ADİL DÜZEN 212
Haftalık Seminer Dergisi 14 HAZİRAN 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 212. SEMİNER (CUMARTESİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul 07 Haziran 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”DA ; Saat:18.00-21.00)
ŞUARÂ SÛRESİ(25) 69-82. ÂYETLERİN TERCÜME VE TEFSİRİ
HAZRETİ İBRAHİM ALLAH’I ANLATIYOR
*HAFTALIK YORUMLAR (42) (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜRAR”DA; Saat: 19.00)
III. BİN YIL UYGARLIĞI
Soru: -Yeni hukuk düzenini ortaya koyabildiler mi?
Cevap: -1970’lerde Türkiye’de bu anlayışı benimseyen kişiler vardı. İzmir’de Remzi Güres böyle bir çalışmayı başlatmıştı. Nur talebeleri zaten hu yolda idiler. Necmettin Erbakan Gümüş Motor teşebbüsü ile bu işe koyulmuştu. Biz “Akevler”i kurduk. Bunların her biri kendi çapında çok başarılı oldu. Bunlar başarıyı mevcut düzende elde ettiler. Böylece Batı’yı Batı’dan daha iyi bildiklerini gösterdiler.
Biz de “Akevler”de bunun ilmî çalışmasına başladık. Bir kooperatif kurduk. Kooperatif bize hem maddî imkânlar sağlıyordu, hem de bir deneme yeri olmuştu. Hiçbir yerden bir kuruş kredi almadık. Hiçbir büyük sermayeden destek görmedik. Devlet üzerimize çullandı ve hep bizi soydu…
Böyle olmasına rağmen “Adil Düzen”i ortaya koyduk. Şimdi elimizde;
a) 20 000 sahifeye yaklaşan “Adil Düzen Çalışmaları” vardır. Bunların çok azı basılmıştır. Bilgisayarlarda mevcuttur.
b) Bu konuda 20’den fazla profesör seviyesinde ilim adamı yetişti. Gençler hâlâ yetişmektedir.
c) “Adil Düzen”i benimseyen Erbakan sayesinde İslâm düzeni bütün dünyaya duyuruldu. Herkes şimdi onunla ilgilenme ihtiyacını duyuyor. Mekke müşrikleri gibi sömürü sermayesi baskı altına alarak “Adil Düzen”i söyletmiyor. Bu durum “Adil Düzen”in kendisini tamamlaması için Allah’ın bir lütfüdür.
d) Son olarak 100 sahifelik “İnsanlık Anayasası” hazırlanmıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın hukuk iskeleti ortaya çıkmıştır. Şimdi sadece ilim adamlarının organize edilerek bu taslağın olgunlaştırılması gerekmektedir.
İşte sizden beklediğimiz ve istediğimiz şey; bu çalışmamıza katkıda bulunacaksınız.
Bugünkü iktidarların tutumu sebebiyle bunlar çok yakında helâk olacaklardır. Bu devlet maalesef yıkılacaktır. Maalesef bu gidişle biz de bunları kurtaramayacağız. “İkinci Sevr” ile karşı karşıya kalacağız. Yukarıda izah ettiğimiz sebepten dolayı “II. İstiklâl Savaşı”nı yapmak zorunda kalacağız. Ama başaracağız.
O günlere hazırlıklı girelim. Dağıtılmış ordularımızın generalleri yine bizimle beraber olacaklardır.
Bizim hazırlanmamız gerekmektedir.
ABD Irak’tan sonra İran’a ve Suriye’ye saldıracaktır. Bu aklıyla giden Türkiye de ABD ile beraber olmak zorunda kalacaktır. İran’ı ve Suriye’yi yıktıktan sonra Türkiye’yi parçalayacaktır. Kuzey Anadolu’yu Ermeni ve Gürcülere bırakarak Pontus imparatorluğunu kuracaktır. Rusya bundan dolayı seyirci kalacaktır. Batı Anadolu’yu Bulgar ve Yunanlılara bırakarak Bizans imparatorluğunu kuracaktır. Batıyı böylece susturacaktır. Avrupa Birliği bunu onaylayacaktır.
Ancak Allah o zaman beklenmedik bir şey yapacaktır. ABD’de seçimleri Hıristiyanlar kazanacak ve Yahudi sultasına son vereceklerdir. Böylece ABD Ortadoğu’dan çekilmiş olacaktır. Bu sefer Rusya ve Avrupa anlaşamadıkları için ve Hıristiyanların nüfusu yeterli olmadığı için Türkiye boş kalacaktır. İşte o zaman Adil Düzencilerle paşalar el ele verecek, esnaf ile tüccar bizi destekleyecek, hep birlikte millî orduyu toparlayacağız ve Adil Düzen içinde II. Cumhuriyetimizi kuracağız. Bunun hazırlığını yapmak gerekiyor.
Sizden bunun için yardım istiyoruz. Biz belki o zaman olmayız. Ama siz bunları yapacaksınız.
Soru: -Bu cumhuriyeti yıkılmaktan kurtaramaz mıyız?
Cevap: -Bu cumhuriyeti kimler kurtarabilir?
a) Ak Parti kurtarabilir.
b) CHP kurtarabilir.
c) Saadet Partisi kurtarabilir.
d) Türk Ordusu kutarabilir.
Ancak bunlardan birinin “Adil Düzen”i kabul edip bizimle irtibata geçmeleri ve birlikte çalışmamız gerekiyor. Bütün uğraşmalarımıza rağmen -Saadet Partisi dahil- hiçbiri bize kulak vermiyorlar. Onun için bizim ümidimiz sona ermiş gibidir.
Artık bunlarla ilgilenmekten ve uğraşmaktan vazgeçmek üzereyim.
YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ… YENİ…
*HAFTALIK DERSLER (3) : ARAPÇA; 3. DERS: KELİME ve MATEMATİK; 3. DERS: TERS İŞLEM
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 212. SEMİNER Tefsir İstanbul, 07 Haziran 2003
ŞUARÂ SÛRESİ(25) 69-82. ÂYETLERİN TERCÜME VE TEFSİRİ
HAZRETİ İBRAHİM ALLAH’I ANLATIYOR
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ إِبْرَاهِيمَ(69) إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ(70) قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ(71) قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ(72) أَوْ يَنْفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ(73) قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءَنَا كَذَلِكَ يَفْعَلُونَ(74) قَالَ أَفَرَأَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ(75) أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ الْأَقْدَمُونَ(76) فَإِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِي إِلَّا رَبَّ الْعَالَمِينَ(77) الَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِي(78) وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِي(79) وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِي(80) وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ(81) وَالَّذِي أَطْمَعُ أَنْ يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ(82)
69- İbrahim’in nebeini onlara tilâvet et. (İbrahim’in bildirdiklerini onara aktar.)
70- Hani o ebisine ve onun kavmine kavletmişti.
(Hani o babasına ve onun ulusuna demişti.)
71- Neye ibadet ediyorsunuz? (Neye kulluk ediyorsunuz?)
72- Onlar, sanemlere ibadet ediyoruz, onlara vukuf ederek zıl yapıyoruz diye kavlettiler. (Onlar, putlara kulluk ediyoruz, onlara kapanarak gölgelendiriyoruz dediler.)
72-73- O, onları dâvet ettiğinizde sem’ ediyorlar mı veya size nef’ edebiliyor ve darar edebiliyorlar mı? diye kavl etti. (O, onları çağırdığınızda duyuyorlar mı veya size yararları yada kötülükleri oluyor mu? dedi.)
74- Değil, biz eblerimizi böyle fi’leder vecdettik diye kavlettiler.
(Değil, biz atalarımızı böyle yapar bulduk dediler.)
75-76- Öyleyse dedi, sizin ve akdem abaınızın ibadet ettiklerine rey etmez misiniz? (Öyleyse dedi, sizin ve ilk atalarınızın kulluk ettiklerini görmez misiniz?)
77- Onlardan Âlemlerin Rabbi’nin dışında olanlar benim aduvvumdur.
(Onlardan herkesin Yetiştirici’sinin dışında olanlar benim düşmanımdır.).
78- Beni halketmiş olan kimse O’dur. Bana O hidâyet edecektir.
(Beni yaratmış olan kimse O’dur. Bana yolu O gösterecektir.)
79- Beni it’am eden ve iska eden kimse O’dur. (Bana yediren ve içeren kimse O’dur.)
80- Maraz olduğumda da o bana şifa edecektir. (Sayru olunca da o beni iyileştirecektir.)
81- Beni imate edecek, sonra da ihya edecek kimse O’dur.
