
“Levhalarda yazdık.” deniyor. Tevrat nâzil olduğu zaman onu papirüslere değil de, belki de çivi yazısı ile levhalara yazdılar. Bu levhalar seramik olabileceği gibi, bakır da olabilir. İbraniler hem Mısır hem de Mezopotamya şekil yazısını biliyorlardı. Onlar Mısır’dan çıkmadan bir asır önce Mısır’da harf yazısını öğrenmişlerdi. Ancak harf yazısını levhalarda yazmak zordur. Oysa çivi yazısı basit keski ve çivi ile çok kolay yazılabilir. Çivi yazısı ile yazılmış olması gerekir. Kur’an’da; “Biz yazdık.” deniyor. Yazılı olarak indirdik demiyor. “Cemaatin yazması” “Allah’ın yazması”dır. Nitekim Kur’an’ın toplanması için de; “Sonra da toplamak bize aittir.” diyor. Ama toplayan “sahâbeler” olmuştur. O onlara toplatmıştır.
“Her şeyden mev’ıza olarak yazdık.” diyor. “Tafsîl olarak yazdık.” diyor. Kur’an hükümlerin usûllerini bildirir, fürûu kıyasa bırakır. Oysa Tevrat’ta kıyas yoktur. Gerekli her şey, yani, füru’ da dahil olmak üzere teker teker sayılmıştır. Çünkü o zamanki insanlar içtihat yapacak seviyede değildir. İçtihat Kur’an ile gelmiştir.
“Onu kuvvetle al.” demektedir. Yani, içindeki mânâları sağlamca kavra demektir. Oradaki bilgiler onlar için kesin idi. Çünkü Allah söylüyordu. Biz ise Kur’an’ı alırız, içtihat yaparız. İçtihadımızda hata vardır. Onunla amel ederiz, ama ona yapışıp kalmayız. Her zaman daha iyisini ararız. Onun için İsrailoğullarına ve Musa Peygambere; “Onu kuvvetle ahzediniz.” denmiştir, ama bize böyle bir emir verilmemiştir. Bununla beraber icma ile sabit olanları biz de kuvvetle alcağız.
“Kavmine söyle, onun ahsenini ahzetsinler.” Böylece onlara da ahsenini seçmede içtihat yetkisini vermiş oluyor. Ahsen olup olmadığının tesbiti peygamberlere ve kitaplara aittir. Ama ahsenini seçme ise kişilere aittir. Burada, eskiden de hiç içtihat yoktu şeklinde yanlış anlama olmasın. Şeriatın başladığı yerde ister istemez içtihat da başlamıştır. Biz Kur’an’daki asıllara bakarak bir şeyin hasen mi seyyi’ mi olduğuna hükmeder. Onlar ise sadece hasenleri seçiyorlardı.
“Size fâsıkların dârını göstereceğim.” diyor. Yani, daha orada hangi yerlere yerleşecekleri bildirilmiyor, ama ileride bildirilecektir, demektir. Ama şimdiden hazırlık yapın, levhaların ahsenini alın, diyor.
Bu âyet bize de çok önemli bir müjde ve mesaj vermektedir.
Şimdi hep hazırlık yapmaktayız. Ama “Ahşap Evlerimiz”i nerede kuracağımızı, “Marketlerimiz”i nerelerde tesis edeceğimizi Allah bize yakında gösterecektir. Bu yakındanın Musa Peygamber için 40 yıl olduğunu unutmamalıyız. Ama bizim işimiz emirlere uymaktan ibarettir. Hazırlıklarımıza devam edeceğiz. “Fâsıkların yurdu” diyor. Mârife olarak kullanmıyor. Demek ki, fâsıkların yerlerine yerleşeceklerdir. Bize de onların yerlerini nasip edecektir.
Bu yazdıklarım, Kur’an’ın nasıl anlaşılmasını öğretmek içindir. Yoksa, bu söylediklerim sadece bizim için geçerlidir. Başkaları başka şeyler anlar. Kendi şartları ve durumlarına göre başka türlü mânâ verirler. Yani, mücerretleri herkes başka türlü anlar. “Herkes evine girsin.” dersem; herkesin evi farklıdır ve farklı ev anlar.
146 - Arzda bigayri hak istikbar eden kimseleri âyetlerimden israf edeceğim. Âyetlerin küllisini re’yetseler onlara îman etmezler. Rüşdün sebilini re’yetseler onu sebil olarak ittihaz etmezler. Ğayyın sebilini re’yetseler sebil olarak onu ittihaz ederler. Bu onların âyetlerimizi tekzib etmiş olmalarından ve onlardan gâfil bulunduklarından dolayıdır.
146 - Yerde yersiz büyüklenen kimselerden kanıtlarımı uzaklaştıracağım. Kanıtların hepsini görmeseler bile ona inanmazlar. Açık yolu görseler onu yol edinmezler. Uçurumun yolunu görseler onu yol edinirler. Bu onların kanıtlarımızı yalanlamalarından ve onlardan habersiz olmalarından dolayıdır.
