ADİL DÜZEN 225
Haftalık Seminer Dergisi 12-13 EYLÜL 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 225. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 05-06 Eylül 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – VI (20-22. ÂYETLER)
*HAFTALIK YORUMLAR (55): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)
Bir Âyet: Âl-i İmrân Sûresi[3]; 19. Âyetin Tercüme, Tefsir ve Yorumu
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ
“Din (yani düzen) Allah’ın indinde İslâm’dır.” (Âl-i İmrân[3]; 19. Âyet)
وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمْ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ
Burada işaret edilen bu çok önemli husus günümüzde AK Parti ve Saadet Partisi arasında vardır.
Ak partililer eğer daha iyi hizmet vermek için ayrıldılarsa ve Saadetçilerin yapamadığını yapmayı hedeflemişlerse, bu tefrika değildir. Ama iktidarın nimetlerinden onlar yararlanıyor, biraz da biz yararlanalım demişlerse, bu tefrikadır. Saadet partililer de; biz tecrübeliyiz, iktidarı çoluk çocuğa teslim edemeyiz demiş de onları bu maksatla iktidardan uzak tutmuşlarsa, bu tefrikaya sebep olma değildir. Ama iktidarın nimetlerinden biz yararlanalım, onları neden ortak edelim diyerek diğerlerini Hakka hizmetten mahrum etmek için itmişlerse, o zaman da onlar tefrika yapmışlardır. Buradaki asıl önemli mesel şudur. Acaba onlar ne zaman tefrikaya düştüler? Ne zaman ihtilaf edip ayrıldılar. Kendilerine “Adil Düzen İlmi” geldikten sonra ihtilaf edip ayrıldılar… Her iki taraf da “Bağyen Beynehum” olarak ayrıldı. Çünkü her iki taraf da “Adil Düzen”i reddetti. Sebebi sadece bir şeydi; iktidarın nimetlerini “Adil Düzen Ekibi” ile paylaşmamaktı. “Adil Düzen Ekibi” onların bu çekişmelerini bildiği için onlardan uzak durdu. Sadece onlara yardım etti. Nitekim, biz bugün de iktidarın nimetinden bir şey istemiyoruz. Sadece onlara yardım edelim diyoruz. Ama onları saran menfaatçiler o kadar Adil Düzencilerden korkuyorlar ki; en küçük bir parti liderini bile bizimle görüştürmüyorlar. Çünkü biz gidersek onlar ikinci dereceye düşerler. İşte bundan dolayı “Bağyen Beynehum” ihtilafı halindedirler. “Adil Düzen”le onların sorunları yoktur; onların sadece çıkarları ile sorunları vardır.
وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
İslâmiyet’te partiler vardır. Ama “iktidar” ve “muhalefet” yoktur; “koalisyon” vardır. Her parti aldığı oy nisbetinde yönetimde söz sahibi olur. Çıkan ihtilaflarda hakemlerden oluşan yargı son sözünü söyler. Biz 1991’de Erbakan’a bunu tavsiye ettik. Dinlemedi. İktidar ve muhalefet içinde iktidar oldu. Bu durumda sonuç baştan belli olmuştur. Nitekim günümüzde AK Parti’nin de akıbeti budur. Ben o zaman Erbakan’a şunu teklif ettim: “Biz yüzde 70 de alsak yine “Millî Koalisyon” kuracağız diyelim.” dedim. “Bu söylenmez!” dedi. Oysa eğer onu o gün söyleseydik, bugün Meclis’te “Millî Koalisyon” olurdu. Her %4 için bir bakan verilecekti. Nitekim bugün ülkemiz AK Parti 9, CHP 5, DYP 3, MHP 3, GP 2, HADEP 2, ANAP 1 şeklindeki dağılımla yönetilecekti. Ne yapalım ki; çeyrek asır önce “İslâmiyet’te parti yoktur!” diyenlerle verdiğimiz mücadelemiz şimdi “İslâmiyet’te muhalefet de vardır!” şekline dönüştü. Bu âyetleri ben yazmadım!..
“Adil Düzen” Allah’ın âyetleridir. Çünkü “Adil Düzen” hem “Kur’an’a” hem “müsbet ilme” dayanmaktadır. Biz “Adil Düzen Çalışanları” hem Kur’an’a göre söylediklerimizi tartışmaya hazırız, hem de müsbet ilme göre; yani tabiî ve sosyal ilme göre tartışmaya hazırız. Elbette hatalarımız vardır. Elbette eksikliklerimiz vardır. Hatalarımızı hemen düzeltmeye ve doğrusunu anlamaya hazırız; ve bizi hatalardan korudukları için onlara dua ederiz, minnettar oluruz. “Adil Düzen”i yasaklayıp “zalim düzen”i meşru kılacak bir güç kimde var acaba? “Adil Düzen”i kabul etmeyip “zalim düzen”i isteyen herkes kâfirdir. “Adil Düzen” bir partinin düzeni değildir. “Demokrasi” nasıl “Demokrat Parti”nin değilse, “Cumhuriyet” nasıl “CHP”nin değilse; “Adil Düzen” de “Necmettin Erbakan”ın veya “Süleyman Karagülle”nin değildir. “Adil Düzen” insanlığın düzenidir. Hazreti Adem’den kıyamete kadar peşinden gidilecek düzendir. Kur’an zalimlerle kâfirleri aynı yerde sayar. Tekrar ediyoruz: Bizim söylediklerimiz “Adil Düzen” olmayabilir. Ama istenen “Adil Düzen”dir.
“Adil Düzen”i bulup uygulamaya herkesi dâvet ediyoruz. Gelmeyenler Allah’ın âyetlerini kapatanlardır...
Bir Çözüm: TEMEL SORUNLAR – TEMEL ÇÖZÜMLER
BİZ SORDUK – SÜLEYMAN KARAGÜLLE CEVAP VERDİ
01- Tanıtım çalışmalarının daha etkin hâle getirilmesinin esasları nasıl olmalıdır? 02- Tez üretmedeki eksikliğimizi nasıl giderebiliriz? 03- Neyi tez olarak ortaya koymamız gerekir? 04- Teşkilata nasıl moral depolarız? 05- Hangi hedeflere koşmalıyız? 06- Herkesi bağlayan liyakat ve ehliyet esasları nasıl oluşturulur? 07- Yeni söylem ve stratejilerimiz neler olmalıdır?
08- Gençlere yönelik etkin projeler neler olmalıdır? 09- Toplum öğelerine yönelik ayrı ayrı sorunların çözümü nelerdir?
10- Üst düzey yöneticilere aktivite kazandırma yöntemleri nasıl sağlanır? 11- Merkeziyetçi yapıdan nasıl kurtulunur?
12- Metropolit şehirlere karşı teşkilat nasıl olmalıdır? 13- Halkın sosyal beklentilerine yeterli mesajlar bir programda içinde nasıl verilebilir? 14- Bugünkü toplum yapısına göre stratejilerde yenilenme nasıl olacaktır? …Ve Süleyman Karagülle’nin cevapları…
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 225. SEMİNER Tefsir İstanbul, 06 Eylül 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - VI
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
فَإِنْ حَاجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِي لِلَّهِ وَمَنْ اتَّبَعَنِي وَقُلْ لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدْ اهْتَدَوا وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ(20) إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنْ النَّاسِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ(21) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ(22)
فَ (Fa)
Bundan önceki âyette ihtilaftan bahsedilmişti. İcmaya muhalefet yerilmişti. İçtihattaki farklılık ise aynı yöne doğru giden arabaların farklı şeritleri kullanması anlamındadır. Meşrudur.
Bu âyette hüccetleşmekten bahsedilmektedir. Hüccetleşme de meşrudur. Ancak bilgiye dayanarak yapılmalıdır. İnsanlar kendi görüşlerini deliller getirerek karşı tarafa anlatırlar. Yalnız bu cidale dönüşmemelidir. Benimki doğrudur, seninki yanlıştır şeklinde değil de; ben böyle biliyorum, seninkini dinliyorum denmesi gerekir. Karşı taraf haklı ise hemen teslim olunması gerekir. Kişileri değil de fikirleri tartışmalıdırlar. Tartışma karşı tarafın önerisi ile gelmelidir. Bu da çok önemlidir. Siz görüşünüzü söylersiniz. Onu ispata kalkışmazsınız. İtiraz gelirse cevap verirsiniz. Bu münazaranın temel kuralıdır. Eğer karşı taraf kabul ediyorsa onun delillerini ortaya koyup vakit kaybetmemelisiniz.
إِنْ حَاجُّوكَ (EiN XacCUvKa) “Seninle hüccetleşirlerse.”
Tartışırlarsa, karşılıklı deliller getirirlerse sen şunları söyle. Şöyle bir delil ortaya koy. İlle de ben haklıyım diye tartışma. “Hac” gidip gelmedir. Ziyarettir. Dolaşmadır. Karşılıklı deliller irad etme hüccetleşmedir. Sen bir tarafta, onlar bir tarafta deliller irad edilir. Genellikle muhalifler bir araya gelip koro halinde itiraz ederler, her birinden bir ses çıkar. Televizyonlarda bu oyunlar çok oynanır. Aynı düşüncede olan kalabalık konuşmacılar ile Hakkı savunan zayıf bir kişi karşı karşıya getirilir ve onun sesini gürültüye getirirler.
İşte böyle bir durumla karşı karşıya gelince teker teker onları cevaplama yerine, toptan cevap vermek uygun olur Onlar çok, sen teksen, tartışmayı böyle yap. Burada seninle şunu tartışırlarsa denmemiş, sadece tartışırlarsa, yani görüşlerine değil de; sana cephe almışlarsa, seni susturmak isterlerse demektir.
