Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 224
ÂL -İ İMRAN SURESİ TEFSİRİ 16-19.AYETLER
6.09.2003
1556 Okunma, 0 Yorum

ADİL DÜZEN 224

Haftalık Seminer Dergisi      05-06 EYLÜL 2003    Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK veya www.akevler.org

*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 224. SEMİNER     (CUMA-CUMARTESİ)      İstanbul, 29-30 Ağustos 2003

Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİZafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL         Tel: (0212) 452 76 51

ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL   (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği)          Tel: (0532) 246 68 92

*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ  (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – V   (16-19. ÂYETLER)

 

*HAFTALIK YORUMLAR (54):               (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)

Bir Âyet:

أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (2/170)

Allah insanları evrimleşecek şekilde yaratmıştır. İnsanlar her zaman sorunlarla karşılaşıyor, sorunları beyinleriyle çözüyor ve ilerliyorlar. En büyük ilerleme de asrımızda olmuştur. Böyle büyük evrim bir defa daha “Nuh Tufanı”nın olduğu zaman olmuştu. İnsanlık o zaman “göçebelik”ten “yerleşik düzen”e geçiyordu. Şimdi “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçiyor… Hitab edilen topluluktur. Topluluk tutucudur. Topluluğu değiştirmek çok zordur. Hele bir kişi topluluğu asla değiştiremez. Bu sebepledir ki tek başına yapılan konuşmalar, yazılan yazılar, hiçbir şey ifade etmez. Topluluğu ancak topluluklar değiştirebilir. O halde bizim yapacaklarımız kişiler olarak çoğalmak değil, topluluk olarak çoğalmaktır. Birden çoğalan topluluklar da eski alışkanlıkları ile gelirler, dolayısıyla değişme mümkün olmaz. Önce değişen kişiler bir araya gelecekler, onlar bilinçli olarak yeni düzeni kuracaklar. Ondan sonrası kendiliğinden gelişir. Tüm sorun “ilk aşiret”i ve “ilk kabile”yi oluşturmadır. Biz “Adil Düzen”i kuracaklara yeterli bilgi bırakıyoruz. Bu bilgilere sahip çıkanlar başaracaklardır. Başaramayışımızın sebebi henüz günün gelmemiş olmasıdır. Söylediklerimiz 21. asrın ilk üçte birinde gerçekleşecektir…

 

Adil Düzen:

“ADİL DÜZEN”DE SORUN ÇÖZME USÛLÜ

Şimdi bir siyaset adamının sorunları nasıl çözeceğini anlatalım:

a) Sorun ortaya çıkınca yönetici bunu mevcut kurullardan birine havale eder. Görev verir, yetki verir, imkan verir, bilgi verir ve sorunu o kuruma çözdürür. Yeni kurallar bir imkandır. b) Mevcut kurum ve kurallar sorunu çözmüyorsa, o zaman yeni kurula gidilecektir. Yeni kurul ve yeni kurallarla sorunlar çözülür. Sorun arızi ise yani geçici ise; mesela sel, savaş, hastalık gibi anormal hallerden doğuyorsa, sorun çözüldükten sonra yeni kurul dağılır. c) Sorun arızi değil de evrim sonucu doğmuşsa, yeni kurul kendi sahasında faaliyete devam eder. Eski kurul diğer görevleri yapmaya devam eder. Yeni kurul ve eski kurul yaşamayı sürdürür. d) Değişme o kadar fazla olmuş olur ki eski kurul fonksiyonunu tamamen yitirir ve ortadan kalkar. Yeni kurul bütün fonksiyonlarını içermiş olur. Böylece evrim gerçekleşmiş olur.

“Hak geldi, bâtıl zâil oldu.”nun anlamı budur. Yeni müessese kurmadan eskisine dokunulmaz.

 

Bir Çözüm:

HUKUK SORUNU VE ÇÖZÜMÜ

Batılılar Roma Hukukunun “kanun sistemi”ni terk ederek Müslümanlardan “serbest sözleşme sistemi”ni aldılar. Böylece “İslâm hukuk sistemi”ni yani “şeriat sistemi”ni benimsediler. Çoklu sisteme geçtiler. Bugün bütün dünyada “şeriat sistemi” uygulanmaktadır. Her yerde “akit serbestliği sistemi” vardır… Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını bir insan gece-gündüz okumaya başlasa, ömründe bitiremez. Çelişkilerle dolan nasih-mensuhları içeren bu mevzuat yığını ile kişi nasıl baş edecektir? İşte günümüzün hukuk sorunu budur. O kadar çok ve çelişkili mevzuat vardır ki; mevzuat yokmuş gibi bir durumdayız! Cahiliye dönemindeyiz. Karanlıklarda dolaşıyoruz…

“Adil Düzen”in bu suruna çözüm olmak üzere bir önerisi vardır.

Bir “Hukuk Usûlü Yüksek Kurulu” kurulacaktır. Bu kurula siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde üye vereceklerdir. Her %5 oy için bir üye. Bu kurul bin sayfalık “Hukuk Usûlü Mevzuatı”nı hazırlayacaktır. Adalet Bakanlığı’nda görev alacak herkes bundan imtihan olunacak, başarılı olanlar alınacaktır. Hakim, avukat, hakem, bilirkişi, soruşturmacı, savcı olabilmek için hukuk usûlünden imtihanı geçmek şartı getirilecektir. Şimdiki görevliler görevlerine devam edecekler. Ancak emekli yaşını dolduranlar imtihanı kazanırlarsa görevlerine devam edebilecekler, yoksa emekli olacaklar. Terfiler imtihanla olacaktır. Nakiller imtihandan sonra yapılacaktır. Yeni atamalar imtihanla yapılacaktır. Böylece zamanla serbest sözleşme sistemine dayanan hukuk sisteminin eğitimi de serbest sözleşme sistemine uymuş olur.

 

Bir Yorum:

KERKÜK OLAYLARI

Bu durumda şimdi ne yapmalıyız? Irak’ta Kürt yönetimini tanımalıyız. Onlarla anlaşma yapmalıyız. Biz ABD’yi muhatap almamalıyız; onunla onlar anlaşsınlar. Gönüllü mübadeleleri kabul etmeliyiz. Türkiye’den isteyen Irak’a göç etsin. Bunlar Türk olabilir, Kürt olabilir, Arap olabilir. Irak’tan da Türkiye’ye isteyen göç etsin. Bunlar da Türk olabilir, Kürt olabilir, Arap olabilir. Eğer göçler eşitse sorun olmaz. Bir tarafa diğer taraftan daha fazla göç gelmişse, onun karşı taraftan toprak alma hakkı olsun. Yahut göçler fazla olsa da toprak istenmesin. Türkiye iki şıkkı da kabul etmeye hazır olmalıdır. Türkiye’nin hem nüfusu hem toprağı fazladır. Korkacak bir şeyi yoktur…

 

ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 224. SEMİNER            Tefsir             İstanbul, 30 Ağustos 2003

 

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - V

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

(وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ)

الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا إِنَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ(16) الصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ وَالْقَانِتِينَ وَالْمُنْفِقِينَ وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ(17) شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَالْمَلَائِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ(18) إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمْ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(19)

الَّذِينَ (elLAÜIyNa) “Onlar.”

“Ellezîne” Arapçada Türkçe’deki an eki karşılığıdır. “Yekûlûne” ile beraber diyen kullar anlamındadır. Bazen de isim olarak diyen kimseler şeklinde manâlandırılır. Allah kullarını görmektedir. Önceki âyetin devamıdır. Âyetin sonunda cim konmuştur. Bunun anlamı “dur” veya “geç” demektir. Âyetin burasında durulur. Cümle tamdır. Ama iade edilerek devam edilirse bence en güzel kıraat olur. Yani durulacak, manâ tamamlanmış olacaktır. Çünkü yukarıda sayılan cennet nimetlerinden biridir. Ama ondan sonra o ifade yeni âyette yeniden başlamaktadır. Durulduğu zaman Allah’ın Âhiretteki kulları görüşüdür. O görüşünü o zaman kullar da bilecektir. Bu âyette iade edilen görüş ise bu dünyadaki görüştür. Çünkü bu dünyada söyleyenleri de görmektedir.

“Ellezîne” ifadesi şu özellikleri bize bildirmektedir:

a) Söyleyenler bir toplulukta dua ederler. Birlikte dua ederler. Birlikte söylerler. Bu şöyle yapılır. Bir araya gelerek başkan dua eder, cemaat amin der. Bir söyleyiş budur.

b) Yahut bir araya gelinir ve bu dua okunsun denir. Herkes onu okur. Üçüncü ve dördüncü rekatlarda böyle dua ediyoruz.

c) Yahut imam kelime kelime tekrar ettirir. Tekbirleri böyle getiriyoruz. Namazda koro halinde söyleme yoktur. Kurban Bayramlarında tekbirleri koro halinde ve sesli olarak getiririz.

İşte bu “Ellezîne” mü’minlerin namaz ve bayramlardaki söyleyişi biçimimdeki söylenişlere işaret etmektedir. Çünkü “Ellezîne”de fail ve fiil marifedir.

يَقُولُونَ  (YaQUvLUvNa) “Kavl ederler. Topluca söylerler.”

Bunları söylemek farz değildir. Söylenmese de namaz geçerlidir ama bunların namazda söylenmesi Allah’ın bizi görmesi için gerekir. Allah’ın bizi görmesi demek, bizi kötülüklerden uzak tutması ve iyiliklere götürmesi demektir. Kulların ibadetleri defterlere yazılmaktadır. Onları Allah gözetlemese de karşılık görülecektir. Rab’lerine dua edenlerin duasını kabul ederek doğrudan insanı kötülüklerden uzak tutacak ve iyi işler yaptıracak olan Allah’tır. Meleklerin insan iradesine doğrudan müdahale etme yetkileri yoktur. Bu sebepledir ki şeytanın karşısında melek yoktur. Doğrudan Allah vardır. “Hizbullah” ve “hizbu’ş-şeytan” vardır. Allah insanlara kötü yolları da iyi yolları da göstermektedir. Ama iyi yollarını doğrudan ilham etmektedir. Kötü yollarını ise şeytan aracılığı ile ilham etmektedir. Allah dua etmemizi istemektedir. Kendi ağzımızla doğrudan dua etmemizi istemektedir. Onun için “Yekûlûne” denmiştir. Söyleyerek isteyecektir. Bu âyetteki açık manâ, sözün manâsını bilmeden de dua etmek Allah’ın gözetmesini sağlar demektir. Manâsını bilmeden okunan Kur’an’ın da sevabı vardır, manâsını bilmeden yapılan duanın da kabulü vardır. Bu duaları Arapça olarak ezberlemek ve manâsıyla öğrenerek dua etmek gerekir.

رَبَّنَا (RabBaNAv) “Rabb’imiz.”

“Rabb’imiz” diye dua ederiz. “Bizi yetiştiren” demekteyiz. “Bizi yetiştiren” dediğimizde; kişi olarak bizi yetiştiren anlamı olduğu gibi; topluluğumuzu yetiştiren anlamı da vardır. Çünkü insan toplulukları da tıpkı kişi gibi doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. Kur’an’da “Rabb’im” dendiği zaman, beni kişi olarak yetiştiren; “Rabb’imiz” dendiği zaman, bizi topluluk olarak yetiştiren demek olur.

Allah insanı öyle yaratmıştır ki toplulukla kişi arasında çıkar paralelliği vardır. İşte o sebeple “Rabb’imiz” derler. Başkan “Biz” diye konuştuğu zaman topluluk adına konuşmuş olur; “Ben” dediği zaman ise kendi adına konuşmuş olur. Mesela, bir parti başkanı lâikliğe aykırı fikirler benim görüşüm diyorsa o onun şahsi görüşüdür. Bizim görüşümüz diyorsa, o parti görüşüdür demektir. Ona göre parti ilzam olunabilir.

إِنَّنَا (EinNAv) “Biz iman ettik.”

