ياأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا (70)
يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا (71)
[Ahzâb Sûresi(33); 70-71]
KUR’AN SEMİNERLERİ; 186. SEMİNER İstanbul, 23 Kasım 2002
“KAMU HUKUKU”, “ÖZEL HUKUK” VE FEVZ-İ AZÎM
AKP İKTİDARI NEDEN BAŞARILI OLAMAYACAKTIR?
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا YAv EayYuHa elaÜIyNa EAvMaNUv: Ey îmân edenler.
Ahzâb Sûresi “Ey Nebî” hitabı ile başlamaktadır.
1, 28, 45, 50 ve 59. âyetlerinde bu hitap beş defa tekrarlanmıştır.
9, 41, 49, 53, 56, 69 ve 70. âyetlerinde ise 7 defa “Ey îmân edenler” diye tekrar edilmiştir. Bir nebî, bir îmân edenler olarak hitaptan sonra, ey îmân edenler ikişer olarak ifade edilmiştir.
“Ey îmân edenler” hitabı ile mü’minlerin oluşturduğu dayanışma ortaklıklarının oluşturduğu yönetimi muhatap almaktadır. Kamu hukukuna işaret etmektedir.
“Ey nebî” hitabı ile de özel hukuka işaret etmektedir.
Dayanışma ortaklık başkanları muhatap alınmaktadır. Kişiler mezheplerini seçerler ve o mezhebe göre yaşarlar. Devlet bunların bu yaşayışlarına müdahale etmez. Çıkan ihtilâflarda hakemlerin kararlarına uyulur. Hakemlerin kararlarına uymayanlar ise dayanışma ortaklığı içinde tenkil edilir. Demek ki, bu sûrede “özel hukuk” ve “kamu hukuku” iç içe anlatılmaktadır. Bunlar nâzil olan son âyetlerdir. Kamu hukukunu anlatmaktadırlar. Burada muhatap olanlar, askerlik hizmetini yapmış ve kamu güvenliğini yüklenmiş olan teşkilât mensuplarıdır.
اتَّقُوا اللَّهَ EitTaQUv elLAHa:
Allah’a ittika ediniz. Allah’ta korununuz. Şeriatın kaide ve kurallarına uyunuz.
İslâm düzeninde mevzuat yani sözleşme ve kanunlar kişileri bağlar ama; İslâm düzeni demokratik düzen olduğu için kanunları ve mevzuatı da bir yerlere bağlaması gerekir. Gereksiz anarşik kurallar oluşturulamaz. İşte burada insanı bağlayan şey Allah’ın kanunlarıdır; yani tabiî ve sosyal kanunlardır. Başka bir deyişle; ilim yani müsbet ilim mevzuatı oluştururken kişileri bağlamaktadır. Müsbet ilmin hakemliği ile yapılan kanunlar ve sözleşmeler iptal edilebilir. Bunun için taraflar birer hakem seçer. Hakemler de baş hakem seçer ve bunlar ilme aykırı olan bir anlaşma yapılmış ise onu iptal ederler. Bu emir aynı zamanda mevzuatı oluşturma yetkisinin de dayanışma ortaklıklarında olduğunu ifade etmektedir. Bunun uygulamadaki yeri, başkanları ilmî dayanışma ortakları sorumlularının seçmiş olmasıdır. Ayrı ayrı her biri kendi mezhebinin imamıdır. Bir araya geldiklerinde yönetimin şûrasıdır ve şûra başkanı topluluğun başkanıdır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur. Topluluk hukuku içine giriniz ve korununuz. Böylece yöneticilerle yönetilenlerin aynı kimseler olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Yöneticiler topluluk içinde olmalıdırlar. Hz. Peygamber; sizinle beraber namaz kılmaları şartı ile fâsık ve fâcir de olsa başkana itaat ediniz, demiştir. Çünkü halkın içinde yaşayan halka zulmedemez. Yine bu sebepledir ki, en büyük başkan bucak başkanıdır. Devlet başkanı merkez bucağın başkanıdır. Merkez bucağı başkanının taşrayı yönetme yetkisi yoktur. Merkez bucak taşra bucaklarının hâdimidir. Kişilere değil de kentlere hizmet etmektedir.
