بسم الله الرحمن الرحيم
أو لم يهد للذين يرثون الأرض من بعد أهلها أن لو نشاء أصبناهم بذنوبهم ونطبع على قلوبهم فهم لا يسمعون (100) تلك القرى نقص عليك من أنبائها ولقد جاءتهم رسلهم بالبينات فما كانوا ليؤمنوا بما كذبوا من قبل كذلك يطبع الله على قلوب الكافرين (101) و ما وجدنا لأكثرهم من عهد و إن وجدنا أكثرهم لفاسقين(102)
KUR’AN MATEMATİĞİ / 137. SEMİNER / ÜSKÜDAR – İSTANBUL, 23 KASIM 2001
“Ehlinden sonra arza vâris olan kimseler. Bu meşietimiz olsaydı onlar zunubları ile isbat edebileceğimizi hidayet etmiyor mu? Kalblerini de tab’ ederdik de onlar sem’ edemezlerdi.” (A’raf; 100)
“Yerlilerinden sonra yere konanlara, bu dileseydik onları suçlarıyla çarpabileceğimizi göstermiyor mu? Yüreklerini damgalardık da onlar işitemezlerdi.” (A’raf; 100)
İnsanlardan önce, insan öncesi maymunlar vardı. Bunlar iskeletleri ve yaşayışları ile insanlara çok benziyordu. Onlar da toplayıcılık yapmışlar, araçlar kullanmışlardır. Bizlerden farkları, onlarda evrim yoktu. Düşünüp gelişmeler yapamıyorlardı. Sonra insanlar gelince onların soyları yok oldu ve onların yerini insanlar aldı. Bu tür insan öncesi maymun bundan 12 milyar yıl önce yaratıldı. Bunlar yere 3 milyon yıl sonra indiler. Bir milyon yıl evvel dik olarak yürümeğe başladılar. Yarım milyon yıl önce avcılığa başladılar. İnsan ise mağarada resim çizmeye başlamasından biraz önce yaratıldı. Bu insan belki beden olarak maymundan yaratıldı. Ama bu insana ruh üflendi. Bugünkü insan meydana geldi. Yani, o tarihten beri insanın ruhî ve bedenî yapısı değişmedi. Gelişme çevresinde oldu. Bu bize neyi gösteriyor? Evrim kanununu gösteriyor. Daha ileri nesil gelince eski nesil gider.
“Arz” kelimesi yeryüzünü, “Hüm” kelimesi de insan türünü göstermiş olabilir. O zaman mânâsı budur. Yine insan arz yeryüzünü gösterir, varis olanlar sonra gelenlerdir. Bunları dört döneme ayrılabilir. Buradaki vârislikten maksat hâkim güç olmadır. İnsanlık ayrı ayrı topluluk hâlinde yaşamakla beraber, hâkim güç bir merkezde bulunur. Yerleşik dönemden önce de medeniyette hâkim güç vardır. Çünkü kullandıkları araçların birbirine benzemesinden bunların da bir yerden yararlandıkları anlaşılıyor. Yerleştikten sonra hâkim güç uzun zaman Mezopotamyalılar olmuştur. Sonra Mısırlılar, sonra İbraniler, sonra Grekler, sonra Müslümanlar, şimdi de Avrupalılar hâkim güçtür.
Bunun yanında “arz”dan maksat bir memleket, mesela Anadolu kastedilir. Ülkelere böyle başka kavim vâris olur. Bundan 1000 sene önce Türkiye’nin halkı Hıristiyan iken, şimdi Müslümanlardır. Bundan 500 yıl önce Amerikan halkı yerliler iken, şimdi Avrupalılardır. Görülüyor ki, uluslar yok oluyor, yerine başka uluslar geliyor.
“Arz” kelimesi aynı yeri, “halklar” da aynı yeri gösterir, ama yöneticileri değişir. Ülkemizi düşünelim. 100 yıl önce buraları Osmanlılar yönetiyordu, şimdi Cumhuriyet adı altında başka güç yönetiyor. Bütün bunlar bir şeyi gösterir. Evrim kanununu gösterir. Günü gelip de evrimleşemeyen topluluklar yok olurlar, onların yerine başkaları vâris olur.
“Dileseydik bu vâris olanlara da günahlarını çarpardık.” Burada işaret edilen çok önemli bir husus vardır. Evrimi gerçekleştiren topluluk kötü olabilir, zalim olabilir, ama evrimi gerçekleştiriyorsa ona izin verilir. İnsanlık başlangıçta halkın kendi aralarında seçtiği başkanlar veya Allah’ın gönderdiği peygamberler tarafından yönetiyordu. Sonra yönetim bir ilim işi olunca Allah hanedanlara o bilgiyi verdi, onlara yönetme sanatını öğretti. Binlerce yıldır insanlar miras yoluyla yönetim yapmaktadırlar. Ancak artık yönetme sanatı okullarda öğrenilir oldu. Askeri akademiler, liseler, üniversiteler ortaya çıktı. Hanedanların yerine partiler ortaya çıktı. Hanedanlık müessesesi yıkılmalıydı. Fransız İhtilâli ile başlayan Cumhuriyet Dönemi 20. yüzyılın diktatörlükleri ile son buldu. Saltanat ya tamamen kalktı, ya da yönetimdeki etkisi yok oldu. Bu ihtilâlleri yapanlar çok iyi insanlar değildi. Ama evrim yapmışlardı. Saltanatı kaldırıp cumhuriyeti getirmişlerdi. Onun için başarılı oldular.
20. asır diktatörler asrı oldu. Ama diktatörlük geçici idi, halkın hanedan dışı yönetilebileceğinin delili idi. Ama esas olan halkın kendi seçtiği yöneticilerle yönetilmesi dönemi henüz gelmemişti. O sebepledir ki, diktatörlükler de teker teker yıkıldı, partiler diktatörlüğü doğdu. Parti başkanları memleketi diktatörlerden iyi idare etmiyorlardı ama halk açısından doğru bir evrimdi. Türkiye yumuşak geçiş yaptı. Diğerleri kanlı geçişle demokrasiye ulaştılar.
O halde topluluklar şunu anlamalıdırlar ki, artık merkezi yönetim, şahsın yönetimi tarih olmaktadır. Bundan sonra hâkim olacak yönetim nedir?
a) Önce içtihat yönetimi olacak. Yerinden yönetim olacak. Merkezi yönetim kalkacak.
b) Serbest sözleşme yönetimi olacak. Merkezler olacak ama merkezler hâkim değil, hâdim olacak.
c) Bir yerin yönetimi halk tarafından değiştirilmeyecek, halk istediği yere rahatlıkla göç edebilmekle yöneticisini değiştirecek. Herkes kendi seçtiği yönetici ile yönetilecek. İktidarlar insanların o ocak veya bucaktan göçmesi ile çökeceklerdir.
d) Çıkan nizalar merkezden atanan hakimler tarafından değil, herkesin kendi seçtiği hakemler tarafından çözülecektir. Hakem kararlarına uymayanlar dayanışma ortaklıklarınca kararlara uymaya zorlanacaktır. Jandarma ve ordu hakem kararları için olacaktır.
İşte bu evrimin gereğidir. Bu evrime uyan halk ister muttaki olsun, ister kâfir olsun, varlıklarını sürdüreceklerdir. Uymayanlar da ister muttaki olsun, ister kâfir olsun, helâk olacaklardır. İşte bu âyet onun için çok önemli bir âyettir. İbadet edebilirler, Müslüman olabilirler; ama evrime hayır diyenler hüsrana uğrayacaklardır. “Adil Düzen”e karşı çıkanlar, onu ihmal edenler, perişan olacaklardır. Zaten olmakta olduklarını görmektesiniz. Sosyalistlerin Çarlara karşı başarıları onların bunlardan daha muttaki oluşundan değil, daha ileri görüşleri taşımış olmalarındandır. Allah Âhirette muttakileri cennete götürecektir. Ama dünyada evrime uyanları başarıya ulaştıracaktır.
Âyette başka bir şeye daha işaret ediyor; “Kalplerini mühürleriz de işitmezler.” diyor. Yani, günahları ile isabet ederdik ifadesini geçmiş zamanı ile, kalplerini mühürlemeyi gelecek zamanı ile kullandı. Gerçi “Lev”den sonra muzari de mâzi mânâsınadır. Ama bu cümle bağımsız da okunabilir. Eğer bir topluluk evrime yanaşmayacak ve ille kendisini düzeltmeyecekse, o kavme ne kadar uyarıcılar ve anlatanlar gelse de dinlemeyeceklerdir. Biz burada anlatıyoruz. Kendilerinin İslâm’ın temsilcisi olduğunu iddia edenler tarafından daha fazla olmak üzere, sesimiz kısılmaktadır. Sizler de buna üzülüyorsunuz. Bizim görevimiz gücümüzün yettiği yere kadar ulaşmaktır. Anlatmaktır. Ortaklıkları bunları anlatalım diye tesis ediyoruz. Başarının olması için Allah’ın bunların kalplerinden mührü çözmesi gerekir. Hiç belli olmaz. Belki de Yunus aleyhisselamın kavminde olduğu gibi bunların da kalplerindeki mühürler çözülür. Bizim duamız da kabul edilir. Belki de çözülmez. Biz yetmiş kere de dua etsek Allah kendi sünnetini değiştirmez, evrim yapmayan kavim helâk olur. Bu anlattıklarımız tarih sahifelerine geçer ve o zamanki uyarıcılara örnek olur. Bunların disketlere geçmesi, yazılı hâle gelmesi, kısmen de olsa kitaplaşmaları bizim için yeterlidir. Bununla beraber, bir örnek gösterip anlatmak da vazifemizdir. Onun için “Ahşap Evler ve Market İşleri” ile uğraşıyoruz. Bedenlerimizi ve mallarımızı harcıyoruz. Allah bunların mükâfatını sizlere hem bu Dünyada hem Âhirette verecektir. İzmir’deki Akevler’de olanların hepsine Allah kendilerinin beklemediği nimetleri verdi. Onları kullanmayı bilip bilmediklerini bilemiyorum. Sizler de yarın bu nimetlere ulaşacaksınız, ama kullanmakta dikkatli olunuz.
“Bu karyelerin enbaından sana kasas ettim. Onlara resulleri beyyinât ile gelmişlerdi. Min kabl tekzib ettiklerine iman eder olmadılar. Allah kâfirlerin kalblerini böyle tab’ etti.” (101)
“Bu ülkelerin başlarına gelenleri sana sıraladık. Onlara elçiler kanıtları ile gelmişlerdi. Daha önceleri yalanladıklarına inanır olmadılar. Kapatanların yüreklerini biz böylece damgalarız.” (101)
Buradaki “Tilke” ism-i işarettir. Uzak olanlara işaret eder. Bu ülkeler uzak ülkelerdir. Onun için işaret sıfatı bu şekilde gelmiştir. Bunlar Nuh, Hûd, Sâlih ve Lût kavimleri ile Şuayb’ın kavmidir. Daha önce Hazreti Adem’in de kıssası geçti ama bir kavme gelmemişti. “Bunları sana kasas ettim.” diyor. Bunlar peş peşe gelen kavimler oldukları için “kasas” kelimesini kullanıyor. Biri diğerinin arkasından gelmiştir. “Sana” kelimesini kullanıyır, “Size” demiyor. Bunlardan her mü’min kendisine ders almalıdır. Bunları okuyup kişi tek başına da olsa kendisine görev çıkarmalıdır. Sizin her birinize Kur’an ayrı ayrı hikâye etmektedir. Bunun için sizin göreviniz ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın verdiği görev ortaya çıkmaktadır.
a) Önce; her mü’min gücü yettiğinde Allah’ın kelâmını öğrenmekle gününü geçirmelidir. Mü’min boş vakitlerini Kur’an okumakla değerlendirmelidir. Bunun için Kur’an’ın kendisini yani Arapçasını öğrenmeden önce, mealleri ve tefsirleri okumaya başlamalıdır. Değişik kimselerin mealleri ve tefsirleri okunmalıdır. Tercümelerde yanlışlar görürsünüz; bu mütercimin hatasıdır deyip geçeceksiniz. Tefsirlerde hatalar görürsünüz; bu müfessirlerin hatasıdır deyip geçeceksiniz. Sonra Kur’an’ı tecvitle okumaya başlayacaksınız. Bunun için bugün bilgisayarlardan yararlanabilirsiniz. Bundan sonra da Kur’an’da geçen kelimelerin mânâlarını tefsirli lugattan okuyacaksınız. Bundan sonra mealle Kur’an’ı bir arada takip edip hatmedeceksiniz. Ondan sonra Arapça’nın gramer kitaplarını Kur’an örnekleri ile okuyup öğreneceksiniz. İşte Kur’an “Ke/Sen” harfiyle size bu görevi yüklemektedir. Bunu tek başınıza yapamayacağınız için 5-10 kişilik cemaat oluşturup her gün her beş vakit namazın sonunda veya başında bu tedrise devam edeceksiniz. Bu işe beşikten başlayıp mezara kadar devam etmeniz gerekmektedir.
b) İkinci göreviniz; burada öğrendiklerinizi ortaklıklar içinde uygulayacak ve örnekler oluşturacaksınız. Kur’an’a göre birer işletme kurup oralarda uygulamaya çalışacaksınız. Siteler kurup oralarda yaşamaya başlayacaksınız.
c) Bundan sonraki göreviniz; işte bu âyetin size verdiği görevi yapacaksınız. Kur’an’ın ahkâmını anlatacak, onlara evrimin şaşmaz kanununu göstereceksiniz. Allah’ın Rabb’i’l-âlemîn olduğunu bildireceksiniz.
d) Nihayet göreviniz; size katılan olursa onlarla işbirliği yapacaksınız. Size saldıran olursa, birlikte sabır gösterecek, gerektiğinde oradan göç edeceksiniz.
“Onlara resulleri geldi.” denmektedir. “Elçileri geldi.” denmektedir. Tarih hep uyarıcılarla doludur. Hz. Peygamber’den önce insanları peygamberler uyardı. Ondan sonra bu uyarma işi âlimlere verildi. Bu âlimler her zaman muttaki kimseler olmayabilir. Ama gerçekleri söyleyip uyarırlar. Kimini doğru, kimini yanlış söyleyip uyarırlar. İnsanların görevleri söyleyene bakıp reddetme veya kabul etme yerine; söze bakıp sözün iyisini seçmeleri gerekir.
“Onlar beyyinelerle geldiler.” diyor. “Delillerle geldiler.” diyor. Bugünkü ilim adamlarının görevi de beyyinelerle gelmedir. Söyleneni ispat etmektir. Onlara ilmen nereden gelip nereye gittiğimizi göstermemiz gerekir. Evrimin gereğini anlatmamız gerekir. Tarihte evrim yapan toplulukların nasıl galip geldiklerini göstermemiz gerekir. Evrim yapmayan toplulukların nasıl helâk olduğunu anlatmamız gerekir. Bunun için de yalnız Kur’an ilimlerini bilmemiz yeterli değildir. Bütün ilimleri öğrenmemiz gerekir. Matematikten başlayarak Fizik, Kimya, Biyoloji ve Sosyoloji gibi ilimleri tahsil etmemiz gerekir. Eski kavimlerin ilimlerini bilmemiz gerekir. Bunu da tek başımıza yapmamız mümkün olmadığı için aramızda işbölümü yapıp değişik ilimleri Kur’an öğretisi içinde tahsil etmeliyiz. Kur’an diliyle tahsil etmeliyiz.
“II. Kur’an Medeniyeti” dediğimiz zaman, bu işleri yapacak mü’minleri arıyoruz. Biz şimdi birkaç kişiden ibaret olan garibanlar olarak burada bu yola koyulduk. Ama sonraları tüm insanlık harekete geçecektir. Kurduğumuz işbölümüne herkes katılacak, insanlık birden “II. Kur’an Medeniyeti”ne ona inanmasa da katılacaktır. İlimler sadece geçmiş olayları tesbit edip sömürücülere malzeme hazırlamakla geçiştirilmeyecek, geçmişi-geleceği bilmek ve yapacaklarımızı belirlemek için öğreneceğiz. Şimdi ilim dünyası geçmişi öğreniyor, gelecekte ne yapmamız gerektiğini sömürücülere bırakmaktadır. Oysa peygamberler insanların geleceklerini bilmeleri için geçmişlerini öğretmiştir. Kur’an’ın burada “ahbar” demeyip de “enba” demiş olmasının hikmeti budur. Biz kavimlerin kıssalarını okurken, onların başlarına neler geçeceğini öğreten peygamberleri öğreniyoruz.
“Daha önce tekzib ettiklerine sonraları inanmaz oldular.” deniyor. Burada bize çok önemli bir ders verilmektedir. Bir kimse bir şeyi söylediği zaman hemen tekzip etmememiz gerekir. “Henüz bana sizin söylediğinizin doğruluğuna dair bir beyyine gelmemiştir. Onun için beyyine gelinceye kadar bekleyeceğim.” dememiz gerekir. Baştan bir şeyi beyyinemiz yoksa reddetmemeliyiz. Mesela, insanın maymundan geldiğini iddia eden birine hemen; “Yalan söylüyorsun, öyle değil.” demeyeceğiz. Kur’an’a inanmayan birisi ise ondan ilmî delillerini getirmesini isteyeceğiz. O da kendine göre delil getirecektir. Bizim de ona karşı ilmî delilleri getirmemiz gerekecektir. İşte böyle hem biz hem de onlar ilimde buluşlara doğru adımlar atıyoruz. İşte tekâmül de böyle olmaktadır. Yeterli deliller nereyi gösterirse onu kabul etmek zorundayız. Kur’an’a inanan kimse ile tartışıyorsak, tabii ilimlerin yanında Kur’an ilimleri ile de delil getirmek zorundayız. Kur’an’dan başka hatasız bir söz yoktur. Hadislerin sıhhatleri kesin değildir. Kendisinde hata olmasa dahi, nakilde hata olabilir. Kur’an’ın da müteşabih olanları vardır. Öyleyse ilmin kesin olarak ispat ettiği bir şey Kur’an’a aykırı olmaz. Kur’an ona göre tevil olunur. Bu kuralı Kur’an koymuştur. İşte Kur’an üzerimizden büyük ağırlığı böyle kaldırmıştır.
“Allah kâfirlerin kalplerini böyle tab’ eder.” demek suretiyle de kâfir ile mümini birbirinden ayıran kimseyi de tanımlamış oluyor. Peşinen reddeden veya peşinen kabul eden kimse mümin olmaz. Mümin beyyineler gelmeden tavakkuf eder. Beyyinelerin gelmesini bekler. Beyyine gelince de beyyine ne diyorsa ona uyar. “Resulleri onlara beyyineler ile gelmişlerdi.” diyor. Allah, bizim de beyyine ile gelmemiz gerektiğini söylüyor. Beyyinenin başı uygulamadır. Bir örnek vermişseniz, o örnekte başarılı olduğunuz takdirde beyyine ile gelmiş olursunuz. Başarılı uygulama yapamamışsak, beyyine ile gelemedik demektir. Onların bize uymalarını istemeye hakkımız yoktur. Görevimiz, yapacağımız uygulamada başarılı oluncaya kadar çalışmaktır. Durmadan çalışmaktır. Günü gelmemişse biz başarılı olamayabiliriz. Çünkü başarılı olmamız biraz da onların kabulüne bağlıdır. Bizim yeteri kadar ilim sahibi olmamız gerekir. Biz çalıştığımız için Allah kusurlarımızı affedecek ve bizi cennete ithal edecektir. Bu sûrenin ilk âyetleri cennet ve cehennemi anlatmıştır. Ağır göreve ancak Âhirete inanarak devam edebiliriz.
Karşımızda eğer kâfirler varsa yani beyyine olmadığı için değil de beyyine olsa bile kabul etmeyecekler ise bizim onları inandıracağımızı ümit etmek hatalı olacaktır. Biz burada insanları çağırıyor, onlara nasıl kurtulacağımızı anlatıyoruz. Bize “hayır” diyorlar. Kıssaları okuduk. İnsanların “hayır” demedikleri peygamber olmuş mu? Ama ne olmuş? Allah yine de nesiller göndermiş. Öyleyse, biz görevimizi yapacağız, sonraki işler bizim değil Allah’ın işleridir.
“Ekserlerine bir ahit vecd edemedik. Ekserlerini fâsık vecd ettik.” (102
“Çoğuna bir sözleşme bulamadık. Çoğunu kaçak bulduk.” (102)
Evrim yaptıkları için başarıya ulaşmış kimselerin çoğu iyi kimseler değildi. Çoğu ibadetlerini yapan kimseler değildi. Dünyada başarıya ulaşmaları inkılâp yapmış olmaları nedeniyledir. Burada onlara bir ahit bulamadık. Onlarla sözleşelim de o söz üzerinde gelişmeler ve adalet olsun şeklinde bir çözüm bulamadık diyor. Adeta Allah onlara iyilik yapmak için çözüm aramış ama bulamamış. Bu anlam olabildiği gibi; “Li”yi “Fi” olarak anlayabiliriz. O zaman onlarda bir ahit bulamadık olmuş olur. Yani onlar sözlerinde durmadılar diyor. Bir savaşa girildiğinde sözler verirler. Allah’a sığınarak işe başlarlar, başardılar mı unuturlar, lâiklik adı altında dine saldırırlar. Halk da Allah’tan geleni Allah’tan bilmez, kişilerden bilir ve onlara tapmaya başlar. İnkılâptan sonra da kötülüklere devam edilir. Osmanlıların pisliği Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir. Rüşvet, yolsuzluk, dış borç, hiçbir şey değişmemiştir. Ama inkılâp olmuştur. Türkler bir adım ileri gitmişlerdir. Ama henüz inkılâp tamamlanmamıştır. Muasır medeniyetin icaplarını yerine getirdik ama henüz muasır medeniyetin fevkine çıkamadık. Acaba niçin çıkamadık? Başka bir ifade ile; eskisini yıktık ama yenisini yerine getiremedik. Çünkü başarı bizim gözlerimizi boyadı, uyuşturdu, uyuttu. “Ekserisini fâsık bulduk.” diyor. Fısk, olgunlaşan meyvenin kabuğundan fırlayıp atılmasıdır. Çığırından çıkmak anlamındadır. Kaçaktır. Düzen içinde olmamaktır. Düzene aykırı hareket edip onu gizlemek de kaçakçılıktır. İnsanlar başarının arkasında böyle hareket ederler. Tarihte bu sebeple devletler doğmuş ve batmıştır.
Bu âyetler bize bir gerçeği göstermektedir. Bir insan dindardır, Allah’a ve Âhirete inanmaktadır, elinden geldiği kadar iyi işler işlemektedir. Bu kimse Dünya hayatında da Âhiret hayatında da saadet içinde olur. Dünya’da görmediği mükâfatını Âhirette alır. Bu insanın dinî tarafıdır. Oysa siyaset tarafı medeniyetlerin çatışması ile gelişir. İyiler veya kötülerden ziyade, inkılâpçılar yani ilericiler başarılı olurlar. Müslümanlar 500 yıldır durağan hayat yaşamaktadırlar. İçtihat kapılarını kapatarak değişen ve gelişen dünyaya ayak uyduramadılar. Onun için çöktüler, bugünkü hâle geldiler. Şimdi de sıra Batılılarda. Şimdi onlar değişmeye ve gelişmeye ayak uyduramıyorlar. Onlar çökmeye başladılar. Müslümanlar ise her yerde Kur’an’a sarılmaktadırlar. Kur’an’a inanan ve inanmayanlar onunla ilgilenmeye başladı. İslâmiyet’e saldırıyorlar ama Kur’an’a nerede ise bir şey diyemiyorlar. Artık gelişme sırası İslâm Âleminde, Allah’a inananlarda. Hıristiyanlar, Yahudiler, hatta Budistler de bu İslâm Âlemi içindedir. Bundan önceki savaş dindarlarla dinsizler arasında olmuştur. Dinsizler galip gelmiştir. Bundan sonraki savaş dindarların galibiyeti ile bitecektir. Çünkü bütün dinler artık müsbet ilimlere göre kendilerini ayarlıyorlar.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NÛRİ EROL