يا بنى ءادم اما يأتينكم رسل منكم يقصون عليكم ءاياتي فمن اتقى و أصلح فلا خوف عليهم ولاهم يحزنون (7/35)
والذين كذبوا بأياتنا واستكبروا عنها وألئك أصحاب النار هم فيها خالدون (7/36)
Bir çocuk doğar, büyür, ergenlik çağına erer. İnsanın verimli çağı bundan sonra başlar. İnsan bu çağı için var edilmiştir. 63 yaşından sonra yaşlanmaya başlar. Onun bundan sonraki görevi tecrübelerini yeni nesle aktarmaktan ibarettir. Allah onları onun için yaşatmaktadır.
İnsanlık da doğmuştur, gelişmiştir. Ergenlik çağına yani 15 yaşına Kur’an’ın inmesiyle ulaşmıştır. İnsan kendi iradesi ile yaşayan bir varlıktır. Ama bu iradesini tam olarak ancak Kur’an’ın nüzûlünden sonra kullanmıştır. Çünkü ondan önce içtihat yoktu.
İçtihat müessesesi Kur’an ile gelmiştir.
Bu sûre içtihat ve icma müessesesini anlatarak başlamıştır.
يأتينكم رسل Size resuller gelecektir. İnsanın içtihat yapabilmesi için ona iki yolu gösteren rehberlere ihtiyaç vardır. Bunlar “melek” ve “şeytan”dır. Ayrıca gelen “resuller”dir, “kitaplar”dır. Bu imkânlar içinde Allah içtihadı teşri etmiştir. Bu âyette de gönderilenden, görevliden bahsetmektedir. “Size resuller gelecektir.” diyor.
Burada, “Resuller cîet edecektir.” demiyor da, “Resuller etvet edecektir.” diyor.
Cîet, her taraftan toplanan sudur. Etvet ise, arktan gelen sudur. Yani, aynı kanaldan size elçiler gelecektir, demektedir. Peygamberlerin bir özelliği de, ayrı ayrı asırlarda yaşamış olmalarına rağmen birbirini tamamlamış olmalarıdır.
Hz. İbrahim insanlara ilmi, Hz. Musa şeriatı, Hz. Davut ekonomiyi, Hz. İsa dini öğretti.
Hz. Muhammed ise bunları birleştirdi ve birlikte insanlığa sundu.
Görülüyor ki, Mezopotamya’da başlayıp günümüze kadar gelen yolculuk peygamberlerin el tutmasıyla olmuş ve peygamberlerin her biri insanın ve insanlığın bir tarafını yüceltmişlerdir. İşte bu sebeple “ye’tiyenneküm” diyor.
يا بنى ءادم “Ey Benî ‘Âdem!” diye Kur’an’da bize hitap ediyor. Oysa başka yerde de “Nebilik sona ermiştir.” diyor. Oysa burada bize, “Size resuller gelecektir.” diyerek Hazreti Peygamber’den sonra da risâletin devam edeceğini teyit ediyor.
Resul ne demektir? Resul, gönderilen demektir. Bir iş için gönderilen kimse resuldür. Bir sözü iletmek için gönderilen kimse resuldür. Türkçedeki ‘elçi’ yalnız söz götürmek için gönderilen kimsedir. Resulü Türkçeye, “Size görevli gönderilecektir” diye çevirebiliriz. Görevliden maksat, görevli aldığı emri iletir. Verilen işi yapar. Ama kendisine ne görev verilmişse onu yapar. Ona kendiliğinden bir ilâve yapamaz. Kendisi ek işler ekleyemez.
Son peygamberden sonra nebi gelmeyecektir.
Nebi demek, Allah’tan haber alıp bize ileten kimse demektir.
Resul ise, gelen bu emri veya haberi insanlara ileten demektir.
Son Peygamber’den sonra, artık nebiler gelmeyecektir. Onun yerini içtihat ve icmalar alacaktır. Buraya kadar onu anlattı. Bundan sonra da bu müçtehitlerin getirdiklerini insanlara ileten kimseler gelecektir. Bunlar da resuller olacaktır.
Müçtehitler ayrı, resuller ayrıdır. Bunun için nekire gelmiştir. İçtihat ve icmaı size inzâl olunana dediği halde, burada “Şimdi size resuller gelecektir.” diyerek uygulayıcıları haber vermektedir. Resullerin uygulayıcılar olduğunu, bundan sonraki âyetlerde ölüm meleklerinden resul olarak bahsetmiş olmasından anlıyoruz.