Tarihte hep böyle olmuştur. Kıskançlık sebebiyle bilim adamları susturulmuştur. Öldükten sonra da onun fikirleri sömürü aracı olarak kendileri tarafından kullanılmıştır.
فَقُلْ (Fa QuL) “Söyle.”
Söyle, konuya girmeden söyle, konuları tartışma. Çünkü onlar konuyu değil seni tartışıyorlar. Sen konuyu savunursan onlar karşı delilleri bulmak için daha fazla dalâlete dalarlar. Onlara cevabı genel olarak ver.
Buradaki emir böyle bir durumla karşılanan her mü’min içindir.
أَسْلَمْتُ وَجْهِي لِلَّهِ (EaSLaMTu VaCHiYa LılLAHı) “Vechimi Allah’a İslâm ettim.”
Ben yüzümü O’nun için teslim ettim. Silm, hayvanların üstüne çıkamadıkları üstü düz kayadır. Çobanlar onun üzerine azıklarını bırakırlar. İslâm etmek demek, oraya çıkmak demektir. “Kendimi” demeyip “yüzümü” demiş olmasının sebebi; ben düşüncelerimi ve görüşlerimi onun için selâmete erdirdim demektir. O ne derse doğru olan odur. Yani biz bir şey iddia etmiyoruz, sadece Allah için ne doğru ise onu söylüyoruz.
Burada “Allah için” demek, aynı zamanda “topluluk için” demektir. Müsbet ilmin verilerine uymak demektir. Tabiî ve sosyal ilimlerin ortaya koyduğu şeylere tâbi olmak demektir. Eneyi rehber edinmemek demektir. “Tartışalım da gerçekleri bulalım.” de. “Gerçek ne ise ona uyalım.” de. Uygulamada tartışma olmaz. Gerçekleri aramada fikirler ortaya konur. Ondan sonra içtihat ve icmalarla kararlar alınır. İcmalara herkes uyar. İçtihatta da herkes kendi içtihadına göre hareket eder, aralarında tartışma olmaz. İşte tartışanları buna dâvet et.
وَمَنْ اتَّبَعَنِي (Va MaNı itTaBaGaNIy) “Bana tâbi olanlar da böyle yaptılar.”
Yani yüzlerini Allah’a teslim ettiler. Buradan anlaşılıyor ki, söyleyen topluluk adına söylemektedir. Tartışmanın adabı budur. İki karşı görüş ortaya getirilir. Taraf olanlar karşılıklı olarak yer alırlar. Tarafların sözcüleri vardır. İki taraf temsilcileri ile tartışır. Cemaatte tartışma değil istişare olur. İstişarede herkes görüşünü söyler, yetkili onları terkib eder. Tartışmada ise iki kişi tartışır. Sonunda anlaşma yapılan konular tesbit edilir. İhtilaflı konular ise öylece kalmış olur. Bu âyetin hükmü olarak müzakereler ikili olmalıdır.
Tartışacak olanlar bir araya gelirler. Bunlara birer kâğıt verilir. Kiminle tartışmak istediklerini yazarlar. Sıralarlar. İki kişinin sıra terslerinin toplamı en yüksek olanlar birbirini seçmiş olurlar. Birinin iki kişi ile aynı derecesi varsa, olmayan ile eşleşir.
Bunlar aralarında tartışıp görüşlerini ortaya koyarlar. Anlaştıklarını birleştirir, ayrıldıklarını ayrı şıklarda yazarlar. Bundan sonra herkes kendisine tâbi olduğu kimseyi seçer. Sıralar. Sıranın tersleri alınarak toplanır. Herkes bir derece almış olur. Yarısı tartışmacı olur. Diğer yarısı istediği kimselerin yanında yer alırlar. Tartışanlar arasında sıralama olur. Herkes sıralar. Yine ikisi tartışmacı olur. Yarılanarak ikili gruba indirilir. Böylece son tartışma ikili grup arasında olur. Diğerleri istedikleri grup yanında yer alırlar. Sonunda anlaşılan konular ve tarafların ihtilaf ettiği konular belirlenir. Buna “sentez” diyoruz.
“Analiz”de ise sıralama yapılır. Birinci ve ikinci gelenler grup oluşturup tartışırlar. Sonra isteyen istediği gruba katılır. Her grup kendi aralarında sıralama yaparak iki grup oluşturur. Böylece ittifak edilen hususlardan sonra dallanarak ihtilaf edilen hususlar tesbit edilir. Konuşmayı daima grup başkanı yapar. Diğerleri onunla istişare ederler.
Görülüyor ki, Kur’an’da her konunun mutlaka hükmü vardır. Bu hükmü nereden çıkardık? “Ve Men İttebeanî” deyip onlar adına da başkanın konuşmasıdır. Vechi müfret getirmiştir. Yani bana tâbi olanlar da benim vechime yöneldiler demektir. Mezhepler de buradan doğuyor.
وَقُلْ (Va QuL) “Ve söyle.”
“Kul” niçin tekrar edilmiş ve arasında “Va” konmuştur? Çünkü muhataplar değişmiştir. Yukarıda genel olarak tartışmayı yapanlara hitap etmiştir. Burada ise bütün insanlara, kendilerine kitap verilmiş olsun veya olmasın herkese hitap ediyor ve diyor ki; herkes benim gibi yapsın, İslâm olsun, Hakka teslim olsun. Hak ne ise orada birleşelim. Bize barışı ancak bu getirebilir. Bunun ayıracı da hakemlerdir. Gelin çekişmeyelim. Bu hususta hakemlere başvuralım demektir.
لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ “Kendilerine Kitap verilenler.”
“Kendilerine Kitap verilenler.” denmektedir. Kur’an’da yalnız Tevrat, İncil ve Zebur’dan söz edilmektedir. Ayrıca İbrahim’in sahifeleri denmektedir. Ama diğer yandan her kavme resul gönderildiği söylenmektedir. Avcılık döneminde yazı bilinmiyordu. Göçebe kabileleri başkanlar doğrudan idare ediyordu. Başkanlar Allah’tan vahiy alıyordu, ama yazılı şeriatları yoktu. Yazılı şeriat Hazreti Nuh ile başlamıştır. Kur’an bunu söylüyor, tarih buna şehadet ediyor. Hint’te ve Çin’de de dini kitaplar vardır. Onlara da oraya gönderilen peygamberler tarafından getirilmiştir. Bugün mevcut olan yasaların hemen hepsi yine bu kitaplara dayanmaktadır. Sovyetlerdeki yasalara baktığımızda hiçbir yenilik görmezsiniz. Sadece Avrupa yasalarının bozulmuş şekilleri görülür. Dolayısıyla ayrıca ehl-i kitaptan bahsetmiyor.
وَالْأُمِّيِّينَ (Va el EumMiyYIaNa “Ve ümmiler de.”
Ümmiler de, onlar da İslâm etsinler. Ettiler mi? Ümmiler kendilerine kitap verilmeyenlerdir. Ellerinde ilâhî kitabı olmayanlardır. Onların hepsine bir şey söyleniyor. Barışa girmek. Yargı kararlarına teslim olmak.
İnsanlar Hakkı iki yoldan bulurlar; ya kendilerine verilen kitaplarla, ya da akılları ile. Fıkıhta bunlara naklî ve aklî delil denmektedir. İster kitaba baksınlar, ister müsbet ilme baksınlar, sonunda teslim olmadıkça doğru yolu bulamazsın. Yani gerçekleri kabul etmeyip inatla ben-sen çekişmesini yaparsak Hakkı bulmamız mümkün değildir. Bunun ilk çözümü karşılıklı olarak Hakkı aramadır. Allah’a giden yollarda yardımlaşmaktır. Eğer niza çıkarsa hakemlere baş vurarak herkesin kendi içtihatlarında kalmasını sağlamaktır.
Bu hususu kabul eden herkes Müslimdir. Kitapları olsun olmasın, değişmez. Ama eğer bulunan Hak kabul edilmiyorsa, ister Kur’an’a inanılsın ister inanılmasın, ister elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir densin veya denmesin, bir şey değişmez. Önce Hakka teslim olmak gerekir. Hak da barış yoludur. Hukuk yoludur. Sonra Hakkın ne olduğu aranır. Yoksa peşin fikirli olarak bu Haktır denirse, işte bu durum teslim olmamaktır. Yani karşı tarafla kendini eşit görmeme demektir. Sonu da kıtaldir.
أَأَسْلَمْتُمْ (Ea EaSLaMTuM) “İslâm ettiniz mi?”
Yani baştan barışı kabul edip de şimdi o yolu arıyor musunuz? Yoksa kurt-kuzu hikâyesi, her ne olursa olsun yenebilirseniz yiyecek misiniz? Önce onu soralım. Eğer barış içinde yaşamaya karar verdinizse artık Hakkı aramamız gerekir. Yani Hakkı hukuk belirlememiz ve o sınırlar içinde kalmaya razı olmamız gerekir. O da hakemlerin kararlarıdır. Hakem kararları yanlış olabilir. Bu durumda da geçici olarak hakem kararlarına uyarız. Ama yeniden hakemlere gidebiliriz. Yeni hakemler doğru karar verirler ve ona uyarız. Yeni arayışlara gidebiliriz. Madem ki Hakkı arıyoruz, kıyamete kadar aramaya devam ederiz.
فَإِنْ أَسْلَمُوا (Fa EiN EaSLaMUv) “İslâm olurlarsa.”