و Va: İttika etme ile kavl-i sedidi söylemeyi birbirine bağlamaktadır. Bu suretle yönetimin kuralları için iki prensibi ortaya koymaktadır. İttika etmek, sonra da kavl-i sedidi söylemek.
وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا QUvLLUv QaVLaN SaDIyDan: Kesin söz söyleyin.
Bu emir bize hukuk dilinin ilmî dil olması gerektiğini ifade etmektedir. Sedid, sed kelimesinden gelmektedir. Sed, bent demektir, sınır demektir. Bunu anlamamız için kavl-i sedidin ne olduğunu bir misalle anlatalım. “Ankara” bir sözdür, kavildir. Halk bu sözü kullanır. Bununla Ankara kentini kasteder ama Ankara kentinin sınırını bilmez. Ancak ilim adamları Ankara kentinin sınırlarını tesbit eder ve bunu haritaya geçirirler. Böylece Ankara kenti tesdid edilmiş olur. Mantıkçılar bunu “tahdid” kelimesi ile ifade etmektedir.Oysa Kur’an “tesdid” ile ifade ediyor.
Bu sınırlar birer benttir. Çünkü dışında kalanlar içeriye girmez, içerde olanlar da dışarıya çıkmaz. Ama bentte suyun taşması gibi giriş ve çıkışlar devam eder. “İki deniz arasında set koydu, birbirine bağy etmezler.” diyor. “Karışmazlar” demiyor; “birbirlerini bozmazlar” diyor. Demek ki, Kur’an bize devleti yönetirken kesin anlamları olan ifadeler kullanmamızı emretmektedir. Böylece bu âyet ilmin metodolojisini de ortaya koymaktadır.
“Qavlan” kelimesinin nekre ve müfret olması şunu ifade eder. Hukukta ve ilimde bir şeye bir kelime konur. Aynı kavrama iki söz konmaz. Biz bu kuraldan yararlanarak birbirine yakın anlamı olan kelimelere ayrı ayrı kavramları yükleriz. Burada bize verilen yetki de ortaya çıkıyor. Kavramları tanımlamak bize verilen yetki olmaktadır. Çünkü emir bize verilmiştir. Görev kimde ise yetki de onundur. Uygulama alanında bu konuyu en çok ilgilendiren husus; Kur’an’ın kelimelerini her uygarlık -hattâ her topluluk- kendine göre tanımlar, ona göre hukukunu oluşturur ve ona uymakla mükellef olur. Allah bize kelimelere şöyle manâ verin demiyor, bir manâyı bir kelime ile ifade ediniz diyor. Bir kelimenin iki manâsı olabilir. “Ankara” kelimesi kenti de ili de ifade etmiş olabilir. Bir kavrama iki manâdaki kelime konamaz.
“QULUv” çoğul olarak söylediğine göre, tanımlar toplulukta ortaktır. Tanımlar topluluğu bağlar. Yorumlama yetkisi hakemlerden oluşan yargıya aittir.
Biz anayasamızı oluştururken hep bu kurallara uymaya çalışmış oluyoruz.
Biz Kur’an’ın âyetlerini sizlere örnek olarak açıklıyoruz. Siz de kendiniz açıklayacaksınız.
Bu durum kıyamete kadar böyle devam edecektir. Uygarlık geliştikçe kavramlar da gelişecektir. Değişecektir. Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Hambel işte bu usûlün ilk uygulayıcılarıdır. Onlar o kadar iyi tanımlar yaptılar ki, bu tanımlar bin yıldan fazla uygulanabildi.
Şimdi sanayi devrimi olmuştur. Artık Kur’an’ı yeniden anlamak zorundayız.
يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ YuÖLıX LeKuM EaGMAvLaKuM:
Amelleri ıslah etsin. Amellerinizi sizin için ıslah etsin.
Emir sigası ile şartın cevabıdır. Senedi bankaya götür, paranı versinler. Burada birinci emir şart ikinci emrin şartıdır. Allah’a ittika edin ve kavl-i sedid söyleyin de Allah da amellerinizi sâlih eylesin. İttika etmek ve kavl-i sedid söylemekle amellerin sâlih olacağı ifade edilmektedir.
Kesin söz söylemek yani standartlarla konuşmak, projeli çalışmak, yapılan işlerde uygunluk meydana getirir. Eğer kapılar standart yapılırsa, kapı kasaları standart yapılırsa, mimarlar projelerini standart çizerlerse, ayrı ayrı yerlerde yapılanlar sonra bir araya gelerek bina yapılır. Ama proje ve imalat sedid olmazsa, yani standart ölçülere uymazsa, o işler birbirine uymaz. Sâlih olmak demek, uymak demektir. Bu somun bu cıvataya sâlihtir denir. Eğer çapları aynı, dişleri aynı ise, cıvata somuna uyar. Yoksa sâlih olmaz. Amellerin sâlih olması demek, ayrı ayrı kimselerin yapmış oldukları işlerin birbirini bozmaması ve tamamlaması demektir. Bu tamamlamanın gerçekleşmesi için de sözlerin sedid olması yani tanımlanmış ve ölçümlendirilmiş olması gerekmektedir.
İşte bu âyet bize hukuk düzeninde kelimelerin ilmî tanımlara uygun ve teknik ölçüler içinde olması gerekmekte olduğunu göstermektedir. Amellerinizi sizin için ıslah etsin denmektedir. Yani, bizim yaptıklarımız işe yarasın demektir. Çünkü, kapıyı standart olarak yaparsanız, siz de kazanırsınız, karşı taraflar da kazanır. Yoksa sizin yaptığınız kapınız da bir işe yaramaz.
Burada “af’âleküm” dememiş de “a’mâleküm” denmiştir. Fiil, insanın kendisi için yaptığı hareketlerdir. Amel ise, başkasının işini yapmaktır. Îmân etme ve içtihat yapma topluluk içindir. İnsan topluluk için çalışır, topluluk da onu ücretlendirir.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ YaGFiR LaKuM ÜuNNUvBaKuM: Zenblerinizi mağfiret etsin.
Zenb, kuyruk demektir. Gizleyerek yapılan fiillerdir, günahlardır. Utanılacak suçlar demektir. Amellerin ıslahı için kavl-i sedid ve ittikaya ihtiyaç vardır. Aynı zamanda kötülüklerden ve hatalardan korunmak için de yine kavl-i sedide ihtiyaç vardır. Suçlar ve cezalar kesin olarak tanımlanmalıdır. Kişi hangi fiili işlerse ne ceza alacağını bilmelidir. Bugünkü ceza kanunlarının ilk maddeleri bu kuralı açıklar. Bunun başka manâsı, cezalar çekildikten sonra artık suç örtülmüş ve mağfiret olunmuştur. O kişi artık suçlu görülmez. Başka bir husus da, mahkum olmayan hiçbir kimse suçlu sayılmaz. Eğer ceza kanununda suç olarak gösterilmemiş ise, o fiil suç olsa da ceza verilmez. Birçok hatalı fiiller işleriz. Onların hepsiyle cezalandırılsak herkes hapiste olur. Belirlenmiş ve ispatlanmış fiiller cezalandırılır. Burada şahitlerin de kavl-i sedid söylemeleri gerekir. Zina şahitliği yapanların açıkça filan filane ile zina yaptı diye şehadet etmeleri gerekir. Dört şahitten üçü böyle kavl-i sedid söylese, diğeri bir yatakta yattıklarını gördüm ama zina yaptıklarını bilmiyorum dese, üçüne iftira cezası verilir. Böyle bir durum sahabeler zamanında gerçekleşmiştir.