Burada sadece “Âmennâ” denebilirdi. Olağan bir inanmanın haberi olurdu. Başa “İnne” getirildiğinde biz inanmış olan kimseleriz denmektedir. Yani fiil cümlesi isim cümlesine çevrilmiştir. Fiil-i mazi ile imanın geçmişte olduğunu gösterir. Onun bir defa olduğunu gösterir. Mü’min olan ben iman ettim dedikten sonra mü’mindir. Ta ki ben kâfirim deyinceye kadar mü’mindir. Arada zihninde geçen reybler onu imandan çıkarmadığı gibi günah işler de onu imandan çıkarmaz. Fiil-i mazi ile onun sürekli olarak devam ettiğini ifade etmiş olur. “İnne” kelimesi gelmekle imanını teyit etmiş olur.

Bu nevi takdimler tahsisi ifade etmiş olabilir. O takdirde “İnnena”da kastedilenler bütün mü’minler olur. Yani, ben mü’minlerin içindeyim ve ben onlarla beraberim demek olur. Bu da bize icma müessesesini getirmiş olur. Beş vakit namaz kılanlar, Cuma namazı kılanlar ve Haccı birlikte yapanların içine girerler. Şa’b ve kavim ise özel namaz kılmazlar. Onların da imamları vardır. Merkez bucaklarının imamlarına tabidirler.

آمَنَّا (EaManNAv) “İman ettik.”

Yedinci âyette rasihler iman ettik derler deniyor. Burada derler diyor. İman etme şartı getirilmiyor. İman ettik demeleri yeterli oluyor. Çünkü iman iradi bir olay değildir. Ama kavil ihbari olaydır. İradidir. Yeter derecede ibadet yaparsanız iman etmiş olursunuz. Bu sebepledir ki bu kavli ibadlara söyletiyor.

Önce ben Müslim oldum diyeceksin. İbadete başlayacaksın. Sonra kalbin iman edince iman ettim diyerek imanını ihbari olarak teyit edeceksin. İbadet dediğimizde; Kur’an’ı kitaptan okumak, Kur’an’ı ezbere okumak, Kur’an’ı tercümeleri ile okumak, Kur’an’ı tefsirleri ile okumak; tilavet, Kur’an, zikir ve Furkan, işte ibadet budur. Ondan sonra amel yapmak. Toplanmak, kamu ortaklığı kurmak, oruç tutmak, hacca gitmek, yani kurultaya katılmak ibadet olduğu gibi; bütün farzları yerine getirmek ve haramlardan kaçınmak da ibadettir. Hâsılı, şeriata uymak demektir.

İşte bunları yapan kimsenin kalbine iman girer ve ondan sonra ben iman ettim der. Müslimler İslâm topluluğunda yaşarlar. Askere gitmezler. Ben mü’minim diyenler ise artık askerlik görevlerini yüklenmiş olurlar. Böylece iman etmek bir siyasi dayanışma ortaklığına katılma demektir. Müslim olma demek de bir ilmî dayanışma ortaklığına katılma demektir. Zımmilerin de ilmî mezhepleri vardır ve geçerlidir.

فَاغْفِرْ لَنَا  (FaĞFiR LaNAv) “Bize mağfiret et.”

“Mağfiret et” ört, onun cezasını çektirme demektir. Yedinci âyetteki duayı rasihler yapıyor. Yani bu dua mü’minlerin duasıdır. Mü’min olduktan sonra bizi şaşırtıp da tekrar butlana götürme. Bizi reyb içine koyma biçimindeki duayı emrediyordu. Kullarına yani Müslimlere de iman edince nasıl dua edeceklerini emretmiş oluyor. Şimdiye kadar yaptıklarımızı mağfiret et; gerek Müslim olmadan işlediğimiz günahları, gerekse Müslim olduktan sonra mü’min oluncaya kadar kalben işlediğimiz günahları yani şüpheleri mağfiret et. Onları sil.

Bugünkü vergi affı budur. Cahiliye döneminde işlenen suçlar cezalandırılmaz. Tevbe etmeleri, talep etmeleri halinde onlar silinir. Mükelleflerin baş vurmaları gerekir. Re’sen silinmez. Baş vurma, bir daha böyle yapmayacağının da taahhüdüdür.

ذُنُوبَنَا (ÜuNUvBaNAv) “Zenblerimizi mağfiret et.”

“Zenb” kuyruk demektir. Gizlenerek yapılan fiiller zenbdir. Öyle bir iş yapıyorsunuz ki, ah bunu kimse duymasa diyorsanız o zenbdir. Topluluklar bunları şeriatları ile tesbit ederler. Kişi ya o şeriata uyacak veya o şeriatın gösterdiği cezaya katlanacak.

Kur’an’ı kabul eden kimse de Allah’ın topluluğuna girmiş olur. Ya onu kabul eder ve ona göre hareket eder, yahut o topluluktan ayrılır. Kâinat’tan ayrılır. Ayrılamayınca da Ahiretteki cezaları kabul eder. Herkes kendi içtihadıyla amel etmekle mükelleftir. Topluluklar ise sözleşmeleri ile hareket etmek zorundadır. Kimse sözleşme yapmak zorunda değildir. Ama topluluğa katılan kişi onların sözleşmelerine uyacaktır. Beğenmiyorsa orasını terk edecektir. Bunlar da icmalardır. Aşiret, kabile, şa’b, kavm ve nâs icmaları vardır.

وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ (Va QıNAv GaÜABa elNAvR)

“Bizi nârın gazabından vıkaye et. Ateşin azabından koru.”

İslâm’dan imana geçenler bu tercihlerini bu dua ile yaparlar. Rabb’imiz, biz artık iman ettik. Kalbimiz mutmain oldu. Şimdi hak uğruna cihad yapabiliriz. Bizi de askerlerin zümresine yaz. Eski günahlarımızı da sil. Burada şöyle bir durum da olabilir. Müslim iken harçlı ve zor durumda ise Müslim olunca bütçeden yardım olunur ve müminler içine yepyeni olarak katılır. Bu durum kalpleri imanla dolu olmayan kimselerin de çıkar için mü’min olmalarına sebep olur. Ancak Kur’an düzeninde zahir esastır. Kişinin buna karar verdiğini öğrenmemiz yeterlidir. Nitekim tarihin çok meşhur bir kaydı var.

Haccac, Ömer bin Abdülaziz’e mektup yazıyor: “Herkes cizye vermemek için mü’min oluyor. Sünnet olmayı zorunlu yapalım. Böylece Müslüman olmazlar.” diyor. O da cevap veriyor: “Allah Muhammed’i hattan olarak göndermedi.” Yani sünnetçi olarak göndermedi.

Bugün dönme dediklerimiz vardır. Bizim onları Müslüman saymamamız için hiçbir sebep yoktur. Zamanla çocukları gerçek Müslim olurlar. Bugün onların durumu iyidir. Çünkü Müslümanları ehven-i şer kabul edip Müslüman olanlar onlar olacağına bunlar olsun diyorlar. Hıristiyanları da onları ehven-i şer kabul ederek onlar olsun diyorlar. Gelecekte ise Müslümanlarla Hıristiyanlar anlaşacaklardır. Onların da Yahudilerin de hakimiyeti bitecektir. O zaman onların durumu kötü olacaktır. Yahudiler öyle kalacaklardır. Ama Sabataycılar ise durumlarını düzeltmek için Müslüman olacaklardır. Sonra da çocukları İslâmiyet’e büyük hizmet vereceklerdir.

İslâmî hayatı yaşayıp kalplerine iman giren kimseler iman ettik derler. Bu sebeple bizi mağfiret et diyorlar. Bu, bu dünya cezasından kurtulmadır. Ahirette de cehennemden korur. Demek ki mü’minlerin hesap verecekleri iki yerin biri bu dünyada, diğeri de ahirettedir. İşte ister rasih olsunlar, ister rasih olmasınlar, insanlara verilen tabiî şehvetlerin yararlı şekilde kullanılması için ya içtihat yaparlar, ya da bir müçtehide uyarlar. Hangisini yaparlarsa yapsınlar; “Rabb’imiz, iman ettik, mağfiret et ve cehennem azabından koru.” derlerse, Allah onların bu dediklerini kabul eder ve onları mü’minlerin arasına kendisi koyar.

Bu âyetin delaleti, resulün uygulaması ve icma ile sabittir; bir kimse Müslim veya mü’min olmak istediği zaman kimse buna engel koyamaz. Bir kimse mü’min veya Müslim olması için bir yerden izin almak zorunda değildir. Bunun resmî bir merasimi de yoktur. Ancak bunlar nifak veya çıkar için gelmişlerse Allah onların hesabını sorar.

الصَّابِرِينَ (elÖAvBıRIyNa) “Sabredenler.”

Allah’ın gördüğü kulları iman ettikten sonra görevler aşağıda sayılmıştır. Burada Müslimlerin iman etmeleri için ibadet etmeleri gerekir. Onları da yukarıda saydık. Demek ki zimmiler de mü’minlerin tüm ibadetlerine katılabilirler, ama katılmak zorunda değildirler. Bizimle namaz kılabilirler, oruç tutabilirler, Hacca gidebilirler, Kur’an okuyabilirler.

İman ettikten sonra işler artık eskisi kadar kolay değildir. Önce sabra alışacaklar. Sabredecekler. Bunun eğitimi nedir? Askerliktir. Askerde birçok sıkıntılı işler yaptırılır. Böylece insan sabra alıştırılır. Yani askerliklerini yaparlar demektir. Ayrıca cihad esnasında karşılaştıkları sıkıntılara göğüs gererler. İmanları için gerekirse canlarını bile vermeye hazır olurlar.

“Sabır” Türkçede “sebat” kelimesi ile ifade edilmektedir. Savaşlar sabırla kazanılır. Türk milleti sabırlıdır. Cumhuriyet inkılâpları yapılırken sabretmiştir. Ama sonra inandıklarını asla bırakmamıştır. Sabretmeseydi ne yapardı? İsyan eder ve devleti yıkardı. Ya da baskı sonucunda dinini imanını bırakır ve unutulur giderdi. Öyle olmadı. Ne isyan etti ne de inançlarını bıraktı. İşte mü’min olma bu demektir. Sonra ne oldu? Bugün Türkiye İslâmiyet’e en çok bağlı ve onu en çok anlamış bir ülke durumundadır. Bu onun sabrı sayesindedir. İnkılâplar da onun çok işine yaramıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”na o sayede talip olabiliyoruz. İsm-i fail olarak getirilmesi, sabredenler bellidir demektir. Sabır duruma göre değişir. Onun için fiil meçhuldür.

وَالصَّادِقِينَ  (VaöÖAvDıQIyNa) “Ve sadıklardır onlar.”

Yani, sadık sabır ibadları Allah rey eder. “Sabır”dan sonra “sadık”.

“Sıdk”, verilen sözde durmak, bağlılığı sürdürmek demektir. Sabır topluluğun işidir. Birisine verdiğin sözde durmaktır. Bir tür onu ona tahsis etmektir. Kur’an’da sadakat iki yerde açıkça istenmektedir. Biri kadının kocasına sadakatidir. Yani başka erkekle ilişki kurmamasıdır. Bu sadakatinden dolayı mihir verilmektedir. Buna “sadaka” denmektedir. İkincisi halkın başkana sadakatidir. Halkın başkanlara verdiği vergiye de “zekât” denmektedir. Başkana sadakat demektir. Bundan dolayıdır ki nasıl bir karının iki kocası olmazsa, bir kimsenin de aynı yerde iki başkanı olmaz. Buna o kadar riayet edilir ki, bir yerde cemaatle namaz kılındıktan sonra artık orada ikinci defa cemaatle namaz kılınmaz. Namaz kılınsa bile ezan okunamaz, kamet getirilemez.

Sabırlı olmak demek, toplulukta çıkan sıkıntılara dayanmak demektir. Hakkı tavsiye ederken sabrı da tavsiye etmek demektir. Sadakat da, katıldığın topluğun çıkarına çalışmak ve onun hukukunu düşünmektir.