Eğer bunu söyledikten sonra onlar barışa evet derlerse o zaman hidayete ererler. Baştan Hak ne ise onu kabul edip aramaya koyulacaklar, buldular mı artık ona teslim olmaları gerekir. Oysa insanların çoğu Hakka teslim olmuş değildir. Benim bildiğim, benim istediğim Haktır, ona deliller arayalım der. Beklediği çıkmayınca da bu sefer delilleri tahrip etmeye başlar, uydurma deliller ortaya koyar. Onu da beceremeyince açıkça küfreder.
Irak olayı bunun açık örneği değil midir? Önce silahın varlığına inanıldı, savaşa karar verildi. Bulunamayınca uydurma deliller ortaya konarak silahın kaybolduğuna inandırıldı. Sonra bulunmayınca da; “Biz böyle istiyoruz, istediğimizi yaparız! Birleşmiş Milletler bize uyacak, biz onlara uymayacağız!” dediler.
İşte bunlar Hakka teslim olmayanlardır.
Türkiye’deki din adamlarına deliller gösterip ispat etmek istediğimizde; eski bâtıl inançlarını sürdürebilmek için bizden kaçarlar, bize düşmanlık yaparlar. İstihza ederler. Bunlar da en az Amerikalılar kadar kâfirdirler. Biz eğer hatamızı gördüğümüzde o anda Hakkı kabul etmiyorsak biz de kâfiriz.
فَقَدْ اهْتَدَوا (FaQaD iHTaDaV) “İşte o zaman ihtida etmiş olurlar.”
İslâm olmuşlarsa yani barışa girmişlerse, savaşı değil de barışı esas almışlarsa, o zaman ihtida etmiş olurlar. “Fekad” kelimesi, işte o takdirde, o zaman anlamındadır. “İhtida etme” hidayeti bulma demektir. Gidilecek yolu tesbit etme demektir. Buradaki “İslâm oldunuz mu?”dan maksat, İslâm dinine girdiniz mi demek değildir. Yani Muhammedîlik dinine girdiğimiz mi anlamında değildir. Hak dinine girdiniz mi demektir.
Hak din de dört yoldan belirlenir:
a) Ümmiler akıl yoluyla belirlerler.
b) Kitap verilenler peygamberleri yoluyla belirlerler.
c) Kur’an ehli ise Kur’an yoluyla belirler.
d) Ehl-i sünnet ise ilme dayanılarak Allah’ın sözü olduğu tesbit edilmiş Kur’an’a dayalı olarak icma ve içtihatlarla belirlerler. Yani bu sûrenin başında zikredilen Furkan yoluyla belirlerler.
Hangi yoldan belirlerlerse belirlesinler, Hak tek olduğu için aynı sonuca varırlar. Mesele sonuca razı olup olmama meselesidir. Esasında, Müslim sonuca fiilen razı olan ve kabul eden kimsedir. Mümin ise sonucu kalbiyle de seve seve kabul eden kimsedir. İşte bu Hakka teslim olma icma ve içtihat için gerekli ve yeterli şarttır. Bu sûrenin başında verilen içtihat ve icma kuralları hep açıklanmaya devam edilmektedir.
وَإِنْ تَوَلَّوْا (Va EıN TaValLaV) “Tevelli ederlerse.”
Sözlere kulak vermeyip gerisin geriye dönerlerse, yahut sözleri kulak ardı ederlerse, bu durumda sana düşen sadece açık tebliğdir. İnsanların İslâm olmaları yani Hakka teslim olmaları gerekir. Hak ne ise onu kabul etmeleri gerekir. Barış içine ancak böyle girerler. Zulmün olduğu yerde barış olmaz. “Adil Düzen” onun için İslâm düzenidir. Zalimler onun için Hakka düşmandırlar, İslâm’a düşmandırlar, şeriata düşmandırlar. Çünkü adalet gelince zulüm biter.
“Veli” kelimesi arka demektir. Türkçedeki bel kelimesi ile akrabadır. Veli, arkanı yani sırtını dayandığın kimse demektir. “Tevelli etme” de, gerisin geriye dönme demektir. “Tevliye” ise kendine veli seçme demektir.
فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغ (Fa EinNaMAv GALAYKa eLBaLAĞu)
“Senin üzerinde belağ vardır.”
Sana düşen ulaştırmadır. Biz elçiyiz. Kur’an’ın söylediklerini karşımızdakilere söyleriz. Biz onların uyup uymadığına karışmayız. İşte takva ile din arasındaki fark budur. Din ile şeriat arasındaki fark budur.
Takva anlamındaki dinde sadece tebliğ vardır. Zorlama yoktur. Düzen anlamındaki dinde ise düzenin kurallarına göre cezalandırma vardır. Bunun diğer anlayışı ise kişilerin cezalandırma yetkileri yoktur. Başkan da olsa kimse kimseye ceza veremez. Kişi olarak kimse kimseyle harb edemez. Kişi sadece tebliğ eder. Uyarır, tartışır. Fikrî serbestlik sonuna kadar vardır. Ama fiilî serbestlik yoktur.
وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَاد (Va elLAHu BaWIyRun Bi elGıBAvDı)
“Allah ise ibadına basirdir.”
Yani ceza vermek Allah’a aittir. Mükâfat vermek Allah’a aittir. Allah bunların bir kısmını kendisi dünya ve ahirette icra eder. Bir kısmını ise topluluğa gördürür. Hukuk düzeni veya savaş düzeni içinde sağlar. Hukuk düzeninde davacı, davalı, hakemler, şahitler, tezkiye, duruşma, karar ve infaz gibi merasimlerden geçerek kişi mahkum olur. Hakim görse bile kendisi ceza veremez, hem şahit hem hakim olamaz. Savaşta askeri birlikler oluşur, cephe oluşur. Komutanın emriyle birlikler hareket eder, tek başına veya ayrı savaş olamaz.
İşte bunu belirtmek için sana düşen yalnız tebliğdir. Tecziye ise Allah’a yani topluluğa aittir. Kişilerin ceza verme yetkileri yoktur. Anne babanın çocuklarını, öğretmenlerin öğrencilerini, komutanların askerlerini, başkanların halkını tedip etmesi ceza değildir. Geçmişte işlenen bir fiilin karşılığı değildir. Gelecekte işlenecek tehlikeli işlere karşı tedbirdir. Bu hususta da son derece kısıtlayıcı kurallar vardır.
Demek ki içtihatlar zorlayıcı değil yardımcıdır. Fıkıh ile hukuk arasındaki fark budur. Hukukta kanunlar vardır. O kanunlar zorlayıcıdır. Fıkıhta ise içtihatlar vardır. İsteyen uyar. İstemeyen uymaz. Sonuçlardan müçtehit sorumlu değildir. Mahkemeler de böyledir. Mahkemeler tarafları dinler ve kararlarını verirler, ancak kararların infazına karışmazlar. Onlar sadece danışmandır. Uymayanlara karşı alınacak tedbirler mahkemelerin değil, dayanışma ortaklıklarınındır. O sebepledir ki hakem kararlarına uymayanlara karşı cebrî icra yürütülmez, onlara karşı savaş hukuku yürütülür. Yani o karar zorla uygulattırılmaz, o kişi devre dışı bırakılır, ya bucaktan ihraç edilir, ya da onun hukuku korunmaz. Kanı hederdir. Yahut baği ise katlolunur. Hapsolunmaz.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ (EinNa elLaÜIyNa YaKFuRUvNa BiEaYAvTı elLAHı)
“Allah’ın âyetlerine küfretmiş olanlar ve küfrü fiiliyata dökenler ise
onlar için elim azap vardır.”
Burada harf-i tarifsiz getirmiştir. Çünkü bu âyet “Allah kullarına basîrdir” cümlesinin izahıdır. Basîrin açıklamasıdır. Allah’ın âyetlerini küfredip yani Hakkı gördükleri ve anladıkları halde onu gizlemiş ve bile bile Hakka karşı gelerek savaşanlardan bahsetmektedir. Allah’ın âyetleri ulemanın icmaı demektir. Müsbet ilmin tesbitleridir. Yahut Kur’an alimlerinin tesbitleridir. İcmalardır. Şimdi sorulur. İcmalar nasıl oluşacak? İcma ehli kimdir?
Aşirette 15 yaşını dolduran ve fâsık olmayan herkes icma ehlidir. Fâsıklığa hakemler karar verir. Kâfir, fâsık, zalim, cahil icma ehli olmaz. Kâfirler, icmayı reddedenlerdir. Fâsık dediğimiz kimseler, büyük günahları işleyenlerdir. Zalimler, hakem kararlarına uymayanlardır. Cahiller, öğrenmeyi istemeyen ve delilleri dinlemeyenlerdir. Bu hususta karar hakemlerce verilecektir. Bucaklarda ilk ehliyetliler, illerde yüksek ehliyetliler, ülkelerde üstün ehliyetlilerdir. İnsanlıkta ise ülkelerin ayrı icmalarının birleşmesidir. Yani bütün ülkeler bir şeyi kabul etmişlerse o insanlık icması olur. İşte buna kim küfrederse o kâfirdir. Hangi toplulukta isen o topluluğun icmaına uyacaksın, yoksa orasını terk edip gideceksin.
وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ (Va YaQTuLUvNa elNaBıyYINa Bı ĞaYRı XaqQı)
“Nebileri haksız yere katlederler.”