Hakemlerin de hükümleri çok açık ifade etmeleri gerekir.
وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا
Va MAN YuOIyGı elLAHa ve RaSUvLaHu FaQaD FAvZa FavZan GaJIvMAn:
Kim Allah ve Resulüne itaat ederse o azim fevz ile fevz eder.
Her dilde deyimler vardır. Deyimler birden fazla sözleri içerir. Lügat anlamlarından farklı bir anlamı vardır. Mesela, “el değmemiş” sözü, ilgilenilmemiş, kullanılmamış anlamındadır. Kur’an’ın da kendi kullandığı deyimleri vardır. Aslî manâlarını da korurlar.
“Allah ve resulü” deyimi ile Kur’an; hakemlerden, adil şahitlerden ve başkandan oluşan tarafsız ve bağımsız yargıyı ifade eder. Her bucağın bir başkanı vardır. İlçede soruşturmacılar ve hakemler vardır. Taraflar hakemlerini seçerler, soruşturmacılar olayları tesbit ederler. Hakemler onaylar ve hükümlerini verirler, başkan ise icra eder. İşte bütün bu sisteme Allah ve resulünün icrası denmektedir; yargı denmektedir. Yargı kararlarına uymak herkesin görevidir. Yargı kararlarını dinlemeyenler asi sayılırlar ve artık hukuk onları korumaz. Cebrî icra yargının içinde değildir. O güvenlik içindedir. Hukuk düzeninde zorlama yoktur.
Kim yargı kararlarına uyarsa o fevzi azim ile fevz etmiş olur.
Fevz, gerek kamu hukukunda, gerekse özel hukukta mağduriyete uğramama demektir. Yargı kararlarının dışında kimsenin suçlanamayacağını, mahkum edilemeyeceğini, herhangi bir cezaya çarptırılamayacağını ifade etmektedir. Hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargının kararları içinde herkes hürdür ve serbesttir. Amir memuru suçlayıp mahkum edemez. Patron işçiyi işten çıkaramaz. Ancak hakemlerin kararları ile çıkarılır. İşte bu sebeple büyük bir kurtuluş olarak ifade edilmektedir. Fevz, başarı demektir.
İttika ve kavl-i sedidin yargı kararlarına bağlanmış olması, ittika ve tesdidin yargı denetiminde olduğunu ifade eder. Bugün Meclis’te ekseriyetle hükümet düşürülebiliyor. Anayasa ekseriyetini alan bir partinin düşürülmesi imkânsız hâle geliyor. Bir de kötü niyetliler bu ekseriyeti almışsa, o zaman ülkenin vay haline.
Ateistler korkuyorlar. Millî Görüşçüler, Adil Düzenciler gelmeyip de fanatik Müslümanlar gelseydi korktukları başlarına gelirdi. Bizim 1960’larda başlattığımız legal çalışmalar sayesindedir ki, bugün Müslümanlar meşru yoldan zafer kazandılar. Bundan dolayı meşruiyet içinde kalmakla yükümlüdürler. Türkiye’nin yarım asırdan fazladır çektiği sıkıntıların ana sebebi adil yargı sisteminin olmayışıdır.
Bu iktidar (AKP) neden başaramayacaktır? Fevz-i azîme niçin varamayacaktır?
a) Hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi yoktur. Bunların yani bu iktidarın bu durumu değiştirmeye niyetleri yoktur.
b) Düzen zulüm düzenidir. Kuvveti üstün tutan düzendir. Zulüm düzeninde zalimler başarıya ulaşırlar, adil düzende de adil olanlar başarıya ulaşırlar. Düzen zulüm düzeni, bunlar ise adil kimselerdir. Onun için başarıya ulaşamazlar.
c) Faizli sistem güçlüyü daha güçlü kılar. Yani, alacaklıların alacağını artırır, borçluların borçları artar. Türkiye alacaklı ülke değil, borçlu ülkedir. Faizli sistem Türkiye’yi içinde bulunduğu durumdan daha kötü duruma götürür.
d) Türkiye’nin ekonomisi kayıt dışı ekonomidir. Batı’nın merkezî tekel ekonomi sistemi ile Türkiye’nin problemlerini çözemezsiniz. Türkiye ekonomisini yalnız Adil Düzenciler bilebilir. Bunlar ise “Adil Düzen”e de; “Adil Düzenciler”e de karşıdırlar.
