KUR’AN İŞLETMELERİ (8); 149. SEMİNER Üsküdar/ İstanbul, 1 MART 2002 Cuma
Akevler İstanbul Kooperatifleri, Saat: 19.30
A’RÂF SÛRESİ – MUKAYESELİ TEFSİR ÇALIŞMASI
172- Rabb’in Adem’in ibnlerinden, zahırlarından zürriyetlerini ahzetti. Ve kıyamet yevminde, “Biz bundan gâfil idik” diye kavletmeyeseniz diye onları nefisleri aleyhine, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye işhad etti. “Belâ, şahid olduk” diye kavlettiler.
172- Yetiştiricin Adem’in çocuklarından, sırtlarından töremesini aldı da ve kalkış gününde, “Biz bunları bilmiyorduk” demeyesiniz diye, “Ben sizin yetiştiriciniz değil miyim?” diye tanıklık yaptırdı. “Evet, tanıklık ediyoruz” dediler.
Bu sûre insana önce; içtihat yapın, icma yapın, öyle hareket edin emri ile başlamıştı. İçtihat edip evrim kanunlarına uymayan halkların helâk olacağını bildirmişti. Çünkü içtihatsız evrim olmaz. Sonra da içtihadın yapısını anlatmak için Hz. Adem ile şeytanın kıssasını anlatmıştı. Çünkü içtihat demek, iyi ve kötü seçenekler arasından iyisini ayırmak demektir. Şeytanın ve peygamberlerin sunduğu seçeneklerden iyisini seçip almak içtihattır. Yani, içtihat, kötüleri atmak, iyileri almaktır. Böyle yapmayan insan nasıl yaşayacaktır? Adem Peygamber zamanında yönetim kişi yönetimi idi.
Sonra Nuh Peygamber ve onun arkasından Mezopotamya’da gelen Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberleri anlatmıştı. Onların nasıl evrime uymadıkları için helâk olduklarını bildirmişti. Onların yönetimi kişinin kurallar ile yönetmesi idi, kuralları yöneticiler koyardı. Sonra Musa Peygamberi anlatmıştır. Onun ve ondan sonra gelen peygamberlerin insanlığı içtihada nasıl hazırladığı bildirilmektedir. Bunlarda peygamberlerden önce kitaplar gelmektedir. Şeriat gelmektedir. Peygamberler de şeriata tâbi olmaktadır. Kur’an’da da peygamberlerden önce kitaplara îman edilmesi emredilmektedir. Bu sebepledir ki Hz. Musa’nın dışındaki peygamberlerden değil de, Tevrat ve İncil’den bahsetmektedir. İsa Peygamberden bile söz etmemektedir. Böylece şeriat dönemi yani hükümdarların da tâbi olduğu bir düzeni öğretmektedir. Burada esas olan insanların yazılı metinlere uymalarıdır. Allah’tan gönderilen veya meclislerin akdettiği mevzuata uymaktır.
Buraya kadar bunları anlattı. Musa Aleyhisselam kıssasını da bitirdi. Tekrar başa, insana döndü. İnsana verilen akıla ve onun beynine yerleştirdiği esaslara döndü. Yani, insan beyni yenilikleri alabilecek durumdadır. Eğitimle birtakım şeyler öğrenmektedir. Ama birtakım şeyler de beyninde yazılmıştır. Nasıl biz bilgisayarımızı aldığımızda birtakım bilgiler bilgisayara yüklüdür, birtakım bilgileri de biz klavye ile ekleriz. İnsan beyni de böyledir, doğuştan birtakım bilgilere sahiptir. Sonra birtakım bilgiler eklenmektedir. Hayvanlarda ise program ekleme yoktur. Onlardaki klavye sadece programları çalıştırmak içindir.