Burada gelecek sığası kullanılıyor. Oysa Hazreti Muhammed son peygamberdir. Hem de bir nebiden değil, ayrı nebilerden değil, bir nebiler topluluğundan bahsediliyor. İşte bunlar ulemadır. Bunlar mezhep ehli olanlardır. Artık vahyi alan nebi kıyamete kadar gelmeyecektir, ancak Kur’an’ın manâsını insanlara aktaran mü’min alimler her zaman her yerde geleceklerdir. Bunlar tek başlarına da olmayacaklar, cemaatleşeceklerdir. İlmî dayanışma ortaklıklarını kuracaklardır.
Bugün tek başlarına müfessir olanlar vardır. Bir de cemaat oluşturanlar vardır. Bediuzzaman bunlardandır. Zaten hasımlıklar tek başlarına alim olanlara değildir, cemaatleşen alimleredir. Kâfirler küfürlerinde yetinmiyor, işte bu ilim ehli olanları katlediyorlar. Yunanistan’dan beri bunu bilmekteyiz. Sokrat zehirlenerek öldürüldü. Yahya Peygamber katledildi. Ebu Hanife, Malik, Hanbel hep zulümle öldüler. Avrupa’da dünya dönüyor diyenleri ateşte yaktılar. Hazreti İsa’yı öldüremediler ama öldürmek istediler. Bediuzzaman’ı öldürmediler ama cesedi üzerinde intikamlarını aldılar. Oysa bunların hiçbirisinin ellerinde herhangi bir silahları yoktu, güçleri yoktu. Sadece bildiklerini söylüyorlardı. Allah bu zulümleri yapan zalimleri helâk etti. Ama maktullerin yaktıkları ışıklar kıyamete kadar insanlığı aydınlatmaya devam ediyor.
وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ (Va YaQTuLUvNa elLaÜIyNa YaEUvRUvNa Bi elQıSOı)
“Kıst ile emredenleri katlederler.”
Kıst ile emredenler kamu görevlileridir. Emir sahipleridir. Kıst iledir. Bunlar suç işleyenleri cezalandıranlardır. Resullerdir. Yani nebilerin yanında bir de resuller vardır. Ulemanın yanında bir de ümera vardır. Kalemin yanında bir de kılıç vardır. İşte zalimler adil olan yöneticileri de haksız yere öldürürler.
Başbakan Menderes’i asmışlardır. Erbakan’ı ihtilalle iktidardan edip hapse göndermişlerdir. Bunların gerekçeleri yoktur. Vardır; irtica ile mücadele etmek! Onlar Hakka inanmayı irtica kabul ediyorlar. Müsbet ilmin hakemliğine var mıdırlar? Çıkalım. Hakemlerden oluşan adil yargıya bakalım; onlar mı haklı, biz mi? Nerden çıkacaklar? Kendileri karar vermiyorlar ki! Allah’ın bir lütfüdür ki öldüremiyorlar. Bu zulmü kimler yapıyor? Yapanlar bunu askerlere yıkıyorlar.
Bilin ki, eğer alenen bir suçlu ortaya çıkıyorsa o suçlu değildir. Biri kendisini kamufle etmek için onu kullanıyor.
مِنْ النَّاسِ (MiNa elnNASı) “Nâsdan”
Bu nâs nereye gidiyor? Kimi kastediyor? Nâsdan küfredip nebileri ve emredenleri katleden kimseler şeklinde ifadesini buluruz. Yani nâsdan kim olursa olsun, mezhebi ve dinî anlayışı ne olursa olsun, böyle bir iş yaparsa onlar için elim azap vardır. Bu manâ kesin olarak doğrudur.
İkinci olarak nâsdan emri kıst edenleri öldürürler şeklinde manâ verilir. Çünkü emredenler iki grup kimselerdir. Bir kısmı silahlıdır, kendilerini koruma gücüne sahiptirler. Bunlar nâsdan değildir. Diğer taraftan herkes başkalarına marufu emretmekle yükümlüdür. Haksızlık yapan kimseyi gördüğümüzde görevimiz onu uyarmaktır.
İşte bunlar organize olmadıkları için silahsız ve savunmasızdırlar. Bunları kâfirler öldürürler. Mahkemeye veren kimseyi, yahut karakola giden kimseyi tehdit ederler. Devlet mekanizması çalışmıyorsa devlet seni koruyamaz, güme gidersin. İşte küfür düzeni budur, zulüm düzeni budur.
فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (Fa BaşŞıRHuM Bı GaÜAvBın EaLIyMın)
“Onlara elim azabı tebşir et.”
“Tebşir etmek” sevindirmek demektir. “Edm” tüyleri alınmış siyah deridir. “Beşr” de tüyleri alınmış et rengindeki deridir. Sevinme bununla ifade edilmiştir. Gelecekte olan iyi şeyleri bildirmeye tebşir denmektedir. Guzbe, tatlı sudur. Elm, sıkı ayakkabının uyandırdığı sıkıntıdır. Tebşir, inzar karşılığı getirilmiştir. Gazab, eziyet karşılığı getirilmiştir. Öyle olduğu “elîm” kelimesinden bellidir. Kur’an’da azab-ı elîmden bahsetmektedir. Bu dünyevi cezalardan birine de işaret etmektedir. Katleden katlolunacağına göre, azab-ı elîm dünyada ölüm cezasıdır. Burada tebşir olarak zikredilmesi ise dünyada cezalarını çekenler ahirette o cezalardan kurtulmuş olacaklardır demektir. Bu onlar için bire müjdedir.
Aslında her ceza insanın üzerindeki pisliği atması içindir. Dolayısıyla ceza sevinilecek bir şeydir. İnsanı suçlu olmaktan kurtarır. Ceza verildikten sonra artık o insan suç işlememiş hâle gelmiş olur. Zina edip tevbe ederler ve cezalarını çekerlerse o kimseleri iffetliler arasında sayabiliriz. Kolu kesilen hırsızın durumu da bu olabilir. Bununla beraber iftira yapanın cezadan sonra da şehadeti kabul edilmemektedir. Kolu kesilen kimsenin kolu her zaman kişiyi teşhir etmektedir. Zani olanların evlenme haramlığı sürmektedir.
Burada tebşir kelimesine hakiki manâ verdiğimizde suçlunun cezasını çektikten sonra artık suçu kalmayacağı manâsını verebiliriz. Tebşiri zıddiyet alâkası ile mecazi olarak alırsak elbette böyle manâ vermeyiz. Bu sebepledir ki suçları ikiye ayırmak durumundayız. Fısk olan suçlarda cezanın çekilmesi yetmez. İzleri devam eder. Fısk olmayan suçlarda ise ceza suçu tamamen ortadan kaldırır.
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ (EuLAEiKa elLAÜIyNa XaBiOaO EaGMALuHuM)
“İşte amelleri habt olan kimseler onlardır.”
Katletmek büyük suçtur. Ama adi katillerde af müessesesi çalışır. Bazı suçlar vardır ki kamuya karşı işlenmiştir. Allah’a karşı işlenmiştir. Hırsızlık, zina ve iftira böyledir. Bu suçların affı yoktur. Mağdur olanlar da bu suçluları affedemez. Adi öldürmelerde af geçerlidir. Siyasi suçlarda ise af geçerli değildir.
فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 225. SEMİNER Yorum-55 İstanbul, 05 Eylül 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Bir Âyet:
Âl-i İmrân Sûresi[3]; 19. Âyetin Tercüme, Tefsir ve Yorumu
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ
“Din Allah’ın indinde İslâm’dır.” (Âl-i İmrân Sûresi[3]; 19. Âyet)
إِنَّ الدِّينَ (EinNa eldDIyNa) “Din Allah’ın indinde İslâm’dır.”
“İnne” aksini savunanlara karşı irad edilmiş bir tekittir. Yanlış biliyorsunuz, Allah’ın indinde düzen savaş değil barıştır. Savaş barışın korunmasıdır, barışın korunması içindir Allah barışın korunması için savaşı meşru yapmıştır. Barış nasıl olur? İçtihat müessesesi ile olur. Herkesi kendi iradeleri ile hareket etmede serbest bırakırsak o zaman barış olur. Yani insanlar birbirine hükmetmezlerse, Allah’tan başka hakim ve aziz kimseyi kabul etmezlerse barış olur.
Diktatörler bunun için din düşmanıdır. Çünkü kendileri dindarlara söz geçiremez olurlar ve hükmedemezler. Sermayenin din düşmanlığı da buradan gelir. Allah’a inananlar O’nun aziz ve hakim olduğunu bilecekleri için onları sömürmeyeceklerdir. Putperestlikte bazı kimseler kendilerini Allah’ın vekili sayıp Allah adına hükmetmeye kalkmaktadırlar. İslâmiyet bunun içindir ki dinî teşkilatı ortadan kaldırmış, dinî akileleri ikame etmiştir.
“Din” deyn yani borç kelimesi ile akrabadır. Hak ve görev anlamına gelir. “Düzen” görevler üzerine kurulduğu için “din” sözü ile ifade edilmiştir. Fıkıh da zaten budur. Görev ve hakları kişinin bilmesidir. Dini takva olarak anlayıp sonra İslâmiyet’i de Muhammedîlik şekline sokup manâ vermek, Kur’an’ı mevaziinden tahriptir. “Din” “düzen” demektir. “İslâm” da “barış” demektir. Allah’ın indinde “düzen” “barış”tır. Manâsı budur.
عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa EalLAHI) “Allah’ın indinde.”