Mesela, burada iken “Akevler”i düşüneceksiniz; “Akevler”in zararına, partinin lehine bir şey düşünmeyeceksiniz. Partide iken de oranın çıkarını düşüneceksiniz.

Sadakatin manâsını iyi kavramak gerekir. Bir avukat nasıl iki hasmın avukatı olmazsa, bir insan da iki tarafı eşit şekilde göremez. O anda nerede isen o topluluğa sadık olacaksın. Hattâ Rusya’ya gidersen, orada iken artık oranın çıkarlarını düşüneceksin. Oralarda Türkiye’yi düşünmeyeceksin. Türk vatandaşı Türkiye’yi düşünmelidir. Türkiye’nin aleyhinde bulunmak sadakatsizliktir. Türkiye’de Kürtçülük yapmak ihanettir. Ama göç eder de Peşmergelere katılırsa orada Kürtleri düşünebilir.

وَالْقَانِتِينَ (Va eLQAvNıTIyNa) “Kunut edenlerdir onlar.”

Yani Allah’ın basir olduğu kulları kanıt olanlardır. “Kunut etmek” demek, başını kaldırıp söyleyene bakarak onu dinlemek demektir. Türkçedeki kulak kesilmektir. Öyle ki beyin diğer kapılara kapatılır, kulak başka sözleri duymaz. Ona kulak verir ve başka şeyleri işitmez olur. İtaatten farklıdır. İtaat, emri yerine getirmektir. Kunut ise söyleneni anlamak demektir.

Namazda insanlar kanittirler. Cüz ile kül irade ediniştir. Namazın gayesi Kur’an’ı dinlemektir. Mü’minlerin görevi beş vakit namazlarını cemaatle kılmaktır. Onun için bu kurallı müzekker getirilmiştir. Topluluğun düzenine uymada sabır gösterecekler. Yetkililerin talimatlarına uyacaklar.

Bunlar genel kaidelerdir. Ondan sonra bu topluluğun oluşması için iki hususa gerek vardır. Biri sosyal örgüttür, diğeri kamu ortaklığıdır. Yani ortak bütçedir. Demek ki abd olmak için şunlar istenmektedir. Sabah namazı kılınacak ve işe başlanacak, öğle namazı kılınıp tatil edilecek, ikindi namazı kılınıp akşam mesaisine başlanacak, akşam kılınıp iş tatil edilecek. Sohbetten sonra yatsı kılınıp yatılacak. İşte kunut budur.

وَالْمُنْفِقِينَ  (Va eLMuNFıQIyNa)

Topluğun oluşması için önce dayanışma içine girmek gerekir. Buna iman diyoruz. Bu bir sözleşmeden ibarettir. Ondan sonra topluluğa sabretmek gerekir. Değişik yerlerden gelen insanlar birbirine sabredeceklerdir.

Bizim sohbetlerimize devam ederken çeşitli olaylar olmaktadır. Bazen benim sözlerim insanları kaçırıyor. Bazen Reşat’ın, bazen da başkasının. Sabretmek bunun için gerekmektedir. Birbirimize sabredeceğiz. O sabır bizi pişirecektir. Çok aykırı fikirlerle tartıştığımız halde birbirimize sabrediyoruz. İşte bu bizim Allah’ın ibadı olduğumuzu kanıtlar. Sadakatimiz de devam ediyor. Buraya gelen kardeşlerimiz buranın aleyhinde konuşmuyorlar. Demek buraya sadıklar. Çoğalmak istiyoruz. Oysa çoğaldığımızda bu sadakat kalmaz. Kalabalığın etkisiyle birbirlerini bırakmazlar ama hep aleyhte konuşmaya başlarlar. Ondan sonra toplantılar yapıp anlatılanlara kulak vereceğiz. Hamd olsun o da olmaktadır. Bir başka husus da infaktır. Ortak bütçe oluşturup birlikte işler yapmaktır. Bu hususta arkadaşlar katkıda bulunuyorlar. Demek ki beş hususu gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Noksanımız ve eksiğimiz olsa da yapılması gerekenleri elimizden geldiğince yapıyoruz.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (Va el MüSTaĞFiRIyNa Bi elEasXARı)

“Seherde istiğfar ederler. Bir araya gelip estağfurullah derler.”

Elbette istiğfar kalb ile olacaktır. “Onlar, Rabb’imiz, bize mağfiret et derler.” deniyor. Burada da müstağfirler diyor. Oralarda genel olarak istiğfar duasını ortaya koymuştur. Burada seherleri eklemiştir. Önce her namazda istiğfar etmemiz gerekir. Rükudan doğrulunca üç defa “Estağfurullah” demeliyiz. Secdeden doğrulunca da üç defa “Estağfurullah” demeliyiz. Bunları tek başımıza namaz kılarken de söylemeliyiz. Allah’ın bizi gözetleyip kötülüklerden koruması ve iyiliklere götürmesi gerekir. Ama sabah namazı kılınmadan önce sesli olarak cemaatin “Estağfurullah… Estağfurullah…” diye yüz defa istiğfar etmesi vücudu yıkayacaktır. Seherlerde söylenmesinin birçok hikmeti vardır. Gece gitmiştir. Vücut uyanmıştır. Işık uyandırmıştır. Yorgun değildir. Henüz Güneş’in zararlı ışıkları gelmemiştir. Beyin henüz günün meşgaleleri ile dolmamıştır. Sesle yapılacak bu istiğfar hem bedeni hem de ruhu arındırır.

Sesli zikrin yararı, çıkan ses dalgaları vücudu titreştirir. İnsan sesi ve hassaten bu sesler insan vücudunu rezonansa getirerek tıkanıklıkları giderir. Bu ses neler yapar? Değirmenin oluğunun üzerine bir titreştirici konur. O oluğu sallar. Değirmen döndükçe oluk sallanır. Oluk sallanınca buğday akmaya başlar. Sepetten bir şey boşaltırken sallarsınız. Allah da bedenin özündeki akışkanları sese uygun sesle harekete geçirir.

İnsanda kan akmaktadır. Kan damarlarda kalbin tazyiki ile akmaktadır. Kılcal damarlarda ise tıkanmalar olabilmektedir. Lenf sistemi tamamen kendiliğinden çalışır. İşte seherdeki istiğfar bu hareketi değirmenden akan buğday gibi akıtır. Her hücrede protoplazma hareketi vardır. Nasıl kalb durduğu zaman insan ölüyorsa, hücrede de protoplazma devri durursa hücre ölür. Zikir bunları da titreştirir. Durmasını önler.

Sinir sisteminde elektrikî akımlar akmaktadır. Birtakım ağlarda tıkanmalar olabilir. Sinir hücrelerinin uzantılarını titreştirerek elektrikî devrelerin kapanması önlenir. Bunun dışında ruh beyindeki devrelerin çalışması ile irtibat kurabiliyor. Beyin telsiz merkezidir. Bedeniyle insan dışarıdan uyarıcıları alır, beyne götürür, beyin onu düzenler, ruhun emrine sunar. İşte burada Allah’tan ilham da alınmaktadır.

İşte bunu yapamadığımız zaman  huzursuz oluyoruz. Olmadı mı canımız sıkılmakta, üzülmekteyiz.

Eğer bizler cemaat olarak Yeni Bosna’ya taşınsak, sabah namazını kadın ve çocuklarla beraber kılsak, işte o zaman Allah bizi görecektir. Bize istediğimizi verecek yahut kötü şeyleri, olmaz şeyleri vermeyecektir.

Şimdi burada altı sistem sayılmıştır. Demek ki bunlar üç boyutun kutuplarıdır. Bunları tasnif etmemiz gerekir. Sizlere anlamlarını anlattık. Acaba hangisi neyi ifade eder?

Çift çift ayırırsak daha kolay görebiliriz. İman-Sabır, Sadık-Kanıt, Münfik-Müstağfir. Bu tasnif fazla manâlı görülmemektedir. Mü’min-Müstağfir, Sabır-Sadık, Kanıt-Münfik. Böyle bir bölünme olmalıdır.

İmanla istiğfar kutup yapılmıştır. İman emirleri, istiğfar nehiyleri içerir. İki ana kutup yapılmıştır. İman emirleri yerine getirmeyi, istiğfar yasaklardan kaçmayı gerektirir. Sabır ile sadık nehiylerin kutbudur. Kunut ile infak da emirleri içermiş olmaktadır. Bizim ikili sistemimiz burada da ortaya konmaktadır.

شَهِدَ اللَّهُ (ŞaHıDa elLAHu) “Allah şehadet ediyor.”

Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şehadet ediyor. “Şehadet etmek” demek, bilip bildirmek demektir. Bilme de değişik yollarla olur. İnsanlar değişik bilgilere sahiptirler. Yanlış olma ihtimali fazla olan bilgilere sahiptirler. Bunları söylemek “Ehbere, Enbee, Kale” gibi sözlerle ifade edilir. Bu tür ifadelerde kasıt yoksa insan sorumlu değildir. Benim şimdi söylediklerim böyledir. Ama insan bir şeye şehadet eder de sonra onun yanlış olduğu ortaya çıkarsa ondan sorumludur. Tazmin eder. İnsan sorumluluğu aldığı hususlarda şehadet eder. Allah şehadet ediyor demek, sorumluluğu üstüne alıyor demektir. Yarın ikinci tanrı ortaya çıksa biz sorumlu olmayız. Çünkü Allah şehadet etmiştir.

Bu ifade neden söylenmiştir? İnsanlar Kâinat’ta zıt şeyleri görünce, bir kimsenin aynı şeyleri yapmasına akılları ermeyince, ikinci veya üçüncü ilâhlar ittihaz ettiler. Şeytan madem Allah’ın düşmanıdır, Allah onu niçin yarattı? Şeytan Allah’ın düşmanı değil, topluluğun düşmanıdır. Allah onu topluluğa düşmanlık yapsın diye yarattı. Böylece toplulukları denetim altına alıyor. Bozuk toplulukları şaşırtıyor ve helâk ediyor. Şeytan hem kişilerin hem de toplulukların düşmanıdır. Şeytanı ikinci bir güç sanmayasınız diye Allah şehadet ediyor. 

أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ (EanNaHu LAv EiLAHa EilLAv HUv)

“Kendisinden başka ilâh yoktur.”

Buna Allah şehadet etmektedir. Bu sûre, “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır.” ile başladı. “Rahimlerde istediği şekilde sizi tasvir eden O’dur. Kendisinden başka ilâh yoktur.” dendi.

Burada şehadet ile aynı cümleyi söyledi. Bundan sonra da bu cümle ile âyet bitecektir. Demek ki bu sûrede üstünde durulan husus, kendisinden başka ilâh olmadığı hususuna dikkat çekmektir. Allah’a inanan kimseler bile Allah’ı Arabistan yahut Kudüs’e göndermekte ve O’nu orada mahpus düşünmektedirler. Sanki şimdi yokmuş, Kur’an’dan sonra, Furkan’dan sonra Allah insanlara karışmıyor, onları başıboş bırakmış sanıyorlar. Oysa kendisinden başka bir ilâh yoktur. Her şeyi yapan O’dur. Bugün dünyada cereyan eden bütün hadiseler O’nun emriyle ve izniyle olmaktadır. Kâinat bir futbol oyunu benzeri olarak sürüp girmektedir.

Bu oyunda iki takım var; küfür ve iman takımı. İsteyenler istedikleri tarafa geçip oyunlarını oynamaktadırlar. Bazen küfür takımı da galip gelir gibi olur. Ama hiçbir taraf diğerini yok edemez. Bu oyun kıyamete kadar sürer. İnsanlar takımlarını seçerek kendilerini eğitirler. Sonları ona göre belirlenir.