Burada “Benî Âdem’den” deniyor. Yani, her insandan çocuk oluşmaya başladığı andan itibaren onlardan ayrılır. Anne karnında yarı varlık olur. İşte ondan sonra onun beni genetiğine göre oluşur ve o genetikte yazılı ana program vardır. Burada “sırtlarından” diyerek, hem annenin hem de babanın sırtından yahut belinden demektedir. Erkek ve dişi hücreler orada oluşur. Sonra oradan hareket ederek döl yatağında birleşirler. Hücreler orada birleşir ve yeni insan başlar. Artık insanın beyni bilkuvve oluşmuştur. İki çeşit oluş vardır. Bir taş parçasını alsanız, bu hiçbir zaman kuş olmaz, ama bir kuş yumurtasını alırsanız bu kuş değildir ama kuş olabilir. İşte böyle, şimdi olmadığı halde, ileride olabilen kabiliyete “bilkuvve” denir. Olmuş olana da “bilfiil” denir. Olan, olabilen. Kuş olan varlık, kuş olabilen varlık. Döllenmiş yumurtada da henüz olan beyin yoktur ama olabilen beyin vardır.
Zahr, sırt demek olduğu gibi, aynı zamanda görünür demektir. Görünür insan böylece ortaya çıkar, görünmeyen rûh ise daha önce vardır.
“Zürriyetlerini” diyerek tozlarını, töremelerini ifade etmektedir. Zerre, toz demektir, atom demektir. İki insanın birer hücresinden insan oluşmaktadır. Zâriyat’taki zerre ile buradaki zerreleri karşılaştırdığımızda bunlar cansızların atomudur, hücreler de canlıların atomudur.
“Onları işhad ettim.” diyor. Şahid olmak, görmek demektir. İşhad ise göstermektir. “Onlara gösterdim ve bakın görün bakalım ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye sordu. Onlar da, “Evet, gördük” dediler. Yani, insan beyni eğitilmese de Rabb’ini bilir. İlmî deneme yapabiliriz. Mesela, yeni doğan bebekleri insansız bir odaya koyabiliriz. Onlara robotlarla süt verebiliriz. Temizliklerini robotlarla yapabiliriz. Böylece on bebeği hiç başka insanı görmeden büyütelim, bunlar erkek ve kız olsun. On erkek ve on kız olsun. Bunlar erginlik çağına geldiklerinde acaba ne ile karşılaşırız? Bunlarda şunlara dikkat ederiz.
1. Konuşacaklar mı, yoksa sadece işaretleşecekler mi? Konuşacaklarsa, nasıl konuşacaklar?
2. Bunlar eşleşecekler mi, yoksa gelişigüzel cinsel ilişkilerde mi bulunacaklar?
3. Eşyaları nasıl kullanmaya başlayacaklar, herkesin kendi malı olacak mı?
4. Bunlar sebep-sonuç ilişkilerini nasıl bilecekler, hayatlarını sürdürebilecekler mi? Olaylar onlara hayatlarını öğretecek mi? Yani, zorlaştırdığımız şartlar içinde neler yapabilecekler? Süt yemekten meyve yemeye geçecekler mi?
5. Hayvanların öldüklerini görünce kendilerinin de öleceklerine hükmedecekler mi? Aralarından biri ölürse ne yaparlar*
6. Bunlarda tanrı fikri olacak mı? Kendilerinin dışında bir failin olduğuna hükmedecekler mi?
7. Öldükten sonra varolma hakkındaki görüşleri ne olacak?
İşte böyle bir deney eğitimsiz insanların nelere sahip olduğunu bize göstermektedir.
Bu âyet bize diyor ki; böyle bir deney size onların Rabb’larını kendiliklerinden bileceklerini tesbit edecektir. Böyle bir deney yapmak şer’an câiz midir? denebilir. Sonradan dışarı alıp Kur’an’ı tebliğ etmek şartı ile böyle bir denemeye izin verilebilir. Bunu Âhirette “Biz gâfiliz” diyemeyesiniz diye yaptık, diyor. Bu âyet bize peygambersiz ve kitapsız da îmanın olabileceğini bildirir. Dört çeşit mü’min vardır.
1. Ehl-i Hak. Bunlar akıl yoluyla, ilim yoluyla îman etmişlerdir. Bunları Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinde “gayba îman ederler” âyeti ile tarif etmekteydi
2. Ehl-i Kitap. Bunlar peygamberlerden herhangi birine, onlara gelen kitaplardan birine îman etmekle hak yolunu bulmuşlardır. Kur’an daha önce “indirilenlere inanırlar” diyerek böyle mü’minleri de tasvir etmektedir. Bunun için “ellezîne”yi tekrar etmiştir.