(Beni öldürecek, sonra da diriltecek kimse O’dur.)
82- Din yevminde hatiatımı bana ğufr etmeği tama’ ettiğim kimse de O’dur.
(Düzen gününde yanlışlarımı bana örteceğini beklediğim kimse de O’dur.)
Bu âyetlerde Allah anlatılmaktadır.
Hazreti İbrahim kavmi ile konuşmuş, onlara putlarının durumunu anlatmış, ondan sonra dönmüş ve kendisi kendi Tanrı’sını tasvir etmiştir. Hazreti İbrahim onlara; “Sizi duyabiliyorlar mı, size bir yararları var mı, size bir zararları var mı?” diyor. Onlar cevap veriyorlar; duymadıklarını, yararları ve zararları da olmadığını itiraf ediyorlar. Sadece babalarının öyle yaptığını görüyor da onun için öyle yapıyorlar.
İşte insanlar hep böyledir. Bir şeyi bilerek ve düşünerek yapma yerine, herkesin yaptığını yapma durumundadırlar. Aslında onlar da dönüp sorabilirler. “Peki, Allah duyar mı? Yararı ve zararı var mıdır?” Ancak bunu sorma cesaretini gösteremiyorlar. Bugün dahi durum böyledir. Kanun yapılıyor, Türkiye satılıyor, Türk ordusu dağıtılıyor. Ordu bunların hepsine sonunda razı oluyor. Ama bir şeye razı değil. Nedir o? Apartmanlarda mabet olmaz! Neden olmaz? Çünkü o tarikata yol açar!..
Mustafa Kemal tarikatları kapatıyor; kapatıyor ama yasaklamıyor. Kenan Evren de partileri kapattı; kapattı ama yasaklamadı. Bunun anlamı şudur. Tarikat yasak değil, ama o günkü tarikatlar bozulmuş olduğu için kapatılıyor. Sonra yeni partiler açıldığı gibi yeni tarikatlar da açılabilir. Mustafa Kemal bunu Hamdullah Suphi beye söylüyor ve diyor ki; “On yıl sonra gel açalım.” Ama küfrün içinde dönmüş kafalar hâlâ tarikatları güya yasaklıyorlar. Oysa tarikatta olmayan kişi bile bulunamıyor. İşte insanlar böyle düşünmeden akılsızca eskilerden duyduklarını sürdürüp gider. Bunun dolayı da başlarına taş yağar. Kur’an bunlara “müsevvel taşlar” diyor, “bombalar” diyor.
İşte Hazreti İbrahim Peygamber çok açık ve cesurane meydan okuyor. “Benim Rabbim şunları şunları yapıyor.” diyor. Çıkıp diyebilirlerdi ki; “Yalan söylüyorsun, böyle bir Rab yok. O da söylenenleri duymaz, o da fayda ve zarar vermez. Böyle biri yok.” diyebilirlerdi. Nitekim 19. yüzyıl sözcüleri böyle şeyleri demeye kalkışmışlardır. Ama sonra ne olmuş, külleri savrulmuştur. Bugün İslâm düşmanlığı yapanlar çıkıp “Allah yoktur!” deme cesaretini bile gösteremiyorlar. Çünkü bütün imkânları ile güçlü görünseler de zavallıdırlar. Tarikatçıların elinde ne gibi bir silah vardır? Başlarına sardıkları bir sarık, giydikleri cüppe, ellerinde bir tesbih var. Yüzleri de sakallıdır. Bunların nesinden korkuyorsunuz? Sizin atomunuz var, bombanız var, sinemanız var, gazeteniz var, radyonuz var, televizyonunuz var, ordularınız var, partileriniz var… O halde bunların nesinden korkuyorsunuz ki? Bütün diğer maddelere “Âmenna!” Ama tarikata gidene “Hayır!” diyorsunuz! Çünkü siz Allah’a inanmıyorsunuz. Onun için “Allah” diyenden korkuyorsunuz. Korktuğunuz başınıza gelecektir. Başınızı kuma gömmekle kurtaramazsınız. Gizli mabetler açık mabetlerden çok çok tehlikelidir. Bu ülkeyi yıkmak isteyenler bu yasakları koydurarak yeraltı faaliyetlerini güçlendirme peşindeler. Zavallılar; intihar ediyorsunuz.
Hazreti İbrahim binlerce yıl önce işte böyle zavallı olan kavmine Allah’ı tanıtmaktadır.
الَّذِي خَلَقَنِي (ElLaÜIy PaLaQaNIy) “Beni halk eden kimse.” “O bana hidayet edecektir.”
“Allah bana hidayet edecektir.” demiyor; “Beni yaratan bana hidayet edecektir.” diyor. “Beni kim yarattı? Kim yarattı ise o. Beni yaratan put ise o bana hidayet edecektir. Beni yaratan Güneş ise o bana hidayet edecektir. Eğer beni Mustafa Kemal yaratmışsa elbette o bana hidayet edecektir.”
İşte bu ifade dünün ve bugünün münkirlerini susturmaya yeterlidir. Bunu böyle kabul ettikten sonra “Beni kim yarattı?” sorusuna gelinir, onun araştırmasına başlanır. Bugünkü müsbet ilimle çok açık şekilde ispat edilmiştir ve bilinmektedir ki; bundan 20 milyar yıl öncesi hiçbir şey yoktu. Zaman yoktu, mekân yoktu, madde yoktu, enerji yoktu. Gök yoktu, yer yoktu. Büyük patlama oldu, gökler ve yeryüzü yaratıldı. Tabii ki ben yoktum. O zaman Mustafa Kemal de yoktu. Kâinat’ı kim yarattı ise beni de o yaratmıştır. Sonra bundan üç milyar yıl önce yeryüzünde canlı yoktu, bitki yoktu, hayvan yoktu, virüs yoktu, mikrop yoktu. Kâinat’ı yaratan canlıyı yarattı. Ben de yoktum. İşte canlıyı yaratan beni yarattı. Mustafa Kemal da yoktu. Sonra insan yaratıldı. Bugünkü uygarlığa gelindi. Ben ve Mustafa Kemal son asır içinde yaratıldık. Bu durumda o beni nasıl yaratabilirdi? Haydi, diyelim ki o hayatta olsaydı, belki bana bir yarar ve zararı olabilirdi. Ona saygı göstermem gerekebilirdi. Ama o ölmüştür. Bugün başka bir dünya gelmiştir. Onun düşünceleri bugün bana nasıl yol gösterecektir? Nitekim o “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” diyor; simdi siz “Hakimiyet AB’liğindir! Amerikan uçaklarınındır!” diyorsunuz. Bunu da geçelim ve diyelim ki; o çok ileri görüşlü biri idi, o ileriyi gördüğü için fikirleri bugün de geçerlidir. Tamam, ona da bir diyeceğimiz yok. Siz bize onun “Büyük Nutku”nu okutmuyorsunuz ki, siz bize onun anayasasını anlatmıyorsunuz ki. Onları raflara kaldırmışsınız; ama onun heykellerine ve resimlerine taptırıyorsunuz, mezarlara taptırıyorsunuz. Ölümü ile doğumunu kutlatıyorsunuz. Bu heykeller, bu mezarlar sesimizi duyar mı, bunlar bize bir fayda veya zarar verebilir mi?
Hazreti İbrahim kendi kavmine işte bunu söylemiştir.
4000 sene sonra kâfir aynı kâfirdir, aynı şeyleri söyler.
فَهُوَ يَهْدِينِي (FaHuVa YaHDıNIy) “O bana hidayet eder./ O bana yol gösterir.”
Burada “Va” harfi kullanılsaydı “Ellezî” Rabbin sıfatı olurdu. “Fa” kullanıldığına göre “Ellezî” mübtedadır, bundan sonra gelen haberidir. Bu Arapça cümlenin bir kalıbıdır. “Kim beni yaratmışsa o bana yolu gösterir.” şeklinde cümle ifade edilebilir, yani şartlı cümle yapılır. “Yaratan hidayet eder.”