İçtihadı anlatırken bu ifadeye önem vermesinin nedeni, içtihat farklılıklarının ve icma değişikliklerinin meşruluğuna işaret etmektedir. Allah hayırda yarışsınlar diye insanları serbest bıraktı. Kur’an’dan herkes içtihat yapacak ve yaptığı içtihada göre amel edecektir. Kimileri de içtihat yapmayacak, küfür içinde nefsine uyup karşı takıma geçecek. Bunların hepsi ilâhî nizamın sonucudur. Biz Allah’ın ne yaptığını denetleme yerine, kendi görevimizi bilip ona göre amel etmemiz gerekir.

“Lâ ilâhe” denmiş, nefyi cins etmiştir. “Asla yoktur” demektir. Dolayısıyla insanı sorumlu tutacak olan kendi içtihatlarıdır, verdiği sözleridir. Tâbi olduğu kimselere uymaktır. Ama tâbi olacağı kimseyi kendisi seçecektir. Hakemlerin kararlarına saygı gösterecektir. Ona emredecek başka güç yoktur. İşte demokrasinin ve lâikliğin özü budur. Allah’ın şehadeti bu kitapla olmaktadır. Kur’an’la olmaktadır. Peygamberler ile olmaktadır. Bu kitabın Allah sözü olduğunu bildiğimize O da böyle şehadet ettiğine göre, artık başka türlü düşünmemiz anlamsız olur. Görünen her şey, bizim elimizdeki karşılıksız para da O’nun eseridir. O’nun peşinde koştuğumuz zaman dahi yine Allah’ın peşinde koşarız. Sorun hangi takımda yer almış olmamızdır.

وَالْمَلَائِكَةُ  (Va el MaLAEiKatu) “Melekler de şehadet ederler.”

Meleklerin şehadetini biz nasıl biliriz? Kâinat’ta olup bitenleri gözetlersek, her şeyin bir düzen içinde aynı amaca doğru gittiğini düşünürsek, O’ndan baka tanrı olmadığını biliriz. Cansız varlıkların kendiliklerinden hareketleri yerine, meleklerin onları o düzen içinde yürüttüklerini Allah bize bildirmektedir. Bilinçsiz bir Güneş’in bu kadar düzenli hareket etmesi yerine, bilinçli kimselerin bu hareketi sağladıklarını kabul etmemiz gerekir. Allah doğrudan doğruya bütün bunları yapardı. Ancak bunun ne anlamı olurdu? Bu ifadeden meleklerin insanlarla da ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Nasıl şeytan varsa, insana kötülükleri bildiriyorsa; melekler de insanlara olumlu ilhamlar yapmaktadırlar. Arılara da vahyi onlar ulaştırıyorlar. Allah insanı yalnız onlara teslim etmemiştir. Doğrudan kendisi de kulları ile ilgilenmektedir. Kendisi hazır bulunmaktadır.

Bugünkü müsbet ilimciler “Ben meleği görmüyorum. O halde yoktur!” gibi saçma bir söz söylemektedirler. Ben elektriği de görmüyorum. Ama aydınlatıyor. Çarpıp beni öldürüyor. Siz mıknatısı görmüyorsunuz, ama o demiri çekiyor. 20. yüzyıl ilmi bize göremediğimiz nice ışıkları keşfetti. Biz radyo ve televizyon dalgalarını görmüyoruz ama cihaz görüyor. Melekleri göremiyoruz, ama yapılanları görüyoruz.

Peki, bunarı kimler yapıyor? Elbette Allah yapıyor. Ben yazarken de o yazıyor. Ama benim elimle yazıyor. Kur’an bildirmese meleklerin var olup olmadığını bilemeyiz. İnsanlar ne yapıyor? Ya melekleri tanrılaştırıyorlar. Ya da melekleri hepten yok ediyorlar. Oysa melekler vardır. Görevlidir. Görevlerini yapmaktadırlar. Onlar tanrı değildir. Çünkü onlar da tabiî kanunları değiştiremiyor. Tanrı olsalardı başka kanunlar koyarlardı. Biz bilgileri müsbet ilimden alırız. Müsbet ilim nedir? Bir proje yapar ve uygularız. Beklediğimiz sonuca ulaşırsak o müsbet ilimdir. Bu ilim sağlam bir ilimdir. Buna dayanmadan hiçbir yere varamayız. Bu sayede biz Kur’an’ın Allah sözü olduğunu buluruz. Ama sonra da Kur’an bize bilmediklerimizi haber verir. Artık o da müsbet ilimdir. Sonra o haberlere göre davranırız, müsbet sonuçlar alırız, o da ilimdir. 

وَأُوْلُوا الْعِلْمِ  (Va EuLuv eLGiLMi) “Bir de ilimli olanlar şehadet ediyor.”

Yani ilme sahip olanlar, bilenler şehadet ediyor. Ama burada “alim” denmemiş de, bu hususta “ilmi olan kimseler” denmiştir. İlim marifedir. “İûlû” işaret zamiridir. Ona izafe edilmiştir. İlim marife olduğu gibi izafe edilen de marifedir. Sahip olanlar nekire olabilir.

İlmin araçları vardır: İlmî dil ve matematik. Bunlar ilim değil, ilmin araçlarıdır. İlim ise; mekân ve zaman ilmi olarak “geometri ve matematik”; madde ve enerji ilmi olarak “kimya ve fizik”; bitki ve hayvan ilmi olarak “botanik ve zooloji”; insan ve topluluk ilmi olarak “psikoloji ve sosyoloji” ilimleri vardır. Bunlara “tabiî ilimler” denmektedir. Bunların Kâinat’taki varlıklarını inceleyen “astronomi, coğrafya, biyoloji ve tarih” ilimleri vardır.

Bunun dışında insanların ürettikleri sosyal ilimler vardır. Bunlardan dil, sanat, teknik ve hukuk “ilişkiler ilmi”dir; ilim, iktisat, din ve yönetim de “sonuçlar”dır. Bu ilimlerin elde ettiği sonuçlar vardır. O sonuçlar sayesinde, Kâinat’ın tek bir sistem içinde düzenlenerek oluştuğu ve işlediği sonucuna varılır. Her şey bir makine parçaları gibi gerekli ve yeterli bir şekildedir. Bu bize O’ndan başka tanrı olmadığını açıkça ifade eder.

قَائِمًا بِالْقِسْطِ (QAEıMan BıLQıSOı)

“Kıst ile kaim olan ilim sahipleri de Allah’tan başka bir ilâh olmadığına şehadet ederler.”

“Kıstas” terazi demektir. Aslında “kıst etmek” kesmek, ayırmak, bölmek demektir. Adil bir şekilde bölmek demektir. “Taksit” kelimesi buradan gelmektedir. “Kaim olan” duran demektir. “İlim” demek, parçalamak ve her parçaya kendi hakkını vermek demektir. Buna “analiz” denmektedir.

Coğrafya demek, yeryüzünü bölümlere ayırmak ve her birinin özelliğini ayrı ayrı ortaya koymak demektir. Adalet etmek demek, hakları kişilere dağıtmak demektir. Burada “İman eden ilim adamları” demiyor; “Kıst ile kaim ilim adamları” diyor. İlim adamı bu demektir. Öğrenecek, tartışacak, sonuca varacak, ondan sonra onu savunacak. Tarihte Sokrat, Aristo, Eflatun, Arşimet, Ebu Hanife, Malik, Hambeli, Şafii, Razi, Galile, Kopernik gibi kıst ile kaim alimler yetişmiştir. Bunlar ölümlerini göze alarak gerçekleri söylemişlerdir. İslâm dünyasında fıkıhta dört mezhep sahibinin, hadiste altı hadisçinin kıst ile kaim alim olduklarında icma vardır. Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed b. Hambel, Buhari, Müslim, Nesei, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace.

“Kaimen bilkıst” hâldir. “Kaimîne” gelmesi de olurdu. Ama kıst ile kaim olmak tek başına mümkün değildir. Ancak bir cemaat kıst ile kaim olur. Yani gerçeği savunur. Bir ekol bunu başarır. Bu sebeple onlar bir olur ve hâl de müfret gelmiştir. Kıst ile kaim olmayanlar icma ehli değildirler. Yani eğer bir kimse hatır için, çıkar için veya korkarak konuşuyorsa, onun muhalefeti icmaya etki etmez. Bu husus hakemlerce tesbit edilebilir.

“Kaim” kelimesini kullanmakla, devamlı olarak bildiklerine sahip çıkmalı, görüşlerini sık sık değiştirmemelidir demektir. İcmadan sonra muhalefet bu kuraldan dolayı geçerli değildir. İbni Abbas mirastaki avliyeye önce uymuş, sonra muhalefet etmiştir. Ona, senin cemaat içindeki reyin münferiden olan reyden daha iyidir diyerek icmayı munakıt saymışlardır. Görüşlerinden vazgeçen kıst olmaktan çıkar, dolayısıyla icmayı bozmaz şeklinde düşünülebilir. İcmanın bozulmaması bundan değil de icmanın kendisinden kaynaklanan bir olaydır. İcma ancak icma ile bozulur.

لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ  “O’ndan başka bir ilâh yoktur.”

Burada “Kendisinden başka ilâh yoktur” şeklinde değil de, “O’ndan başka ilâh yoktur” şeklinde tercüme ediyoruz. Çünkü şehadet edenler başkalarıdır. Bu da zamirin hem kendisine hem de başkasına rücuu mümkün olmayacağından “HU”yu Allah’ın özel ismi olarak anlamamız gerekir. “Kul Huvellahu”daki “Hu” gibi Allah’ın dört ismi vardır: Huve, Allah, Ehad, Samed. Bunlar O’nun özel isimleridir. Diğerleri ise sıfatlarıdır. O’ndan başka “O” isimli kimse yoktur. Allah’tan başka “Allah” isimli kimse yoktur; “Ehad” isimli kimse yoktur; “Samed” isimli kimse yoktur. Çünkü bu özellikler yalnız O’na aittir. “O” demek, gerçek varolanın O olmasından ileri gelir. Hepsi O’nun gölgesidir. “Allah” O’nun özel ismidir. “Ehad” vahidden başkadır. Sayı olmayan bir O’dur. “Samed” ise kimseye muhtaç olmadan varolabilen yalnız O’dur. Diğerlerinin varlığı nisbîdir, izafîdir, ihtimalîdir, bazen var bazen yoktur, takribîdir, bizim tanımlamalarımızla oluşur.

الْعَزِيزُ (eLGaZIdZu) “Aziz olan O’ndan başka ilâh yoktur.”

“Aziz olan” demek, kişilere sözünü geçiren, saygın, dinlenen demektir. Allah ancak böyle bir güce sahip olan kimsedir. Allah’ın birliğine ilmen varılabilir mi? Aynı ekolden yetişmiş iki usta aynı projeye göre aynı işi yaparlar da yine üslupları farklı olur. Eğer Kâinat’ta birden fazla ilâh olsaydı üsluplarında bir fark olurdu. Oysa her yerde benzerlik ve üslup birliği vardır. İkili sistemden oluşan üslupta sapmalar olurdu. Tanrılar arasında irade birliği olmazdı. Eğer tanrılar aynı şeyi murat etselerdi o zaman cebrilik olurdu ki o irade sayılmazdı. Ayrı şeyler murad etselerdi o zaman da murad edilenlerde birlik olmazdı. Allah aziz olmazdı.

الْحَكِيمُ (elXaKİyMu) “Hükmeden.”

Hükmeden, istediği yöne yönlendiren demektir. Aziz, daha çok insanlara hükmeden ve bütün varlıklara şamil ifadedir. Kâinat’ta her şey O’nun koyduğu kurallara göre hareket eder. Azizlik iradeyi, hükmetme ise kurallığı ifade eder. Mahkemeler kurallarla karar vermelidirler. Ama insan ihsan ederken iradesi ile ihsan eder. Kendi istediği gibi ihsan eder. Adalet ile ihsan arasındaki fark budur.