3. Son kitap Kur’an’a îman ederler. Kur’an’a îman ile eski kitaplara îmandaki fark şudur. Eski kitaplarda peygamberin mucizesine bakarak kitabın Allah’ın sözü olduğuna inanılırdı. Mü’minler ise Kur’an’ın mucizesine bakarak peygamberlerin peygamberliğine inanır. Mü’minlerin inanışı böyle bir inanıştır.
4. En gelişmiş îman ise icmanın îmanıdır, ilmin îmanıdır. Bu da içtihatlarla ortaya çıkar. Yani, insan aklının vahiyle birlikte olsa da, aklıyla teyit edilmiş vahiy yoluyla îman etmek ve amel etmek gerekir.
Hüküm=Akıl*Nakil’dir. Yani, tek başına ne ilim aklın, ne de akıl ilmin sebebi değildir. Oysa, diğer dinlerde kiminde aklî deliller yeterlidir, kiminde ise naklî deliller yeterlidir. İslâmiyet buna cevaz vermekte ise de, ehl-i sünnet mü’mini Kur’an ile müsbet ilmi beraber almakta, içtihat ve icmaı esas almaktadır Bu âyetin bu sûrede geçmesi Kur’an’ın belagatının en büyük delilidir. İçtihat, insandaki fıtrî bir melekenin, aklın çalıştırılmasıdır.
Burada öğrendiğimiz bir şey vardır. İnsan rûhu ile melek arasında rûh bakımından fark yoktur. Onlar içtihat yapamıyorsa rûhlarının dun olmasından değil, her şeyin en mükemmelini bildikleri için, içtihada gerek kalmadığı için, onlarda içtihat yoktur. Onları kötülüğe sürükleyen şeytan da olmadığı için üstündürler. Ne var ki, onlar savaşsız muzafferdirler, biz ise savaşarak zafer kazanacağız. Onların kahraman olma şansı yoktur, bizim vardır.
173- Yahut min kabl âbâımız işrak etti, biz de onların ba’dlerinde zürriyetinden idik. İptal edenlerden fiillerinden dolayı biz mi helâk edeceksiniz, demeyesiniz diye.
173- Ya da bizden önce atalarımız ortak yaptılar, biz onların arkadan gelen töremesi idik. Çürütenlerin yaptıklarından bizi mi yok edeceksin, demeyesiniz diye.
İnsanı diğer canlılardan ayıran tek fark insanın evrimleşmesidir. Yani, diğer hayvanlar kendilerine ne öğretilmişse onu yaparlar. İnsanlar ise düşünerek, yani içtihat yaparak daha iyi şeyler bulur. Bu da insana verilen bir özelliktir. Yani, bilgisayarın disketinde değişiklik yapar, eski programları siler, yeni programlar koyabilir. Böylece daha ileri gitme imkanını bulur.
Bu âyetin bu sırada gelmesi de önemlidir. Musa Peygamberin hikâyesinden sonra tekrar geri dönüp bu âyeti zikretmesinin sebebi nedir? İlk bakışta kolay anlaşılmaz. Ama geçekte çok önemi vardır. Çünkü içtihat bu ümmete farz kılınmıştır. İcma bu ümmet için vardır. Yani, Kur’an ümmeti için vardır. Hazreti Adem, Nuh, Musa’dan sora sıra Kur’an düzenini anlatmaya gelmiştir. Bu sebeple insanın yaratılışına dönülmüştür. Nasıl ergin insan içtihat yapabilirse, ergin topluluk da icma yapar. Kur’an’ın diğer âyetleri arasında böyle ilk bakışta görünmeyen bağlar vardır.
174- Rücu ederler diye biz âyetlerimizi böylece tafsil ediyoruz.
174- Dönerler diye böylece açıklamalar yapıyoruz.
Burada rücu edecek kimlerdir? İnsanlardır, zürriyettir. Her topluluktur, karndır, yani nesildir. Sûrenin başında karyelerden yani coğrafi bölünmeden oluşan topluluklardan bahsetti. Burada da soydan oluşan topluluklara işaret etmektedir.