Hidayet ne demektir? Ne yapacağımı bana öğretir. Beni yaratan kimse üzerinde her zaman tartışmaya hazırız. Eğer beni yaratan heykellerse, elbette heykellerin dediklerine itaat ederim. Önce bunu iddia edenler bize onu göstermelidirler. Ama şimdi başka türlü düşünmeye başlayabiliriz. Diyelim ki Kâinat’ı Mustafa Kemal yarattı. O tanrıdır. İnsan kılığına girdi. Bize göründü. Sonra da çekilip gitti. Nitekim Hıristiyanlar böyle inanıyorlar. Biz de böyle olduğunu varsayalım. O halde beni yaratan odur. Onun dediğini yapmam gerekir. Çünkü beni yaratanın yol göstereceğine inanmam lazım. Başkası bana nasıl yol gösterecektir? Şimdi Allah görünmediğine göre bırakalım onun kim olduğunu tartışmaya, o kim ise yani beni yaratan kim ise o bana nasıl yol gösterecektir? Bunun tek yolu vardır. O da nedir? Tabiî ve sosyal kanunlardır. Tabiî ve sosyal kanunlara uyarsam beni yaratana uymuş olurum. Çünkü tabiî ve sosyal kanunları ortaya koyan beni yaratandır. Onun kanunları onun bana gösterdiği yoldur. Yani müsbet ilimdir. Mustafa Kemal hiçbir zaman “Ben tanrıyım!” dememiştir. “Benim söylediklerimi yapın.” demiştir. O müsbet ilme uyulmasını istemiştir.
Putçular! Gelin putunuz Tanrı olsun, ama bu Tanrı Kâinat’ı var eden Tanrı olsun. O halde müsbet ilimde birleşelim. O yolu tutalım.
İşte İbrahim Peygamber kavmine bunları söyledi. Onlar onu ateşe attılar. Ama ateş onu yakmadı. Bugün de ellerinden gelse o ateşi yakıp bizi atacaklar. Ama o zulmü yapanların hiçbirisi bugün sağ değildir.
“Fa” harfini sadece atıf harfi olarak kabul ederek “Ellezî”yi Rabbe sıfat yapmada zorlanma vardır. Çünkü muzari maziye atfedilmiştir. Ayrıca isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. “Va” olsaydı hâl olurdu. “Fa” olduğu için haberdir.
وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي (Va elLaÜIu HuVa YuOGıMUvNıy)
“Ve O beni it’am eden kimsedir./ Ve O beni doyuran kimsedir.”
Buradaki “Va”nın isim cümlesi ve muzari haber ile gelmiş olması nedeniyle atfı en yakın cümleye yapmış olur. “O bana hidayet eder ve beni doyurur.” denmiş olur. Hidayet etmek, doyurmak, su vermek, hastalandığı zaman iyileştirmek; yaratmış olmanın bir sonucudur. Yaratmak demektir. Putlar bunlardan hangisini yapmışlardır. Yapan varsa ona ibadet edelim. O bizi öyle yaratmıştır ki çevremizdeki besinlerden yararlanalım. Bizim midemizi elmayı ve armudu sindirecek şekilde yaratmış olan kimse Rabb’imizdir. O kimse bizim Rabb’imiz odur. O bu heykelse, bunu iddia edebiliyorsanız; tamam, biz ona ibadet edelim. Bu mezar taşları ise; tamam, biz ona ibadet edelim. İnekse, ona ibadet edelim. Kimse ona ibadet edelim
Bu “Va”nın “Yehdînî”ye atfetmesi yerine “Ellezî”nin getirilmiş olmasından dolayı “Ellezî halekanî”ye atfedilmesi daha uygun olur. O zaman da “Huve” gelmemesi daha uygun olur. Ama mübteda da böyle farklı ifade getirilmesi, yani muzarinin maziye atfedilmesi, isim cümlesinin fiil cümlesine atfedilmesinde belâgat noksanlığı olmaz. Haberde olur. Çünkü haberde atfedilen kelimelerdir. Mübtedalarda atfedilen ise cümlelerdir. “Beni yaratmış”da isim cümlesi yapılmamış, burada yapılmış. Çünkü yaratıp yaratmama Allah’ın iradesine bağlıdır. Ama yarattıktan sonra onu aç bırakma, onu susuz bırakma adalete uygun olmaz. O halde madem yarattı, ona rızık vermesi gerekir. Öyleyse beni besleyecek olan kimse diye “Huve” ile teyit edilmesi hem beliğ olmaktadır, hem de her iki manânın verilmesi sağlanmaktadır.
Konuşmanın bir özelliği vardır. Biri eğer konuşmada hata yaparsa o dili bilen herkes onun hata yaptığını hisseder. Ama gramer bilmeyen hatayı anlatamaz. Kur’an öyle bir kitaptır ki hiçbir Arap onun cümlelerinde bir hata hissetmez. Biz bile Arap olmadığımız halde cümlede bir aksaklık görmeyiz. Ancak gramer kaideleri ile incelemeye başladığımız zaman kaidelere uymaz görünen ifadelere rastlarız. Biraz düşündüğümüz zaman o şekilde kullanılmasında derin manâlar verildiği görülür. Gramer kaideleri ile açıklayamıyoruz diye hiçbir zaman ona hatalı diyemeyiz. Çünkü gramer dilden çıkar. Dil gramerden çıkmaz. Madem ki Arabın kulağına bu cümle beliğ geliyor, o halde bu cümle doğrudur. Bizim gramer kuralımız eksiktir. Matematikte de böyle kurallar vardır. Özel noktalar vardır ki orada formüller uygulanamaz olur. Dilde böyle yerler vardır. Orada diğer yerlerde uygulanan gramer kuralları geçersiz olur. Bu da Kur’an’ın erişilmez mucizesidir.
وَيَسْقِينِي (Va YaSQIyNıy) “Ve beni saky etmektedir.”
“O kimse beni doyurmakta ve saky etmektedir./ O kimse beni doyurup su vermektedir.”
Buradaki “Va” doğrudan doyurmaya gitmektedir. Yemekle içmeyi Kur’an hep ayırır. Oysa yemekle içme arasında görünürde fark yoktur. Gerçekte ise su ile diğer maddeler farklı işler yaparlar. Suyun görevi taşımacılıktır, eritmedir, diğer maddelerin akışını sağlamaktır. Kendisi doğrudan bir iş yapmaz. Ama insan vücudunun % 90’lara varan kısmı sudur. Hücrelerin içi de dışı da hep sudan ibarettir. Özelliği çözücülüğüdür. Zarar vermeden maddeleri çözeltir. Bu sebeple her şeyi çift yaratan Allah insanın yapısını su ve diğer maddeler olmak üzere çift yaratmıştır. Allah onları ayrı ayrı zikretmektedir. Bunun yanında bir de insanın aldığı hava vardır. Acaba bu su tarafında mıdır, yoksa taam tarafında mıdır? Taam tarafı baskındır. Çünkü su değişmediği, girip çıktığı halde oksijen yakmaktadır. Sonra da analiz edilmektedir.
وَإِذَا مَرِضْتُ (Va EiÜAv MaRıWTu)
“Maraz ettiğimde O bana şifa eder./ Sayru olduğumda O beni iyileştirir.”
Yemek içmeye atfedilmektedir. Ancak bu üçüncü bir atıf değil ikinci bir atıftır. İkisine birden atfetmektedir. Bu sebeple “Hasta olduğumda” cümlesini eklemektedir. “İn Marıdtu” deneceğine “İZA” getirilmiştir. Yani hastalığı da tabiî saymıştır. Herkes hastalanır. Hiç hasta olmadım diyecek kimse yoktur. Vücudun içinde mikroplar var, virüsler var. Bunlar sürekli tetiktedirler. Her fırsatta onlar ortaya çıkmaktadırlar. Ancak bizim akyuvarlarımız onları daha etkili olmadan bastırmaktadırlar. Bizim o çıkışlardan haberimiz olmaz. Eğer iş büyürse o zaman sancı başlar ve doktora gideriz. Bizi doktor tedavi etmez. Tedavi eden yine vücudumuzun kendisidir.
İnsan toplulukları da böyledir. Toplulukta her zaman suçlular vardır. Suç işler ve cezalarını görürler. Hukuk düzeni budur. Suç işleyemez hâle getirme yoktur. Her zaman suç işleyen var olacaktır. İşte burada “İza” böyle büyük bir biyolojik ve sosyolojik kanunu içermektedir. İleride bedenimizi öyle var edelim ki artık vücutta hastalık olmasın; bu mümkün değildir. Öyle topluluk oluşturalım ki orada kimse kanunsuz iş yapmasın. Böyle topluluk olmaz. Onun için “İza” getirilmiştir.