Bu âyet bize içtihatta dayanacağımız temel ilkeyi ortaya koyar. Allah’ın tekliği unutulmamalıdır. İçtihat yaparken yalnız kendi çıkarımızı değil, başkalarının çıkarını da düşünmek durumundayız. Hem adil hem de muhsin olmalıyız. Kıtalin islâmdan farkı budur. Savaşta karşı tarafı yok etme azmindesin. Barışta ise onunla beraber yaşama azmindesin. İçtihat barış içinde gereklidir. Bundan sonra bunu teyit edecek âyet gelecektir.

إِنَّ الدِّينَ (EinNa eldDIyNa) “Din Allah’ın indinde İslâm’dır.”

“İnne” aksini savunanlara karşı irad edilmiş bir tekittir. Yanlış biliyorsunuz, Allah’ın indinde düzen savaş değil barıştır. Savaş barışın korunmasıdır, barışın korunması içindir. Allah barışın korunması için savaşı meşru yapmıştır. Barış nasıl olur? İçtihat müessesesi ile olur. Herkesi kendi iradeleri ile harekette serbest bırakırsak o zaman barış olur. Yani insanlar birbirine hükmetmezlerse, Allah’tan başka hakim ve aziz kimseyi kabul etmezlerse barış olur.

Diktatörler bunun için din düşmanıdır. Çünkü din olursa kendileri söz geçiremez olurlar, kendileri hükmedemez olurlar. Sermayenin din düşmanlığı da buradan gelir. Allah’a inananlar O’nun aziz ve hakim olduğunu bilecekleri için onları sömürmeyeceklerdir. Putperestlikte bazı kimseler kendilerini Allah’ın vekili sayıp Allah adına hükmetmeye kalkışmaktadırlar. İslâmiyet bunun içindir ki dinî teşkilatı ortadan kaldırmıştır. Dini akileleri ikame etmiştir.

“Din” deyn yani borç kelimesi ile akrabadır. Hak ve görev anlamına gelir. “Düzen” görevler üzerine kurulduğu için “din” sözü ile ifade edilmiştir. Fıkıh da zaten budur. Görev ve hakları kişinin bilmesidir. Dini takva olarak anlayıp sonra İslâmiyet’i de Muhammedilik şekline sokup manâ vermek, Kur’an’ı mevaziinden tahriptir. “Din” “düzen” demektir. “İslâm” da “barış” demektir. Allah’ın indinde “düzen” “barış”tır. Manâsı budur.

عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa EalLAHI) “Allah’ın indinde.”

“Allah’ın indinde” demek, Allah için makbul ve istenen demektir. Devletler vardır ki onlar için savaş asıldır. Zaman kazanmak için barış yapılır. Fırsat bulunca da saldırılır. ABD, Osmanlıları örnek alarak dünyaya fırsat bulunca saldırıyor. Oysa Osmanlılar Şeyhülislâmdan fetva almadan hiçbir savaş yapmadı. Osmanlılar işgal ettikleri yerlerde asla baskı uygulamadı. Oralara barışı götürmek için hareket etti. Sonra da geri çekildi. O zaman Birleşmiş Milletler yoktu. Yönetimler de hanedanlarca yapılıyordu. Şimdi saltanat bitti. Birleşmiş Milletler var, demokrasi var. Artık savaşlar gelişigüzel yapılamaz. Artık şeyhülislâmın yerini hakemler alacak. Birleşmiş Milletler sadece hakemleri harekete geçirecektir. İşte “Allah’ın indinde” demek, Allah’ın razı olduğu demektir. Yoksa olanların hepsi Allah’ın iradesi ile olmaktadır. Gerektiğinde biz de savaşırız. Ama savaşa rızamız yoktur. Savaşsız çözümleri tercih ederiz.     

الْإِسْلَامُ   (elEiSLAMu) “İslâm’dır.”

Allah’ın indinde din İslâm’dır, barıştır. Savaş değildir. Düzen barış düzenidir. Savaş ise barış düzeninin korunması içindir. Eşkıya ile devlet arasındaki fark budur. Eşkıya ganimet için savaşır. İslâm devleti ise düzen için, barış düzenini korumak için savaşır. Bunu sağlamak için de savaşın meşruluğunu hakem kararlarına dayandırır. Selem, merdivendir. Silm, üstü düz kaya parçasıdır. Oraya çıkınca saldırılardan emin olursun.

“İslâm” kelimesini özelleştirip Kur’an’a inananlar olarak görmek hatalıdır. İki bakımdan hatalıdır. Çünkü “din” “düzen” demektir. İbadet anlamında din değildir. Diğer taraftan Hazreti Adem’den bugüne kadar bütün peygamberler hep “İslâm” için yani “barış” için cihad yaptılar. İslâm, barışma demektir. İman da eman yani güven içine girme demektir. Fıkıh deyimlerinde İslâm, vatandaşlığı kabul etme demektir. İman ise muharipliği kabul etme demektir. Allah için din İslâm’dır; Allah için düzen İslâm’dır. Savaş ise düzen değil, keyfî yönetimdir. Allah onu meşru kılmıştır. Ama şartları tam olmalıdır.

وَمَا اخْتَلَفَ (Va Ma iPTaLAFa) “İhtilaf etmediler.”

“Emam” ön taraftır. “Half” ise arka taraftır. “Halef” yerine geçen demektir. Arkasında bıraktığı kimse demektir. “İhtilaf” ise birinin bir tarafa, diğerinin diğer tarafa gitmesi demektir. İçtihatta istenen iki şey vardır. Aynı yönde ilerlemeliyiz. Ama yollarımız farklı olacaktır. Bu ihtilaf değildir. Çoklu sistemdir. Kimi ileriye doğru giderken, kimi de geriye doğru giderse o ihtilaftır. Kimi sağdan kimi soldan giderse, birbirinin işini tamamlarsa, bu halef olmadır. Kimi sağa kimi sola giderse, bu ihtilaftır. Bir işte işbölümü yapıp değişiklikleri yapmak ayrıdır. Birinin yaptığını diğerinin bozması ayrı bir şeydir. Buradaki ince noktayı ayırmamız gerekmektedir. Cennet ile Cehennem arasında bıçak sırtı kadar keskin yol vardır. İhtilafta da böyledir. Her birimizin kendi içtihadına göre amel etmesi, birbirimize tâbi olmayıp Allah’a tâbi olmamız anlamındadır.

Azîz ve hakîm olan Allah’tan başka kimseye ibadet etmemedir. Ama eğer bu içtihat bozgunculuğa dönüşürse bu küfre kadar gider. Buna tefrika denir. Tefrika haram kılınmıştır. Hilafet ise teşri edilmiştir.

Bu ikisi arasındaki sınır nedir?

a)       Muhalefette kavlî ayrılıklar vardır. Hakkı tavsiye ederler, ama arkasından sabrı da tavsiye ederler. Tefrikada ise fiilî ayrışma vardır. Birbirimizin işine karışma tefrikadır. Birbirimizin içtihatlarına saygı gösterme islâmdır, barıştır. İhtilâf tefrikaya gitmemelidir, barışı bozmamalıdır.

b)      İcmaya muhalefet tefrikadır. İcmaya fikren muhalefet edersiniz. Ama fiilen muhalefet edemezsiniz. İcmalar ancak icmalarla değişebilir. Bu da ikinci miyardır.

c)       Hakem kararlarını dinlememek de muhalefettir. Çıkan nizalarda hakemlere gidilir. Hakemlerin çizdiği sınır içinde herkes kalır. Dinlemeyenler tefrika çıkarmış olurlar.

d)      Eğer bir konuda birini görevli kıldıksa, o konuda ona yetki verdik demektir. Kişilerin yetkileri dahilindeki kararlarına uymak durumundayız. Başkanların yetkileri dahilindeki emirlerine muhalefet edemeyiz. Başkanlar da yetkileri dahilinde olmayan hususlarda emirler veremezler.

Demek ki; “Biz Furkan’ı indirdik.” ifadesi ile yalnız içtihadı indirdik değil; icmaları indirdik, hakemliği indirdik, imameti yani başkanlığı indirdik anlamlarını da içermektedir.

الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ  (elLaÜIyNa EğTUv elKiTABa) “Kendilerine Kitap îtâ edilenler.”

Kur’an ümmilerden bahsetmektedir. Bunlar göçebe döneminin insanlarıdır. Yani kendilerinin yazılı veya sözlü oluşmuş kuralları yoktur. Yöneticiler onları o andaki içtihatlarla idare ederler.

Tarihte insandan önce insana benzeyen ama insan olmayan varlıklar var edildi. Bunlar ateş yakıyordu. Alet kullanıyordu. Alet yapıyordu. Avcılıkla geçinenler vardı. Çobanlıkla geçinenler vardı. 50 bin yıl önceden beri bu tür mahluklar görülür. Bunlar elbise giymiyorlardı. Bizim gibi evrim dili konuşmuyorlardı. Yöneticileri onları muhakeme edip cezalandırmıyordu. Bir türde benzer araçlar vardı. Her tarafa o araç türleri korunuyordu.

Hazreti Adem yaratılınca insanlar toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık evrelerini geçirdi. Kitapları yoktu. Bunlar adeta 7 yaşından küçük çocuklar gibi peygamberler tarafından yönetiliyordu.

Hazreti Nuh’tan sonra “kitap” indirildi. Bunlar kendilerine kitap verilenlerdir deniyor. Sabiîn bunlardır. Yahudiler bunlardır. Hıristiyanlar bunlardır. Bunun yanında kendi kitaplarını kendilerinin veya krallarının veya meclislerinin yaptığı topluluklar vardır. Kur’an’da bunlara “Ehl-i Kitap” denmektedir. Bugünkü devletler hep böyle ehl-i kitaptırlar. Burada bahsedilen kitabı verilenlerdir. Tevrat, İncil ve Kur’an ehlidir. “Kendilerine kitap verilenler ihtilaf etmediler.” deniyor.

إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمْ الْعِلْمُ  (EilLAv Min BaGDi MAv CAEaHuMu elGıLMu)

“Kendilerine ilim geldikten sonra ihtilaf etmediler.”

Bu ifade bize önce içtihadın ilme dayanılarak yapılması gerektiğini ifade eder. Biz içtihadımızı yapacağız ama neye dayanarak içtihadımızı yapacağız? İlme dayanarak içtihadımızı yapacağız.

Bu ilimler de ikidir:

a) Usul ilimleridir. Mezhep müçtehitlerinin ortaya koyduğu usûl-ü fıkıhtır.

b) Sonra müsbet ilimlerdir. Tabiî ve sosyal ilimlerdir.

Geviş getiren çift parmaklı hayvanlar helaldir. Ama zürafanın böyle bir hayvan olduğunu biyolojiden öğreneceğiz.

Burada öğrendiğimiz ikinci kural ise ilmin sübutu icma iledir. İcmadan önceki reyle amel edeceğiz ama o ilim olmayacaktır. Tercih yapılmış olacaktır. İlim mertebesine ulaşmadığı için de ilmî muhalefetimiz yoktur demektir.

Üçüncü olarak yine şunu öğreniyoruz ki, ilim kitaptan başka bir şeydir. Ayrı bir şeydir. Kitaptan sonra gelmektedir. Zamanla edinilmektedir. İlim marifedir. O halde ilimde ihtilaf yoktur. Çünkü icma edilmiştir. Çok sonuç yoktur. Kitap verilenlerin ihtilafı ilimden sonra başlamıştır.

بَغْيًا بَيْنَهُمْ (BaĞYan BaYNaHuM) “Aralarında bağy olarak yapılan çekişmedir.”

Yani insanların ayrı görüşte olmaları, ayrı cemaatler oluşturmaları, mezheplerinin ve tarikatlarının farklı olmaları nehy edilmemiştir. Tam tersine, hayırda yarış ve müsabaka için tergib edilmiştir. Çıkarları için ihtilaf varsa işte o tefrikadır.

Burada işaret edilen bu çok önemli husus günümüzde AK Parti ve Saadet Partisi arasında vardır.