Tevrat, Zebur ve İncil içinde açıklanmış âyetler bulunmaktadır. Kur’an ise mücmeldir, Kur’an’ın açıklanmasını içtihat ve icmalara bırakmıştır. İçtihat ve icma yaparken Allah insana ilhamlarda bulunmaktadır. Dolayısıyla içtihat ve icmalar da O’nun açıklamalarıdır. Nitekim, başka âyette, “Ve aleynâ beyâneh” yani, müçtehitlerin icmalarını da kendisinin yaptığını beyan etmektedir. Tevrat’ı açıklamak için kendisinden sonra peygamberler gelmiştir. Hâlâ İncil’i açıklama yetkisi Papadadır. Alimlerin açıklama yetkileri yoktur. Onun için onlarda tefsir ilmi de gelişmemiştir. Yani, o zaman Allah sadece peygamberlere vahyediyordu. Peygamberler hata yapmazlardı. Şimdi ise artık alimlere vahyediyor ve onlar içtihat ediyor. Ne var ki, alimler hata edebilirler.
Demek vahiy kesilmemiştir. Kesin vahiy kesilmiştir. O da ilhamdır. Allah fücuru da, takvayı da ilham etmektedir. İnsanın aklına durup dururken birçok fikirler gelmektedir. Bilgisayarın kendi kendine bir program aklına gelmekte midir? O halde bizim aklımıza gelen Allah’ın ilhamlarıdır. Eğer icma olursa kesinleşir. O halde kişisel vahiy yerine cemaat vahyi sözkonusudur.
Kararlar da öyle olacaktır. Ekseriyet sistemi bunun içim geçerli değildir. Burada rücudan bahsetmektedir. Neden rücu edeceklerdir? Atalarının yolundan rücu edeceklerdir. Mustafa Kemal milliyetçilik ve inkılâpçılığı koymuştur. Milliyetçilik, halkın atalarından aldığı iyi mirası devam ettirmektir. Bu Fatiha Sûresinde, “Bize in’am ettiğin kimselerin müstakîm sırâtına koy.” duasıyla belirtilmiştir. Sonra inkılâpçılığı koymuştur. O da kötü alışkanlıklarını atmakla olur ki, “Onu magdûb olanların, dâllîn olanlarınkine koyma.” anlamındadır. Bize hidâyet ile de içtihat ve icmalarımızda bize ilham et, takvayı bildir, anlamındadır. Bu içtihadı da ne ile yapacağız? Aklımızla yapacağız, ilmimizle yapacağız.
175- Onlara âyetlerini kendisine ita ettiğimiz kimsenin nebeini tilâvet et. O onlardan insilah etmişti. Şeytan onu itba ettirip gâvilerden olmuştu.
175- Onlara kendisine kanıtlarını vermiş olduğumuz kimsenin öyküsünü aktar. O onlardan soyulmuştu da şeytan onu kendisine uydurup kaymıştı.
İçtihat edip amel eden kimselerle, kendisine gelen kanıtları değerlendirmeyen, onları bir kenara atarak yine kendi bildiklerini yapan kimselerden bahsetmektedir. Böyle kimseleri şeytanın kendisine uyduracağını, gâvi olacağını söylüyor. Gâvi demek, uçuruma yuvarlanmak demektir. Gayya kuyusu, dibi görünmeyen kuyu demektir. Derin ve dik uçurum demektir. Demek ki, Allah insanlara akıl verdi, onu kullansınlar diye. Göz verdi, görsünler diye. Kulak verdi, işitsinler diye. Diş verdi, çiğnesinler diye. Lokmaları çiğnemeden yutmaya çalışan boğulur, gözleri kapalı yürüyen yuvarlanır, kulak vermeyen insan sapar. Aklını kullanmayan kimse de böyledir. Aklını kullanmayan demek, içtihat yapmayan kimse demektir.
Burada “kanıtlardan soyundu” demek, kendisi kanıtlara gerek görmeden işe başladı demektir. İçtihat yapmadı demektir. Bu nasıl olur? Ataları taklitle olur. Ya da ülkemizin zavallı yöneticileri gibi olur, atalarını da değil, düşmanlarını taklit ederlerse hâl ne olur? Bu intihar değil de nedir? Benim memleketimde eğer bir baba başkasına kızını verip vermeyeceğini soracak olursa, onun kızını almazlar. Bu babanın kızı bize yaramaz derler.
İşte onu kendisine uydurur. İnsan nasıl düşer? Mafya nasıl oluşur? Önce basit hata işletirler, sonra onu gizlemek için suç işletirler, sonra kapatmak için cinayet işletirler. Böylece zavallı korka korka ömrünü pislikler içinde tüketir. İşte şeytan da böyle yapar. Bir defa korkuttu mu artık sonu gelmez. Kişi de sonra akılsız dolaştığı için uçuruma yuvarlanıp gider.