“Maraz” hastalık demektir. Vücudun içinde vücudun işlerini yapan hücreler vardır. Bunlar insanın ilk hücresinden türemişlerdir. Deri ve et gibi hücreler olmuşlardır. Vücudun içinde yabancı hücreler de vardır. Bunlar daha çok bakterilerdir. Yani ne bitki hücresidir, ne de hayvan hücresidir. Bitki hücresinde magnezyumlu klorofil, hayvan hücresinde demirli emin vardır. Bakteride ise bunların hiçbirisi yoktur. DNA’lar dağınıktır, dizilmemişlerdir. Oysa bitki ve hayvanlarda kromozom içinde dizilmiştir. Bu bakterilerden bir kısmı vücuda yararlıdır. Bir kısmı ise zararlıdır. Zaralılara “mikrop” diyoruz. Mikroplar sinmiş durumdadırlar. Ama ara sıra ortaya çıkarlar. Dışarıdan yeniden de gelebilirler. Ayrıca bitki ve hayvan hücrelerinde kromozom vardır. DNA zincirinden oluşurlar. Bunların da yabancıları vardır. Bunlara “virüs” denir. Bunlar da fırsat bulunca hastalık yaparlar. Demek ki “hastalık” demek, kötü yabancı hücre veya virüslerin galip gelmeye başlamaları demektir. Toplulukta da böyle yabancılar vardır, onlar da fırsat bulunca topluluğu parçalamaya çalışırlar.
Hastalığın bir kısmı da vücut hücrelerinin dengesini kaybetmesi, anormal bir şekilde çoğalmaya başlaması ile olur. Buna “kanser” denmektedir. Topluluklar içinde böyle kanserleşmiş yani yabancılaşmış zararlı hücreler vardır.
“İza” önce gelirse vücubu ifade eder, sonra gelirse ruhsatı ifade eder. Burada önce gelmiştir. Yani hasta olunursa şifa yapılabilir değil de; hasta olunca şifa yapılır şeklinde ifade edilmiştir.
فَهُوَ يَشْفِينِي (Fa HuVa YaŞFıNıy) “O bana şifa verir./ O beni iyileştirir.”
Hastalık nasıl tabiî ise; onu tedavi edecek hücreler ve ordular da o kadar tabiîdir. Hastalık vücudu uyanık tutmak içindir. Hastalık olmasaydı bozuk ve çürük hücreler vücutta varlıklarını sürdürürlerdi. Oysa işe yaramaz ve bozulmuş olan hücrelerin ortadan kaldırılması gerekir. İşte mikropların görevi budur. Hangi hücreler bozulmuşsa onları parçalarlar. Bir atölyedeki temizlikçilere benzerler. Ancak onlar temizlik yapmazlar, temizlikçilere hazırlarlar. Vücutta da akyuvarlar vardır, onlar harekete geçerek mikropları ve virüsleri bertaraf etmeye çalışırlar. Bu şifadır. Kan onların ayrıklarını alır ve dışarıya atar. Ayrıca vücutta bezeler vardır. Bunlar ilaç üretirler. Bu maddelerin özelliği, bunlar vücut hücrelerine zarar vermez, ama zararlı hücreleri atarlar. Böylece vücut sağlığa kavuşur.
Savaş örneği verelim. İki ordu bir birbirine girse, bizim askerlerimize özel maske taksak, karşı tarafın onu filtre edecek maskesi olmazsa gazı atarsanız onlar boğulur, ordumuz galip gelir. Yahut elimizde bir mikrop var. Aşımız da var. Biz kendi askerlerimizi aşıladık. Karşı tarafın aşısı yoksa, yahut aşılanmamış ise biz o mikrobu salarız ve zafer kazanırız. İşte vücut da salgıladığı maddelerle kimyasal silahı kullanır. Bu savunma aracıdır. Devletlerin kendi ülkelerinde savunma amacıyla biyolojik ve kimyasal silah kullanmaları meşrudur. Bir şey hiçbir zaman kötü olmaz; onu yersiz ve zamansız kullanmak kötü olur.
“Şifa” kelimesi “tedavi” kelimesinden farklıdır. Şifa, kendi ordusunu güçlendirme demektir. Tedavi ise, karşı tarafı zayıflatma demektir. Allah şifayı esas almıştır. Çünkü şifada ayıklama vardır. Yani kuvvetli olanlar hayatta kalır. Tedavide ise köreltme vardır. Bugünkü tıp “tedavi tıbbı”dır. O sebepledir ki nesil dejenere olmaktadır. Oysa Kur’an tıbbı “şifa tıbbı”dır; yani vücudu takviye ederek tedavi etme tıbbıdır.
Bu sistem geliştirilmelidir. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nda yeni tıp ilmi doğacaktır. Bu yeni tıp ilmi Kur’an’ın şifa öğretileri ile doğacaktır. Müslümanlar hemen bir şifahane kurmalı ve burada şifa tıbbını geliştirmelidirler. Bunun için iktidar olmak gerekmez. Kur’an’ı öğrenen tabiplerden oluşturduğunuz hastahane şifahaneye dönüşür. Bunu nasıl yapacaklar? Kıyas ilmiyle yapacaklar. Analoji ilmi bütün ilimlerde bulunan buluşları her ilimde toplayacaktır. Bizim sekiz yüzlülere bu sebeple gerek vardır. Mühendislerin pompalarda yaptıkları tamiratı doktorlar kalpte yapacaklardır. Doktorların toplardamarlardaki geri itmeyi mühendisler de hortumlarda yapacaklardır.
İşte “Rab” olan kimse o kimsedir ki insana böyle vücut vermiş ve sağlığı hastalıklarla dengelemiştir. Sosyal bozukluklarını da savaşlarla dengelemiştir. İşte diyor Hazreti İbrahim; “Benim Rabbim budur. Eğer sizin heykelleriniz bunu yapıyorsa ben onlara ibadet edeyim.” Ama siz diyorsunuz ki; “Onlar duymaz, yararı yok, zararı yok, ama babalarımız böyle yapıyorlardı, biz de yapıyoruz!”
Şimdi bugünkü heykelcilerin bunlardan zerre kadar fakı var mı? 4000 yıl önce hangi kafa varsa, bugün de aynı kafadalar. Öyle olacaklar. Çünkü mikroplar her zaman varolacaklardır.
Bu âyetler aynı zamanda herkese aş ve herkese iş düzeninin kurulması gerektiğini bildirmiş oluyor. Şifahaneleri oluşturmanın da mü’minlerin kamu görevlerinden olduğu ifade edilmiş oluyor. Allah’ın halifesi olarak mü’minlerin üzerinde yüklenmiş bir görev olacağı da burada ortaya çıkmış oluyor. “O bana hidayet eder”de; eğitimin ve müşavirliğin kamu hizmetlerinden olması gerektiği de belirtilmiş olmaktadır.
وَالَّذِي يُمِيتُنِي (Va elLaÜIy YuMIyTuNIy) “O kimse beni öldürecek kimsedir.”
Hazreti İbrahim yine son derece makul bir soru sormaktadır. Beni yarattı, besliyor, iyileştiriyor. Günü gelince öldürecektir. Canlıların hepsi ölüyor. Sizin tanrınız yeni canlı yaratmak şöyle dursun, canlıları ölümsüz kılsın yahut ömrünü uzatsın veya kısaltsın. Genetik ile bunu yapsın. O beni öldürecek. Putlar ise onların temsil ettiği kimseleri de diriltemiyor. Ramses’in mumyası Ramses’i getirebiliyor mu? İnsan sadece et ve kemikten ibaret değil ki. Onu korumak ve onu temsil etmek gerekmektedir.
ثُمَّ يُحْيِينِ (ÇumMa YuXYıNıy) “Sonra beni ihya edecektir.”
Buradaki “Sümme” çok önemli bir kelimedir. Genellikle bütün insanlar öldükten sonra da hayat olduğunu kabul ederler. Ancak o hayatın ölümle hemen başladığını iddia ederler. Bedensiz de hayat olabileceğini sanırlar. Ruhu hepten inkâr ederler. Sonra da ruhu kabul etseler de, rûhun bedensiz de varlığını sürdüreceğini ileri sürerler. Oysa Kur’an ruhu da bedeni de kabul eder. Her ikisinin ölümsüz olduğunu kabul eder. Bugün biliyoruz ki beden parçalanır ama yok olmaz. Ruh da yok olmaz. Çünkü genel kanun vardır. Varolan hiçbir şey yok olmaz, yok olan hiçbir şey de varolmaz. Öyleyse ruh da yok olmaz.
O halde ölüm nedir? Ölüm, bedenle ruhun birbirinden ayrılmasıdır.
Dirilme nedir? Dirilme, ruh ile bedenin tekrar bir araya gelmesidir. Yani ölüm, şoförün kontağı kapatıp arabadan ayrılmasıdır. Dirilme de şoförün tekrar gelip kontağı açıp arabayı çalıştırmasıdır. Kur’an’ın bildirdiğine göre insanlar ölecekler. Herkesin kendi bedeni korunacaktır, yahut yeniden inşa edilecektir. Kalkış günü bütün insanlar birlikte bir araya getirilecektir. Sonra cennete gidenler geçmiştekiler ve gelecektekiler birlikte yaşayacaklar. Cehennemde de öyle olacaktır. İşte bu sebepledir ki “Sonra” kelimesini kullanmaktadır.