“Allah’ın indinde” demek, Allah için makbul ve istenen demektir. Devletler vardır ki onlar için savaş asıldır. Zaman kazanmak için barış yapılır. Fırsat bulunca da saldırılır. ABD, Osmanlıları örnek alarak dünyaya fırsat bulunca saldırıyor. Oysa Osmanlılar Şeyhülislâmdan fetva almadan hiçbir savaş yapmadı. Osmanlılar işgal ettikleri yerlerde asla baskı uygulamadı. Oralara barışı götürmek için hareket etti. Sonra da geri çekildi. O zaman Birleşmiş Milletler yoktu. Yönetimler de hanedanlarca yapılıyordu. Şimdi saltanat bitti. Birleşmiş Milletler var, demokrasi var. Artık savaşlar gelişigüzel yapılamaz. Artık şeyhülislâmın yerini hakemler alacak. Birleşmiş Milletler sadece hakemleri harekete geçirecektir. İşte “Allah’ın indinde” demek, Allah’ın razı olduğu demektir. Yoksa hepsi Allah’ın iradesi ile olmaktadır. Gerektiğinde biz de savaşırız. Ama savaşa rızamız yoktur. Savaşsız çözümleri tercih ederiz.
الْإِسْلَامُ (elEiSLAMu) “İslâm’dır.”
Allah’ın indinde din İslâm’dır, barıştır; savaş değildir. Düzen barış düzenidir. Savaş ise barış düzeninin korunması içindir. Eşkıya ile devlet arasındaki fark budur. Eşkıya ganimet için savaşır. İslâm devleti ise düzen için, barış düzenini korumak için savaşır. Bunu sağlamak için de savaşın meşruluğunu hakem kararlarına dayandırır. Selem, merdivendir. Silm, üstü düz kaya parçasıdır. Oraya çıkınca saldırılardan emin olursun.
“İslâm” kelimesini özelleştirip Kur’an’a inananlar olarak görmek hatalıdır. İki bakımdan hatalıdır. Çünkü “din” “düzen” demektir. İbadet anlamında din değildir. Diğer taraftan Hazreti Adem’den bugüne kadar bütün peygamberler hep “İslâm” için yani “barış” için cihad yaptılar. İslâm, barışma demektir. İman da eman yani güven içine girme demektir. Fıkıh deyimlerinde “İslâm”, vatandaşlığı kabul etme demektir. “İman” ise muharipliği kabul etme demektir. Allah için din İslâm’dır; Allah için düzen İslâm’dır. Savaş ise düzen değil, keyfî yönetimdir. Allah onu meşru kılmıştır. Ama şartları tam olmalıdır.
وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمْ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ
وَمَا اخْتَلَفَ (Va Ma iPTaLAFa) “İhtilaf etmediler.”
“Emam” ön taraftır. “Half” ise arka taraftır. “Halef” yerine geçen demektir. Arkasında bıraktığı kimse demektir. “İhtilaf” ise birinin bir tarafa, diğerinin diğer tarafa gitmesi demektir. İçtihatta istenen iki şey vardır. Aynı yönde ilerlemeliyiz. Ama yollarımız farklı olacaktır. Bu ihtilaf değildir. Çoklu sistemdir. Kimi ileriye doğru giderken, kimi de geriye doğru giderse o ihtilaftır. Kimi sağdan kimi soldan giderse, birbirinin işini tamamlarsa, bu halef olmadır. Kimi sağa kimi sola giderse, bu ihtilaftır. Bir işte işbölümü yapıp değişiklikleri yapmak ayrıdır. Birinin yaptığını diğerinin bozması ayrı bir şeydir. Buradaki ince noktayı ayırmamız ve iyi anlamamız gerekmektedir. Cennet ile Cehennem arasında bıçak sırtı kadar keskin yol vardır. İhtilafta da böyledir. Her birimizin kendi içtihadına göre amel etmesi, birbirimize tâbi olmayıp Allah’a tâbi olmamız anlamındadır.
Azîz ve hakîm olan Allah’tan başka kimseye ibadet etmemedir. Ama eğer bu içtihat bozgunculuğa dönüşürse bu da küfre kadar gider. Buna tefrika denir. Tefrika haram kılınmıştır. Hilafet ise teşri edilmiştir.
Bu ikisi arasındaki sınır nedir?
a) Muhalefette kavlî ayrılıklar vardır. Hakkı tavsiye ederler, ama arkasından sabrı da tavsiye ederler. Tefrikada ise fiilî ayrışma vardır. Birbirimizin işine karışma tefrikadır. Birbirimizin içtihatlarına saygı gösterme islâmdır, barıştır. İhtilâf tefrikaya gitmemelidir, barışı bozmamalıdır.
b) İcmaya muhalefet tefrikadır. İcmaya fikren muhalefet edersiniz. Ama fiilen muhalefet edemezsiniz. İcmalar ancak icmalarla değişebilir. Bu da ikinci miyardır.
c) Hakem kararlarını dinlememek de muhalefettir. Çıkan nizalarda hakemlere gidilir. Hakemlerin çizdiği sınır içinde herkes kalır. Dinlemeyenler tefrika çıkarmış olurlar.
d) Eğer bir konuda birini görevli kıldıksa, o konuda ona yetki verdik demektir. Kişilerin yetkileri dahilindeki kararlarına uymak durumundayız. Başkanların yetkileri dahilindeki emirlerine muhalefet edemeyiz. Başkanlar da yetkileri dahilinde olmayan hususlarda emirler veremezler.
Demek ki; “Biz Furkan’ı indirdik.” ifadesi ile yalnız içtihadı indirdik değil; icmaları indirdik, hakemliği indirdik, imameti yani başkanlığı indirdik anlamlarını da içermektedir.
الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (elLaÜIyNa EğTUv elKiTABa) “Kendilerine Kitap ita edilenler.”
Kur’an ümmilerden bahsetmektedir. Bunlar göçebe döneminin insanlarıdır. Yani kendilerinin yazılı veya sözlü oluşmuş kuralları yoktur. Yöneticiler onları o andaki içtihatlarla idare ederler.
Tarihte insandan önce insana benzeyen ama insan olmayan varlıklar var edildi. Bunlar ateş yakıyordu. Alet kullanıyordu. Alet yapıyordu. Avcılıkla geçinenler vardı. Çobanlıkla geçinenler vardı. 50 bin yıl önceden beri bu tür mahluklar görülür. Bunlar elbise giymiyorlardı. Bizim gibi evrim dili konuşmuyorlardı. Yöneticileri onları muhakeme edip cezalandırmıyordu. Bir türde benzer araçlar vardı. Her tarafta o araç türleri korunuyordu.
Hazreti Adem yaratılınca insanlar toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık evrelerini geçirdi. Kitapları yoktu. Bunlar adeta 7 yaşından küçük çocuklar gibi peygamberler tarafından yönetiliyordu.
Hazreti Nuh’tan sonra “kitap” indirildi. Bunlar kendilerine kitap verilenlerdir deniyor. Sabiîn bunlardır. Yahudiler bunlardır. Hıristiyanlar bunlardır. Bunun yanında kendi kitaplarını kendilerinin veya krallarının veya meclislerinin yaptığı topluluklar vardır. Kur’an’da bunlara “Ehl-i Kitap” denmektedir. Bugünkü devletler hep böyle ehl-i kitaptırlar. Burada bahsedilen kitabı verilenlerdir. Tevrat, İncil ve Kur’an ehlidir. “Kendilerine kitap verilenler ihtilaf etmediler.” deniyor.
إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمْ الْعِلْمُ (EilLAv Min BaGDi MAv CAEaHuMu elGıLMu)
“Kendilerine ilim geldikten sonra ihtilaf etmediler.”
Bu ifade bize önce içtihadın ilme dayanılarak yapılması gerektiğini ifade eder. Biz içtihadımızı yapacağız ama neye dayanarak içtihadımızı yapacağız? İlme dayanarak içtihadımızı yapacağız.
Bu ilimler de ikidir:
a) Usul ilimleridir. Mezhep müçtehitlerinin ortaya koyduğu usûl-ü fıkıhtır.
b) Sonra müsbet ilimlerdir. Tabiî ve sosyal ilimlerdir.
Geviş getiren çift parmaklı hayvanlar helaldir. Ama zürafanın böyle bir hayvan olduğunu biyolojiden öğreneceğiz.
Burada öğrendiğimiz ikinci kural ise ilmin sübutu icma iledir. İcmadan önceki reyle amel edeceğiz ama o ilim olmayacaktır. Tercih yapılmış olacaktır. İlim mertebesine ulaşmadığı için de ilmî muhalefetimiz yoktur demektir.
Üçüncü olarak yine şunu öğreniyoruz ki, ilim kitaptan başka bir şeydir. Ayrı bir şeydir. Kitaptan sonra gelmektedir. Zamanla edinilmektedir. İlim marifedir. O halde ilimde ihtilaf yoktur. Çünkü icma edilmiştir. Çok sonuç yoktur. Kitap verilenlerin ihtilafı ilimden sonra başlamıştır.
بَغْيًا بَيْنَهُمْ (BaĞYan BaYNaHuM) “Aralarında bağy olarak yapılan çekişmedir.”
Yani insanların ayrı görüşte olmaları, ayrı cemaatler oluşturmaları, mezheplerinin ve tarikatlarının farklı olmaları nehy edilmemiştir. Tam aksine hayırda yarış ve müsabaka için tergib edilmiştir. Çıkarları için ihtilaf varsa işte o tefrikadır.
Burada işaret edilen bu çok önemli husus günümüzde AK Parti ve Saadet Partisi arasında vardır.
Ak partililer eğer daha iyi hizmet vermek için ayrıldılarsa ve Saadetçilerin yapamadığını yapmayı hedeflemişlerse, bu tefrika değildir. Ama iktidarın nimetlerinden onlar yararlanıyor, biraz da biz yararlanalım demişlerse, bu tefrikadır.