176- İsteseydik biz onu onlarla refederdik. Lâkin o ihlad etti ve hevasına tâbi oldu. Onun meseli kelbin meseli gibidir. Onun üzerine amel etsen de lehs eder, terk etsen de lehs eder. Ayetlerimizi tekzîb eden kavmin meseli böyledir. Kasası onlara kasset, belki tefekkür ederler.
176- İsteseydik biz onunla onu yüceltirdik. Ama o kendini yere çaktı. Şeytan onu kendisine uydurdu. Onun benzeri köpeğin benzeridir. Kovalasan da solur, bıraksan da solur. Kanıtlarımızı yalanlayanların benzeri budur. Öyküyü onlara anlat, belki düşünürler.
Burada olmuş bir kimse anlatılmaktadır. Ancak her gün binlercesi olmaktadır. Burada tek kişi misal olarak gösterilmektedir. Genel olarak topluca hitapları kişiler üstlerine almamaktadır. Oysa, farz-ı kifayelerin hükmü eğer birileri yaparsa hepsinden düşer, ama kimse yapmazsa hepsi ayrı ayrı sorumludurlar, herkes kendisinin elinden ne geliyorsa onu yapacaktır.
Ahşap Evler için biz elimizden geleni yapmalıyız, Mala-Mal Marketi için biz elimizden geleni yapmalıyız. Sonrasında bizim sorumluluğumuz kalmaz.
Ama, “Kimse gelmiyor, ben mi yapacağım?!” dersek, bunun sorumluğundan kurtulamayız. Herkes, “Ben elimden geleni yaptım.” diyecek.
“Biz isteseydik onlarla yani kanıtlarla onu yükseltirdik.” Burada çok önemli bir husus belirtiliyor. Bir kimseye bir şey önerdiğiniz zaman, hem onun hem de sizin yararınıza olmalıdır. Sizin yararınıza ama onun zararına bir şeyi kimseye teklif etmeyeceksiniz. O âyet olmaz. Âyet olması için kişinin yararına olmalıdır. Sizin onun iyiliğine teklif ettiğiniz kimse kabul etmediği zaman üzülmeyeceksiniz. Demek onun başka günahları var, onun için onu kabul etmiyor.
“Biz isteseydik onu yükseltirdik.” diyor. Yani, kendisini âyetlerden müstagni gördü, sizin anlattıklarınıza benim ihtiyacım yoktur dedi. Kendi kendisini bulunduğu yere çaktı. Çakıldı kaldı. İçtihat yapmadı, evrim yapmadı. Bir şey size söylendiği zaman onun üzerinde düşünmelisiniz. Size söyleyenle tartışacaksanız. Onun samimiyetine bakacaksınız, hataları var mı yok mu tartacaksınız. Önerinin ne sonuçlara götüreceğine karar vereceksiniz. Ona göre reddedecek veya kabul edeceksiniz. İnsanlara öneri götürdüğümüz zaman bizim önerimize müsbet cevap aramazlar, tam tersine ne bulalım da buna cevap verelim der, sizinle sizi yenmek için yarışmaya girerler. Size gelen önerileri müsbet cevap için değerlendireceksiniz, mümkün değilse reddedeceksiniz. Sizin için hiç zarar yok ama, onun için varsa ona müsbet cevap vereceksiniz. Asıl olan önerilere müsbet cevap vermektir. Ama düşünmeden red cevabı verenleri Allah yerlerine çakar. Kur’an öyle diyor.
Böyle olan kimseyi misal olarak vermektedir Sen diyor, onu bıraksan da o gene uzanmış solur, kovalasan da soluya soluya gider. Çünkü bu tür insanlar kendilerine göre bir yol çizmişlerdir. Onda küçük başarı da elde etmişlerdir. O onu yapar durur. İlerisini düşünmez, yanındakileri düşünmez.