“Hay” yılan demektir. Ama kış uykusunda olmayan yılan demektir. “Mevt” de kış uykusunda olan yılan demektir. Ölümle dirilme, kış uykusuna yatıp kalkma olarak ifade edilmektedir.
Topuluklarda cenazeyi kaldırma ve mirası bölüştürme de kamu hizmetlerindendir. Doğum masrafları da kamuya aittir. Ayrıca işletmelerin kurulması ve tasfiye edilmesi de kamuca ücretsiz olarak yapılır.
“İnsanlık Anayasası”nı ele aldığımızda bütün bunlar bize delil olmuş oluyor.
وَالَّذِي أَطْمَعُ (Va elLaÜIy EaOMaGU) “Tama’ ettiğim kimse O’dur.”
Dördüncü olarak “Ellezî” getirilmiştir. İlk önce “Beni yaratmış olan kimse”, sonra “O beni it’am eden kimse”, sonra “Beni öldürecek kimse” şeklinde ifade edilmiştir. Burada da “Beni mağfiret edeceğini tama’ ettiğim kimse” olarak belirtilmiştir. Yukarıdaki âyetlerde “Ellezî” sonra zikredilen fiilin failleri idi. Burada da “En yağfire lî/ Beni magfiret etmesini tama’ ettiğim”in failidir. Ancak bu cümle, cümle içinde ikinci cümledir. “Etmea”nın faili söyleyendir. “Tama’” kelimesi “Taba’” kelimesi ile akrabadır. Tab’ etmek, basmak demektir. Bir mal üretildiği zaman kontrolden geçer ve satışa geçmeden önce ambalajlanır ve mühürlenir. Ondan sonra artık ambara gider. Mal ambara girdikten sonra üreticinin mal ile ilgili sorumluluğu kalkar. Ondan sonra o mal bozulsa ya da bozuk çıksa da artık üretici sorumlu değildir. O sebeple üreticinin tek isteği o mührü bastırmaktır.
Tama’ etmek demek, şiddetle istemek, onun için son çabayı göstermektir. Bu âyet bize mal mühürlendikten sonda üreticinin sorumluluğunun kalkacağını da bildirmektedir. Kur’an böyle bir şeyi anlatırken hukuk düzeni ile ilgili hükümleri de içerir. Bunları bir araya getiriyorsunuz ve bakıyorsunuz ki ideal bir hukuk düzeni ortaya çıkıyor. İşte bu da bir mucizedir.
أَنْ يَغْفِرَ لِي (EaN YaĞFıRa LIy) “Beni mağfiret etmesini tama’ ettiğim.”
Bu âyet içtihat müessesesinin temelini atar. İnsan hata yapan bir varlıktır. Hayatta birtakım doğrular yaptığı gibi yanlışlar da yapmaktadır. Ancak insanın yaptığı yanlışlıklar mağfiret müessesesi ile giderilmektedir. İnsanın hatalarını düzeltebilmesi ve birçok hataların iyiliklerle bertaraf edilmesi de yine ilâhi düzendir. İnsan eğitilmektedir. Eğitilme esnasında imtihanı veremeyen kimseyi çökertme yerine onun eksikliklerini giderme cihetine gidilmelidir. Bu sebeple bizde imtihanı geçme vardır. Ama imtihana girememe diye bir şey yoktur. Kişi beşikten mezara kadar öğrenmekle yükümlüdür. Kişi her zaman bilgisini test etme hakkına sahiptir. Bilgisayarların okuduğu imtihanlara kişi her zaman girebilir. Bunun için ücret istenmez. Aldığı notlar değerlendirilir. İşte bu müessese mağfiret müessesesidir.
خَطِيئَتِي (PaTIyEaTIy) “Hatalarımı, yanlışlarımı örtecektir. Sormayacaktır.”
“Hata” kasten yapılmayan yanlışlıklardır. İçtihat müessesesi ile hata sorumluluğu azalmıştır. İnsan hatadan sakınacaktır. Ancak hata yaparsa onu gidermeye çalışacaktır. Hata yapan kimse suçlandırılıp cezalandırılmayacaktır.
Bu ifade insanın Rabbi ile olan ikili ilişkilerini ifade eder. Yani Allah genel kanunlar koymuş ve biz o kanunlarla onun düzenine uyarız ama nasıl sınavda herkes ayrı ayrı not alırsa, onun gibi insanların her biri Allah’la doğrudan muhataptır. Herkesin ayrı hesabı vardır, kitabı vardır. Allah kendisi doğrudan herkesle aynı anda muhatap olabilir. Ama Allah bunları da melekleri vasıtası ile yapmaktadır. Herkes hareket yaparken daima onun yanında bulunan melek ve şeytan vardır. Melek onu gözetlemekte ve ona doğru yolu göstermektedir. Şeytan da ona vesvese vermektedir. Allah insanı tek ruh olarak yaratmakla birlikte ona iki tane de arkadaş vermiştir. Biri sağından, biri solundan yaklaşmaktadır. Şeytan hata işletmekte ama melek de hatadan korumaktadır. İnsan böylece istediği tarafa gidebilmektedir. Bir hücrenin yapısını inceler ve onda DNA’ların hareketini düşünürseniz, insan denen varlığın böyle iki takipçisi olmasını çok tabiî karşılarsınız. Böylece biyolojik yapının yanında ruhsal yapıyı açıklamaya da gidebilmekteyiz. Müşahedelerimiz hep bunu teyit eder.
يَوْمَ الدِّينِ (YaVMa eldDIyNı) “Din yevminde/ Düzen gününde”
Düzen günü, hesap günü anlamındadır. Öldükten sonra dirileceğiz. Bu dirilmede önce bir devre geçecektir. O devrede herkesin dünyada yaptıkları gösterilecek, başarı notları bir bir ortaya konacaktır. Dünyada yaptıkları iyilikler defterin sağ tarafında yazılmış olacak, sol tarafında da kötülükler yazılmış olacaktır. İşte aslında sol tarafta yazılmış olanların içinde hatalar da yer alacaktır. Şunu şunu hata yaptın; ama bunları noktalıyoruz, hesaba katmıyoruz denecektir. Biz de bu dünyada hesap görürken insanlara hatalarını göstermeliyiz. Ama hatalarından dolayı sorumlu yapmamalıyız, yani hatalarını borç hesabına geçirmemeliyiz.
Yevm, dönem demektir. Demek ki âhiret dönemi ile dünya dönemi arasında bir hesaplaşma dönemi olacaktır. Oraya birlikte geleceğiz. Defterleri hemen bize verecekler. Sonuçta erken hesap verenler yerlerine gideceklerdir. Cennete gideceklerdir. Sonra da diğerleri gelecektir. Bu cehennemde de böyle olacaktır.
Kur’an Allah’ın sözüdür. Bize geçmişimizi ve geleceğimizi bildiriyor. Bize kalan sadece ona teslim olup ona göre hareket etmedir. İşte Allah’a inanmak budur. Kenan Evren baktı ki inançsız insanlar azıyor ve eşkıyalık yapıyor. Solcular yatak çarşafları ile arkadaşlarını bağlayıp boğuyorlar. İşte bunun için Kur’an kurslarını açtı. Bunun için İmam Hatip okullarını lise yaptı. Bunun için “İslâm Enstitüleri”ni İlâhiyat Fakülteleri”ne çevirdi. Çünkü başka hiçbir felsefe insanı tatmin etmiyor. Baskı görünce de Kemalizmi getirmek istedi. Şimdi biz Kemalist olduk; Kemalist değilsiniz diye bizi hapishaneye atanlar anti Kemalist oldular.
İbrahim Peygamber o gün insanların böylece akıllarına hitap ederek düzelmelerini istedi; mucize göstererek değil. Aynı mantığı bugün de kullanabiliyoruz. Aynı mantıkla çağımızdaki insanların putperestlikten vazgeçmelerini istiyoruz. Putperestlik 20. yüzyılın iki büyük savaşını getirdi. İnsanlar heykelleri yıktılar. Irak Savaşı da bunun bir örneğidir. Avrupa Birliği, Atatürkçülükle Avrupa Birliği’ne girilmez diyor; Avrupa Birliği’ne insanlara tapmakla girilmez. Ama bunda tapılanların bir günahı yoktur. Hazreti İsa’ya tapanlar yanlış yapıyorlar ama o peygamberdir.