Saadet partililer de; biz tecrübeliyiz, iktidarı çoluk çocuğa teslim edemeyiz demiş de onları bu maksatla iktidardan uzak tutmuşlarsa, bu tefrikaya sebep olma değildir. Ama iktidarın nimetlerinden biz yararlanalım, onları neden ortak edelim diyerek diğerlerini Hakka hizmetten mahrum etmek için itmişlerse, o zaman da onlar tefrika yapmışlardır.
Buradaki asıl önemli mesel şudur. Acaba onlar ne zaman tefrikaya düştüler? Ne zaman ihtilaf edip ayrıldılar?
Kendilerine “Adil Düzen İlmi” geldikten sonra ihtilaf edip ayrıldılar.
O halde şimdi Türkiye’deki partileri ikiye ayırabiliriz:
a) Birincisi, ehl-i kitap olan partilerdir. Bunlar kendi yaptıkları tüzüklerle partilerini yönetirler.
b) Bir de kendilerine kitap verilen partiler vardır. Bunlar Kur’an’ı kaynak kabul eden partilerdir.
Herkes biliyor ki; Saadet Partisi, AK Parti, Bağımsız Türkiye Partisi, Büyük Birlik Partisi Kur’an’ı kaynak kabul eden partilerdir.
Ak partililer ve Saadet partililer ne zaman ayrıldılar? Kendilerine “Adil Düzen” geldikten sonra.
Her iki taraf da “Bağyen Beynehum” olarak ayrıldı. Çünkü her iki taraf da “Adil Düzen”i reddetti.
Sebebi sadece bir şeydi; iktidarın nimetlerini “Adil Düzen Ekibi” ile paylaşmamaktı.
“Adil Düzen Ekibi” onların bu çekişmelerini bildiği için onlardan uzak durdu. Sadece onlara yardım etti.
Nitekim, biz bugün de iktidarın nimetinden bir şey istemiyoruz. Sadece onlara yardım edelim diyoruz.
Ama onları saran menfaatçiler o kadar Adil Düzencilerden korkuyorlar ki; en küçük bir parti liderini bile bizimle görüştürmüyorlar. Çünkü biz gidersek onlar ikinci dereceye düşerler. İşte bundan dolayı “Bağyen Beynehum” ihtilafı halindedirler. “Adil Düzen”le onların sorunları yoktur; onların sadece çıkarları ile sorunları vardır.
وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
وَمَنْ يَكْفُرْ (Va MaN YaKFuR) “Kim küfrederse.”
İlimdeki eksiklikten dolayı farklı görüşleri olanlar ihtilaf etmezler. Onların kimi iktidar, kimi muhalefet olmaz. Onlar birlikte herkes kendi içtihadında amel eder, birlikte işbölümü içinde yollarına devam ederler. Ama iktidarın nimetlerinden yararlanmak için ihtilaf edip birbirlerini itmeleri ve karşı cephe kurmaları küfürdür. Bu sebeple bunu “Va” harfi getirerek ifade etmektedir. “Fa” harfi gelmemiştir. Çünkü her ayrılık küfür değildir. İcmaya karşı olanlardan ayrılmak küfür değildir. Fasıl da yapılmamıştır. Küfür olan yalnız bağyen beynehum ayrılmalar değildir. Buna kıyas edilerek diğer ayrılmalar da küfürdür.
İslâmiyet’te partiler vardır. Ama “iktidar” ve “muhalefet” yoktur; “koalisyon” vardır. Her parti aldığı oy nisbetinde yönetimde söz sahibi olur. Çıkan ihtilaflarda hakemlerden oluşan yargı son sözünü söyler.
Biz 1991’de Erbakan’a bunu tavsiye ettik. Dinlemedi. İktidar ve muhalefet içinde iktidar oldu. Bu durumda sonuç baştan belli olmuştur. Nitekim günümüzde AK Parti’nin de akıbeti budur. Ben o zaman Erbakan’a şunu teklif ettim:
“Biz yüzde 70 de alsak yine “Millî Koalisyon” kuracağız diyelim.” dedim. “Bu söylenmez!” dedi.
Oysa eğer onu o gün söyleseydik, bugün Meclis’te “Millî Koalisyon” olurdu. Her %4 için bir bakan verilecekti. Nitekim bugün ülkemiz AK Parti 9, CHP 5, DYP 3, MHP 3, GP 2, HADEP 2, ANAP 1 şeklindeki dağılımla yönetilecekti.
Ne yapalım ki; çeyrek asır önce “İslâmiyet’te parti yoktur!” diyenlerle verdiğimiz mücadelemiz şimdi “İslâmiyet’te muhalefet de vardır!” şekline dönüştü. Bu âyetleri ben yazmadım!..
بِآيَاتِ اللَّهِ (Bi EaYAvTı elLAHi) “Allah’ın âyetlerini küfrederse, kapatırsa.”
“Adil Düzen” Allah’ın âyetleridir. Çünkü “Adil Düzen” hem “Kur’an’a” hem “müsbet ilme” dayanmaktadır. Biz “Adil Düzen Çalışanları” hem Kur’an’a göre söylediklerimizi tartışmaya hazırız, hem de müsbet ilme göre; yani tabiî ve sosyal ilme göre tartışmaya hazırız. Elbette hatalarımız vardır. Elbette eksikliklerimiz vardır. Hemen düzeltmeye ve doğrusunu anlamaya ve almaya hazırız; ve bizi hatalardan korudukları için onlara dua ederiz, minnettar oluruz.
Ama onlar böyle yapmadılar. Bize nazireler üretmeye kalktılar. Kur’an’a nazire getirmek istedikleri gibi onlar bunu başaramayınca da “Adil Düzen”i kapatmaya ve üstünü örtmeye çalıştılar. Uydurdukları yalanla kendileri “Adil Düzen”in yasaklandığı hezeyanı ile devreye girdiler. İşte bu şekilde gerçeği gizlemeye çalışarak küfrettiler.
“Adil Düzen”i yasaklayıp “zalim düzen”i meşru kılacak bir güç kimde var acaba?
“Adil Düzen”i kabul etmeyip “zalim düzen”i isteyen herkes kâfirdir. “Adil Düzen” bir partinin düzeni değildir.
“Demokrasi” nasıl “Demokrat Parti”nin değilse, “Cumhuriyet” nasıl “CHP”nin değilse; “Adil Düzen” de “Necmettin Erbakan”ın veya “Süleyman Karagülle”nin değildir. “Adil Düzen” insanlığın düzenidir. Hazreti Adem’den kıyamete kadar peşinden gidilecek düzendir. Kur’an zalimlerle kâfirleri aynı yerde sayar.
Tekrar ediyoruz: Bizim söylediklerimiz “Adil Düzen” olmayabilir. Ama istenen “Adil Düzen”dir.
Onu bulmaya herkesi dâvet ediyoruz. Gelmeyenler Allah’ın âyetlerini kapatanlardır. Küfretmektedirler.
فَ (Fa)
Buradaki “Fa” “Men/Kim” şartının cevabıdır. Kim böyle yaparsa sonunda bu olur denir. Normal olarak burada Allah onun hesabını süratle görür denmesidir. Ama Kur’an’ın üslubudur. Haberi genelleştirerek ifade eder. “Allah, hesabı süratli olandır.” diyerek, hesabı süratle göreceğini hatırlatır.
إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (EinNA elLAHu SaRIyGu elPıSABı) “Allah hesabı süratli olandır.”
“Seri’” sürat ve çabukluk demektir. Koşuşmak anlamındadır. Hesabı çabuk yapan anlamında olduğu gibi erken yapan anlamındadır da. “Hısbe” at otlarken bakılan arpacık anlamındadır. “Hesab etmek”, uzaklığına göre meyil vermek demektir. İki anlamı vardır. İsabet ettirmek anlamındadır. Yahut cezasını vermek anlamındadır. Burada her ikisi de birden anlaşılmaktadır. Yani Allah borç ve alacaklarını çabucak hesaplar, haksızlık yapmaz. Hemen de ödeme yapar demektir.
Hata ve yanlışlardan Allah’ımıza sığınırız.
Her şeyin en doğrusunu sadece Allah bilir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
225SEMNER
İlim ve Amel: TEMEL SORUNLAR – TEMEL ÇÖZÜMLER
1- Tanıtım çalışmalarının daha etkin hâle getirilmesinin esasları nasıl olmalıdır?
-Tanıtımın etkin olması için tanıtılacak şeyin etkin olması gerekir. Saadet Partisi’ni herkes tanıyor; Erbakan’ı da tanıyor. Onları eski halleri ile tanıtmaya gerek yoktur, mümkün de değildir. Tanıtılacak şey “Adil Düzen” olursa o zaman etkin hâle getirilir. Erbakan’ın kitapları ele alınıp şerh edilmeli. Videolarla açıklanmalı. Ev ziyaretleri ile tanıtılmalıdır.
2- Tez üretmedeki eksikliğimizi nasıl giderebiliriz?
-Tez üretenlere değer verirseniz, tez düşmanlarından uzaklaşırsanız tezler kendiliğinden ürer.
3- Neyi tez olarak ortaya koymamız gerekir?
-Sorunları tesbit edeceğiz. Onların sadece adlarını söyleyeceğiz. Çözümlerinin esaslarını belirleyeceğiz. 32 Farz gibi onları herkes belirleyip söyleyecek. O çözümleri açıklayan kitaplarımız olacak.
4- Teşkilata nasıl moral depolarız?