Fevz-i azîme doğru gidebilmek için bu sûrenin ortaya koyduğu ve öz olarak iki âyette belirtilen sisteme gitmek gerekmektedir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (ıcerık) (0532) 246 68 92
KUR’AN SEMİNERLERİ; 186. SEMİNER İstanbul, 23 Kasım 2002
100 SORUN – 100 ÇÖZÜM; 2. Ç Ö Z Ü M
İÇ BORÇ
PARA DENGESİ
100 YIL ÖNCE DEVLETİ YÖNETMEK ÇOK ZORDU
Tarım döneminde insanlar kendi ürettiklerini kendileri tüketir ve öyle yaşarlardı. Sadece artık ürünlerini kasabalılara satar ve onlardan elle üretilen malları satın alırlardı. Bunlar para olarak gümüş ve altını kullanırlardı. Devletler tarımdan ve ticaret mallarından vergi alırlar ve onunla orduları besler, ülkenin güvenliğini sağlarlardı. Geniş topraklara hükmeden devletler büyük devletler olurdu. Çünkü bunlar daha çok gelir temin ederlerdi. Ancak devletin gücü hazinede bulunan altın stoku ile belirlenirdi. Çünkü savaşa giriştiğinde daha uzun zaman dayanma imkânına sahip olurdu. Sanayi dönemine geçildiğinde devletlerin işleri daha çok zorlaştı. Çünkü bu dönemde devlet sanayiyi de desteklemek zorunda kalmıştır. Bunun için de altın ve gümüş sahibi olmak zorunda kalmıştır.
20. YÜZYILDA KAĞIT PARA KEŞFEDİLDİ
Altın ve gümüş para olarak yetmeyince devletler karşılıksız parayı keşfettiler. Eskiden altın karşılığı basılan para sonraları karşılıksız para olarak basılmaya başlandı. Şimdi devletler faiz karşılığı para basmaktadırlar. Bir ülke tam olarak kayıtlı ekonomiye geçmiş ise yani herkes malını satıp karşılığında para alıyor ve onunla geçiniyorsa, bu ülkede fiyatlar öyle oluşur ki, o ülkede mal kadar para vardır. Parası olanlar yıl sonunda ülkede geçerli olan reel faizi beklerler. Bunun anlamı, ülkede dolaşan kaç katrilyon para varsa, yıl sonunda bunlara verilecek faiz kadar fazla para basılmalıdır. Yoksa bunlara faizi nereden vereceğiz? Böylece her yıl faiz kadar parayı fazla olarak basıp piyasaya sürmeliyiz. Öyleyse bugün piyasada dolaşan para faizin yıllar boyu eklenmesi ile oluşmuştur.
FAİZ PARASINDA ENFLASYON
Yeryüzünde nüfus artmaktadır. Ayrıca yeryüzü imar edilmektedir. Yani, yıllık üretim artmaktadır. Buna “millî hâsıladaki artış” denmektedir. Bu normal olarak %5’ler civarındadır. Her yıl artan para da bu kadar ise o ülkede fiyatlarda denge vardır. Enflasyon olmaz. Ancak, eğer piyasaya millî hâsıladaki artıştan fazla para sürülürse enflasyon olur. Bu da faiz miktarı ile orantılıdır. Faiz millî hâsılanın artışından daha aşağı ise o ülkede enflasyon olmaz. Yukarı ise aradaki fark kadar enflasyon olur. Türkiye gibi ülkede faiz %10’u aşmış ise o ülkede faiz kadar enflasyon olur.