“Malum hikâyeyi anlat.” Âyetlere kulak vermeyen kimsenin hikâyesini anlat. Deliller nedir? Gelecekte neler olacağını haber veren şeylerdir. Allah ona tedbir almamız için bize bu bilgileri vermiştir. Köpekten ne farkımız kalır, ilerisini düşünmezsek. Ola ki düşünsünler. Yani, söz anlamayan ve dinlemeyenlerin hâli budur. Burada bize verdiği ders, karşı tarafın önerilerini içtihatla değerlendirmenin de gerektiğini ifade eder. Bu nereye götürür? Bu sözleşmelere götürür, sözleşmeler böyle oluşur. Sözleşmeler de şeriatı oluşturur, kanunları oluşturur.
Allah İslâmiyet’te hazır kanunlara uyma mükellefiyetini kaldırdı. Sen kendi kanununu kendin yap ve kendin uy diyor. Bu kanun da sözleşmelerle oluşur. Sözleşmeler de önerilerle meydana gelir. Eğer siz önerileri dinlemezseniz, uygun olanlara olur cevabı vermezseniz, siz o zaman topluluğun oluşmasını istemiyorsunuz, düşünüyorsunuz demektir. O zaman siz daha şeriat ehli olmadınız demektir. Siz Müslüman değilsiniz. O zaman başkalarının yaptığı kanunlarla yönetilirsiniz. Zımmi olursunuz.
Adil Düzende böyle görüşme yapmayan, önerileri değerlendirmeyen kimseleri mahkemeye verir ve onu bucaktan sürdürebilirsiniz. Her memur kanunen dilekçeye cevap vermek zorundadır. Şeriat ne emrediyorsa onu yapmak zorundadır. Aynı şekilde her vatandaş Allah’ın memurudur, müracaatlara cevap vermek zorundadır. Bu evlilikte bile böyledir. Kendisine evlilik teklifi yapılan kız mazereti olmadan reddedemez. Çünkü evlenmek yalnız hak değil, aynı zamanda görevdir.
177- Âyetlerimizi tekzib edip nefislerine zulmetmiş olan kavmin meseli svet etti.
177- Kanıtlarımızı yalanlayıp kendilerine kötülük yapan ulusun benzeri kötü oldu.
Bundan önceki âyette tek tek kişilerden bahsetmişti. Şimdi topluca hüküm vermektedir. Bir kişi böyle önerileri reddetse zararı belki sadece ona olur. Belki de olmaz. Ama toplulukta böyle önerileri reddetme usul olursa, o zaman o topluluk helâk olur.
Burada bir şeyi açıklayalım. Kur’an “Âyetlerimiz” deyince, biz önerilere nereden gittik? Allah artık Cebrail göndermiyor, mucizesi olan peygamber yoktur. Onun yeri mümin peygamber yerindedir. Allah başka mü’min aracılığı ile size haber göndermiş olabilir. Karşımızda peygamber olmadığı için onun önerilerini içtihatla değerlendirerek Allah’ın istediğinin olup olmadığını anlamalıyız. Biz de içtihatla gitmeliyiz. Elimizde bulunan bütün imkânlar bizim değil, Allah’ındır. Biz onları yönetmekle mükellefiz. Bizim mallarımızda diğerlerinin de payları vardır. O halde bize önerilerde bulunma hakları vardır. Biz değerlendiremezsek haklarını yemiş oluruz. Böyle yapan kimseleri topluluk dışlamalıdır. Böyle yapan kimselerin zalim olduklarını bilmelisiniz. Zalimleri destekleyenler zalim olur. Ne söylersen reddetmek hastalığına tutulmuş topluluk en korkunç topluluktur. Kur’an onlara dilsiz, sağır ve kör demektedir.
178- Allah kime hidâyet ederse o ihtida etmiş olur. Kimi idlâl ederse işte o hasirlerdendir.
178- Allah kimi yola koyarsa o yol bulmuş olur. Kimi de şaşırtırsa, işte onlar ezilip gitmişlerdir.
İnsanlar vardır ki, onlar iyi insanlardır, ama istemeye istemeye kötülük yapmışlardır. Yahut isteyerek kötülük yaptılar ama şimdi tevbe ediyorlar, pişmanlar. Allah’a dua ediyorlar ki, tövbemizi kabul et. Allah dualarında samimi olup olmadığını denemek için bize der ki; git şu öneride bulun, bakalım tevbe etmiş midir? Yoksa yalan mı söylüyor? Ben biliyorum, kendisi de görsün ve bilsin. Biz bu insana teklifte bulunuruz. Kabul ederse gerçekten tevbe eden kimsedir. Kabul etmezse Allah’ı kandırıyor demektir. Yaptıklarını yüzüne vurmuş olur. İşte bu sebepledir ki bizim görevimiz başkalarını dâvet etmektir.