Biz Kur’an’dan öğrendiklerimizi kanıtları ile anlatıyoruz. Onlar da Kur’an’ı okusalar bizim anladıklarımızı anlayacaklardır. Hatalarını görebilmeleri ve düzeltmeleri onlar için mümkündür. Ama öyle yapmıyorlar. Kendilerini büyük gördükleri için tenezzül edip bize kulak vermiyorlar! Göz göre göre çıkış yolunu tutmuyor, uçurumun arkasında koşuyorlar! Bir de söylediklerimize kulak vermiyor, umursamıyorlar!
“Mala-Mal Marketleri” hakkında söylediklerimize asla kulak vermiyorlar. Hazreti Musa bu hususu daha ilk Tevrat’ı yazdırdığı zaman söylemiştir. 3000 yıldan fazla zaman geçmiş ama, orada söylenenleri biz bugün burada yaşıyoruz. Yani, Allah ileride gidecekleri yeri gösterecek, ama, oraya kâzibler ve gâfiller gelmeyecektir, demektir.
Zaten “hicret” bunun için vardır. “Gerçek mü’min” ile “sözde mü’min” orada anlaşılacaktır. Hicret etmeyen o gâfillerdendir.
“Cihat” da bunun için vardır. Cihat etmeyen o gâfillerdendir.
Siz onlara ne kadar kanıt getirirseniz getirin, onlar inanamazlar. Bunu biz kendi hayatımızda hep görmüyor muyuz? Ya bizimle hiç görüşmüyor; görüşseler bile, siz ne kadar açıklarsanız açıklayın, kafasına putlar koymuş; şeyhleri var, parti liderleri var, ... onların ağızlarına bakıyorlar! Böylece hem kendileri helâk oluyor, hem de onları helâk ediyorlar.
“Borç alırsanız sonu helâktır!” diyorsunuz. Rakamlarla ispat ediyorsunuz; yine borç alma peşinde koşuyorlar! Rey veya seyirci isterken Müslümanlıklarını kimseye bırakmayanlar, gelen borçtan bize de bir şey düşer ümidiyle ağızlarını açıyorlar! Uçuruma doğru gidiyorlar...
147 - Âyetlerimizi ve âhiret likasını tekzib eden kimselerin amelleri hubut etmiştir. Amel ettiklerinden başkası ile mi iczâ olunacaklardır?
147 – Kanıtlarımızı ve ötede kavuşmayı yalanlayanların bütün işledikleri boşa gitmiştir. İşlediklerinin başkasıyla mı karşılanacaklar?
Allah’ın âyetlerine kulak vermeyen, onları umursamayan, kavlen veya fiilen yalanlayan kimselerden bahsetmektedir. Hz. Musa’ya bildirmektedir. İleride öyle karşılanacağını haber vermektedir. Onların dünyada yaptıkları boşa gidecek, ayrıca yaptıkları kötülüklerin karşılığını da âhirette kötülük olarak bulacaklardır, diyor. Bu Âyette de kötülerin her zaman varolacağı, şeytanın daima faaliyette olduğu ve insanların onların peşinden gittiğini bildirmektedir. Bize bunları anlatarak benzer durumlarla karşılaşacağımızı anlatmaktadır. Onlara uyarak onların durumuna düşmememiz gerektiğini, onların varlığının bizi ümitsizliğe düşürmemesi gerektiğini belirtmektedir.
Şimdi biz Kur’an’ı okuyarak günümüzü ilgilendiren konularda hükümler çıkarıyoruz.
“İNSANLIK ANAYASASI” böyle bir istihraçtır. Bu âyetler de bize gelecekte karşılaşacağımız halleri bildirmektedir. Ki, bunların bir kısmı ile hâlen karşılaşmış bulunuyoruz.
Bu sûrenin tefsiri bittiğinde, bu açıklamaları çoğaltıp dağıtmalıyız.
Hazreti Muhammed Medine’ye gitmeden şeriatla ilgili hükümler gelmemişti.
Musa Peygamber de denizi geçmeden önce şeriatla ilgili hükümler gelmemiştir.
Otuz yıllık hazırlığımızda Türkiye Müslümanlarına şeriat hükümleri gelmemişti. Onun için câri sistemde dernek kurdular, şirket kurdular, vakıf kurdular ve partiler kurdular...
Onlar hizmetlerini tamamladılar.
Şimdi Allah şeriata göre müesseselerin kurulmasını istiyor. Şimdi bize şeriatı bildiriyor.
Bu yazılar onlardandır. Kur’an’ı bu amaçla okumaya başlayan herkese bunlar bildirilecektir. Artık peygamber yoktur. İlim vardır. Herkes gücü nisbetinde ilim yapar. Allah’ın herkesten istediği de o kadardır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NÛRİ EROL