Mustafa Kemal İslâmiyet’i de, Avrupa’yı da bilen bir kurucudur. Elbette hataları vardır. Elbette o gün yaptıkları bugün uygulanamaz olur. Ama Avrupa Birliği onu bir kalemde silmek yerine, onun görüşlerini değerlendirmelidir. Bilhassa “Yurtta sulh, cihanda sulh.” düşüncesini değerlendirmelidir. “Müsbet ilmin meş’alesinde muasır medeniyetin fevkine çıkma.” ilkesini değerlendirmelidir.
Kişilere tapılmamalıdır. Ama kişilere cephe de alınmamalıdır. Kişilerin söyledikleri ve yaptıkları değerlendirilmelidir. Türk Ordusunun buna karşı vereceği cevap budur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 212. SEMİNER Arapça 3 İstanbul, 07 Haziran 2003
KELİME
Bundan önceki derslerde harfleri ve harfler arasındaki yakınlıkları ortaya koyduk.
Uygulamaları Kur’an’dan yapacağız. Kelimelerde yapacağız. Şimdi “kelime”yi tarif ediyoruz.
Kelime üç sessiz harften oluşur. Bu Arapçada böyledir.
Türkçede ise iki sessizden oluşur. Türkçede kökler eklenir, Arapçada kökler eklenmez, biçim değiştirir.
Üç harf bir araya gelerek görünen varlığa ad olur. Mesela, “ŞMS” Güneş’in, “QMR” Ay’ın, “ERW(D)” yerin, “RE’S” başın adıdır. 28 harf vardır.28*28*28 = 21 952 adet kök yapılabilir. Şunlardan kökler oluşmaz.
Kur’an’da ise bunların içinden 2000’den azı geçmektedir. Yani kapasitenin onda biri yer almaktadır.
Türkçede iki sessizli olan kökler Arapçada üç sessizlidir. Köklerin bir kısmında hiçbir manâ yakınlığı yoktur. Bazı kökler arasında ise manâ yakınlığı da vardır. Fatiha Sûresi’nde geçen kökleri ele alalım:
eLXaMDu LilLAHı RabBı eL GALaMIyNa elRaXMAvNı elRaXIyMı
MAvLıKı YaVMı elDIyNı EıyYAKa NaGBuDu Va EıyYAKa NaSTaGIyNu
ıHDıNAv elÖıRAO elMuSTaQIyMı ÖıRAvO elLaÜIyNa EaNGaMTa GaLaYHıM
ĞaYRı elMaĞWUvBı GaLaYHım Va LAv elWAlLIyNa
eLXaMDu elRaXMAvNı eL GALaMIyNa elMuSTaQIyMı
elDIyNı elÖıRAOa elWAlLIyNa elMaĞWUvBı
RabBı MAvLıKı NaGBuDu NaSTaGIyNu
YaVMı ĞaYRı EıHDıNAv EnGamTa
ElLAHı elRaXMAvNı GaLaY HıM
elLaÜIyNa ÜıRAvO GaLaY HıM
Lı LAv EıyYA Ka
Va Va EıyYA Ka
Yukarıdaki kelimeler şimdi üç harfli olanlardan farklı söylenmektedir. Ama hepsinin kökü vardır.
Şimdi onları yazacağım. Düşmüş olanları küçük harf olacaktır.
XMD RXM GLM STQM
DIN ÖRO WLL ĞWB
RBBı MLK GBD GVN
YVM ĞYR HDy NGM
elLAHı RXM GLY HMn
ÜVy ÜRO GLY HMn
byL Lvh EıYY Kvn
hVn hVn EYY Kvn
Varsayım: Arapçadaki bütün kelimeler üç harfli köklerden oluşmuştur. İlk olarak bunlar görünen varlıklara isim olmuştur. Allah Hz. Adem’e göstererek onları öğretmiştir. Sonra bunlardan hazf edilerek, birleştirilerek, değiştirilerek, tekrarlanarak yeni kelimeler oluşturulmuştur. İnsan mantığı bunu zamanla yapmıştır.
İki isim yan yana söylenerek cümle yapılmıştır. (Toprak Taş = Toprak taş oldu.)
İsimler sıfat olarak kullanılmıştır. (Gök elma = Yeşil elma)
Sıfatlardan mastar yapılmıştır. (Yaş = Yaşamak)
Önce isim sonra fiil geleceğe, önce fiil sonra isim maziye delâlet etmiştir.
(Ben gelmek = Geleceğim) (Gelmek ben = Geldim)
Bazı kelimeler cümle içinde bağlaç olmuşlardır. (Ahmet Hasan birlikte geldi = Ahmet Hasan ile geldi)
Bazı bağlaçlar kelimenin içine girerek zaid harf olmuşlardır. (Gel dur ol = Geldi) (Gel dur sen = Geldin)
Dil bir taraftan insan beyninin çalışma tarzını gösterir, diğer taraftan insanlığın tarihini yapısında taşır. Geçmişi bilebilmeniz için dili bilmeniz gerekir. Geleceği düşünebilmeniz için de dili bilmeniz gerekir. Dilde evrim olmazsa hayatta evrim olmaz. Kur’an insanlar arasında ve tüm geçmiş ve gelecek arasında ortak anlaşma dilini bize öğretir. Kur’an’ın dilini öğrenmek demek insanlığın geçmiş ve geleceğini öğrenmek demektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 212. SEMİNER Matematik 3 İstanbul, 07 Haziran 2003
TERS İŞLEM
“Sayma”yı yığın halinde olan bir çokluğu belli bir sayıya göre paketlemek şeklinde tanımladık. İkili ve onlu paketleme en çok kullanılanıdır. Başka türlü paketleme de yapılabilir.
“Toplama” ayrı ayrı paketlenmiş olanları birleştirip tek paket hâline getirmedir. İki sayıyı bir sayı yapmak demektir.
“Çarpma” birbirine eşit çok paketi bir paket hâline getirmektir. Çarpma eşit sayıları toplama demektir.
“Üs alma”yı paketleme ile izah etmek zordur. Ama çarpanları eşit olanı çarpmak demektir.
Sayma üzerine oturan dört işlem burada duruyor. Şimdi “ters sayma”yı ele alalım.
“Ters sayma” eksiklikleri paketleme demektir. Bir salonda pek çok sandalye olsun. Dolu ve boş sandalyeler var. Eğer oturanlar az ise oturanları sayarsınız ve şu kadar kişi vardır dersiniz. Ama oturanlar çoksa bu sefer de boş sandalyeleri sayarsınız ve bu kadar boş sandalye var dersiniz. “Kaç yolcu var?” ile “Kaç boş var?” sorusu duruma göre sorulur. Bunlardan biri “ileri sayma” ise diğeri “geri sayma”dır. Boşlarla doluların toplamı bütünü gösterir ve bu daima sabittir. Eğer bir yerde boş sandalye kadar da ayakta duran varsa, boş yer yoktur denir. Buna “sıfır” diyoruz.
Sayıları şöyle sınıflarız. Eksi sayılar, 0 sayısı, artı sayılar.
Alacak artı ise borç eksidir. Sıcaklık artı ise soğukluk eksidir. İleri gitmek artı ise geri gitmek eksidir. Sağa gitmek artı ise sola gitmek eksidir.
Çıkarma: Bir paketi bölüp iki paket hâline getirmektir. Tek olarak sayılmış bir çokluğu ayrı iki çokluk olarak ayırmaktır. Mesela, 316 paketli kalem var. Müşteri 224 istiyor. Önce 6’dan 4 ayırırsın. 2 tane onluk gerekiyor. Ama sende 1 tane onluk var. Elinde bir yüzlük var. Birini bozarsın onbir onluğun olur. İkisini ayırırsın, elinde 9 onluk kalır. Elinde iki yüzlük kalmıştı. Gönderirsin. Sende de 92 yani dokuz onluk, iki birlik kalır. İşte “çıkarma” budur.
Büyük sayıdan küçük sayıyı çıkaramazsınız. Mesela, elinizde 224 kalem olsaydı, karşı taraf da 316’lık para göndermiş olsaydı 316’yı dolduramazdınız. Ama 224 gönderir, 92 de eksiktir, sonra göndereceğim derdiniz. Böylece küçük sayıdan büyük sayı çıkarılır, ama fark eksi olur.