Bu âyet bize şunu anlatıyor. Kimi vardır ki kötüdür. Ama kötü bir iş yapmamıştır. Allah onu cezalandırmaz, önce ona kötülük işletir, sonra onu yapmış olduğu suçtan dolayı cezalandırır. Aramızda yaşayan kötüler vardır, onlar Allah’ın söylediklerini dinlemezler, kulak vermezler. Çünkü onlar kötü insanlardır. Allah onları cezalandırmak istemektedir. Bize emretmektedir ki, git onlara söyle, biz de gidip söylüyoruz, biz vazifemizi yapıyoruz, ama onlar kulak vermiyorlar. Allah da onlara, ben size âyetlerimi göstermedim mi, neden kulak vermediniz, der? O sebeple onları cezalandırır. “Onlar hasirdirler” demek, pestil olmuşlardır. Sonunda herkesin onları ezmesine izin veririz demektir. Allah yine onları başka zalimlerle cezalandırır.
Unutmayalım ki, nasıl bizimle Allah başkalarını denemektedir, bizi de zaman zaman başkaları ile dener. İşte bunun için çok dikkatli olmamız gerekir. Tasavvufçular bunu kedi hikâyesiyle anlatırlar. Kedi kedi olarak gerçek olmayabilir, ama insan olarak bu doğrudur. Hızır hikâyesiyle de anlatırlar. O halde biz neler teklif ediyoruz?
Siz buralara geldiniz, sözlerimizi dinliyorsunuz, değerlendiriyorsunuz. İçtihat yapmaktasınız. Allah demek sizi iyilikle imtihan ediyor. İmtihanı başarmaktasınız. Tabii ki, herkesin bize gelip dinlemesi gerekmez. Biz ayağına gittiğimiz zaman dinlemekle yükümlüdür. Kur’an cemaatını ya kendisi kurmalı, yahut Kur’an cemaatından birine katılmalıdır. Katılmayanlar dalâlettedir. Allah bize Kur’an’ı göndermiş, aramızdadır. Biz onunla ilgilenmiyoruz. Bu dalâlet değil de nedir?
179- Biz insten ve cinden kesirini cehennem için zerrettik. Onların kalpleri var, fıkhetmezler. Aynları var, basar etmezler. Üzünleri var, sem’ etmezler. Onlar en’am gibidirler, daha da edaldırlar. İşte onlar gâfildirler.
179- Biz insandan ve cinlerden bir çoğunu tandır için saçıp savurduk. Yürekleri var, kavramazlar. Gözleri var, görmezler. Kulakları var, işitmezler. Onlar davarlar gibidirler, daha da aşağıdırlar. İşte onlar dalgındırlar.
Zer etmek, çimlenmeleri için tohum savurmak, saçmak demektir. Burada Allah “yarattık” demiyor da, “cehennemlik olsunlar diye onları saçtık” diyor. Yani, bundan önce söylenenleri açıklıyor, kötü oldukları için biz de atıverdik, diyor. Onları korumadık, saklamadık demektir. “Yarattık” demiyor, “saçtık” diyor. Yani, kötü olmalarına müsade ettik. İçlerindeki kötülüklerin yeşermesi için serbest bıraktık diyor. Konuşursunuz, konuşursunuz, anlamazlar. Ama bizim görevimiz onlara anlatmaktır, onların dinlemelerini sağlamak değildir.
Allah bir armut ağacının üzerinde binlerce armut yaratır, bunlardan yalnız birkaçı armut olur. Yumurtaların çok azı hayat bulur. Allah çok insan yarattı. İçlerinde ancak çok az kimse birinci sınıfı geçebilmektedir. Çoğu sınıfta kalmakta, diğerleri sınıfları okumaktadır. Allah cehennemi ikinci mektep olarak var etmiştir. Orada okumak bu dünyada okumaktan daha zordur. Ama sınıf geçme daha kolaydır. Disiplinli okullarda az kimse sınıfta kalır. Çevrede kötülüklerin ve kötülerin çokluğuna bakarak siz de onlar gibi olmaya kalkışmayın, ümitlerinizi kesmeyin. Siz size söylenen sözleri değerlendirin , siz cennete gideceksiniz.