-Moralman yıkılmış bir teşkilatın moralman yıkılmış yöneticileri moral veremezler. Önce il merkezinde moralleri olan on kişi bulacaksınız. Şimdiki kadroyu yedekleyeceksiniz. Moralli kadroyu aktif hâle getireceksiniz. Teşkilatın kadrosunu morallilerden oluşturacaksınız. Morali çökmüş kadroyu yedeğe alacaksınız. Sonra onların da morali gelir ve size katılırlar.
5- Hangi hedeflere koşmalıyız?
-Türkiye Devleti yıkılıyor. Siyasi hedefimiz Türkiye’yi kurtarmaktır. Halk olarak kurtarmak, iktidar olmadan kurtarmak olmalıdır. İşsizliği halk olarak ortadan kaldırma hedefimiz olmalıdır. “Mala-Mal Marketleri” bunları sağlayacaktır. Sonra Türkiye’nin borçlarını halk olarak ödemeliyiz. İmkanlarımızı birleştirip KİT’leri ve arazileri devletten satın alarak dış borçları tasfiye etmeliyiz. Aramızda hakemlik sistemini geliştirmeliyiz. Bir dergi çıkarmalıyız; bir milyon satacak bir dergi .
6- Herkesi bağlayan liyakat ve ehliyet esasları nasıl oluşturulur? (Üst düzey yöneticiler.)
-Toplantılar açık olmalıdır. Yetkililer önde oturup görüşme yapmalı, diğerleri dinlemelidir. Yoklama defteri tutulmalıdır. En çok devam edenler yönetimde başta yer almalıdır. “Bir Dergi” çıkarılmalıdır. Bu dergide merkezdeki yöneticiler yazmalıdır. Dergiye ilçedeki yöneticiler abone bulmalıdır. İlçede en çok abone bulan il yöneticisi olmalıdır. İl yöneticileri merkez yöneticilerden birini temsilci yapmalıdır. En çok dergi satan yönetim kurulunda önde yer almalıdır. “Adil Düzen Kitabı” yazılmalıdır. Bu ilk, orta, yüksek, üstün olmak üzere dört kademede olmalıdır. İsteyenler imtihana girip diploma almalıdırlar. Milletvekilliği diploması bu kimselere verilmelidir. Belediye başkanlığı diploması bu kimselere verilmelidir. İlçe başkanları ile anlaşan o ilçenin adayı olmalıdır. İlçeler sattıkları dergi ile orantılı olarak sıra almalıdır.
7- Yeni söylem ve stratejilerimiz neler olmalıdır?
-Bir yeni söylem söylendikten sonra artık o değişmez. Bizim söylemimiz vardır.
a) Millî Görüş: Her ülke kendi sorunlarını kendisi çözmelidir. Hakimiyet-i Milliye, Kuvva-yı Milliye, Vahdet-i Kuvva ve Müsbet İlim bu devletin ilkeleridir. Biz bunların üzerinde kendimiz düşünerek ve yazarak, daha sonra da anlatarak bunları geliştirmeliyiz. Amerika ve Avrupa ile iyi olmalıyız. Ama biz ne Avrupalı ne de Amerikalı olacağız.
b) Adil Düzen: Kendi sorunlarımızı kendimiz çözerken insanlık içinde adaleti benimseyeceğiz. Kuvveti üstün tutan değil, Hakkı üstün tutan “Adil Düzen”i, çoklu sistemi benimseyeceğiz. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti ilkemiz olacak. İşte bizim ana söylem ve stratejimiz olan “Adil Düzen” budur.
c) Millî Sanayi: Kopya edilmiş ve aktarılmış montaj sanayi ile kurtulmamız mümkün değildir. Kendi sanayimizi kendimiz kurmalıyız. Halkın yapabildiği işleri halk yapacak. Halkın yapamayacağı işleri ise devlet yüklenecek. Sömürü sermayesine yol verilmeyecek.
d) Faizsiz Ekonomi: Devlet para değerini koruyacak. Enflasyonu ya yapmayacak ya da enflasyonun etkisini giderecek. Halka para değerini korumuş olarak “faizsiz kredi” verecek ve ödeyemediği zaman da icralarla iflas ettirmeyecek bir sistem bizim idealimiz olmuştur.
Yeni söylemler de bunlardır. Eski söylemler de bunlardır. Bunlar yıprandı diyorlarsa yalan söylüyorlar. Bir şeyin yıpranması için uygulanması gerekir. 11 ay kısmen uygulandı ve yıpranmadı.
8- Gençlere yönelik etkin projeler neler olmalıdır?
-“Vakıf Dershaneler” açmalıyız. Gençler buralara gelip okullara hazırlık çalışmaları yapmalıdırlar. Buralarda gönüllü öğretmenler parasız ders vermelidirler. Gençlere hem okuma hem çalışma imkanını sağlamalıyız. Buna göre işyerleri açmalıyız, particiler bunlara iş vermeliler. İş bulduktan sonra nişanlanma ve evlenmelerine imkan sağlamalıyız.
9- Toplum öğelerine yönelik ayrı ayrı sorunların çözümü nelerdir?
-Sosyal gruplar için ayrı ayrı komisyonlar kurulur. Bu komisyonlar sorunları adil olarak çözer ve bunlara duyururlar. İşbirliği yapmak isteyenlere yardımcı olunur.
10- Üst düzey yöneticilere aktivite kazandırma yöntemleri nasıl sağlanır? Onlar aktif hâle nasıl getirilir?
-“Millî Görüş”ü Erbakan aktifliği ile kurdu; “Adil Düzen”i de aktifliği ile oluşturdu. Ne var ki, sonra aktif arkadaşlarını bıraktı, aktif olmayanları üst düzey yönetici yaptı. Aktifler pasifize oldular. Onları sırtımızda oralara getirmemiz yetmedi, şimdi o hantalları biz mi aktif hâle getireceğiz?!. Onlar Erbakan’ı da hantal yaptılar. İlle de onları orada onore etmek istiyorsanız; şimdilik onları dinlemeden teşkilatı aktif hâle getiriniz. Sonra hiç merak etmeyin, o efendiler yeniden arz-ı endam ederler ve oylarımızı yeniden yüzde birlere indirirler! Endişeniz olmasın!
11- Merkeziyetçi yapıdan nasıl kurtulunur?
-Bunun tek çözümü vardır: Taşranın merkezi dinlememesi. Güçlenmesi. Merkez baskı yapınca da baskı yapmayanlar hep birlikte gitmeye hazır olmalıdır. Kimse elindeki gücünü başkasına devredemez. İstese de devredemez. Taşra güçlenirse onlardan kimse onu alamaz. Bunu yüzde bire inen parti yapabilir. Büyük partide merkezden bir şey koparmak mümkün olmaz.
12- Metropolit şehirlere karşı teşkilat nasıl olmalıdır?
-Taşra teşkilatı yönetim kurullarının büyük şehirlerde temsilcileri olmalıdır. Büyük şehirlerde partinin taşra temsilcileri bulunacaktır. Türkiye’de 1000 ilçe ve 10 000 bucak var. Şimdilik her ilçe için merkezimiz olmalıdır. Bilgisayar merkezimizde kayıtlarımız olacak. Halkın ihtiyaçlarına bedelsiz aracı olmalıyız. Bedava bir e-marketi kurmalıyız. Satmak isteyen oraya bildirecek; almak isteyen de oradan alacak. Bu hizmetimiz için bir ücret almamalıyız. Bunlar o taşra temsilcisi merkezlerden yönetilmelidir.
13- Halkın sosyal beklentilerine yeterli mesajlar bir program içinde nasıl verilebilir?
-İstanbul 12 milyon nüfusa sahiptir. Bir bucak 12 000 kişiden oluşsa; 1000 bucak vardır demektir. 10 000 semt vardır. Her semtte bir temsilcimiz olacak. Bir semtte 1000 kişi yani 200 aile vardır. Dergi satma bahanesiyle temsilcimiz bu kimselerle özel ilişki kurabilir. Bunların isteklerini her hafta toplayıp ilçe merkezlerine gönderecektir. 10 ilçede bu istekler tasnif edilerek il merkezine gelecektir. Her hafta dergimizde halkın istekleri tesbit edilip yayınlanacaktır. Bunlar genel ve özel olabilir. Merkezde bir “Adil Düzen Ekibimiz” olacak, bu sorunlara cevaplar üretip yayın yapacaklar. İnternet yayını yeterlidir. Dergimizde bunlar duyurulacaktır.
14- Bugünkü toplum yapısına göre stratejilerde yenilenme nasıl olacaktır?
-Parti dergi çıkarır, bu dergi halka ulaşırsa iki şekilde yapılanmaya başlanır. Mesela, “Kuyumcular Derneği” kurularak “Altın Sertifikası” çıkarılabilir. Böylece kendimizi dış mali oynamalardan koruyabiliriz. Devlete faizsiz altın borç vererek ülkemizi ve halkımızı dış borçtan kurtarabiliriz. Sonra bu tür “kooperatifler” kurularak tüm sahalar “Adil Düzen”e geçirilebilir. İkincisi ise “Yapı Kooperatifleri” kurulur. Bin hanelik “Adil Düzen Siteleri” oluşturulur. Sonra bütün Türkiye kendiliğinden “Adil Düzen”e geçer.
Görülüyor ki, bunları bilen kişi artık zalim düzende iktidar olmaya çalışmaz. Tam tersine “Adil Düzen” kurup yöneticilerini adil yapmaya çalışır. Partinin işini yapması gerektiği gibi yapması için iktidar olmaya gerek yoktur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
225SEMNER
Torunum Şirin’e!