Bölme: Bir sayıyı birbirine eşit sayılara ayırmaktır. Mesela, 30 sayısını 5 tane 6 sayı yaparsınız. Çarpmanın tersidir. Burada da küçük sayıyı büyük sayıya bölemezsiniz. Bunun için şöyle yaparsınız. Önce bütün taneleri parçalarsınız ve sayılarını çoğaltırsınız. Sonra da o parçaları istediğiniz kimselere bölüştürürsünüz. Bir elmayı beş kişiye bölemem. Ama önce bir elmayı beş parça yapar, sonra her parçayı kişilere dağıtırım. Böylece küçük sayı da büyük sayıya bölünmüş olur. Büyük sayıda da benzer durum vardır. Mesela, 28’i beşe bölemem, ama önce 25’i beşe bölerim, sonra kalan 3’ü beşer parçaya ayırırım, 15 parça eder. Her birine üçer parça düşer. O halde bölmeleri yapabilmem için kesir sayıları icat etmem gerekir.
Elmayı bölebilirisiniz ama pişmiş yumurtayı bölemezsiniz. İnsanı bölemezsiniz.
Demek ki matematikte yapılan işlemlerin hepsini hayatta gerçekleştiremezsiniz. Ama zihninizde gerçekleştirebilirsiniz. Böylece yaptığınız hesaplar sizin işinize yarar. Bir mağazada bulunan malları beş kişiye bölemezsiniz ama mallara birer fiyat koyarsınız, değerleri ile çarpar toplarsınız, sonra kişilere düşen pay lira olarak belli olur. Sonra da o malları o değerleri ile bölüştürürsünüz. Böylece olmayan işler matematik sayesinde pratikte gerçekleşir.
Son işlem olarak bir sayıyı seçtiğimiz bir tabana göre üssü bulmak. Yahut seçtiğimiz üsse göre tabanı bulmak. Mesela, 64 sayısının 8 tabanına göre üssünü bulmak demek 8*8*8=64’tür. O halde üssü üçtür. Yahut 64 sayının sekiz 4 üssüne göre tabanını bulmak demektir. Demek ki; “64’ün 3’e göre tabanı 8’dir.” “64’ün 8’e göre üssü 3’tür.” deriz.
Kesir sayılardan yararlanmak suretiyle bütün artı sayıların tabanı veya üssü bulunabilir.
“(-1) 2 üsse göre tabanı nedir?” dersem; bir sayı bulmam gerekir. Bunun için yeni sayıya ihtiyacım var. Ona da “bâtınî sayı” diyoruz; “sanal sayı” diyorlar.
Böylece birimler üç çift olmuştur: Artı eksi, tam kesir, gerçek sanal yahut zâhir bâtın.
Demek ki sayılarımız üç boyutludur. Gelecek derste bu “sanal sayı”yı anlatacağız.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 212. SEMİNER Yorum 42 İstanbul, 07 Haziran 2003
III. BİN YIL UYGARLIĞI
Kuzeyde Sümerler avcılık ve çobanlığı geçerek “orman tarımı” tekniğine ulaşmışlardı. Güneyde toplayıcılıktan “küçük su tarımı”na geçmişlerdi. Sümerler Mezopotamya’yı işgal ettiler. Avcılıktan gelen klan yönetimi sayesinde “büyük su tarımı”na geçtiler. Verim yüzlerce defa arttı. Halk buralara göç etmeye başladı. Kentleşmeye geçildi. Ne var ki, bu düzenin sorunları çözülemedi. Allah sorunları çözmesi için Hz. Nuh’u gönderdi. Nuh Tufanı oldu. İnsanlar “hukuk düzeni”ne geçtiler. Hükümdarlar ferman çıkardı, halk da o fermana göre hareket etmeye başladı. Sümer kent devletleri ortaya çıktı. Refah yüzeyi yükseldi. Bu esnada bunlardan etkilenen Mısırlılar da site devletleri yerine “merkezi devlet”i kurdular ve sosyalizm ile refaha erdiler. Bu sefer ellerine fazla para geçti. Yeni teknoloji ortaya çıktı. Eski Mezopotamya’nın ilkel hukuku yeterli olmadı. Aradan bin sene kadar geçmişti. Mısır en yüksek seviyede iken Mezopotamya gerilemişti.
Allah M.Ö. 2000’li yıllarda İbrahim Peygamberi ortaya çıkardı. Lut Peygamber ile birlikte Mezopotamya’da yeni düzen getirdiler. Bu düzen “kanun düzeni” idi. Kanun düzeni ile ferman düzeni arasındaki fark; ferman düzeninde hükümdar kendi koyduğu kanunları değiştiriyordu, ölünce de fermanların hükmü kalmıyordu. Oysa kanun düzeninde hükümdar gerekirse kanunları değiştirebiliyor ama hükümdarın ölümüyle kanunlar sona ermiyor, devam ediyordu. Böylece büyük devletler oluştu.
Bu yeni hukuk düzeni yine Mısır’ı etkilemişti. Hazreti Yusuf bunu öğretmiş ve Mısır bu sayede güçlü devlet olmuştu. Böylece yönetim imparatorluğa dönüştü. Sonunda başka ülkelerden alınan ganimetlerle geçinilmeye başlandı. Bu da ayrı refah getirdi ve bu refah sayesinde uygarlık ileri adımlar attı.
Ne var ki, yeni teknoloji ile oluşan ileri hayata Hazreti İbrahim’in öğretileri yetmedi. Mısır çökmeye başladı. Babilliler zaten yenik duruma düşmüşlerdi. Bu sefer Allah Musa Peygamberi göndererek “şeriat düzeni” oluşturuldu. Şeriat düzeninde artık yöneticiler kanun yapmıyor, Allah öğretiyor veya meclisler oluşturuyordu. Bu düzen ekonomik refahı getirdi. Filistin’de İbrani devletini kurdular. Deniz taşımacılığı başladı. Bu arada Yunanlılar da yeni düzene geçtiler. Yunan demokrasisi ortaya çıktı. Bu köle yönetimi idi. Ama köleler çalışıyor, zenginlerin ise bol bol vakitleri oluyordu. Bunlar felsefe yaptılar. İleri hayat doğdu. Tevrat’ın öğretileri yetmez oldu. Çünkü Roma’da büyük imparatorluk kurulmuştu.
Allah Milatta Hazreti İsa’yı gönderdi. Hazreti İsa lâik yönetimi öğretti. Böylece yeryüzünde din ile devlet kurumları ayrıldı. Bu sayede papalık düzeni geldi. Bu sefer Roma ikiye ayrıldı. Batıda dine bağlı devlet; Bizans’ta ise devlete bağlı din ortaya çıktı. Bu düzende Avrupa’da ve Asya’da büyük imparatorluklar dönemi ile refah geldi. Yeni teknoloji sayesinde kara ve deniz yolları ile tek pazar oluştu. İpek yollarlı kuruldu. Artık insanlar Hazreti İsa’nın lâiklik öğretisi ile sorunları çözemediler. Büyük devletler arası savaş ve halkı ezen bir yönetim şekli ortaya çıktı. Yunan demokrasisi askıya alındı.
Allah Mekke’deki Son Peygamber Hazreti Muhammed’e “Kur’an”ı gönderdi. Bu kitap insanlara “içtihat sistemi”ni öğretti. İçtihadın dayandığı dört kural vardı. 1. Kendi kuralını kendin koy ama uy; 2. Sözleşmeyi istediğin gibi yap ama ona uy; 3. Kendi başkanını kendin seç ama sonra ona itaat et; 4. Hakemini kendin seç ama hakem kararlarına itirazsız uy. Bu sistem adil güçlü imparatorlukları ortaya çıkardı. Bu sayede sermaye birikimi oldu. Önce Müslümanlar ileri uygarlık kurdular. Avrupalılar Müslümanlardan öğrendikleri sayesinde Amerika’yı keşfettiler ve yeni ekonomi düzeni kurdular. Bu düzen kapitalizm düzeni idi Bu sayede sermaye terakümü oldu, büyük sanayi doğdu. Yeni keşifler ve icatlar oldu. İnsanlar bugünkü duruma geldiler.
Ne var ki, 5000 senelik “tarım ekonomisi”ne dayanan “hukuk” artık insanların günlük ihtiyacını çözemez oldu. İşte bugünkü durum budur. Bugün insanlık yeni bir hukuk düzenini beklemektedir. Tarihin gelişi ve yaşadığımız dünya bunu zorunlu kılar.
Şimdi bu açıklamamızdan sonra hemen şu soru ortaya çıkar.
Soru:
-Yeni kitap gelmeyecektir, yeni peygamber gelmeyecektir. Öyleyse “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kim kuracaktır?
Cevap: -Kur’an bunu bize çok açık bir şekilde bildirmiştir. Hazreti Muhammed son peygamber ve Kur’an tek ilâhi kitaptır. Kur’an her bin yılın sorunlarını çözecek hükümleri içermektedir. Peygamberin yerini de ilim alacaktır. Dolayısıyla üçüncü bin yılın yeni hukukunu Kur’an ve müsbet ilim çözecektir.
Soru: -Uygarlıkların doğum zamanı gelmeden birkaç asır önce peygamberler gelmiş ve hazırlık yapmışlardır. “III. Bin Yıl Uygarlığı” 2000 tarihlerinde başlayacağına göre hazırlık yapan ilim adamlarının gelmiş olması gerekir. Bunlar kimlerdir?
Cevap: -Avrupa’da büyük sanayi gelişince İslâm âlemi geri kaldı. Savaşlarda teslim olmaya başladılar. Bunun üzerine ilim adamları çıktı ve Müslümanları uyardılar. İkbal, Mehmet Akif, Hüseyni Cersî, Mevdudi, Seyyid Kutup, Bediuzzaman, Muhammet Yazır gibi alimler gelip Kur’an’ın asrın idrakine söyletilmesi gerektiğini bildirdiler.
Soru: -Bu hukuk düzeni ortaya kondu mu?
Cevap: -Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezinden doğar. Allah iki uygarlığı öğrenme görevini Türklere verdi. Türkler bu uygarlığı tarihî zorunluluklar içinde öğrendiler.
Tanzimat’la Avrupa müesseseleri Türkiye’ye gelmeye başladı.
Islahat fermanları ile ordu Avrupalılaştırıldı.
I. Meşrutiyet ile Batı üniversiteleri geldi.
II. Meşrutiyet ile içtihat kapısı açıldı.
Sevr Kuvva-yı Milliyeyi kurdurdu.
Cumhuriyet Türkiye halkını Müslüman olarak saflaştırdı.
1930’larda inkılâplar tamamlandı, müsbet ilim yoluyla muasır medeniyetin fevkine çıkma hedeflendi.
1940’larda II. Cihan Savaşı sonunda Türkiye demokrasiye geçti.
1950’lerde Türkiye İslâmiyet’i seçti.
1960’larda çoklu sisteme geçildi.
1970’lerde Müslümanlar örgütlendi.
1980’lerde Kenan Evren devleti İslâm devleti olarak tanımladı.
1990’larda Müslümanlar birinci parti oldular.
2000’lerde anayasa ekseriyetini aldılar.
Bu gelişmeler sayesinde Türkler hem İslâmiyet’i hem Batı’yı öğrendi. Türkler artık yeryüzüne yeni hukuk düzeni getirecek duruma geldiler.
Soru: -Yeni hukuk düzenini ortaya koyabildiler mi?
Cevap: -1970’lerde Türkiye’de bu anlayışı benimseyen kişiler vardı. İzmir’de Remzi Güres böyle bir çalışmayı başlatmıştı. Nur talebeleri zaten hu yolda idiler. Necmettin Erbakan Gümüş Motor teşebbüsü ile bu işe koyulmuştu. Biz “Akevler”i kurduk. Bunların her biri kendi çapında çok başarılı oldu. Bunlar başarıyı mevcut düzende elde ettiler. Böylece Batı’yı Batı’dan daha iyi bildiklerini gösterdiler.
Biz de “Akevler”de bunun ilmî çalışmasına başladık. Bir kooperatif kurduk. Kooperatif bize hem maddî imkânlar sağlıyordu, hem de bir deneme yeri olmuştu. Hiçbir yerden bir kuruş kredi almadık. Hiçbir büyük sermayeden destek görmedik. Devlet üzerimize çullandı ve hep bizi soydu.
Böyle olmasına rağmen “Adil Düzen”i ortaya koyduk. Şimdi elimizde;
e) 20 000 sahifeye yaklaşan “Adil Düzen Çalışmaları” vardır. Bunların çok azı basılmıştır. Bilgisayarlarda mevcuttur.
f) Bu konuda 20’den fazla profesör seviyesinde ilim adamı yetişti. Gençler hâlâ yetişmektedir.
g) “Adil Düzen”i benimseyen Erbakan sayesinde İslâm düzeni bütün dünyaya duyuruldu. Herkes şimdi onunla ilgilenme ihtiyacını duyuyor. Mekke müşrikleri gibi sömürü sermayesi baskı altına alarak “Adil Düzen”i söyletmiyor. Bu durum “Adil Düzen”in kendisini tamamlaması için Allah’ın bir lütfüdür.
h) Son olarak 100 sahifelik “İnsanlık Anayasası” hazırlanmıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın hukuk iskeleti ortaya çıkmıştır. Şimdi sadece ilim adamlarının organize edilerek bu taslağın olgunlaştırılması gerekmektedir.
İşte sizden beklediğimiz ve istediğimiz şey; bu çalışmamıza katkıda bulunacaksınız.
Bugünkü iktidarların tutumu sebebiyle bunlar çok yakında helâk olacaklardır. Bu devlet maalesef yıkılacaktır. Maalesef bu gidişle biz de bunları kurtaramayacağız. “İkinci Sevr” ile karşı karşıya kalacağız. Yukarıda izah ettiğimiz sebepten dolayı “II. İstiklâl Savaşı”nı yapmak zorunda kalacağız. Ama başaracağız.
O günlere hazırlıklı girelim. Dağıtılmış ordularımızın generalleri yine bizimle beraber olacaklardır. Bizim hazırlanmamız gerekmektedir.
ABD Irak’tan sonra İran’a ve Suriye’ye saldıracaktır. Bu aklıyla giden Türkiye de ABD ile beraber olmak zorunda kalacaktır. İran’ı ve Suriye’yi yıktıktan sonra Türkiye’yi parçalayacaktır. Kuzey Anadolu’yu Ermeni ve Gürcülere bırakarak Pontus imparatorluğunu kuracaktır. Rusya bundan dolayı seyirci kalacaktır. Batı Anadolu’yu Bulgar ve Yunanlılara bırakarak Bizans imparatorluğunu kuracaktır. Batıyı böylece susturacaktır. Avrupa Birliği bunu onaylayacaktır.
Ancak Allah o zaman beklenmedik bir şey yapacaktır. ABD’de seçimleri Hıristiyanlar kazanacak ve Yahudi sultasına son vereceklerdir. Böylece ABD Ortadoğu’dan çekilmiş olacaktır. Bu sefer Rusya ve Avrupa anlaşamadıkları için ve Hıristiyanların nüfusu yeterli olmadığı için Türkiye boş kalacaktır. İşte o zaman Adil Düzencilerle paşalar el ele verecek, esnaf ile tüccar bizi destekleyecek, hep birlikte millî orduyu toparlayacağız ve Adil Düzen içinde II. Cumhuriyetimizi kuracağız. Bunun hazırlığını yapmak gerekiyor.
Sizden bunun için yardım istiyoruz. Biz belki o zaman olmayız. Ama siz bunları yapacaksınız.
Soru: -Bu cumhuriyeti yıkılmaktan kurtaramaz mıyız?
Cevap: -Bu cumhuriyeti kimler kurtarabilir?
e) Ak Parti kurtarabilir.
f) CHP kurtarabilir.
g) Saadet Partisi kurtarabilir.
h) Türk Ordusu Kurtarabilir.
Ancak bunlardan birinin “Adil Düzen”i kabul edip bizimle irtibata geçmeleri ve birlikte çalışmamız gerekiyor. Bütün uğraşmalarımıza rağmen -Saadet Partisi dahil- hiçbiri bize kulak vermiyorlar. Onun için bizim ümidimiz sona ermiş gibidir. Artık bunlarla ilgilenmekten ve uğraşmaktan vazgeçmek üzereyim.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
PEYGAMBERLER FİLOZOFLAR
UYGARLIKLARI UYGARLIKLARI
MS 2000 | ADİL DÜZEN | | KAPİTALİZM |
İSLÂMİYET | | AVRUPA UYGARLIĞI | MS 1500 |
MS 1000 | İÇTİHAT HUKUKU | | SOSYALİZM |
MİLAT0 | LÂİK DÜZEN | KÖLE EKONOMİSİ |
İBRANİLER | | YUNANLILAR | MÖ 500 |
MÖ 1000 | ŞERİAT DÜZENİ | | SOSYALİZM |
BABİLLİLER | | ESKİ MISIR | MÖ 1500 |
MÖ 2000 | KANUN DÜZENİ | | DEVLET TARIMI |
SUMER LER | | ESKİ MISIR | MÖ3500 |