Ak partililer eğer daha iyi hizmet vermek için ayrıldılarsa ve Saadetçilerin yapamadığını yapmayı hedeflemişlerse, bu tefrika değildir. Ama iktidarın nimetlerinden onlar yararlanıyor, biraz da biz yararlanalım demişlerse, bu tefrikadır.

Saadet partililer de; biz tecrübeliyiz, iktidarı çoluk çocuğa teslim edemeyiz demiş de onları iktidardan uzak tutmuşlarsa, bu tefrikaya sebep olma değildir. Ama iktidarın nimetlerinden biz yararlanalım, onları neden ortak edelim der de diğerlerini Hakka hizmetten mahrum etmek için itmişlerse, o zaman da onlar tefrika yapmışlardır. Hem de onlar ne zaman tefrikaya düştüler? Ne zaman ihtilaf edip ayrıldılar? Kendilerine “Adil Düzen İlmi” geldikten sonra…

O halde şimdi Türkiye’deki partileri ikiye ayırabiliriz:

a) Birincisi, ehl-i kitap partileridir. Bunlar kendi yaptıkları tüzüklerle partilerini yönetirler.

b) Bir de kendilerine kitap verilen partiler vardır. Bunlar Kur’an’ı kaynak kabul eden partilerdir.

Herkes biliyor ki; Saadet Partisi, AK Parti, Bağımsız Türkiye Partisi, Büyük Birlik Partisi Kur’an’ı kaynak kabul eden partilerdir. Ak partililer ve Saadet partililer ne zaman ayrıldılar? Kendilerine “Adil Düzen” geldikten sonra. Her iki taraf da “Bağyen Beynehum” olarak ayrıldı. Çünkü her iki taraf da “Adil Düzen”i reddetti.

Bunun sebebi sadece bir şeydi; iktidarın nimetlerini “Adil Düzen Ekibi” ile paylaşmamaktı. “Adil Düzen Ekibi” onların bu çekişmelerini bildiği için onlardan uzak durdu. Sadece onlara yardım etti.

Nitekim, biz bugün de iktidarın nimetinden bir şey istemiyoruz. Sadece onlara yardım edelim diyoruz. Ama onları saran menfaatçiler o kadar Adil Düzencilerden korkuyorlar ki; en küçük bir parti liderini bile bizimle görüştürmüyorlar. Çünkü biz gidersek onlar ikinci dereceye düşerler. İşte bundan dolayı “Bağyen Beynehum” ihtilafı halindedirler. “Adil Düzen”le onların sorunları yoktur; çıkarları ile sorunları vardır. 

وَمَنْ يَكْفُرْ (Va MaN YaKFuR) “Kim küfrederse.”

İlimdeki eksiklikten dolayı farklı görüşleri olanlar ihtilaf etmezler. Onların kimi iktidar, kimi muhalefet olmaz. Onlar birlikte herkes kendi içtihadında amel eder, birlikte işbölümü içinde yollarına devam ederler. Ama iktidarın nimetlerinden yararlanmak için ihtilaf edip birbirlerini itmeleri ve karşı cephe kurmaları küfürdür. Bu sebeple bunu “Va” harfi getirerek ifade etmektedir. “Fa” harfi gelmemiştir. Çünkü her ayrılık küfür değildir. İcmaya karşı olanlardan ayrılmak küfür değildir. Fasıl da yapılmamıştır. Küfür olan yalnız bağyen beynehum ayrılmalar değildir. Buna kıyas edilerek diğer ayrılmalar da küfürdür.

İslâmiyet’te partiler vardır. Ama iktidar ve muhalefet yoktur; koalisyon vardır. Her parti aldığı oy nisbetinde yönetimde söz sahibi olur. Çıkan ihtilaflarda hakemlerden oluşan yargı son sözünü söyler.

Biz 1991’de Erbakan’a bunu tavsiye ettik. Dinlemedi. İktidar ve muhalefet içinde iktidar oldu. Bu durumda sonuç baştan belli olmuştur. AK Parti’nin de akıbeti budur. Ben o zaman Erbakan’a şunu teklif ettim: “Biz yüzde 70 de alsak yine “Millî Koalisyon” kuracağız diyelim.” dedim. “Bu söylenmez!” dedi. Oysa eğer onu o gün söyleseydik, bugün Meclis’te “Millî Koalisyon” olurdu. Her %4 için bir bakan verilecekti. Nitekim bugün ülkemiz AK Parti 9, CHP 5, DYP 3, MHP 3, GP 2, HADEP 2, ANAP 1 şeklindeki dağılımla yönetilecekti.

Ne yapalım ki; çeyrek asır önce “İslâmiyet’te parti yoktur!” diyenlerle verdiğimiz mücadelemiz şimdi “İslâmiyet’te muhalefet de vardır!” şekline dönüştü. Bu âyetleri ben yazmadım!..

بِآيَاتِ اللَّهِ  (Bi EaYAvTı elLAHi) “Allah’ın âyetlerini küfrederse, kapatırsa.”

“Adil Düzen” Allah’ın âyetleridir. Çünkü “Adil Düzen” hem “Kur’an’a” hem “müsbet ilme” dayanmaktadır. Biz “Adil Düzen Çalışanları” hem Kur’an’a göre söylediklerimizi tartışmaya hazırız, hem de müsbet ilme göre; yani tabiî ve sosyal ilme göre tartışmaya hazırız. Elbette hatalarımız vardır. Elbette eksiklerimiz vardır. Hemen düzeltmeye ve doğrusunu anlamaya hazırız; ve bizi hatalardan korudukları için onlara dua ederiz, minnettar oluruz.

Ama onlar böyle yapmadılar. Bize nazireler üretmeye kalktılar. Kur’an’a nazire getirmek istedikleri gibi onlar bunu başaramayınca da “Adil Düzen”i kapatmaya, üstünü örtmeye çalıştılar. Uydurdukları yalanla kendileri “Adil Düzen”in yasaklandığı hezeyanı ile devreye girdiler. İşte bu şekilde gerçeği gizlemeye çalışarak küfrettiler.

“Adil Düzen”i yasaklayıp “zalim düzen”i meşru kılacak bir güç kimde var acaba? “Adil Düzen”i kabul etmeyip “zalim düzen”i isteyen herkes kâfirdir. “Adil Düzen” bir partinin düzeni değildir. “Demokrasi” nasıl “Demokrat Parti”nin değilse, “Cumhuriyet” nasıl “CHP”nin değilse; “Adil Düzen” de “Necmettin Erbakan”ın veya “Süleyman Karagülle”nin değildir. “Adil Düzen” insanlığın düzenidir. Hazreti Adem’den kıyamete kadar peşinden gidilecek düzendir. Kur’an zalimlerle kâfirleri aynı yerde sayar.

Tekrar ediyoruz: Bizim söylediklerimiz “Adil Düzen” olmayabilir. Ama istenen “Adil Düzen”dir. Onu bulmaya herkesi dâvet ediyoruz. Gelmeyenler Allah’ın âyetlerini kapatanlardır. Küfretmektedirler.

فَ (Fa)

Buradaki “Fa” “Men” şartının cevabıdır. Kim böyle yaparsa sonunda bu olur denir. Normal olarak burada Allah onun hesabını süratle görür denmesidir. Ama Kur’an’ın üslubudur. Haberi genelleştirerek ifade eder. “Allah, hesabı süratli olandır.” diyerek, hesabı süratle göreceğini hatırlatır.

إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (EinNA elLAHu SaRIyGu elPıSABı) “Allah hesabı süratli olandır.”

“Seri’” sürat ve çabukluk demektir. Koşuşmak anlamındadır. Hesabı çabuk yapan anlamında olduğu gibi erken yapan anlamındadır da. “Hısbe” at otlarken bakılan arpacık anlamındadır. “Hesab etmek”, uzaklığına göre meyil vermek demektir. İki anlamı vardır. İsabet ettirmek anlamındadır. Yahut cezasını vermek anlamındadır. Burada her ikisi de birden anlaşılmaktadır. Yani Allah borç ve alacaklarını çabucak hesaplar, haksızlık yapmaz. Hemen de ödeme yapar demektir.

Hata yapmaktan Allah’a sığınırız. Her şeyin en doğrusunu sadece Allah bilir.

 

Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org                                          (0532) 246 68 92

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 224. SEMİNER   Yorum-54  İstanbul, 29 Ağustos 2003

                                                                            ÜSKÜDAR PROGRAMI

Bir Âyet:

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (2/170)

“Ya ataları bir şey akletmemiş ve hidayete ermemiş idiyseler?”(Bakara[2];170)

Allah insanları evrimleşecek şekilde yaratmıştır. İnsanlar her zaman sorunlarla karşılaşıyor ve sorunları beyinleriyle çözüyor ve ilerliyorlar. En büyük ilerleme de asrımızda olmuştur. Böyle büyük evrim bir defa daha “Nuh Tufanı”nın olduğu zaman olmuştu. İnsanlık o zaman “göçebelik”ten “yerleşik düzen”e geçiyordu. Şimdi “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçiyor. İnsanlar babalarının yaptıklarında ısrar ederlerse yeni hayata intibak edemezler. Kur’an bunu bildirmek için; babaları bir şeyi anlammış olabilir, yahut hiçbir şeye akılları ermemiş olabilir diyor. Burada nekire olarak gelen “Şey” kelimesi iki manayı da ifade eder. O halde bizim yapacağımız iş babalarımızın yaptıklarını ele alıp eleştireceğiz. Uygun olanları alıp uygulayacağız, uygun olmayanları da atıp yerine yensini getireceğiz. Kur’an burada işte bunu hatırlatmaktadır.

İhtida etmek” demek, yol bulmak demektir. “Hidayet” doğru yol demektir. “İhtida” ise kendi kendine doğru yolu bulma veya başkasının gösterdiği yolu kabul etme demektir. İçtihat da bunun için vardır. Her an doğru yolu aramakla yükümlüyüz. Çünkü insan her gün başka şeylerle karşılaşıyor. Eski bildikleri ile sürüp gitmek sorunları çözmez.

Burada “Âbâuhum” dendiği zaman sadece babalar değil dedeler de içeri alınmaktadır. Ancak önce yakın atalar söz konusudur. Bizim babalarımız bir şeye akıl erdirememiş ve ihtida da etmemiş olabilirler. Uzaktaki dedelerimizin onların içinde olmaları gerekmez. Çünkü biz onlardan değil, babalarımızdan mirası devraldık. Onlar da babalarından aldılar. Ancak her devir bozulmaya uğrar. Azalan verim kanunu vardır. Hiçbir şey tam olarak aktarılamaz. Bunu telafi etmek için bizim katkıda bulunmamız gerekir.

Hitab edilen topluluktur. Topluluk tutucudur. Topluluğu değiştirmek çok zordur. Hele bir kişi bir topluluğu asla değiştiremez. Bu sebepledir ki tek başına yapılan konuşmalar, yazılan yazılar, hiçbir şey ifade etmez. Topluluğu ancak topluluklar değiştirebilir. O halde bizim yapmamız gereken kişiler olarak çoğalmak değil, topluluk olarak çoğalmaktır. Birden çoğalan topluluklar da eski alışkanlıkları ile gelirler, dolayısıyla değişme mümkün olmaz.

Önce değişen kişiler bir araya gelecekler, onlar bilinçli olarak yeni düzeni kuracaklar. Ondan sonrası kendiliğinden gelişir. Tüm sorun “ilk aşireti” ve “ilk kabileyi” oluşturmadır.

Biz böyle bir işi başaramadık. Kurduğumuz “Akevler” birden büyüdü ve dolayısıyla cari sistemi aşamadı. Ama biz bir şey başardık; “Adil Düzen”i kuracaklara yeterli bilgi bırakıyoruz.

Bu bilgilere sahip çıkanlar başaracaklardır. Başaramayışımızın asıl önemli sebebi de henüz gününün gelmemiş olmasıdır. Bizim söylediklerimiz 21. asrın ilk üçte birinde gerçekleşecektir.

 

Adil Düzen:

“ADİL DÜZEN”DE SORUN ÇÖZME USÛLÜ

Topluluk içinde bir sorunla karşılaşıldığı zaman onun çözüm yollarını ararız. Bu yolu hiç şüphesiz “ilim adamları” arar. Ancak ilim adamlarının bulduğu çözümlerin halk tarafından benimsenmesi gerekir. Yoksa o çözümleri uygulamak mümkün olmaz. Bunu yapacak, halka anlatacak ve sevdirecek olanlar da “din adamları”dır. Tutucu olmayan din adamlarının halka inerek bunları anlatması gerekir. Günümüzün din adamları bunu yapamıyor; çünkü yapmaları yasaklanmıştır. Bu durumda iş “siyasi partilere” düşüyor. Partilerimizin çözümleri halka anlatmaları gerekir. Ondan sonra “iş adamları” bu çözümleri uygulamaya koymalıdırlar. Ancak, iş adamları tutucudurlar, yenilik yapıp ortaya koyamıyorlar. Ondan sonra iş “siyaset adamları”na düşer. Onlar da tutucu olursa, bu durum o devletin yıkılışının beklenmesi demektir.

Şimdi bir siyaset adamının sorunları nasıl çözeceğini anlatalım:

a)      Sorun ortaya çıkınca yönetici bunu mevcut kurullardan birine havale eder. Görev verir, yetki verir, imkan verir, bilgi verir ve sorunu o kuruma çözdürür. Yeni kurul ve kurallar yeni bir imkandır.

b)      Mevcut kurum ve kurallar sorunu çözmüyorsa, o zaman yeni kurula gidilecektir. Yeni kurul ve yeni kurallarla sorunlar çözülür. Sorun arızi ise yani geçici ise; mesela sel, savaş, hastalık gibi anormal hallerden doğuyorsa, sorun çözüldükten sonra yeni kurul dağılır.

c)      Sorun arızi değil de evrim sonucu doğmuşsa, yeni kurul kendi sahasında faaliyete devam eder. Eski kurul diğer görevleri yapmaya devam eder. Yeni kurul ve eski kurul yaşamayı sürdürür.

d)      Değişme ve gelişme o kadar fazla olmuş olur ki eski kurul fonksiyonunu tamamen yitirir ve ortadan kalkar. Yeni kurul bütün fonksiyonlarını içermiş olur. Böylece devrim gerçekleşmiş olur. “Hak geldi, bâtıl zâil oldu.”nun anlamı budur. Yeni müessese kurmadan eskisine dokunulmaz.

 

Bir Çözüm:

HUKUK SORUNU VE ÇÖZÜMÜ

Günümüzün hukukunu etkileyen iki hukuk sistemi vardır: Roma Hukuku ve İslâm Hukuku.

Roma Hukuk Sistemi”nin kaynağı Hz. Nuh Peygamber ile başlar. Mezopotamya’da Hamurabi Kanunları ile gelişir. Mısır’da Firavunların yazılı emirnameleri ile şekillenmeye başlar. “Tevrat”la yönetimi de bağlayan bir sisteme dönüşür. Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon’un kurduğu Stoa Ekolü ile Roma’ya geçer. Roma İmparatorluğu’nda son şeklini alır. Yani, “Roma Hukuku”nun kaynağı da peygamberlerdir. Bu hukuk sisteminin temelinde merkezî yönetim vardır. İnsanlığın daha kendi kendini yönetemediği dönemlerden kalmadır. İlâhî vahye dayanan bu ilk hukuk sistemi “kanun sistemi”dir. Yani Allah’ın öğretilerine halkın uymasıdır. Yazılı kurallar vardır ve halk o kurallara uyar. Halk kendisi hukuk üretmez. Devlet peygamberlerin getirdiği şeriatın uygulanmasını sağlayan bir müessesedir. Mısır’da, Yunanistan’da, Roma’da ve Avrupa’da kuvvet medeniyetlerine dönüşünce Allah’ın kitaplarının yerini “lâik kaynaklar” almaya başlamıştır. Mısır’da kralların emirnameleri, Yunanistan’da aristokratik sınıfın ekseriyetle aldığı kararlar, Roma’da yargıçların içtihatları, Avrupa’da temsilcilerin ekseriyetle aldığı kararlar kanun olmuştur. 

İslâm Hukuku”nun doğuşu “Kur’an”dan sonra başlamıştır. Kanun sisteminden tamamen farklıdır. “İçtihat sistemi”dir. İslâmiyet’te kanunların yerini “serbest sözleşmeler” alır. Yani şeriatı halk üretir. İçtihat yapar, sözleşme yapar, toplu sözleşmeler yapılır, hakem kararları alınır. Devlet bunların uygulanmasını sağlayan bir kurumdur. Yani, “Roma Hukuku”nda devlet kendisi kanun yapar, halk ona uyar, uymayanları devlet yola getirir. “İslâm Hukuku”nda ise halk kendi şeriatını kendisi tedvin eder. Devlet bu şeriata uyulmasının denetimini yapar. İslâmiyet’te buna “içtihat sistemi” denmektedir. Batı’da ise “serbest sözleşme sistemi” deniyor.

İki hukuk sisteminin tedrisatı da çok farklıdır. Roma’da halka ve hukukçulara kanunlar öğretilir, halk ve yöneticiler onlara uyar, hukukçular da kanunların denetimini yaparlar. İslâmiyet’te ise kanun olmadığı için halka kanunlar öğretilmez, sözleşmelerin nasıl yapılacağı ve sözleşmelerin nasıl yorumlanacağı öğretilir. Kur’an örneği ile hukuk usûlü öğretilir. Buna “Fıkıh Usûlü” denmektedir. Anlama usûlü demektir.

Batılılar Roma Hukukunun “kanun sistemi”ni terk ederek Müslümanlardan “serbest sözleşme sistemi”ni aldılar. Böylece “İslâm hukuk sistemi”ni yani “şeriat sistemi”ni benimsediler. Çoklu sisteme geçtiler. Bugün bütün dünyada “şeriat sistemi” uygulanmaktadır. Her yerde “akit serbestliği sistemi” vardır. Çin gibi sosyalist ülkeler daha buna geçemedilerse de fiilen geçmişlerdir. Partiler, şirketler, dernekler, vakıflar, tarikatlar, okullar kuruluyor ve herkes kendi sözleşmelerini kendileri yapıyor. Belediyeler, köyler ve iller kendi düzenlerini kendileri kuruyor. Çağın “Avrupa Uygarlığı” böyle oluştu. Ne var ki, hukuk teorisinde Avrupa “Fıkıh Usûlü”nü öğrenemediği için hâlâ “kanun tedrisi sistemi” içindedir. Oysa bu imkansızdır ve manasızdır. Yerlere göre her an değişmekte olan mevzuatı okullarda nasıl öğreteceksiniz?

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını bir insan gece-gündüz okumaya başlasa, ömründe bitiremez. Çelişkilerle dolan nasih-mensuhları içeren bu mevzuat yığını ile kişi nasıl baş edecektir? İşte günümüzün hukuk sorunu budur. O kadar çok ve çelişkili mevzuat vardır ki; mevzuat yokmuş gibi bir durumdayız! Cahiliye dönemindeyiz. Keyfî yönetimle yönetiliyoruz, karanlıklarda dolaşıyoruz.

“Adil Düzen”in bu soruna çözüm olmak üzere bir önerisi vardır.

Bir “Hukuk Usûlü Yüksek Kurulu” kurulacaktır. Bu kurula siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde üye vereceklerdir. Her %5 oy için bir üye. Bu kurul bin sayfalık “Hukuk Usûlü Mevzuatı”nı hazırlayacaktır. Adalet Bakanlığı’nda görev alacak herkes bundan imtihan olunacak, başarılı olanlar alınacaktır. Hakim, avukat, hakem, bilirkişi, soruşturmacı, savcı olabilmek için hukuk usûlünden imtihanı geçmek şartı getirilecektir. Şimdiki görevliler görevlerine devam edecekler. Ancak emekli yaşını dolduranlar imtihanı kazanırlarsa görevlerine devam edebilecekler, yoksa emekli olacaklar. Terfiler imtihanla olacaktır. Nakiller imtihandan sonra yapılacaktır. Yeni atamalar imtihanla yapılacaktır. Böylece zamanla serbest özleşme sistemine dayanan hukuk sisteminin eğitimi de serbest sözleşme sistemine uymuş olur.

 

Bir Yorum:

KERKÜK OLAYLARI

Kur’an’da; kadınlarınız sizin tarlanızdır denmektedir. Yani, Kur’an toprağı kadına benzetmiştir. Nasıl bir kadının iki kocası olmazsa, bir toprağın da iki sahibi olamaz. Bir yerde güvenliği kim sağlıyorsa oranın sorumlusu odur. Dışarıdan müdahale edilemez. Kur’an; hicret etmemiş olanların sizinle bir ilişkisi yoktur diyor. O sebepledir ki; ne kadar zalim olursa olsunlar, yöneticilere karşı gelinmez. Oradan hicret edilir ama orada iseniz ona itaat edeceksiniz. Yine o sebepledir ki biatta evlilikte olduğu gibi rıza şartı yoktur. Ehl-i Sünnette takiyye yoktur. Korkudan biat etsen bile artık ona itaat etmen farzdır.

Biz şeriatın bu hükümlerine dayanarak her zaman -1970’lerden beri- Kıbrıs’tan ve Irak’tan çekilmemizi önerdik, ısrar ettik. Kimse bize kulak vermedi. Erbakan dahil birçok kimse Kıbrıs fatihliğine soyundu. Şimdi Irak’ta Türk askerine çuval geçiriliyor; sesimizi çıkaramıyoruz! Irak’ta Türkleri öldürüyorlar; ses çıkaramıyoruz! Sadece Filistin’de olduğu gibi göstermelik çığlıklar ve nümayişler duyuluyor!..

Bu durumda şimdi ne yapmalıyız? Irak’ta Kürt yönetimini tanımalıyız. Onlarla anlaşma yapmalıyız. Biz ABD’yi muhatap almamalıyız; onunla onlar anlaşsınlar. Gönüllü mübadeleleri kabul etmeliyiz. Türkiye’den isteyen Irak’a göç etsin. Bunlar Türk olabilir, Kürt olabilir, Arap olabilir. Irak’tan da Türkiye’ye isteyen göç etsin. Bunlar da Türk olabilir, Kürt olabilir, Arap olabilir. Eğer göçler eşitse sorun olmaz. Bir tarafa diğer taraftan daha fazla göç gelmişse, onun karşı taraftan toprak alma hakkı olsun. Yahut göçler fazla olsa da toprak istenmesin. Türkiye iki şıkkı da kabul etmeye hazır olmalıdır. Türkiye’nin hem nüfusu hem toprağı fazladır. Korkacak bir şeyi yoktur.   

Sorunlar Çözülürken Çözümler;

a)      Sürekli olmalıdır.

b)      Genel olmalıdır.

c)      Yerli olmalıdır.

d)      İlmî olmalıdır.

Buna göre tüm ülke sorunlarına çare olacak bir yol bulmalıyız:

a)      Mevcut kurum ve kurallarla;

b)      Geçici kurum ve kurallarla;

c)      Devamlı kurum ve kurallarla;

d)      Eski kurumu ortadan kaldırmakla.

Türkiye devamlı yeni kurum ve kurallarla sorunlarını çözebilir. Eski kurumlar zamanla kendiliğinden kalkabilir.

Yüksek Kurullar:

a)      Demokratik yoldan oluşmalı.

b)      Kurullar tam yetkili olmalı.

c)      Hakemlerle denetlenmeli.

d)      Bütçesi müstakil olmalı.