“Onların kalpleri var, kavramazlar.” deniyor. Kalp, santral merkez demektir. İnsanda ana iki merkez vardır. Biri kan merkezi, biri düşünme merkezidir. Burada “fıkhetmezler” sözü ile anlıyoruz ki, kastedilen düşünme merkezi yani beyin kastedilmektedir. Zikretmezler, akletmezler, fikretmezler sözlerini değil de, “fıkhetmezler” diyor. Fıkh etmek demek, içtihat yapmak demektir. Akletmek, düşünmek demektir.
Düşünmekte kesin hükme varmazsınız, oysa fıkıhta kesin hükme varma esastır. Yani, tercihler yaparsınız, yanlış da olsa bir karar verir ve onu uygularsınız. Bu sebepledir ki insanlar yanlış yapmaktan değil, fıkhedip amel etmemekten yani içtihat edip uygulamadıkları için sorumludurlar. İslâmiyet ne kadar pratik, ne kadar lüzumlu işleri öğretmektedir. İnsan bunları aklı ile bilir de eğer Kur’an’a dayanarak inanmazsa bunları yapamaz.
Burada önemli bazı sıralamalar yapalım.
1. Ümmî bilmez, bilmediğini de bilmez.
2. Sâil bilmez ama bilmediğini bilir.
3. Âmil işin sonuçlarını bilmez ama ne yapacağını bilir.
4. Zâkir delillerini bilmez ama sonuçları ile işleri bilir.
5. Fakîh tevilleri bilmez ama delilleri bilir.
6. Râsih delillerin tevillerini de bilir.
Herkes okuyarak fakîh olur. Fakîh olmaya çalışmak herkese farzdır. Râsih olmak ise herkes için mümkün olmayabilir.
İçtihatta delil yeterli değildir. İçten gelen sezi de rol oynar. Değişik çözümlerden birini tercihtir. Her zaman yeter delil bulunmayabilir.
“Gözleri var ama görmezler.” Görmek demek, değişik imkânları birden değerlendirmedir. İçtihadın temeli budur. Bütün delilleri toplarsınız, onları karşılaştırarak bir sonuca varırsınız. Bir delille değil de, bütün delillerin birleşik sonucudur. Mühendisler projeleri öyle çözerler. Eskiden mühendisler yoktu. Projeler de yoktu. Gittikçe insanlık içtihatlı düzene doğru gidiyor.
“Kulakları var duymazlar.” diyor. Göz âfâki delillerdir, tabii delillerdir. Kulaklar ise başkalarının sözleridir. Demek ki, içtihat yapmak için gözetlemek, dinlemek, ondan sonra da düşünüp karar vermek demektir. Burada şu sorulabilir. Neden önce “fıkhetmezler” diyor. Çünkü insan önce sorunu elde mevcut delillerle çözecek, uygulayacak, sonra da o çözümün doğru olup olmadığını araştıracak, ikinci çözümü yapacaktır. Birinci çözüme zâhir, ikinci çözüme ise nas denmektedir. Böylece bu âyet usûl ile ilgili çok önemli kural koymaktadır.
“Onlar hayvanlar gibidir.” sözüyle de içtihadın yalnız insanlara has olduğunu ifade eder. Gerçekten de içtihat irade-i cüz’iyyedir, bu yalnız insanlar tarafından kullanılabilir.
“Daha da edaldır.” diyor. Evet, böyle davrananlar sistem olarak hayvan gibi düşünmekte ama hayvanlara öyle düşünme yettiği halde insana yetmemektedir. Dolayısıyla onlardan edaldırlar. Bir de hayvanlar günah işlemezler, insanlar işlerler. İnsan eşrefi mahlukattır. Ama esfel-i safilîne de düşmektedir.
Görevini yaparsa çok üstündür. Yapmazsa en alçaktır.
“İşte gâfil olanlar bunlardır.” diyerek, “Biz gâfillerden idik.” demeyesiniz diye size düşünme melekesini verdik sözüne bağlamaktadır. Allah gâfil olmamak için içtihat beynini vermiş, ama insan onu kullanmayarak gâfil olmuştur. Arabası olup arabaya binmeyen zavallı durumundadır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NÛRİ EROL