Bu mektubu sadece sana yazmıyorum. Önce diğer bütün torunlarımın da okumalarını istiyorum. Sonra sen yaşta olan arkadaşlarımın çocuklarına. Daha sonra “Adil Düzen”i benimsemiş herkese, tüm inananlara, Müslimlere ve insanlığa sunuyorum.
Kur’an’ın en yakın kimseleri uyar emrine dayanarak senden başlıyorum. Diğerlerine sizler ulaştıracaksınız.
a) Hayatta bir şey yapmak zorunda kaldığın zaman önce araştıracaksın, en uygun ne ise onu o şekilde yapmaya karar vereceksin. Önce derslere çalışıp öğreneceksin. Not almak veya sınıf geçmeyi ikinci derecede düşüneceksin. Bilsen ama sınıfını geçmemiş olsan, o ilim sana hayatında yarar. Bilmesen de sınıfını geçsen, o sadece insanları kandırmak için işine yarar. Eğer bilme imkanın var da bilmiyorsan, ona üzül. Bildiğin halde not alamadınsa, o senin sorunun değildir. Bir defa Allah onu öyle uygun görmüş. Demek ki senin için hayırlı olan o imiş. Başkaları kötülük yapmış olsa bile Allah onlara izin vermiş. Bir konudaki başarısızlık seni hatanda uyarıyor demektir. Bu sayede eğer üzerinde durursan hatanı bulursun. İleride daha fazla hatalara düşmezsin veya o hatayı düzelttiğin için çok ileri seviyede başarılar elde edersin.
b) Bir şey olduktan sonra asla niye oldu diye düşünmeyeceksin. O kaderdir. Olan olmuştur. Artık kimse onu değiştiremez. Zaman içinde geri gidilemiyor. Şimdi o olayları kabullenip ona göre yeni yapacakların hakkında projeler üretmen gerekir. Allah sana burasını takdir ettiğine göre senden bir şey istiyor demektir. İşte o istediği ne ise onu içtihat ederek bulup ona göre yeni davranışlarını ayarlayacaksın. Nice kimseler vardır ki senin sahip olduğun imkana ulaşmış değildirler. O halde sen Allah’ın lütfünü görerek şükredeceksin. Şükredeceksin demek, elinde olan imkanların hakkını vereceksin demektir. Dua edelim de Allah’tan hayırlısı ile bu fakülteni bitirdin. Dua da şükürlü olur.
Ben çocuklarımı hep mühendis yapmak istedim. Bunun iki sebebi vardır.
Türkiye’de en ciddi meslek askerliktir. Dünyanın en güçlü askerleri Türk ordusunda yetişiyor. Türkiye’nin bu hususta ihtiyacı olmadığı için ben o mesleğe gitmedim. Çocuklarıma da oraya gitmelerini önermedim.
Türkiye’de ciddi ikinci tahsil ve fakülte tıp tahsilidir. Pratik yaptıkları için dünya tabipleri seviyesinde doktorlar yetişiyor. Onu da iki sebepten istemedim. Biri, çok ağır meslektir. Kişilere çok yararı vardır. Ama topluluğa yararı azdır. Diğeri, tabiplik müessesesi İslâmî değildir. Bu meslekte çıkar çatışması vardır. Aramızda doktor yetiştirmeliyiz ama biz onu finanse edip hekimliği karşılıksız yaptırmalıyız. “Akevler”in baştan beri böyle hayali vardı ama şimdilik orada kaldı.
Üçüncü meslek ise mühendisliktir. Mühendislik insana hem matematiği hem de fıkhı yani hukuku öğretir. Böylece sivil yönetimde askerler kadar başarılı yapar. Bugün Türkiye’ye mühendisler bunun için hakimdirler. İşte ben bu mesleği seçtim ve çocuklarıma da bunu önerdim. Mehmet, Betül ve sen mühendis oldunuz. Zeynep de sizlere gerek. Bunlar Allah’ın takdirleridir. Bize bir şeyler hatırlatır.
Çocuklarımın mühendis olup birlikte çalışmalarını istedim. Söz verdiler ama sonra yapamadılar. Ben hiçbir şeyi yalnız kendi çocuklarım için yapmam. Kendi çocuğum için ne yapmak istersem; herkesin çocuğu için de onu yaparım. Bunun için “Akevler”i kurduk. Herkesin girmesini serbest bıraktık. İş imkanları oluşturmaya çalıştık. Hâlâ bu imkanlar vardır ama kimse değerlendirmiyor. Belki de -Allah’a duamız- torunlarımın katılacağı cemaat bu işi yapacak. Anne ve babaları dağılmış durumdalar ama çocuklar “Akevler” içinde birleşecek ve büyük firma kuracaklar. Mesela, Koka Kola gibi büyük firma; ama faizli sistemde değil, “Adil Düzen”de. İşte Şirin’in bilgisayar mühendisliğini kazanmasını ben bu oluşun müjdecisi olarak görüyorum.
c) Okullar öğrencilere bir şey öğretmez, sadece nasıl öğreneceğini öğretir.Arkadaşları ve hocaları ile tanıştırır, buluşturur. Kitapları tanıtır, onların dilini öğretir. Asıl öğrenme kendinizin çalışması ile olur. Kendinizin çalışması derken, birlikte çalışmayı kastediyorum. Okulda çalışmak isteyenlerle arkadaş ol. Diploma için çalışanlardan uzak dur. Bir okulu kazananlara tavsiyem budur. Fakülteler yol gösterirler. Öğrenmek kişilere aittir. Şunu bilesiniz ki, her okul ve fakülte ilim için birdir. İnsandan asıl istenen zihnî melekeyi ilmî düşünceye göre yöneltmedir. Bu sebepledir ki devlet her fakülteye eşit mertebe vermiştir. Asıl mesleğinizi ise hayatın şartları size sağlayacaktır.
Diğer taraftan dışarıdan okunan fakülteleri kazananlara da söyleyeceklerim vardır. O da şudur. Dışarıdan okuma çok daha yararlıdır. Çünkü hem çalışır hem okursunuz. Ancak dışarıda okuyanlar okulun verdiği havayı bulamadıkları için okuyamıyorlar. Bunu yani bu eksikliği biz tamamlamalıyız. Bunun için açık parasız bir dershane olacak. Dışarıdan okuyanlar, hattâ okulda okuyanlar o dershaneye gelecekler, birlikte derslerine çalışacaklardır. Arkadaş grupları oluşturup bir tür okul oluşturacaklardır. Burada nöbetleşe gelen öğretmenler olacaktır. Bunlar ders vermeyecekler ama sorulan soruları tahtada veya ekranda anlatacaklar. Ayrıca bu öğrencilere birlikte çalışacak iş imkânları geliştirmeliyiz.
Hiçbir fakülteyi kazanamamış öğrencilere başka bir müjdem vardır. Bugün üniversite ancak 25 yaşlarında bitiyor, askerlik ve evlenme derken 30 yaşına kadar bir işe giremiyorlar. 30 yaşından sonra da başladıkları işte artık başarılı olamıyorlar. Oysa 18 yaşında liseyi bitirip de okumaktan vazgeçen gençler evleniyorlar ve iş hayatlarını kuruyorlar. 30 yaşlarına geldikleri zaman 10 yıllık deneyimli iş adamı oluyorlar. Karı-koca çalışıyorsa, artık biriktirdikleri ortak mal varlıkları da vardır. Çocukları da 10 yaşlarını geçmiştir. 50 yaşlarına geldikleri zaman bir firma olmuşlar ve çoluk-çocuk-torunlar ile iş yapar hâle gelmişlerdir.
Öyleyse bir şekilde bir fakülteye girmeniz çoğu kez sizin için hayırlı olacaktır. Ama bilgisiz kalacağız diyorsanız, onu da giderecek şey öğrenci olmasanız da açık parasız dershanelere devam etmenizdir. Siz de boş vakitlerinizde dışarıdan okuyanların kurdukları dershanelere giderseniz sizin için daha iyi olacaktır.
d) Son bir önerim daha vardır. Bu önerime anne-babalar kızıyorlar. Ama ben Allah’ın emri olduğu için bütün gençlere öneriyorum. Liseyi bitirir bitirmez, anne-babanızı da ikna edin ve kendinize bir eş seçin, onunla nişanlanın. Mali sebeplerle evlenemiyorsanız evlenmeyin. Beni babam nişanladı. Beş sene nişanlı kaldım. Siz de kalın. Ama eşiniz olsun. Bu yalnız sizi değil, nişanlınızı da kötü yollara düşmekten korur. Üniversiteyi bitirdiğinizde eğer hayat şartları sizi bir araya getirmeye engel olursa ayrılın. Bunun için nişanlanın diyorum; nikahlanın demiyorum. İslâmiyet’te nişan nikah demektir.
Bu mektubumu okuduktan sonra benim tavsiyelerime aynen uymanızı istemiyorum. Ancak bu hususta düşünmenizi, hattâ yazı yazmanızı istiyorum. Bugünlerde çalıştığım “Bilgisayar Geometrisi” konulu yeni geometri teorim ve çalışmam vardır. İnşaallah gelecek yaz bana vakit ayırırsan o çalışmamı sana emanet ederim. Hedefin yalnız mühendis olmak olmamalıdır. Profesör olmak olmalıdır. Büyük bir firmanın kurcusu olmak olmalıdır. Ama sakın unutma; her zaman olana razı olmalısın.
Allah’tan başarılı olmanızı dilerim. Çalışmak sizden, başarı Allah’tandır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL