بسم الله الرحمن الرحيم
يا بنى ءادم قد انزلنا عليكم لباسا يواري سوءاتكم و ريشا و لباس التقوى ذلك خير* ذلك من ايات الله لعلهم يذكرون(26) يا بنى ءادم لا يفتننكم الشيطان كما اخرج أبويكم من الجنة ينزع عنهما لباسهما ليريهما سوءاتهما*انه يراكم هو و قبيله من حيث لا ترونهم* انا جعلنا الشياطين أولياء للذين لا يؤمنون(27) و أذا فعلوا فاحشة قالوا وجدنا عليها ءابائنا و الله أمرنا بها *قل ان الله لا يأمر بالفحشاء * أتقولون على الله ما لا تعلمون(28) قل امر ربى بالقسط و أقيموا وجوهكم عند كل مسجد و ادعوه مخلصين له الدين* كما بدأكم تعودون(29) فريقا هدى و فريقا حق عليهم الضلالة * انهم اتخذوا الشياطين أولياء من دون الله و يحسبون انهم مهتدون (30)
KUR’AN MATEMATİĞİ; 120. (27 TEMMUZ 2001), 121. (3 AĞUSTOS 2001) ve 122. (10 AĞUSTOS 2001) SEMİNERLER
يا Ya: Hitap harfidir. Muhatabını belirler. Bundan önce “Ya Adem!” demişti. “Ey Ademoğulları!” demektir. İnsan yeryüzünde farklı bir varlıktır.
Allah dört çeşit bilinçli varlık var etti:
a) Melek: Bunların bedenleri bâtın âlemde, dalgaları bu âlemdedir. Işık hızına yakın hızlarda hareket ederler.
b) Ruh: Bunların da bedeni bâtın alemde, dalgaları zâhir âlemdedir. Bunlar ışık hızından uzak hareket ederler.
c) Cin: Bunların bedenleri zâhir âlemde, dalgaları bâtın âlemdedir. Bunlar da melekler gibi ışığa yakın hızla hareket ederler. Şeytan da bunlardandır.
d) İnsan: Bedeni zâhir âlemde, dalgası bâtın âlemdedir. Bunlar da ruhlar gibi ışığın hızından daha uzak hızla hareket ederler.
Bu tasnif bunların bedenleri ile ilgili olan tasnifTir. Bilinç ise hepsinde aynı kaynaktan gelir. Allah, “Rûhumdan üfledim.” demektedir. Buradaki rûh ile melek gibi bir varlık olan rûh farklıdır. Melek ve ruhlar, ne sevap işler ne de mükafat alırlar. İnsan ve cin ise sevap işler ve mükafat alır, günah işler ve cezalanır. İnsanın başka bir özelliği ise evrime tâbi oluşudur. Yani, kendisi icatlar yaparak evrimleşir. Yeni medeniyetler kurar. Cinlerde ise bu evrimleşme en azından insan kadar değildir. Bu sebepledir ki insan en üstün varlıktır. Günah işlerse de en aşağı varlık olur. Tarihte insanlar görünmeyen âlemden hep bahsetmişlerdir. Ancak bunları bizim bilmemiz mümkün değildir. Allah bildirdiği için biliyoruz. Ne var ki, ilim geliştikçe bu bildirilenler daha açık bir şekilde anlaşılır olmaktadır.
بنى BaNıY: İbn, oğul demektir. Bina, yapı demektir. Yapı çocukları ile sürüp gider. “Benî” dediğimiz zaman, yalnız çocuk değil, torunlar da içine girer. Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar Adem’in oğullarıdır. Muhatap olarak kızlar da dahildir. Arapça, erkek ve dişi kelimeleri ayıran bir dildir. Böyle olmakla beraber, kadınlar sigası ile söylendiği zaman erkekler dahil değildir. Erkekler sigasında karine yoksa kadınlar da dahildir. Buradaki emirler, erkeklere olduğu kadar kadınlara da şâmildir.
İnsanda 23 çift salsal, kromozom vardır. Bunlardan 22 çifti birbirine denk salsaldan oluşmuştur. Erkekte de kadında da vardır. Bir çifti ise birbirine benzemezler. Bu çiftlerden biri diğerlerinde olduğu gibi normal boyda bir salsaldır. Buna X salsal denmektedir. Diğeri ise kısadır ve ayaklıdır. Buna da Y salsalı denmektedir. Kadında XX çifti bulunur, erkekte ise XY çifti bulunur. YY çiftli varlık yoktur. Buradan iki önemli sonuç ortaya çıkmaktadır.
a) İlk defa erkeğin hücresi yaratılıyor. Sonra bu hücre bölünüyor, XY yerine Y atılıyor. XX hücresi oluşuyor ve kadın oluyor. Yani, erkek hücreden kadın hücre var edilebilir ama, kadın hücreden erkek hücre var edilemez. Bu sebepledir ki, burada tüm insanlığa “Ademoğulları” denmektedir. Yani, kadınlar da “Ademoğlu”dur.
b) İkinci önemli sonuç, benim 10 göbek önceki atalarımın sayısı 1000 kadardır. Ama ben onlardan yalnız 46’sının çocuğuyum. Diğerleri elenip gitmiştir. Bu bin atadan hangilerinin benim atam olduğu bilinemez. Çünkü tamamen ihtimaliyat kanunları içinde ben onların torunuyum. Bunlardan sadece babam, onun babası, babasının babası bellidir. Çünkü Y kromozomu yalnız onlardan gelir. İşte bu sebepledir ki, neseb erkeğe göre oluşmuştur. Bu tamamen bedenî bakımdan böyledir. Rûhî bakımdan ise hepsi ilâhi cevherdir ve eşittir.
“Valid” ve “veled” doğuran ve doğanla ilgili yakınlıktır.
“Âbâ” ve “Ebnâ”, “Ümmehât” ve “Benât” ise torunları da içine alır.
ءادم ADeM: Edm, deri demektir. Tüyleri dökülmüş, hâsıl edilmiş yani tabaklanmış siyah deridir. Adem aleyhisselâm da başta tüylü olmakla beraber siyah olan deriye sahipti. Dr. M. Lütfi Hocaoğlu’nun anlattıklarına göre, renk geni dört tanedir. Bunların karışımı ile çeşitli deriler oluşur. Eğer dört gen varsa siyah derili olunuyor. Genlerden biri kaybolunca başka renk alır. Havva’da eğer dört gen de yok idiyse, sonraki ırklar hemen oluşmuştur. Yoksa zamanla bozucu mutasyonla renkli insanlar oluşmuştur.
Burada tüm insanlığa hitap etmektedir. Bunun anlamı şudur. Kur’an yalnız şimdi yaşayanlara değil, Adem’den kıyamete kadar bütün Ademoğullarına birlikte hitap etmektedir. İşte bundan dolayı insanlığın tek kişiliğinin olduğu kabul edilmektedir. Yani, yeryüzü tüm insanlığındır. Yalnız yaşayanların değil, geçmişteki ataların ve gelecekteki torunların malıdır. Yaşayanların değil ekseriyetle, ittifakla alacakları kararlarla bile yeryüzünde istediklerini yapma hakları yoktur. Geçmişteki ataların hakları vardır, gelecekteki torunların hakları vardır.
İşte bu mantık mutlak demokrasiyi sınırlayan bir mantıktır. Bugün anayasalar vardır. Kanunlar anayasaya aykırı olmaz. Oysa anayasada bir şey aykırı olmayacaktır. İnsanlık haklarına aykırı olmayacaktır. İşte burada her türlü yasaların üstünde o yasaların bağlı olduğu kurallar vardır. Bunlar müsbet ilimle belirlenir. Hukukun temel varsayımları ile belirlenir. Emeğin hakkı varsa, ölmüş ataların emeği ile biz bugün bu imkânlara sahibiz, öyleyse onların da hakları korunmalıdır. Onlar haklarını bize bırakmadılar, çocuklarınıza iletin diye bizi vekil ettiler. O halde baba mirasını istediğimiz gibi yiyemeyiz. Çözüm, hakemlerden oluşmuş tarafsız ve bağımsız yargıdır.
قد QaD: Kad harfi fiillerde ve muzarilerde gelir. Mazilerde fiilin temdidi içindir. Yani, hâlen bu fiil devam etmektedir. “Qad Câe”; geldi ve şimdi buradadır, demektir. Allah canlıları var etti ve her canlıya kendi giysisini kendisi verdi. Har canlı yaşadığı yerin şartlarına göre deri örtüsüne sahiptir. İnsan ise bu örtüden o yediği ağacın etkisi ile soyulmuştur. Bu ilk bakışta şer olmuştur. Çünkü çıplak kalmış ve örtünmek için çareler aramak zorunda kalmıştır. Ama bu sayede bugün çeşitli giysi imkânlarına ulaşmıştır. Böylece hayır olmuştur. Bu “kad” kelimesi ile olan olmuştur, geri dönüş yoktur. Ama size oradan daha hayırlı imkanlar sağlamış bulunuyoruz. Bu da giysidir.
انزلنا ENZeLNA: Nazle, yolculuk yapan kimselerin konakladıkları yerin adıdır. Su kenarları veya ağaç kovukları, mağara gibi yerler seçerler ve yolcular gecelerini orada geçirirler. İnzâl etmek demek, kondurmak demektir, yerleştirmek demektir. İndirmekte daha çok ayrılıp aşağıya inme anlamı vardır. Arapçadaki inzâlde daha çok bir yere gelme, konma anlamı vardır. İnsanların emrine verilmiş olması, onları kullanabilir hal alması inzâli ifade etmektedir. Diğer hayvanlardan farklı olarak insanlar giyecek yani vücutlarını örtecek vasıtaları üretebilmektedirler. Bu sayede insanlar değişik şartlarda ve değişik imkânlarda hayat sürdürme durumuna ulaşmaktadırlar. Allah Kâinatı öyle yaratmıştır ki, insanlar kendilerine uygun elbiseler yapabilmektedirler. Allah deri örtüsünü canlılara verdiği gibi insanlara da deri örtüsüne tekabül eden elbise yapma bilgisini ve araçlarını vermiştir. Yani, bizim elbise üretebilmemiz için, maddelerde elbise üretebilmemiz için gerekli özelliklerin olması gerekir. İkincisi de, bizim o elbiseyi yapabileceğimiz bilgiye sahip olmamız gerekir. İşte Allah’ın böyle bir Kâinatı ve böyle bir beyni yaratmış olması libasın inzâlidir.
Burada “nezzelnâ” demeyip de “enzelnâ” demiş olması, gerek maddedeki özelliklerin, gerekse beynimizdeki üretme, keşfetme programının zamanla tedrici şekilde oluşmadığı, ilk yaratılıştan beri bu özelliklerin varolduğunu ifade eder. Gerçekten bugün çok iyi biliyoruz ki, tabiat kanunları zamanla değişmiyor ve yine çok iyi biliyoruz ki, insan genetiği de zamanla değişmiyor. Değişme insanın beynindeki bilgisayar yapısı değil de programların uygulanmasıdır. Maddenin de özelliği değişmiyor, ondan değişik şekilde yararlanma değişiyor.
Demek ki, evrim esasta değil, yapıda değil, yapının zamanla tezahüründedir. Tıpkı çocuktaki göz, el vesairenin zamanla oluşması gibidir. Yoksa çocuğun ilk irsî yapısı ve her şey hamelerde/ genlerde yazılı bulunmaktadır.
Bunları Peygamberler söyledi, Kur’an bildirdi, insanlık 20. yüzyılda ispatladı.
عليكم Aleyküm: Size indirildi, deniyor. Çünkü elbise bize etki ediyor, ısıtıyor, koruyor. Onun için “aleyküm” deniyor. “Leküm” olsaydı elbisenin fizikî etkisi olmamış olurdu. Bunun dışında elbise bir yük teşkil etmektedir. Bugün insanlar yiyecek kadar giyecekle de emeklerini sarf ediyorlar. Öyleyse insanların üzerindeki yükü Allah iki misline çıkarmıştır. Bitkiler hiçbir emek sarf etmiyor. Bulundukları yerde gelen Güneş ışınlarını sindirip yaşıyorlar. Hayvanlar giysileri için bir iş yapmıyor, iç üretimle yetiniyorlar. Ama yiyecek için bizim gibi çalışmak zorunda kalıyorlar. Biz ise yemek için çalışmak zorunda olduğumuz gibi, giyinmek için de çalışmak zorunda oluyoruz. Bu görünüşte bize yük teşkil etmektedir. Onun için “aleyküm” denmektedir. Biz bu sayede diğer canlılardan daha üstün bir vücut örtüsüne ulaşıyoruz. “Aleyküm” çoğul olarak kullanılmıştır.
لباسا LiBaS: Giysi demektir. Libas, mastardır. Yani, bize indirilen libasın kendisi değil, libas fiilidir, sanatıdır. Bunu da insanlığa indirmiştir. Hep birlikte ondan yararlanacağız. Ademoğullarının tümüne hitap ederek bildirmektedir. Bu da libas sanatının insanlık içinde zamanla oluşup gelişeceğini gösterir.
يواري YuVâRî: Kapatır, arkaya bırakır, göstermez, saklar demektir. Vera, arka taraf demektir. Kapatmak, göstermek demektir. İnsanlar topluluk içinde yaşarlar ve birlikte yaşarlar. Utanma diye bir özellikleri vardır. Bu da topluluğu rahatsız eden ve kötü sayılanları topluluk içinde yapmamalarıdır. Böylece Allah bize bazı şeyleri kapalı yapmamızı emretmiştir. Verdiği utanma duygusu ile de bunları insanlar kapalı yaparlar.
a) İnsanlar gerek büyük abdesti, gerekse küçük abdesti bozarken bunu kapalı yerlerde yaparlar. Halkın içinde ve ortada yapmazlar. Çünkü bunlar pisliktir, hastalık kaynağıdır, kötü koku saçan şeylerdir.
b) İnsanlar cinsi ilişkilerini yaparken de herkesin karşısında hayvanlar gibi yapmazlar. Mutlaka kendilerine kapalı ve örtülü yer ararlar. Çünkü insanlarda şiddetli ve devamlı cinsi ilişki arzusu vardır. Bu sayede eşler arasında devamlı bağ konmuştur. Aile müessesesi kurulmuştur. Oysa hayvanlarda cinsi arzu ancak doğuracakları zamanlarda uyanmaktadır. Bu sebepledir ki, Allah insanlara utanma duygusunu vermekte, cinsi ilişkiler sokaklarda yapılmamaktadır.
c) İnsan kendisinde mevcut olan kusurların başkaları tarafından bilinmesini istemez. Başkalarına daima iyi insan olarak görünmek ister. Bu o insanın iyi olması için çalışmasını sağlar. Yani, ben bunu yaparsam halk beni ayıplar ve sonra bana değer vermezler, der. İşte insanın topluluk içinde etkisini koruyabilmesi ve bununla hayatını sürdürmesi için birçok hallerini gizlemek, saklamak zorunda kalmaktadır.
d) Nihayet insanın beyninde birçok arzular ve emeller geçer. Bunların hepsini açığa vurması hem kendisi için hem de çevredekiler için iyi olmaz. Bunları kapatmakta büyük yarar vardır.
Elbise nedir? Elbise insanın çirkinliklerini ve kötülüklerini kapatan bir araçtır. Bu aynı zamanda insanın kendisini topluluğa taahhütleridir. Yani, nasıl elbise giyiyorsan, topluluğa diyorsun ki, ben böyle olmak istiyorum ve böyle olacağım. Elbise kişinin sosyal yapısını ortaya koyar. Hayvanlar da birbirlerini çıkardıkları seslerle, saldıkları kokularla, dans şekilleri ile ve nihayet vücut örtüleri ile tanıtırlar ve tanırlar. İşte insanlar bunu en bariz bir şekilde kullanırlar. Çeşitlendirirler.
سوءاتكم SeV’AT: Seva, orta yerdeki karaltı demektir. Eşitlik anlamına geldiği gibi, engel anlamına, çirkinlik anlamına da gelir. Türkçedeki kötülük ve çirkinliğin ortak adıdır. Elbise bir taraftan yukarıda bahsettiğimiz çirkinlikleri kapatır, diğer taraftan dış kötülüklerden korur. Giysinin fonksiyonlarını şöyle sıralayabiliriz.
a) Vücudun ısı dengesini ayarlamak. Vücudun ısısı artar. İnsan terler. Elbiseden dışarı çıkarak soğutur. Isısı düşer. Dışarıya kaçmasından koruyarak vücudu belli ısıda tutmasına yarar.
b) Vücudu belli rutubette tutarak dış şartlardan korur. Yani, dışarıdan gelecek darbeleri tozlara ve ışınlara karşı vücudu korur.
c) İnsanda cinsî şarj vardır. Bu elektrikî şarjdır. Ayrı cinslerin etleri birbirine değince deşarj olur ve rahatlarlar. Vücudu nemli tutarak iletkenliği sürekli tutar. Çıplak olduğu zaman havanın ve güneşin etkisi ile yalıtkan tabaka kaplar. Kadın-erkek temasında deşarj olmaz. Devamlı sıkıntı içinde insan kendisini sokaklara atar. Elbise bilhassa kadınların rûhî huzuru için gerekli bir araçtır. Eşler büyük bir cinsî zevk alırlar. Çıplaklarda ise doyum yoktur.
d) Nihayet elbisenin en büyük özelliği, kişinin kişiliğini ortaya koymasıdır. Kadın mıdır, erkek midir? Evli midir, bekâr mıdır? Nasıl bir evlilik istemektedir? Nasıl bir eş istemektedir? Böylece bunu izhâr ederler. Ayrıca sosyal yapıları nedir? Sivil midirler, asker midirler? İlmî seviyeleri nedir? Bütün bunlar elbisenin fonksiyonudur.
İnsan iradesiyle hareket eden bir varlık olduğu için de tabiî vücut örtüsü yerine suni vücut örtüsü verilmiştir. İnsanın yaratılmasından, içtihat ve icmalardan bahsederken, Adem ve şeytanın kıssasını anlattıktan sonra, insanı çıplaklığı ve elbisesi ile tanıtmış olmaktadır. Yiyeceklerden bahsetmemektedir. Çünkü yiyecek sosyal yapıyı oluşturmaz. Giyecek sosyal yapıyı oluşturur.
İnsanlar eskiden küçük topluluklar hâlinde yaşıyorlardı. Herkes birbirini tanıyordu. Kimin ne olduğunu biliyordu. Ancak sanayi döneminde artık biz her gün hiç bilmediğimiz ve tanımadığımız insanlarla karşılaşıyoruz. Otobüse biniyorsunuz. Çeşitli kıyafette kadınlar biniyor. Hemen çevrelerini ve yapılarını biliyorsunuz. Ne kadar iyi. Siz o insanları ona göre değerlendiriyorsunuz.
“Adil Düzen”de elbise hava kadar önemli bir metadır. Çünkü insanların davranışlarına dayanışma ortaklıkları kefildir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları vardır. Herkes sizinle muamele yaparken ona göre yapar. Gelecekte herkes mensup olduğu ocak, bucak, il ve ülkenin işaretini taşıyan elbise giyecektir. Gelecekte herkes ortak olduğu ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışmaları gösteren elbiseler giyecektir. Gelecekte herkes ilmî, dinî, meslekî ve siyasî derecelerini gösteren elbiseler giyecektir. Nihayet herkes medeni hâlini gösteren elbise giyecektir. Evli-bekâr, kadın-erkek ve ne gibi bir evlilik anlayışında olduğunu gösteren elbiseler giyecektir. Sosyal hayat o zaman mümkün olacaktır. Yani, insanlar tanımadıkları insanlarla ilişkilerini bunlarla kuracaklardır. Bundan sonra başka türlü hayat mümkün olmaz. Elbette karanlık işler çevirenler, sahtekârlık yapanlar, kendilerini başka türlü takdim edenler bu düzenden hoşlanmayacak; “Su bulanmazsa biz nasıl balık avlayacağız?” diyecekler. Ama Allah böyle yaratmış ve böyle olacaktır. İşte bunun için çeşitlilik, çokluk, hayatın temeli olan içtihat ve icma müesseselerini tedvin eden Kur’an, meydana gelebilecek karışıklığı ve rîşi önlemek için de elbisenin insanlara gönderildiğini bildirmektedir.
و ريشا Va RiYŞen diye libâsa atfetmiştir. Yani, Allah elbiseyi indirmiş, rîşi de indirmiştir, diyor. Rîş, kuşların kanatlarını oluşturan teleklerdir. Kuşlar bununla bir taraftan vücut örtülerini temin ederler. Ama asıl bunların özelliği bunlarla uçabilmelidir. Kanatları yukarıya kaldırırken yavaş yavaş, aşağıya indirirken sertçe vurarak kendilerini yukarıya kaldırırlar. Libâsın yanında Allah bize rîşi de göndermiş olduğunu ifade etmektedir.
İlk insanlar önce yapraklarla bedenlerini örttüler. Sonra yaprakları bedene tutturmak için ağaçtan lifler çıkardılar. Sonra onu ördüler. Sonra eğirmeğe başladılar. Bugünkü dokuma sanayii doğdu. Ne var ki, dokuma sanayii her sanayinin aslıdır. Kendilerini korumak için zırh yaptılar. Zırhı delmek için ok yaptılar. Yay koydular. Eğirmek için çıkrıklar yaptılar. Tekerleğe varıncaya kadar her türlü buluşların kaynağı giysi olmuştur. Kimya sanayii da elbiseleri boyamaktan doğmuştur. Kur’an burada “rîş” demek suretiyle, biz size elbise indirdik ama, elbisenin yanında diğer işleri yapasınız diye başka bilgiler ve imkânlar verdik diyor. Bugün uçaklarda kanatlar hâlâ kumaş bezlerinden yapılmaktadır. Yani, Allah bize bir gün tekstil sanayiinin yardımı ile uçak yapıp kuşlar gibi uçacağımızı bildirmektedir. Kur’an’da; gemilere benzeyen binekler yaptık, diyerek uçaklara işaret etmektedir.
Biz burada daha önemli bir şeye işaret ettiğini zannediyoruz. Yarın gardrobumuzda deniz elbisemiz olacaktır. Onu giydik mi suya dalıp balıklar gibi dolaşabileceğiz. Havamızı suni galsemelerimizden alacağız. Henüz insanlar bunun üzerinde çalışmıyor. O zaman denizlerde de sanayimiz olacak, tarlamız olacaktır. Gemilere döndüğümüzde deniz elbisesini çıkarıp kara pijamalarını giyebileceğiz.
Yarın dolabımızda hava elbisesi olacaktır, onu giydik mi kanatlarımızı açacağız. Baştan pazumuzla güç vereceğiz, yükseleceğiz. Sonra Güneş enerjisinden yararlanıp havada dolaşabileceğiz. Yani, kuşlar gibi kanatlı elbiselerimiz olacaktır. Hatta daha ileri giderek şimdi astronotların elbisesine benzer bir elbiseyle göklere doğru yükselecek, sonra yer çekiminden kurtulacak, uzay elbisesi ile orada dolaşacağız. Kur’an’da “rîşen” kelimesini kullanması ile buna işaret etmektedir. Güneş enerjisinden doğrudan besinimizi temin edebileceğiz.
Allah insanı yalnız yeryüzüne değil, tüm kainata halife yapmıştır. “İlâ Hîn” âyetinden sonra bu “rîşen” sözü ile bunlara işaret ediyor diyoruz.
لباس التقوى Takvâ Libası: Libâs, giysi demektir. Kur’an’da bir de “sevb” vardır. Libâs, örtme, kapatma anlamında olup, içteki görünmesi istenmeyen şeyleri kapatmak içindir. İç elbisedir. Sevb ise, dışarıda insanın makamını ve mevkiini gösteren giysidir. Sevab kelimesi de buradan gelmektedir. Bununla beraber libâs sevabı içine alarak söylenir. Dilin kuralları vardır. Kadın ayrı, erkek ayrıdır. Ama kadın ile erkeğin ortak zamiri yoktur. Erkek zamiri bazan yalnız erkekleri, bazan da kişiyi gösterir. Bu suretle kullanılan pek çok kelime mevcuttur. Libâs hem yalnız iç elbisesi için hem de hem iç hem dış elbise için kullanılır. Sevb ise yalnız dış elbise için kullanılır.
Takvâ, Vıkâ kökünden gelir. Vıka, katı kaptır. Sandıktır. Kulübedir. Takvâ, insanın kendi amelleri ile kendisine bir koruyucuyu hazırlamasıdır. Kötülükleri yapmamak, iyilikleri yapmaktır. Bunun daha iyi olduğunu ifade ediyor. Buradaki incelik şudur. Bir insanın eksiklikleri, kusurları ve günahları olur. Bunlardan tevbe etmiş, bir daha yapmama kararını almıştır. Geçmiş geçmiştir, geri getirilmez. Onun için onu halka teşhir etmenin mânası yoktur. Zina yapan bir kadın yaptığına pişmandır. Bir daha yapmak istememektedir. Dolayısıyla eski yaptığını gizlemektedir. Ama eğer kötü fiile devam etmek isterse onu duyurur ki başkaları da ona musallat olsun. Görülüyor ki, ister kendimizin, ister başkalarının olsun, eskiden yaptığımız kötülükleri teşhir onu teşvik etmek olur. Onun için onları örtmek, saklamak gerekir. Ama sadece gizlemek bir şey ifade etmez. Asıl o fiillerden kendimizi korumamız gerekmektedir. Yani, insan kusursuz olmalıdır. Kusurları varsa gizlemelidir. Ama esas hedef kusursuz olmaktır. Bunun için kötülükleri örten libastan sonra takvâdan bahsetmektedir. Takvâ kökünde kavîlik de vardır. Bu mukavimliktir. Aşılı olmaktır. Yani, bedenin dayanıklı olması demektir. Zaten şeytanın insana musallat kılınmasının hikmeti de budur. Şeytan ve onun hizbi bizi kolumuzdan kötülüğe çekecek ama biz gitmeyeceğiz. Dayanmayı ve direnmeyi şeytan bize öğretmiş olacaktır.
Hayır zannettiğiniz şer olur, şer zannettiğiniz hayır olurun mânası budur. 28 Şubat Olayı bizlere neler öğretmiştir, daha da öğretecektir. Onun ne kadar hayır olduğunu ders alanlara anlatacaktır. Bizzat Süleyman Demirel’e neler öğretti? Haksızlıklara çanak tutanlar sonra kendileri onunla şişlenirler. Biz eğer bunlardan ders alır bu tür fitnelere düşmezsek, biz işte bu takvâ libâsını giymiş oluruz. Hayatta, siyasette takip edeceğimiz ilkeler vardır:
1- Biz kendimize ne yapılmasını istiyorsak, başkalarına da onun yapılmasını istemeliyiz.
2- Biz kendimizi diğer insanlardan ne aşağı ne yukarı kabul etmemeliyiz.
3- Hangi şartlarla olursa olsun yanlış yanlıştır, doğru doğrudur. Doğrunun yanında olmalıyız.
4- Başkalarını düzeltmeye çalışmalıyız ama zorla değil, temasla, barışla. Biz de düzelmeliyiz.
İşte bunlar takvâ libâsıdır. Hayır, daha iyidir. Şerrin karşılığıdır. Şer ile hayır arasında şu ayıraçlar vardır. Şer alevden kopan bir parçadır. Ne zaman gelip ne yapacağı belli olmaz. Şer gelip geçici etkidir. Hayır ise kurallara bağlı, kanunlara bağlıdır. Tedricî bir şekilde gelir. Herkese şâmildir. Niçin bir şer bir hayırdır. Çünkü bilmediğiniz bir şeyin kötülüklerinden korunamaz, iyiliklerinden yararlanamazsınız. Oysa hayrın bildiğiniz kuralları olduğu için şerrinden korunur, hayrından yararlanırsınız. Demek ki, hayırla şer arasında kurallılık ve kuralsızlık var, genellik ve özellik var. Hukuk düzeni de budur.
ذلك Burada “Zâlike” getirilmiş yani takvâ libâsından başkası hayır değildir, deniyor. Hayır ile şerri elbisede düşünecek olursa, topluluk içinde herkes kendisine uygun elbise giyiyorsa yani karşımıza çıkan insan hangi ocak ve ildendir, hangi dayanışma ortaklıklarına katılmıştır. İlmî ve meslekî dereceleri nedir? Kadın mıdır, erkek midir? Evli midir, serbest midir? Aile anlayışı nedir? Bunları bilirsek yani bildiğimiz elbiseleri giyiyorsa bu hayır olur. Ama her gün başka kıyafet giyer, moda peşinde koşar ve bize giyeni tanıtmazsa bu şer olur. Buradaki takvâdan maksat istikrarlı bir giyimdir. Sömürenler sömürebilsin diye her gün bizi şaşırtan modanın peşine koşmakta hayır yoktur.
Bu yani elbise ve elbisenin meşruiyeti, onların bizim emrimize verilmesi Allah’ın âyetlerindendir. Allah’ın varlığını, birliğini, yüceliğini, bu Kâinatı bir nizam içinde yarattığını, her şeyi sebep ve sonuca bağladığını gösteren âyetlerdendir. Delillerdendir. Yani, insan çıplak yaratılmasaydı demek; insanlar evrim yapamayacaklardı, şimdi uzaya gidemeyeceklerdi, demektir. Hâlâ ekonomik faaliyetlerin merkezinde giyim vardır. Halk hâlâ ektiğini biçip yaşamaktadır. Ama artık ektiğini giyip yaşayan insan her halde milyonda bir bile yoktur. İnsanlığı hâlâ birbirine muhtaç eden, birbirine bağlayan, sosyal yapıyı oluşturan elbisedir. Elbise olmazsa gelecekte hemen hemen hayat mümkün olmayacaktır.
لعلهم يذكرون Onlar tezekkür ederler, diyor. Siz tezekkür edersiniz demiyor. Çünkü burada siz denseydi, bütün insanlık tezekkür eder denmiş olurdu. Onlar tezekkür ederler diye bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Onlar kimdir? Zamir nereye gidiyor? Bu ta sûrenin başına kadar gidiyor. “Zikrâ Li’l-mü’minîn” âyetine gidiyor. Yani, Kur’an mü’minlere zikrâdır. İçtihadın yolunu göstermektedir. Elbise ve takvâ da onlar zikretsinler yani anlasınlar diye hatırlatılmaktadır. Buradaki bir zamir ilk baktığımız zaman gramer hatası gibi gelir. “Lealleküm” deneceğine “leallehüm” denmiş oluyor. Ama derinlemesine baktığımızda bu zamir bir mûcize oluyor. Ne anlatıyor bize? İçtihadın ilme dayandığını anlatıyor. İllet ve hikmetlerle sorunların çözüleceğini anlatıyor. Yani, Allah Kâinatta her şeyi kurala bağlamış, her şey ona göre hareket ediyor. Ama bu kurallar da hedeflere götürücüdür. Biz de kendi şeriatımızı tedvin ederken kurallar koyacağız, ama o kurallar öyle olmalıdır ki bizi hedefe götürmelidir. Vergiyi kurallarla alacağız, ama vergi millî ekonomiyi geliştirmeli, çökertmemelidir. Evlilik müessesesini öyle kurallara bağlamalıyız ki aile çökmemelidir. Bu görevi mü’minlere veriyor, onların bunu yapmalarını istiyor.
Demek ki, Adem kıssasını anlatması, sonra elbise ile ilgili hükümler koyması, takvânın hayır olduğunu bildirmesi hep içtihat ve icmanın esaslarını bize bildirmesi içindir. Bu zamir sûrenin bu âyetlerini götürüp konunun temeline bağlamaktadır.
“Yezzekkerûn”un aslı “yetezekkerûn”dur. Yani, kendi kendilerine anlamlarıdır. İçtihattır. İcmadır. Başlangıçta “zikrâ li’l-mü’minîn” denmiş. Yani, Kur’an mü’minlere hatırlatandır, denmiş; sonra, siz size inzâl olunana uyun denmiş. Burada da o mü’minlere zamir göndererek onlar tezekkür etsinler diye bunlar anlatılıyor, diyor. Tezekkür etmek demek, kendi kendilerine düşünüp anlamak demektir. Yani, içtihat yapmaktır, icma yapmaktır. Bir taraftan Kur’an, diğer taraftan müsbet ilim bir arada mü’minlerin beyninde birleşerek yeni nizam doğar ve nizam kıyamete kadar yenilenir. İşte 3000 inci yılın başında ortaya konmaya başlanan “Adil Düzen” budur.
Görüyorsunuz ki, biz Kur’an’ı yeniden okuyoruz. Bugün bizimle konuşuyor ve bizim sorunlarımızı çözüyor. Dün bilmediğimizi bugün öğreniyoruz. Eskiden delilsiz olarak ilhamla bildiklerimiz şimdi delilleniyor, hatalar düzeliyor. Yarın bu âyeti yeniden ele alıp açıklamaya başlasak yine bambaşka yeni şeyleri bize öğretecektir. Verdiğimiz mânâların hepsi kurallıdır. Gelişigüzel nefsimize uyarak atmıyoruz. Böyle hatalarımız da elbette olur. Ama onu hep birlikte düzelteceğiz.
يا بنى ءادم Ey Ademoğulları: Bu sûrede “Ey Ademoğulları” dört âyette geçmektedir. Aralarında “Va” harfi gelmemektedir. Bir tek olayın değişik şekilde ifadesi şeklinde anlayabildiğimiz gibi tamamen ayrı dört konunun işlendiği de kabul edilebilir. Dört konu şunlardır:
a) İnsanlar vücut örtülerini kendileri yaparlar.
b) Şeytanın daima iğvası ile karşı karşıyadırlar.
c) Toplantılarda tanıtıcı kıyafetin giyilmesi gerekir.
d) Şeytanın iğvasına karşılık resullük müessesesi vardır.
Bu konular uygulamada birbirinden tamamen farklıdır. Ama aslında bir vücudun bir bütünüdür. O halde burada “Ve”nin getirilmesi her iki yönden de uygundur. Biz uygulamada birbirinden ayrı olarak uygulayacağız, ama bunların bir bütün olarak sonuçlar vereceğini bileceğiz. Şimdi bu âyetler şeytanın iğvasından bahsetmektedir.
“Ey Ademoğulları” deyince, aynı zamanda “Havva’nın oğulları” da denmiş olmaktadır. Aynı zamanda “Adem’in kızları” da denmektedir. Fıkıhta usul ve furu’ sayılırken dört grupta toplanır.
1- Saf Erkek Yakınları: Bunlar babaların babaları ile oğulların oğullarıdır. Y kromozomu ile bunlar gerçekten akrabadırlar.
2- Saf Kadınlar: Anaların anaları ve kızların kızlarıdır. Bunlar doğumla bilinir. Yumurta hücresinde genlerden başka organeller de geçmektedir. Erkek hücreden sadece genler geçmektedir.
3- Karışık Erkekler: Aralarında kadının bulunduğu erkek yakınlar.
4- Karışık Kadınlar: Aralarında erkeğin bulunduğu kadınlar.
Bu tasnif şu hükümler için kullanılır:
a) Evliliğin yasak olması bakımından kadın ile erkek arasında fark yoktur.
b) Doğurma ve büyütme mükellefiyeti saf kadın akrabalara aittir. Yakınlık mirasını alırlar.
c) Geçindirme ve büyütme mükellefiyeti saf erkek yakınlara aittir. Neseb mirasını alırlar.
d) Saf yakınlar yoksa, karışık erkekler saf erkeklerin, karışık kadınlar saf kadınların yerini alırlar, mirası ona göre bölüşürler.
Arapçada erkek sığası erkek ile erkek ve kadın arasında müşterektir. Kadın sığası yalnız kadınlara aittir. Yahut topluluklara aittir. “Ey Ademoğulları” dendiğinde, kadın erkek herkes içine girer.
لا يفتننكم الشيطان Sizi şeytan fitne etmesin. Fitne, altın veya gümüşün üstündeki kiri giderip cevheri ortaya çıkarma anlamındadır. Sonra genel olarak bir şeyi kabuğundan soyma mânâsındadır. İnsanın iki varlığı vardır. Kapalı kişisel varlığıdır. İçinden bir çok arzular, hevesler geçer. Ancak insan bunları saklar ve gizler, topluluğa zarar vermeyecek ve onlara yarar verecek şekliyle çıkarır. Bu örtünme beden için de sözkonusudur. Bedenin de bazı arzuları olur ki insan onları topluluğa göstermez. İşte giydiğimiz elbise bunu sağlıyor. Ayrıca, içimizde birtakım duygular vardır ki, onların topluluk tarafından bilinmesini istemeyiz. Bilinmesi topluluk içinde olmaz. Onu da takva elbisesi ile kapatırız. İşte fitne demek, insanın bu içinde bastırdığı ve gemlediği kötü duygularla, vücuttaki kötülükleri açığa çıkarması demektir. İnsanı elbiseden soyması, takva elbisesini çıkarıp utanmaz hâle getirmesi demektir.
Demek ki, şeytanın görevi bizde zaten mevcut olan kötülükleri canlandırması ve ortaya çıkarmasıdır. İnsan vücudunda mikroplar vardır. Ama sağlıklı iken bunlar sinmiş durumdadır. Fırsat bulunca ortaya çıkarlar. İnsanların çirkinlikleri de böyledir. İnsan söküp atamaz onları. Melekleşemez. Ancak onları sindirir, etkisiz hâle getirir. Şeytan ise bunları dürter. Bu manevi hastalıktan kendimizi korumak için neler yapmalıyız?
a) Kendimizi ve ailemizi kendilerini koruyan topluluk içinde yerleştirmeliyiz. Ya bulunduğumuz yerde böyle bir cemaati oluşturmalıyız, ya da böyle bir cemaata göç etmeliyiz.
b) Toplulukta ve kendi başımıza ibadetlere devam etmeliyiz. Namaz kılmaz, zekât vermez, oruç tutmaz, hacca gitmezsek, şeytanın devamlı olarak dürttüğü o kötülüklerden kendimizi koruyamayız.
c) Devamlı olarak, birlikte ve ayrı ayrı Kur’an okumalı ve onun korumacı şemsiyesine girmeliyiz. Yoksa karşımıza çıkan sorunları çözmezsek kendimizde güç bulamayız.
d) Nihayet biz bir mücahit olmalıyız. Yani, İslâmiyet’i ve hak yolunu herkese anlatmalıyız. Zorlama yapmadan onları gerçeklere çağırmalıyız. Elimizdeki silah müsbet ilim olmalıdır. Aramızdaki hakem de müsbet ilim olmalıdır. Marksistlerle tartışırken; “Kur’an Allah’ın sözüdür, ona uymanız gerekir... Marx kimdir? Onun nesini dinleyelim?” demeyeceksiniz.
1- Gelin diyeceksiniz, siz Marx’ın kapitalini, biz de Kur’an’ı getirelim, ikisini birlikte okuyalım. Müsbet ilmi de hakem yapalım. Hangisi daha doğru ve iyi ise ona uyalım.
2- Gelin, biz ortak çıkarlarımız olan işlerde anlaşalım ve onu birlikte yapalım. Onun dışında herkes serbest olsun, istediğini yapsın. Kötülükte birlik yapmayalım.
3- Gelin birbirimizi sevelim. Birbirimizin iyiliğini isteyelim. Ama birbirimizi kendi anladığımız iyiliğe zorlamayalım. Birbirimize karşı üstünlük davasında bulunmayalım. Anladıklarımızda beraber olalım, anlaşamadıklarımızda herkes kendi yolunda olsun.
4- Aramızda çıkan ihtilâfları hakemlerle çözelim, kendi seçtiğimiz hakemlerin kararlarına uyalım.
İşte bu tür dâvet cihattır. Zor kullanılırsa cidal olur, harp olur, kıtal olur. Cihadda karşı taraf ile bir olma gayreti vardır. Cidalde ise karşı tarafı yok etme gayreti vardır. Cidal bizi küfre götürür. Cihad ise bizi îmanda sabit kılar.
Burada “size fitne etmesin” diye şeytanı nehy etmekte ama aslında bizi sakındırmaktadır. Siz fitneye düşmeyin demiyor da, “şeytan size fitne etmesin” diyor. Yani, şeytan ancak biz soyunursak, elbisemizi çıkarırsak, takva elbisemizi atarsak, o zaman fitne edebilmektedir. Yoksa biz eğer elbisemizi giyersek, takva içinde olursak, şeytan bize fitne edemez. Dolayısıyla şeytan etmesin derken, bize iktiza ile siz soyunmayın demiş olmaktadır.
اخرج أبويكم Nitekim iki babanızı cennetten ihraç etmişti. Burada “iki babanız” diyerek, Havva’nın da baba olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Havva baba olunca kızlar da oğullar olur ve “Benî Adem” hem kadınları hem de erkekleri içerir. Bazı kimseler, Kur’an yalnız erkeklere hitap ediyor, diyorlar. Buradan sarih olarak anlaşılıyor ki, Kur’an yalnız erkeklere hitap etmiyor, erkek sığası ile ki, o kadın ve erkek ile erkek arasında müşterektir, kadın ve erkek anlamıyla hitap ediyor. Müşterek bir kelime ikisine birden delâlet etmez.
من الجنة “Cennetten çıkardı” diyor. Sizi çıkarmasın demiyor, size fitne etmesin diyor. Aslında dünya eğer kötülükler olmazsa bir cennettir. Dolayısıyla eğer biz îman eder, amel-i sâlih işlersek, dünya bize cennet olur. Ama yasakları yaparsak o zaman dünya cehennem olur. Biz de cennetten çıkmış oluruz. Şimdi şeytanla savaş hâlindeyiz. Şeytan bizi kandırırsa öyle ameller yaparız ki, dünyamız cehennem olur. Şeytana uymazsak dünyamız cennet olur. Bunu başka şekilde şöyle ifade ederiz. Ademin oğulları olarak şimdi dünyadayız. Amel-i sâlihlerimizle âhirette cennete gideriz. İlk anne ve babamızın kaybettiği cenneti biz yeniden elde ederiz.
ينزع عنهما لباسهما Onların elbiselerini çıkartmıştır. Tüyleri dökülmüş, çirkinlikleri ortaya çıkmıştı. Biz şimdi kendi yaptığımız vücut örtüsünü örtünürsek, oradaki eksikliği tamamlarsak, dünyamızı cennet yapabiliriz. Gezegendekine benzer bir cennet yapabiliriz. Elbise demek, aynı zamanda işbölümü demektir. Aynı zamanda yetki, görev ve sorumluluk demektir. “Adil Düzen”in gelmesiyle insanlar gezegendeki cennet misali sadece meyve toplama zahmeti kadar bir zahmetle yaşayabileceklerdir. Üretilen makineler, iş bölümü sayesinde ortak üretim ve adil paylaşım dünyayı cennet kılacaktır. Marx, sosyalizmden sonra komünizm gelecektir, demiştir. Bir şeyler olacağını tahmin etmiştir. Ama ne olacağını bilememiştir. İşte o olacak olan “Adil Düzen”dir. Onun dediği gibi, mülkiyetsiz, ailesiz, dinsiz ve devletsiz bir düzen değil; tam tersine, ailenin temel olduğu, dinlerin sağladığı sevgi içinde, tekelsiz bir halk mülkiyeti ile ve adil bir devletin koruyuculuğunda dünya cennet olabilir.
ليريهما سوءاتهما Onların kötülüklerini göstermesi için bunu yaptı. İnsan azılı hayvandır. Doymaz. Hırsı ve şehveti vardır. İnekler ancak yılda bir cinsi ilişkide bulunurlar. İnsanlar her gün böyle arzu duyarlar. Hayvanlar döllendikten sonra artık diğer erkeklerce de rahatsız edilmezler. Bu aile müessesesinin yaşaması için insanlara konmuş bir duygudur. Evlilik dışı cinsi ilişkiler yasaklanmıştır. Yakınlar arasında cinsi ilişkiler yasaklanmıştır. Örtünme bu aile müessesesini yaşatmak içindir. Kapitalistler ve sosyalistler aile düşmanı olmuşlardır. Kişileri ailelerinden koparıp zayıf duruma düşürmek için onları koruyan ailenin varlığını istemiyorlar. Aile müessesesini yıkmak için insanları soymuşlardır. Balolar, danslar, plajlar hep bu amaçla tertip ve teşvik edilmiştir. Nitekim, Avrupa’da bunda başarıya ulaşmışlardır. Aile müessesesi çok zayıflamıştır. Ama ne acı ki, bu sefer nüfus çoğalacağına azalmaya başlamıştır. AİDS gibi hastalıklar dünyayı kasıp kavurmaya başlamıştır. Avrupa şimdi kendi düştüğü bataklıktan çıkmaya uğraşacağına, diğer insanları da kendi bataklığına çekmeye çalışmaktadır. Başörtüsü hikâyesi budur. 19 Mayıslardaki zorlamalar budur.
Bunun dışında toplulukta herkes kendi yerini göstermelidir. Topluluk içinde kendi arzularına gem vurmalıdır. Sosyal düzene ve kurallara uymalıdır. İşte şeytan bunu yapıyor. Kimileri insandan şeytanlarla birleşerek fesat çıkarıyorlar. Allah’ın bize emri, bu bataklığa düşmememizdir. Yani, bunlar niye bunu yapıyor değil de; biz niye bunların tuzağına düşüyoruz? Şeytan taifesine karşı yeni strateji geliştirmeliyiz. Bunu aklımızla değil, Kur’an’ın öğretisiyle yapmalıyız. Allah ne diyorsa onu yapmalıyız. Kendimiz Allah’a ders vermemeliyiz, biz Allah’tan ders almalıyız.
Onlar Kur’an Kurslarını kapatın dediler; kapattık. İmam-Hatip Okullarını kapatın dediler; kapattık. İlâhiyatları boşaltın dediler; boşalttık. Oysa, gerekli tedbirleri alabilir ve daha güçlü Kur’an Kursları, daha güçlü İmam-Hatip Okulları, daha güçlü İlâhiyat Fakülteleri açabilirdik. Esasen Allah da bunun için onlara bu izni verdi. Biz bunlara önerilerde bulunduk. Ne var ki, tarikatı ve siyaseti istismar edenler kendi çıkarları ve makamları zedelenmesin diye bize ambargo koydular. Bu ambargo bize karşı değildir; Allah’a karşı konan ambargodur. Çünkü Allah mü’minlerin vasıflarını sayarken; “Her söze kulak verirler ve en iyisine uyarlar.”diyor. Diğerleri için de; “Dilsiz, sağır ve kördürler.” diyor. “Söyletmezler, dinlemezler, görmezler.” Bakalım sonunda kim galip gelecektir?
انه يراكم هو و قبيله Kendisi ve kabilesi sizi görmektedir: Cinler yıldızların içinde yaratılmışlardır. Bize gelen Güneş ışığının tahlilinden onların nasıl bir hayat yaşadıkları hakkında bilgimiz olmaktadır. Bizim bedenimiz kimyasal bağlarla birbirine bağlıdır. Onların bedenleri ise atomdan bağlarla birbirine bağlıdır. Yani, bizdeki Su iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomun birleşmesiyle oluşmuştur. Ne var ki, bu iki atomlar sadece dış yörüngedeki elektronları atmışlardır. Oradaki suda iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. Ancak bütün elektronları atmış, çekirdekler iyice birbirine yaklaşmıştır. Ama yine de çekirdekler birleşmemişlerdir. Yani, cinlerin yapısı bizim yapımızdan çok sağlamdır. Onların ömürleri çok daha uzun olabilir. Biz karbon ile oksijeni birleştirir öyle enerji elde ederiz. Cinler hidrojeni helyuma çevirerek öyle enerji elde ederler.
Bu âyet bize gösteriyor ki, Adem’i iğva eden şeytan yani iblis hâlâ vardır. Şeytan taifesini yönetmektedir. Cinlerden onun kabilesi de mevcuttur. Her insana bir veya daha fazla şeytan musallat olmaktadır. “Hüve ve kabiluhu”nun zamiri bunu ifade etmektedir. Bizi gördüklerini söylemektedir. Canlıları oluşturan DNA zinciri vardır. Bu DNA zinciri ile tüm hayat düzenlenmektedir. Aynı DNA zinciri cinlerde de vardır. Ancak buradaki atomlar dış yörüngelerle değil de bütün yörüngelerle birbirine bağlıdırlar. Ama zincir aynı zincirdir, dil aynı dildir. Şimdi bilgisayardaki yazı aynı yazıdır. Ama biz harflerle yazıyoruz, o sayılarla yazıyor. Yapısı farklı ama işleyişi aynıdır. Bizim gözlerimiz hidrojenin helyuma dönüşmesi ile elde edilen ışınları görmemektedir. Ama onların gözleri dış elektronun yer değiştirmesi ile çıkan ışıkları görebilmektedir. Dolayısıyla biz onları göremiyoruz ama onlar bizi görüyorlar. Beynimizdeki elektronik devreler, onların beyinlerindeki elektronik devrelerin benzeridir. Dolayısıyla devrelere girerek bize vesvese verebiliyorlar. Yani, onların telekulakları vardır.
Bir molekül bir atomdan 100 000 defa daha büyüktür. Yani, boy olarak cinin boyu insan boyunun yüzde biri kadardır. Hacim olarak bir milimetre kareye 6 milyar cin sığar. Yani, bütün insanlar kıl içinde sığarlar demek gibi bir şey. Bizim onları görmeyişimizin sebebi çekirdek reaksiyonlarından çıkan ışınları alacak âlet ve gözümüzün olmayışıdır. İşte, “Sizi göremediğiniz yerden gözetler.” demesi de buradan gelmektedir. İleride bunların varlıklarını, atom reaksiyonlarını algılayan gözlükleri yapabilirsek onları görmeyi başarabiliriz. Şimdi bunları ancak sıcaklık gibi toplu olarak görebiliyoruz. Eğer insanları görmezsek, oda sıcaklığının insan kalabalığından mı, yoksa odundan mı geldiğini bilemeyiz.
انا جعلنا الشياطين أولياء للذين لا يؤمنون Biz şeytanları inanmayanların evliyası yaptık. Velâyet, sırt sırta vermek demektir. Sığırlar dinlenirken başlarını dışarıya almak üzere halka yaparlar. Herkes kendi cephesini gözetler. İşte buna “tevliye” denir. İnsanlar da dayanışma ortaklıklarını kurarlar. Bu anlaşmada ortaklardan birine gelecek bir saldırı hepsine gelmiş kabul edilerek birden karşı koyarlar. İnsanlar arasında diyetleri ortaklaşa öderler. Birine yapılan tecavüz hepsine yapılmış kabul edilir. Mü’min demek, güven veren demektir. Yani, dayanışma ortaklığı kuran demektir.
Medine’ye Hicret edinceye kadar sadece “müslim” olanlar, Medine’ye gelince dayanışma ortaklıklarını kurdular ve “mü’min” oldular. Mü’minler resullerin çevresinde açık dayanışma ortaklıkları kurdukları gibi, şeytan da inanmayanları birleştirerek kapalı dayanışma ortaklıklarını kurmuştur. Bu kıyamete kadar böyle devam edecektir. Mü’minler birbirlerinin dayanışma ortağı olacaklardır. Mü’min olmayanlar da şeytanın güdümünde birbirlerinin dayanışma ortağı olacaklardır. Onlar yıkacaklar, biz yapacağız. Onlar zulüm yapacaklar, biz adil olacağız. Onlar nefret edecekler, biz seveceğiz. Onlar fesadın kaynağı olacaklar, biz ise salâhın kaynağı olacağız
Burada dikkat edilecek husus, “Biz yaptık” diyor. Allah, “kendisi oldu” demiyor. O halde Hâlik O’dur. Hayır ve şer O’ndandır. Biz hayrı seçersek O bize hayır verir. Biz şerri seçersek O bize şer verir. Bir şeyi kabul veya reddetmekten önce onu önce anlamalıyız. Kur’an’ın ne dediğini anlamak zorundayız. Çünkü Kur’an dünyanın ve 1400 yılın hâkimidir. Henüz hükümranlığı son bulmamıştır. Yasaklar onu bitiremez. Denemeler onun daha da güçlenmesinden başka bir yere götürmez.
“Îman etmeyenler” diyor; “küfredenler” demiyor. Çünkü insan boşlukta kalmaz; ya mü’minlere katılacak veya dışarıda kalacaktır. Dışarıda kalanların hepsi şeytanın dayanışması içindedirler. Şeytan eğer bir yerde faaliyette ise bilin ki orada olanlar mü’min değildirler. Bunların şeytan ehli olduklarını nasıl biliriz?
a) Görüşmek istediğiniz zaman sizinle görüşmezler. Çünkü şeytanları onların sizinle görüşmesine izin vermez.
b) Çalışmalarını gizli yaparlar ve yeraltı faaliyetinde bulunurlar. Çünkü şeytan açıklıktan hoşlanmaz. Açıklıkta kandırmak kolay değildir.
c) Sizlere cevap vereceklerine, sizi söyletmeme işbirliğine girerler. Çünkü doğru söz bütün yalanları eritir gider. Mum yakınca karanlık ortada kalır mı?
d) Siz onları seversiniz, onlar sizi sevmezler. Siz onlara acırsınız, onlar size düşmanlık ederler.
e) Siz tüm iyilikleri paylaşmak istersiniz, onlar ortaklıktan kaçınırlar. “Bizim olsun.” Demezler; “Benim olsun!” derler.
f) Çıkan nizaları sizin seçtiğiniz hakemlerle halletmek istersiniz ama, onlar çekişmeyi bitirmek istemezler.
Yine de böyle yapanlara “Siz mü’min değilsiniz!” demeyin, onları sevmeye devam edin. Onları kurtarmaya devam edin. Siz kendiniz bu tuzaklara düşmeyin.
Yani, inanmış iseniz mü’minlerin içinde dayanışmadasınız; inanmış değilseniz, şeytanın dayanışması içindesiniz. Biz kendimizi mü’min kabul ediyoruz. Onlar da kendilerini mü’min kabul ediyor. Ama biz dayanışma içinde değilsek, kim kimden kaçıyorsa o mü’min değildir. Çünkü mü’minler kâfirlerden de kaçmaz. Herkesle her zaman diyalog içindedir. Avrupa’daki “Vur, fakat dinle!” sözü işte Müslümanlardan öğrendikleri bu sistemin ifadesidir.
للذين لا يؤمنون Ellezîne lâ yü’minûne denmiştir. Yani, hem mastar hem de fail marife olmuştur. Fail istiğrak ile marifedir. Îman da tektir ve marifedir. Yukarıda saydığımız vasıfları yüklenmektedir. “İhdinassırâta’l-müstakîm”deki “müstakîm sırât”tır. Bu tek sırattır. Kimsenin değildir. Oraya kabul etmek veya etmemek kimsenin hakkı değildir.
Burada bir hususa işaret etmek zorundayız.
Bir işe başlarsınız, bu toplantı olur, bu ortaklık olur. Siz birini dâvet edersiniz. O size; “Filan varsa ben gelmem!” der. İşte bu söz tam şeytan sözüdür. Ona vereceğiniz cevap; “Siz bilirsiniz!” olmalıdır. Kim; “O varsa ben yokum!” derse, onu reddediyorsanız siz mü’min değilsiniz. Şeytanın dayanışması içine girmişsiniz demektir. Bu tuzağa pek çok sevdiğimiz kardeş düşmüştür. Refah’ı ve Fazilet’i bu anlayış yıkmıştır. Çünkü samimi olanlar böylece şeytan taifesi tarafından ayıklanmıştır. Hizbullah iken hizbu’ş-şeytan gibi davranmışlardır.
Biz bunları söylerken onlara düşmanlığımız olduğu içi değil, tam tersine dostluğumuz olduğu için söylüyoruz. Bir daha bunları yapmasınlar diye söylüyoruz. Biz onlarla çıkarımız için değil; Allah için birleşmek istiyoruz. Çünkü biz onları Allah yolunda görüyoruz. Herkes fıtraten Müslümandır. Kimseyi ayırmıyor, herkesle diyalog çağrısında bulunuyoruz.
Bizden korkmayın; Allah varsa bizden değil Allah’tan korkun. O sizin de Allah’ınızdır.
Allah yoksa, biz boş şeylere inanıyoruz, birer zavallıyız demektir. Ne korkuyorsunuz? Bizimle diyalog kurun da gerçekleri gösterin. Siz neden korkuyorsunuz? Biliyor musunuz? Gerçekleri görmekten korkuyorsunuz. Oysa gerçekler er-geç gelip size çarpacaktır.
لا يؤمنون Îman etmeyenleri şimdi tavsif etmektedir. Onları kâfir olarak zikretmeyişinin sebebi, onlar kendilerini kâfir kabul etmiyor; “Biz de Müslümanız” diyorlar. Bunların içinde mü’min olmadıkları halde; “Biz mü’miniz” diyenler vardır. Ama ne var ki, asıl beteri; “Bizden başka mü’min yoktur!” diyenler de kalabalık. Tarikat taassubu, Nurculuk taassubu buradan geliyor. Bunlar kendilerine cennetleri garanti ettiler, onun için bizlere ihtiyaçları kalmadı. Onun için bizden kaçıyorlar. Bir de onlara sorsan, kendilerinden başka mü’min yoktur. Tabii ki bunların hepsi böyledir demiyoruz. Onların içine şeytan girmiş, böyle inandıranları vardır. Bunları onları kötülemek için, zayıflatmak için değil; tam tersine, aralarından bu tür şeytan sözcülerini etkisiz hâle getirsinler diye söylüyoruz. Bakınız; kovsunlar, demiyoruz. Etkisiz hâle getirsinler, diyoruz. Çünkü kovmak bizim yetkimizde değildir.
و أذا فعلوا فاحشة Bunlar fuhuş işlerler. Burada “İn” yerine “İza” getirilmiştir. Yani, inanmayan insanlar mutlaka fuhuş işlerler. Fuhuş nedir? Mü’minler Allah’tan korkup Allah’a sığınlar. Oysa mü’min olmayanlar sebeplerden korkup sebeplere sığınırlar.
Halk Partisi’nden korkup Demokrat Parti’ye sığınan mü’minlerin başına neler geldi? CHP’den korkup DSP’ye sığınan mü’minlerin başına neler geldi? İşte fuhuş budur. Allah’a inanmalıyız ve herkesle diyalog kurmalıyız:
a) Herkesi sevmeliyiz.
b) Herkesi dinlemeliyiz, susturmamalıyız. Tabi, birbirimizi de susturmamalıyız. Yani, sizin yaptığınızı yapmamalıyız. Söyleyene değil, söylenene bakmalıyız.
c) İyilikte yardımlaşmalıyız, kötülükte uzaklaşmalıyız. Bizim için iyi veya kötü insan yoktur. İyi işler vardır, kötü işler vardır. İyilikte yardımlaşma, kötülükte uzaklaşma.
d) Kusurlarımızı yüz yüze söyleyeceğiz, gıybet yapmayacağız. Kimsenin kuyusunu arkadan kazmayacağız.
Evet, Kur’an devam ediyor...
قالوا وجدنا عليها ءابائنا Fuhşu irtikâp eden insanlar Allah’tan korkmaz, insanlardan korkarlar; Allah’a sığınmaz, insanlara sığınırlar. Bu yetmemiş gibi, bunu da atalarından öğrendiklerini söylerler. Oysa ataları içinde bunları yapanlar vardır, yapmayanlar vardır. İnsan atalarının iyi yaptıklarına devamda milliyetçi olmalıdır. Kötü veya eksik yaptıklarında ise inkılâpçı olmalıdır. Kötülükte devam tutuculuktur, iyiliği bırakma da zındıklıktır.
و الله أمرنا بها Bu inanmadıkları halde inandık zannedenler, Allah bize böyle emretti, derler.
Hubbun fillah, bu’zun fillah derler. Evet, hubbun fillah, bu’zun fillah da bu kötülüklerde bu’z ve iyiliklerde hubdur. Yoksa insanları lânetlemek veya insanlara tapmak değildir. İnsanlar kendi hevâ ve heveslerini din yaparlar ve Allah adına cinayetler işlerler. Buna kendileri de inanırlar. Bundan kurtulmanın yolu nedir?
a) Herkese kulak vermek, tek taraflı şartlanmamak.
b) Hereksi sevmek ve herkesle ilişki kurmak.
c) Kur’an’ı temel alarak devamlı içtihatta bulunmak.
d) Faaliyetleri gizli düşmanlığa değil, açık dostluğa dayandırmak.
قل ان الله لا يأمر بالفحشاء Söyle, Allah fahşâyı emretmez. Fitneyi uyandırmayın. Herkese anlayacağı sözü söyleyin cümleleri; fitne varsın uyusun, semirsin, anlayacağı sözü de onun hevâ ve hevesine göre söyletin şeklinde anlaşılmıştır. Allah böyle şeyleri emretmez. Allah bütün kötülüklerden nehy eder, bütün iyilikleri de emreder. Neyin kötü ve neyin iyi olduğunu müsbet ilim tesbit eder. Müsbet ilmi de hakemler ortaya çıkarır Biz herkese dost iken; bize dost olanlar vardır, bize düşman olanlar vardır.
Onların hepsine ne kadar sâde önerilerde bulunuyoruz?
Niye gözlerinizi kapamış, görmek istemiyorsunuz? Niye kulaklarınızı tıkamış, duymak istemiyorsunuz? Niye ağzınızı dikmiş, konuşmuyorsunuz? Yanlış söylüyorsak, doğrusunu söyleyin, tartışalım. Doğrusunu söylüyorsak, gelin doğruda birleşelim.
أتقولون على الله ما لا تعلمون Yoksa siz Allah’a bilmediğini mi öğretiyorsunuz?
Kur’an Allah’ın sözleridir. Müsbet ilmin verileri Allah’ın âyetleridir. Her insan Allah’a açılmış penceredir. Hataları vardır, şeytanın istekleri ile karışmıştır, ama altın da onun içindedir. Yani, insanların sözleri içindedir. Biz başka bir yerden altın bulamayız. Allah’ın söylediklerini bulamayız. Kur’an’ı onları dinlemeden anlamayız. O sözlerden kumları ve çamurları ayıklayıp altını bulmalıyız. Allah’ın buyrukları o sözlerin içinde gömülüdür.
Bundan sonra Ahirete geçilmektedir.
قل امر ربى بالقسط İkinci defa “KuL” demektedir. “Va” harfi getirmemiştir. Birinci “Kul”ün bir açıklamasıdır. Fahşâyı emretmez, kıstı emreder diyor. Böylece fahşânın mânâsını da açıklamış oluyor. Kıst kelimesi, ortadan kesmek demektir. Sonraları “adil bölüşüm” anlamında kullanılmıştır. Yeryüzü insanlığındır. Kira paylarını eşit olarak bölüşürler.
“Adalet” ile “kıst” arasında şu fark vardır. Adalet bir ürünü katkıları nisbetinde bölüştürmektir. Emeğin payını da vermektir. Kıst ise emeğin bulunmadığı yerde hakların eşit olarak bölüşülmesidir. Biz bu sebeple yılbaşında nüfus başına altın gramı çıkarıyor, yarısını eşit olarak dağıtıyoruz. Diğer yarısını da emek sahiplerine kredi olarak dağıtıyoruz. Çalışanlar insan olduklarından bir pay alıyorlar, bir de çalıştıkları için pay alıyorlar. Tüm “Genel Hizmetler”de takip ettiğimiz sistem budur. Yarısında eşitlik, yani kıst, diğer yarısında adalet. Yani, herkese emeğine göre vermek. Rahmân ve Rahîm sıfatları da bunu anlatmaktadır.
Burada fahşânın haksız bölüşümü anlamındadır. Zina da, doğacak çocuğun hakkını yok etmek olduğu için fuhuştur. Faiz de, zarar edenin hakkını yok ettiği için fuhuştur. Hâsılı, dengeyi bozan her şey fuhuştur. “Adil Düzen”in dışındaki düzenler fuhuştur. “Adil Düzen”de iki şey korunmaktadır. Biri, tabii imkânlardan insanlar eşitlik içinde ihtiyaçlara göre bölüşme yapmalıdır. Üretimde de emeğe hakkının verilmesidir. Diyeceksiniz ki; sosyalizm de bu değil midir? Evet, sosyalizm batı dilinde İslâmiyet’in istismarıdır. Batı bunları İslâmiyet’ten öğrendi.
و أقيموا وجوهكم عند كل مسجد Her mescitte yüzünüzü ikame ediniz.
Meleklere secde ettikten ve şeytanın secde etmemesini belirledikten sonra mü’minlerle mü’min olmayanları secde ile ayırd etmektedir. Kimler mümindir? Secde edenler, etmeyenler nedir? Secde etmeyenler şeytanın ortağıdırlar. Adem’e secde etmek demek, Adem’i kıble yapıp Allah’a secde etme emridir. Biz de Kâbe’yi kıble yapıp Allah’a secde edeceğiz. Kâbe nedir? Kâbe insanlıktır. Bütün insanlığın ortak mabedidir. İnsanlar için konan ilk mabettir.
Burada çok önemli bir hususa işaret edilmektedir. Meleklere ve şeytana, insanı kıble yaparak Allah’a secde etmesini istemiştir. Bize de, insanlığı kıble yaparak Allah’a secde etmemiz emr olunmuştur. Kâbe insanlığın temsilcisidir. Kur’an bunları çok açık ifade etmiştir.
Allah insanları yaratmış ve insanı yeryüzünde kendisine halife yapmıştır. Kendisine de hâliklık payı ayırmış ve bunu da topluluğa vermiştir. Topluluk şüphesiz “aile”den başlamak üzere; ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak belirlenmiştir. Ortak hakları insanlığa vermiştir. Bunun merkezi de Mekke’yi yapmıştır. Biz oraya doğru secde ederken insanlığı kıble edinmiş ve Allah’a secde etmekteyiz. Görevimiz insanlığa hizmettir.
İkame etmek demek, durdurmak demektir. Şu şekilde mânâlandırırız:
a) Yüzünüzü kıbleye çevirin. Burada kıble belirtilmiyor. Yüzünüzü insanlığa çevirin.
b) Yüzünüzü namazda iken sağa-sola çevirmeyin, dosdoğru ileriye doğru tutun.
c) Yüzünüzü secdede durdurun. Başınızı koyar koymaz hemen kaldırmayın.
d) Yüzünüzü namaz kılarken Allah’a çevrin, O’na yönelin, O her yerde vardır. Başınızın içindeki O’na doğru olsun, O’nu düşünsün. O’ndan korkun ve O’na sığının.
Mescit kelimesi zaman, mekân veya fiil ismidir. Namaz kılarken nerede olursanız olun ve ne zaman olursanız olun yüzünüzü durdurun. O’na dua edin. O’na seslenin. Şimdi bazı kimseler duanın bir teselliden başka bir şey olmadığını sanırlar. Oysa eğer Allah varsa, elbette sesimizi duyacaktır. Sesimizi duyuyorsa mutlaka cevap verecektir. Allah bu kadar insanı nasıl duyacak, bu kadar insana nasıl cevap verecektir, deniyor. Allah için elbette bu çok kolaydır. Ancak Allah Kâinatı sebep-sonuçlara bağlamış ve kendi iradesini de o kurallar içinde tecellî ettirmiştir. Bunun için melekleri yaratmıştır. Onlar bizim yanımızdadırlar ve bizim sesimizi duyuyorlar. Gerekeni de yaparlar. O halde dua vardır ve Allah tarafından kabul edilmektedir.
Peki, Allah duayı kabul ederken fizikî kuralları bozacak mıdır? Hayır. O kurallar içinde duaları kabul edecektir. Bir uçağı düşünün. Bir düğmeye basarsınız, uçak kalkar, bir düğmeye basarsınız uçak iner. Uçak kalkarken de inerken de fizik kanunlarını ihmal etmez. İhtimaliyat kanunları içinde size düşen kısmını istediği gibi yapar. İnsanların gönüllerini ona göre değiştirir.
و ادعوه مخلصين له الدين Dinde O’na hulus ile dua edin, deniyor.
Din, düzen demektir. Düzeni tesis ederken, sistemleri oluştururken hesabınız yalnız O olsun, yani Allah olsun, diyor. Yani, insanlığın çıkarı olsun demektir. Topluluğun çıkarı olsun, demektir. Allah çıkar paralelliği koymuştur. Arı bal özünü toplar ama onlara da çiçek tozları götürür. İnsan topluluğa çıkarı için çalışır ama kendi çıkarını da topluluk verir. Allah insanları böyle yaratmıştır. Birlikte çalışılacak, topluluk üretim yapacak, sonra bölüşeceklerdir. Burada başkalarını ortak etmeme, yani kapital sahiplerini veya yönetim sahiplerini ortak etmeme yoktur. Herkes topluluk için çalışacaktır. Herkes katkısı nisbetinde pay alacaktır. Devlet kamu hizmetleri karşılığı payını alacak, sermaye riziko karşılığı payını alacaktır. Kimse kimseyi sömürmeyecektir.
Dinde O’na muhlis olmak demek bu demektir. Bu hulûsu kaybedip hayrı ve şerri Allah’tan bilmez de insandan korkar, insana sığınırsak, işte o zaman mü’min olamayız.
كما بدأكم تعودون İbtida nasıl var ettiyse öylece yeniden avdet edeceksiniz.
Burada geniş mânâda dünyada sizi nasıl var ettiyse âhirette de öylece avdet edeceksiniz, deniyor. Bunun dışında nasıl Adem ile Havva’yı yarattı, şeytanı ona musallat etti ise; aynı şekilde bu durumlar devam etmektedir. İslâmiyet nasıl doğduysa şimdi de yeniden doğacaktır. Bu sözün geniş mânâsı vardır, hepsi doğrudur.
فريقا هدى و فريقا حق عليهم الضلالة Bir fırka hidayete erdi, bir fırka da dalâleti hak etti.
Burada iki fırka da nekiredir. Yani, bir üçüncü fırka daha vardır ki o da burada bahsedilmemektedir. Onlar mağdubun aleyh olanlardır. Açıkça küfredenlerdir. Şeytan onlarla uğraşmaz. Onları kandırmaz. Şeytan, inandık dedikleri halde inanmayan zümreye daha çok musallat olur. Yukarıda iman etmeyenler diye ayırdı. Burada hidayette olanlar ve dalâlette olanları ayırdı.
Dalâlet, şaşkınlık demektir. Ormanlarda kaybolan deve demektir. Yoldan çıkmadır. Ters yola gitmek, gideceği yere doğru değil de aksi istikamette gitmek küfürdür, azabı gerektirir. Ama doğru istikamette ilerleyip yolu kaybetmek ise dalâlettir. Onlar dalâleti hak ettiler, diyor. Yani, Allah onları şaşırtmıştır. Çünkü doğru hedefi benimsediler ama hedefe ulaşamadılar.
Mesela 28 Şubatta neyi hedeflediler? Milli birliği hedeflediler. Kur’an Kurslarını kapatacak, İmamHatip Okullarını kısırlaştıracak, İlâhiyat Fakültelerini budayacak ve bununla milli birliği sağlayacaklardı! Ekonomide de faizi düşüreceklerdi. Sağladılar mı? Hayır!
Şaşırdılar! Ters yöne gittiler! Devlet dış borçtan batıyor. Dış borç, batmakta olan geminin aldığı sudur. Geminin su deliklerini tıkayıp suyu boşaltacaklarına yani, dış borcu kesip yerine borçları ödemeye başlayacaklarına; yeni borç almak için neler yapmadılar! Olmayınca da, çıkmaz ayın son çarşambaları devam ediyor! Hidâyete eremediler. Şaşırdılar. Bunu hak ettiler. Çünkü hak ve adaleti söyleyen sesleri boğdular.
انهم اتخذوا الشياطين أولياء من دون الله Onlar Allah’ın dışında şeytanı kendilerine dayanışma ortağı yaptılar. Allah’ı halk temsil eder, millî irada temsil eder. Onların temsilcisi meclis iken, onları bıraktılar. İstişareyi bıraktılar. Serbest oy ile iktidar etmeyi bıraktılar.
Baskı ile iktidarlar oluşturdular. O iktidarlar şeytanlara takıldılar, yanlışı doğru gördüler. Çünkü doğru söyleyenleri susturdular. Hapishanelere attılar. Aile mahremiyetlerine girip insanların huzurunu kaçırdılar. Başardılar mı?..
Allah’ın yolunda olduklarını iddia eden kişi ve partiler de onlardan korkup ses çıkarmadılar. Aman bizim partimizi kapatmasınlar, aman bizim siyasi yasağımızı kaldırsınlar! Kapatmadılar mı? Yasak kalktı mı? İşte böylece insanlar kendi istekleri ile şeytanın peşine koşmaktadırlar.
“Kemalistiz!” diyorlar ve yalan söylüyorlar:
a) Yaptıkları işte “Millî Hakimiyet” var mı?
b) Yaptıkları işte “Kuvva-yı Milliye” var mı?
c) Yaptıkları işte “Vahdet-i Kuvva” var mı? Kurallar yönetecekmiş, siyaset değil de kurullar yönetecekmiş! Yönetsin bakalım! İktidar tecezzi etmez.
d) Yaptıkları işlerde “Müsbet İlim”den eser var mı? İşsizliği artıracağız, bu arada zenginleşeceğiz?! Hangi mantık bunu kabul eder.
Bütün basın, televizyon, partiler susmuş, korkularından ses çıkaramıyor. Şeytan işte bunları bu hâle getirmiştir. Âyet bunları söylüyor. Şimdi bakınız. Eğer Türkiye borçlanarak borcunu öderse, biz hiçbir şey bilmiyoruz demektir. Artık benim yazdıklarımı okumanıza gerek yoktur.
Yani, onlar halkın dışında, topluluğun dışında şeytanları kendilerine dayanışma yaptılar. Oysa bir millet ancak kendisini düzeltirse kurtulur. Halk hata etmiş olabilir, ama halk hiçbir zaman devre dışı edilmez. Halkın dışında kimse dayanak edinilemez.
Bakınız, biz “Allah” lâfzına “topluluk” anlamını her zaman verdik ve veriyoruz. Burada da onu kullandık. Zorlama yapmıyoruz, tahribat yapmıyoruz. Allah bilir, halk bilmez demiyoruz. Allah halkta tezahür eder. O’na kulak vermek gerekir. Amerika’nın işlerini biz yapamayız. Onlar kendi işlerini kendileri bilir. Bizim işlerimizi de onlar bilmez, bizim işimizi biz biliriz.
Mustafa Kemal İslâm dünyasında yetişmiş, batıyı bilen bir devlet adamıdır. Kendisi özel hayatında iyi olur veya kötü olur, o başka; ama, koyduğu ilkeler millî ilkelerdir ve koyduğu ilkeler İslâmî ilkelerdir. Mustafa Kemal’e kızıp da, Allah’ı bırakıp da, şeytanın arkasından giden zavallı Müslümanlar vardır.
و يحسبون انهم مهتدون Onlar hidâyetteyiz zannediyorlar.
Bu memleketin düşmanları vardır, satılmışları vardır, hainleri vardır.
Bu âyetler onlardan bahsetmiyor. Ki onlar aslında yok denecek kadar azdır. Bu memleketi seviyorlar. Hakkı, doğruluğu seviyorlar. Ama Adem gibi şeytanla işbirliği hâlinde bu memleketi batırıyorlar. Bu âyet onlara hitap ediyor. Doğru yapıyorum zannettikleri halde, yanlış yapanlara hitap ediyorlar. Ne diyor onlar?
Ey insanlar, aşağıdaki ilkeleri benimseyin:
a) Bu memleketi yalnız siz sevmiyorsunuz, herkes seviyor. Kendinizi mümtaz vatandaş görmeyiniz. Başkalarına hükmetmeyiniz. Millî iradeye boyun eğiniz.
b) Siz kendinizi bilen kabul edip başkalarının hata ettiğine inanmayınız. Rütbeniz sizi daha akıllı ve daha bilen kılmaz. İstişare mekanizmasını kurunuz ve her görüşü duyunuz. Bundan sonra kararınızı siz verin ve uygulayın. Başka birisini kendi işinizde daha akıllı görmeyin.
c) Bu memleket bu milletindir. Hata yaparsa kendisi yapsın. Sizin hatanız yüzünden millet çekmesin. Millî iradeye saygılı olunuz. Millet onları seçmişse, onlar hırsızlık yapıyorsa, millet düşünsün ve bir daha seçmesin. Ama sizin seçtikleriniz hortumlarsa, o zaman nasıl hesap vereceksiniz?
d) Askeri kurallar askerlikte, hukuk kuralları da iç yönetimde geçerlidir. Hakim orduyu yönetemez, komutan da yargıç olamaz. Sıkıyönetim dışında ordu iç işlere karışmasın. Göreceksiniz, o zaman doğru yolu bulursunuz. Şimdi dalâlettesiniz. Batırıyorsunuz. Bir de bundan iyisi olmaz deyip kendi kendinizi kandırıyorsunuz.
Tekrar edelim ki, acaba biz hidayette miyiz? Bunun turnusol kâğıdı kaçmadır.
Biz kaçıyorsak biz dalâletteyiz, onlar kaçıyorsa onlar dalâlettedir.
Biz silâha sarılıyorsak biz dalâletteyiz, onlar silaha sarılıyorsa onlar dalâlettedir.
Biz gizli işler çeviriyorsak biz dalâletteyiz, onlar gizli işler çeviriyorsa onlar dalâlettedir. Hakem kararlarını kabul etmiyorsak biz dalâletteyiz, onlar kabul etmiyorsa onlar dalâlettedir. Her an kendimizi kontrol altında tutalım.
Yazan ve anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NÛRİ EROL