 

Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org                                          (0532) 246 68 92

 

 






Tüm Seminerler
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1130
En'âm Suresi Tefsiri 77-79. Ayetler
21.08.2021 3143 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1129
En'âm Suresi Tefsiri 74-76. Ayetler
14.08.2021 2411 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1128
En'âm Suresi Tefsiri 72-73. Ayetler
7.08.2021 2376 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1127
En'âm Suresi Tefsiri 71. Ayet
31.07.2021 1925 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1126
En'âm Suresi Tefsiri 66-70. Ayetler
24.07.2021 2197 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1125
En'âm Suresi Tefsiri 61-65. Ayetler
17.07.2021 2241 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1124
En'âm Suresi Tefsiri 52-55. Ayetler
10.07.2021 2027 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1123
En'âm Suresi Tefsiri 45-51. Ayetler
3.07.2021 1879 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1122
En'âm Suresi Tefsiri 40-44. Ayetler
26.06.2021 1911 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1121
En'âm Suresi Tefsiri 35-39. Ayetler
19.06.2021 2299 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1120
En'âm Suresi Tefsiri 31-34. Ayetler
12.06.2021 2176 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1119
En'âm Suresi Tefsiri 26-30. Ayetler
5.06.2021 1783 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1118
En'âm Suresi Tefsiri 20-25. Ayetler
29.05.2021 2125 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1117
En'âm Suresi Tefsiri 13-19. Ayetler
22.05.2021 2020 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1116
En'âm Suresi Tefsiri 7-12. Ayetler
15.05.2021 2150 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1115
En'âm Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
8.05.2021 2122 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1114
Kasas Suresi Tefsiri 86-88. Ayetler
1.05.2021 1992 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1113
Kasas Suresi Tefsiri 83-85. Ayetler
24.04.2021 2184 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1112
Kasas Suresi Tefsiri 79-82. Ayetler
17.04.2021 2139 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1111
Kasas Suresi Tefsiri 76-78. Ayetler
10.04.2021 2395 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1110
Kasas Suresi Tefsiri 72-75. Ayetler
3.04.2021 2204 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1109
Kasas Suresi Tefsiri 68-71. Ayetler
27.03.2021 2790 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1108
Kasas Suresi Tefsiri 61-67. Ayetler
20.03.2021 2402 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1107
Kasas Suresi Tefsiri 57-60. Ayetler
13.03.2021 2699 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1106
Kasas Suresi Tefsiri 52-56. Ayetler
6.03.2021 2421 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1105
Kasas Suresi Tefsiri 47-51. Ayetler
27.02.2021 2487 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1104
Kasas Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
20.02.2021 2648 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1103
Kasas Suresi Tefsiri 38-42. Ayetler
13.02.2021 2761 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1102
Kasas Suresi Tefsiri 33-37. Ayetler
6.02.2021 2702 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1101
Kasas Suresi Tefsiri 29-32. Ayetler
30.01.2021 3040 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1100
Kasas Suresi Tefsiri 26-28. Ayetler
23.01.2021 5056 Okunma
4 Yorum 28.02.2021 11:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1099
Kasas Suresi Tefsiri 21-25. Ayetler
16.01.2021 3153 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1098
Kasas Suresi Tefsiri 16-20. Ayetler
9.01.2021 2796 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1097
Kasas Suresi Tefsiri 12-15. Ayetler
2.01.2021 3428 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1096
Kasas Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
26.12.2020 3286 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1095
Kasas Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
19.12.2020 3028 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1094
Neml Suresi Tefsiri 89-93. Ayetler
12.12.2020 3527 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1093
Neml Suresi Tefsiri 83-88. Ayetler
5.12.2020 3478 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1092
Neml Suresi Tefsiri 76-82. Ayetler
28.11.2020 3770 Okunma
1 Yorum 29.11.2020 17:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1091
Neml Suresi Tefsiri 67-75. Ayetler
21.11.2020 4216 Okunma
1 Yorum 26.11.2020 17:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1090
Neml Suresi Tefsiri 63-66. Ayetler
14.11.2020 2746 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1089
Neml Suresi Tefsiri 59-62. Ayetler
7.11.2020 2790 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1088
Neml Suresi Tefsiri 54-58. Ayetler
31.10.2020 3585 Okunma
1 Yorum 03.11.2020 17:20
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1087
Neml Suresi Tefsiri 45-53. Ayetler
24.10.2020 3494 Okunma
1 Yorum 24.10.2020 22:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1086
Neml Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
17.10.2020 2614 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1085
Neml Suresi Tefsiri 36-40. Ayetler
10.10.2020 2678 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1084
Neml Suresi Tefsiri 27-35. Ayetler
3.10.2020 3623 Okunma
2 Yorum 11.10.2020 20:33
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1083
Neml Suresi Tefsiri 20-26. Ayetler
26.09.2020 6973 Okunma
5 Yorum 03.10.2020 19:37
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1082
Neml Suresi Tefsiri 15-19. Ayetler
19.09.2020 5101 Okunma
3 Yorum 03.10.2020 18:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1081
Neml Suresi Tefsiri 12-14. Ayetler
12.09.2020 3844 Okunma
2 Yorum 13.09.2020 15:00
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1080
Neml Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
5.09.2020 3289 Okunma
2 Yorum 06.09.2020 15:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1079
Neml Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
29.08.2020 3427 Okunma
2 Yorum 30.08.2020 20:43
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1078
Şuara Suresi Tefsiri 224-227. Ayetler
22.08.2020 4387 Okunma
3 Yorum 23.08.2020 21:17
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1077
Şuara Suresi Tefsiri 213-223. Ayetler
15.08.2020 3995 Okunma
4 Yorum 16.08.2020 18:26
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1076
Şuara Suresi Tefsiri 203-212. Ayetler
8.08.2020 4341 Okunma
6 Yorum 09.08.2020 19:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1075
Şuara Suresi Tefsiri 192-202. Ayetler
1.08.2020 4331 Okunma
5 Yorum 06.08.2020 19:32
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1074
Şuara Suresi Tefsiri 176-191. Ayetler
25.07.2020 4402 Okunma
3 Yorum 26.07.2020 16:16
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1073
Şuara Suresi Tefsiri 160-175. Ayetler
18.07.2020 4208 Okunma
3 Yorum 20.07.2020 11:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1072
Şuara Suresi Tefsiri 141-159. Ayetler
11.07.2020 3127 Okunma
2 Yorum 12.07.2020 15:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1071
Şuara Suresi Tefsiri 123-140. Ayetler
4.07.2020 4047 Okunma
3 Yorum 11.07.2020 03:35
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1070
Şuara Suresi Tefsiri 105-122. Ayetler
27.06.2020 3326 Okunma
2 Yorum 28.06.2020 18:12
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1069
Şuara Suresi Tefsiri 92-104. Ayetler
20.06.2020 4800 Okunma
4 Yorum 21.06.2020 19:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1068
Şuara Suresi Tefsiri 83-91. Ayetler
13.06.2020 3568 Okunma
1 Yorum 14.06.2020 16:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1067
Şuara Suresi Tefsiri 69-82. Ayetler
6.06.2020 4823 Okunma
3 Yorum 08.06.2020 14:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1066
Şuara Suresi Tefsiri 53-68. Ayetler
30.05.2020 4641 Okunma
3 Yorum 31.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1065
Şuara Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
23.05.2020 4589 Okunma
3 Yorum 29.05.2020 18:08
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1064
Şuara Suresi Tefsiri 34-44. Ayetler
16.05.2020 3245 Okunma
1 Yorum 17.05.2020 15:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1063
Şuara Suresi Tefsiri 23-33. Ayetler
9.05.2020 3256 Okunma
1 Yorum 10.05.2020 08:19
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1062
Şuara Suresi Tefsiri 10-22. Ayetler
2.05.2020 3408 Okunma
2 Yorum 13.05.2020 21:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1061
Şuara Suresi Tefsiri 1-9. Ayetler
25.04.2020 4782 Okunma
2 Yorum 14.05.2020 18:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1060
Furkan Suresi Tefsiri 73-77. Ayetler
18.04.2020 3935 Okunma
2 Yorum 15.05.2020 16:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1059
Furkan Suresi Tefsiri 68-72. Ayetler
11.04.2020 4995 Okunma
3 Yorum 16.05.2020 16:02
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1058
Furkan Suresi Tefsiri 60-67. Ayetler
4.04.2020 3778 Okunma
2 Yorum 18.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1057
Furkan Suresi Tefsiri 53-59. Ayetler
28.03.2020 4906 Okunma
5 Yorum 19.05.2020 16:27
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1056
Furkan Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
21.03.2020 4058 Okunma
2 Yorum 20.05.2020 16:21
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1055
Furkan Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
14.03.2020 4106 Okunma
2 Yorum 21.05.2020 16:36
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1054
Furkan Suresi Tefsiri 35-40. Ayetler
7.03.2020 4230 Okunma
2 Yorum 22.05.2020 16:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1053
Furkan Suresi Tefsiri 30-34. Ayetler
29.02.2020 4405 Okunma
2 Yorum 23.05.2020 15:57
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1052
Furkan Suresi Tefsiri 21-29. Ayetler
22.02.2020 4919 Okunma
3 Yorum 24.05.2020 16:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1051
Furkan Suresi Tefsiri 17-20. Ayetler
15.02.2020 3833 Okunma
2 Yorum 30.05.2020 17:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1050
Furkan Suresi Tefsiri 10-16. Ayetler
8.02.2020 4852 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 11:38
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1049
Furkan Suresi Tefsiri 4-9. Ayetler
1.02.2020 4096 Okunma
1 Yorum 03.02.2020 07:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1048
Furkan Suresi Tefsiri 1-3. Ayetler
25.01.2020 3607 Okunma
1 Yorum 26.01.2020 06:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1047
Nur Suresi Tefsiri 62-64. Ayetler
18.01.2020 4057 Okunma
1 Yorum 25.01.2020 07:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1046
Nur Suresi Tefsiri 61. Ayet
11.01.2020 4276 Okunma
1 Yorum 13.01.2020 08:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1045
Nur Suresi Tefsiri 58-60. Ayetler
4.01.2020 3805 Okunma
1 Yorum 05.01.2020 08:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1044
Nur Suresi Tefsiri 53-57. Ayetler
28.12.2019 3850 Okunma
1 Yorum 30.12.2019 08:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1043
Nur Suresi Tefsiri 47-52. Ayetler
21.12.2019 3869 Okunma
1 Yorum 22.12.2019 23:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1042
Nur Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
14.12.2019 4282 Okunma
1 Yorum 17.12.2019 07:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1041
Nur Suresi Tefsiri 39-42. Ayetler
7.12.2019 5278 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 00:42
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1040
Nur Suresi Tefsiri 35-38. Ayetler
30.11.2019 9058 Okunma
2 Yorum 03.12.2019 13:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1039
Nur Suresi Tefsiri 32-34. Ayetler
23.11.2019 4430 Okunma
1 Yorum 24.11.2019 08:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1038
Nur Suresi Tefsiri 30-31. Ayetler
16.11.2019 3455 Okunma
1 Yorum 19.11.2019 12:31
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1037
Nur Suresi Tefsiri 27-29. Ayetler
9.11.2019 3613 Okunma
1 Yorum 10.11.2019 05:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1036
Nur Suresi Tefsiri 23-26. Ayetler
2.11.2019 3235 Okunma
1 Yorum 03.11.2019 07:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1035
Nur Suresi Tefsiri 19-22. Ayetler
26.10.2019 3234 Okunma
1 Yorum 28.10.2019 13:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1034
Nur Suresi Tefsiri 12-18. Ayetler
19.10.2019 3591 Okunma
1 Yorum 20.10.2019 10:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1033
Nur Suresi Tefsiri 6-11. Ayetler
12.10.2019 5367 Okunma
2 Yorum 16.10.2019 14:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1032
Nur Suresi Tefsiri 1-5. Ayetler
5.10.2019 4008 Okunma
1 Yorum 06.10.2019 23:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1031
Müminun Suresi Tefsiri 111-118. Ayetler
28.09.2019 3257 Okunma
1 Yorum 30.09.2019 10:50


© 2024 - Akevler