İlim adamlarından oluşan meclisler olacaktır. Bu meclis halkın seçtiği, onu kendisine müşavir yaptığı ilim adamlarından oluşacaktır. Bunlar “ilmî şûra” oluşturacaklardır.
Buraya kadar olan kısım nübüvvet kısmıdır. Yani, nebilerin yaptıkları işleri yapacaklardır. Nebilerden farkı, nebiler Cebrail’in getirdiği vahyi alıyorlardı. Âlimler ise onların vârisi olarak Kur’an’dan istinbat etmektedir. O sebepledir ki, Hz. Peygamber âlimleri resullerin değil de nebilerin vârisi yapmıştır.
İlmî şûra başkan seçecek, hükümeti oluşturacaktır. Bu da resul olacaktır. Yani görevliler resulü temsil ediyor. Çoğuldur ve nekiredir. Çoğuldur, çünkü sadece bir kişi temsil etmiyor, bir heyet temsil ediyor. Nekiredir, çünkü değişik toplulukların değişik resulleri olacaktır. Demek ki, bundan önceki âyetler teşriî nübüvvetti anlatmış, bu âyet de icraî risaleti anlatmaktadır.
منكم “Minküm” demek suretiyle görevlendirilen kimselerin bizden olduğunu, bizim seçtiklerimizi ifade etmektedir. Yani, başkanları ve bakanları seçilmiş ilim adamlarından oluşacak ilmî meclis seçecektir, ama bizim de onları kabul etmemiz gerekmektedir. Bizim teşkilatlanmada halk atanmış yöneticilerini seçmektedir. Kabul etmezlerse başkası atanmaktadır. Halk hizmetlilerini kendisi seçmektedir. Yeter sayı bulunmazsa görevden alınmaktadır. “Minküm” deyince, sizden, kendi kabul ettiklerinizden anlamını taşımaktadır.
Kur’an Cuma cemaatına hitap ettiğine göre, bu durum “kabile” içinde gerçekleşecektir. Sonra “şa’b” seviyesinde olacak, sonra “kavim” seviyesinde olacak, sonra da “nâs” seviyesinde olacaktır. Görülüyor ki, buradaki âyet diğer âyetlerle birlikte bir bütünlük oluşturmaktadır.
يقصون عليكم ءاياتي “Size âyetlerimizi tahsis edeceklerdir.” Kassa, sıralamak, dizmek, peş peşe koymak demektir. Buradaki âyetler ilmî meclislerin ortaya koyduğu içtihat ve icmalardır. Kur’an sözlerinin projelendirilmesidir. Ölçülendirilmesidir. Ki bunları âlimler içtihat ve icmalarla yapacaklardır. Uygulayıcılar ise kasas edeceklerdir. Yani, ne yapılması gerektiğini bildireceklerdir. İşte burada önemli bir husus ortaya çıkıyor. Hizmetliler kişilerin müşaviridir. Onlara anlatanlardır, bildirenlerdir. Zorlayıcılar değildir. Bu hususta ne yapılması gerektiğini öğretirler. Kişi isterse uyar, istemezse uymaz. Uyanı mükâfatlandırmak veya uymayanı cezalandırmak resullere yani görevlilere ait değildir. O hususta hesap vermek, dünyada mağdur olanların açacakları davalarla hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı verir. Yahut tabii veya sosyal kanunlarla cezalandırılır. Yahut hesabını kişi kıyamette Allah’a verir. Bu sebepledir ki “kısas ederler” diyor.
ف Hemen arkasından “Fa” harfi ile zaten bunu izah ediyor.
فمن اتقى و أصلح “Kim ittika ve ıslah ederse” diyerek görevlilerin ulaştırdıkları bilgileri değerlendirme kişilere bırakılmıştır. Trafik memuru ‘geç’ veya ‘dur’ der. Ama durmayıp geçerse sadece plaka numarasını alır. Onu durdurup ehliyetini isteyemez. Çünkü hukuk düzeninde kişi istediğini yapar, sonra karşılığı hakemlerce belirlenir.
Burada Adem oğullarına yani halka iki görev verilmiştir. Biri “ittika”, diğeri de “ıslah”tır. İttika demek, kişinin zararlı işler yapmaması demektir. Kendisini koruması demektir. Islah ise, dışarıdaki bozuklukları düzeltmesi demektir. Yani, birbirine uymayan işleri birbirine uyar hâle getirmesi demektir. Ama zorla değil de iyilikle, yardımlaşma ve dayanışma içinde yapması demektir. Salâh demek, uygun demektir. “Cıvata somuna sâlihtir” demek, aynı dişle çekilmiştir, birbirine uyarlar demektir. Topluluk içinde kişilerin ayrı ayrı yaptıkları işler de böyle birbirine uyacaklardır. İşte görevlilerin getirdikleri bilgiler bunları sağlayacaktır. Bununla beraber ‘ittika’ kelimesi içtihada yetkili kılan kelimedir. Kendisi ittika edecektir. Yani, kişi kendi kendisini koruyacaktır. Dolayısıyla diğer hizmetli ve görevliler hep kişinin danışmanıdırlar. Kişi kararını daima kendisi verecektir.
فلا خوف عليهم ولاهم يحزنون “Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” diyor. Korku yoktur, onlar hakemlerden oluşmuş yargının karşısında suçlu olarak çıkmazlar, deniyor. Bu da hizmetlerin ve fetvaların teminatlı olduğunu ifade etmiş olur. Yani, kişi kurallara uymuş da bir hareket yapmışsa, doğacak sonuçtan sorumlu değildir. Hukuk düzeninde davranıştan sorumluluk ilkesine burada işaret etmiştir. Mahzun olmamak ise; sıkıntıya girmezler, düzenleri saat gibi işler demektir.
والذين كذبوا بأياتنا واستكبروا عنها “Âyetlerimizi tekzib edip ondan istikbar edenler” diyerek, ittika ve ıslah etmeyenler bakımından bunları koymuştur. Yani, düzeni kabul etmeyenler demektir. “Âyetlerimizi” diyerek, Kur’an’ı ve Kur’an’ın müsbet ilimle anlaşılmış ve projelenmiş şekli demektir. Şimdi Allah ne diyor? Allah’ın dediği çok açık ve sarihtir.
1. Kur’an ilim adamları tarafından anlaşılıp projelendirilecektir. Bu ilim adamlarını halk seçecektir. Yani mevzuat yapılacaktır.
2. Görevliler bu projeleri halka ulaştıracaklardır. Halk da onlara uyarak çalışacak ve yaşayacaktır. Görevlilerini de kendileri seçecektir. Kendi içtihatları ile amel edeceklerdir.
Bu düzeni kabul etmeyenlerin durumu ne olacaktır?
“Ben ilim-milim tanımam, meclisi falan bilmem, görevlilere de karşıyım! Ben istediğim gibi, bildiğim gibi yaşarım!” diyen olursa ne olacaktır? İşte Kur’an burada “dinde zorlama yoktur” ilkesini getirmiştir. Yani, düzende de zorlama yoktur.
Kur’an’ın öğretilerini kabul edenler kendi ocaklarını ve bucaklarını kurarlar. İllerini ve devletlerini kurarlar. Burada müsbet ilme dayalı, seçime dayalı, yerinden yönetime dayalı hukuk düzenlerini kurar ve yaşarlar. Ama bunu istemeyenler de kendi ocak ve bucaklarını kurar, kendi istedikleri gibi yaşarlar. Hesaplarını dünyada insanlara değil, âhirette Allah’a verirler.
Bundan sonraki âyetler bunlar hakkında âhirette nasıl cezalanacaklarını anlatmaktadır.
Peki, ya o ilâhi nizamı kabul etmeyenler bizi rahatsız ederlerse ne yapacağız?
Bu hususta ileride misaller verilerek bunlarla nasıl mücadele edileceği anlatılmaktadır.
Önce hakemlere gidip hakemlerin verecekleri kararlara uyulacaktır. Onlar kendi dinlerinde ve düzenlerinde, biz kendi din ve düzenimizde olacağız. Ortak işlerimizi sözleşmelerimizle çözeceğiz.
Hakem kararlarını kabul etmezlerse, iktidarda biz isek onları kendi ocaklarına ve bucaklarına süreceğiz. İktidarda onlar ise, biz kalkıp göç edeceğiz. Gittiğimiz yerde de bizi rahat bırakmazlarsa, işte o zaman savaşacağız. Bu savaş kısmı bundan sonraki sûrelerde anlatılmaktadır.
Bu sûrede ise onların ateş halkı olduklarını bildirerek âhirette karşılaşacakları durumları hikâye etmektedir.
Bu âyette, “Âyetlerimizi tekzib edip istikbar edenler.” diyor.
“Âyet” kelimesini kullanıyor. Âyet demek, müsbet ilimle doğruluğu belirlenmiş Kur’an’ın hükümleri demektir. Usûlde genel kaide vardır. Bir şeyin kesinlik kazanması için tek başına ilmî veriler yetmez. Tek başına Kur’an’ın bir şeyi ifade etmesi de yetmez. Biz Kur’an’ı yanlış anlamış olabiliriz. İlmi de bilemeyebiliriz. Bir şeyin kesin olması, âyet olması için hem Kur’an’da ifade edilmiş olması, hem de müsbet ilimle onun öyle olduğu ispat edilmiş olması gerekir. Müsbet ilmin öyle olduğunu söylemesi ilim adamlarının ittifak etmeleri ile olur.
Yer Güneş’in etrafında dönmektedir. Bütün astronomlar tasdik ediyor. Kur’an’da; “Yer ve Güneş bir felekte uçuyorlar.” diyor. İşte bu kesin âyettir. Demek ki, âyet demek, Kur’an’a dayanılarak yapılan istidlâllerde tüm âlimlerin ittifak etmiş olması gerekir. Yoksa o âyet olmaz, müteşabih olur.
واستكبروا عنها “Ondan istikbar ederler.” Acaba insanlar âyetleri neden inkâr ederler? Çünkü insanlar bâtıl üzerinde, diğer insanların üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Kendilerini üstün yapmışlardır. Âyetler ortaya çıkınca onların bâtıl yolları ortaya çıkmakta ve kendileri küçülmektedirler. İşte bu sebeple Allah’ın âyetlerine muhalefet etmektedirler.
Batılılar kendileri “insan hakları” diye birtakım oradan buradan derleme fikirleri benimsemişler, onlarla insanlığa hükmetmektedirler. Sahte demokrasi, sahte lâiklik, sahte sosyallik ve sahte liberallikle dünyayı sömürmektedirler.
“Adil Düzen” adı ile Kur’an’ın öğretileri ortaya çıkınca; gerçek demokrasi, gerçek lâiklik, gerçek sosyallik ve gerçek liberallik belirince üstünlükleri ortadan kalkmaktadır. Bunun için karşı geliyor ve ciyak ciyak bağırıyorlar.
Bizim muarızlarımız İslâm düşmanları değildir.
Daha önceki âyetlerde de belirtildiği gibi; kendilerini hidâyette gören ama dalâlette olan ve ‘Müslümanım’ diyenler belki de daha eşed hasmımız olmaktadırlar. Niçin?
Çünkü onlar İslâmiyet’in derin mütehassıslarıdırlar(!), ama, İslâmiyet’ten haberleri yoktur. Şimdi Kur’an gerçek anlamıyla anlaşılıp ışıklarını saçmaya başlayınca onların cehaleti ortaya çıkmaktadır. Onun için bize hasım olmuşlardır. Bir toplantıya çağrıldıkları zaman; o toplantıda biz varsak gelmeyeceklerini beyan ederler. Çünkü oraya gelirlerse bütün bâtıl dünyaları yıkılacaktır. İşte Kur’an bu âyette bu iki istikbar eden zümreden bahsetmektedir.
وألئك أصحاب النار هم فيها خالدون Bunların ateş halkı olduklarını, ebediyen orada kalıcı olduklarını bildirmektedir.
Burada zikredilen ateş bir ıslah yeri olarak görülmelidir. Burada bildirilen “hâlittirler” sözü de, kibirlenmelerden vazgeçmedikleri mânâsında anlaşılmaktadır. Yoksa orada da tevbe mümkün olacak ve oradan da derece derece yukarı çıkılarak a’rafa gelinecektir.
Bu sûre “A’raf Sûresi”dir. İlerideki âyetlerde bu hususlar vuzuha kavuşacaktır.
İşte Allah’ın cehennemlikler olarak bildirdiği kimseler böyle âyetleri inkâr edenlerdir.
Demek ki, Kur’an’da bir şey var. Onu tevil ediyor, o kâfir değildir.
İlimde bir şey var, ondan şüpheleniyor, o kâfir değildir.
Ama bir şey hem Kur’an’da var ve hem müsbet ilim öyle olduğunu belirliyor. İlim adamları ittifakla kabul ediyor. Onu inkâr eden “kâfir”dir.
Bu îmanda böyledir.
Amelde ise herkes içtihat edecek. Hem Kur’an hem de ilim ayrı ayrı delildir. İster Kur’an’a dayanarak içtihat yapsın, ister ilme dayanarak içtihat yapsın; onunla amel eden kimselere havf ve hüzün yoktur.
Demek ki, birinci âyet amelî içtihadı, ikinci âyet ise îmanî icmaı bildiriyor.
KUR’AN MATEMATİĞİ/ 124. SEMİNER; 24 AĞUSTOS 2001
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT (NÛRİ) EROL