FAİZİ DÜŞÜRÜRSENİZ ENFLASYON DÜŞER
Keynes’ten önce ekonomistler enflasyon düşerse faiz de düşer diyorlardı. Faizi düşürmeden enflasyonun düşürülemeyeceği öğrenilmiştir. Yani, faiz stabil dengeye sahip değildir. Sarmal olarak büyür. Faizi serbest bırakınca enflasyon büyür, enflasyon büyüyünce faiz de kendiliğinden artar. Ekonomik kriz olur. Keynes bu krizleri enflasyonla yenmiştir. İslâmiyet ise aksini yapar. Faizi hukuken düşürür, yani faizli anlaşmaları geçersiz sayar. Böylece faizler sıfıra iner. Bu sayede enflasyon da biter. Faizi düşürmenin ekonomik boyutu da vardır. Eğer devlet faizsiz yeter parayı halka verirse faiz kendiliğinden sıfıra iner. Faiz sıfıra inince enflasyon da biter.
FAİZLİ PARA İLE PİYASAYA NASIL HÂKİM OLUNUR?
Faizli parayı piyasaya sürmenin beş kanalı vardır. Kayıtlı ekonomide bu yollarla ülke dengeli olarak yönetilir. Türkiye gibi banka dışı paraya, tüccar dışı mala sahip olan ülkelerde ise bu kanallar çalışmaz. Ekonomiler dengesiz olarak varlığını sürdürür. Bu kanalları kullanarak dengelemek isteyenler, rotu çıkmış bir arabanın direksiyonunu çevirme gibi boş işlerle uğraşırlar. Kemal Derviş’in başarısızlığı budur.
Bu hükümetin (yani AK Parti iktidarının) başarısızlığı da bundan olacaktır.
a) Para piyasaya yatırım kredileriyle sürülür. Yatırımcıya kredi verirseniz o evler yapar, fabrikalar yapar, kiraya verir ve yirmi yıllık geri ödemelerle krediyi itfa eder. Bu para piyasada ortalama olarak on yıl kalacağı için piyasaya parayı sürmüş olursunuz. Eğer yeni yatırım kredilerini geri dönen krediler kadar açarsanız para piyasada sabit kalır. Daha fazla kredi verirseniz piyasada para çoğalır. Daha az kredi verirseniz parayı piyasadan çekersiniz. Bu yolla ülkeyi dengeli olarak yönetirsiniz.
b) Kamu yatırımı yaparsınız. Yollar yaparsınız. O yatırımlar ülkede ekonomik hareketliliği doğurur. Size vergi olarak geri döner. Yeni yatırımlar yapmaz, artık bütçe yaparsanız, piyasadan parayı çekersiniz. Denk bütçe yaparsanız, piyasada parayı bırakırsınız. Yeni para basar yeni yatırımlara giderseniz, piyasadaki parayı artırırsınız.
c) Piyasaya tahvil satarsınız. Borç para alırsınız. Piyasadan geçici olarak parayı çekersiniz. Sonra tahvili faizi ile birlikte itfa edersiniz. Piyasaya böylece yeni para sürmüş olursunuz. Bu para önce piyasada parayı azaltır. Sonra ise artırır. Bununla ayarlanmak istenen üretim fazlalığını eritmedir. Eğer ülkede üretim fazlası olmuşsa fiyatlar düşer ve üreticiler zarar eder. Üretimi durdurmak gerekir. Bunu sağlamak için tahvil satar, piyasadan para çekersiniz. Üretim durur. Stoklar erir. Fiyatlar yükselir. Kâr edilir. Tahviller itfa edilince de kâr kadar para fazla olarak piyasaya sürülmüş olur. Burada mal artmadan para arttığı için enflasyon olur. Piyasadan tahvil çekilerek daha az faiz karşılığı piyasaya para sürülmüş olur. Bu ilkin enflasyon yapar. Ama sonra üretim yapılınca fiyatlar düşer. Bununla işçilik dengede tutulur. İşsizlik varsa piyasaya para sürülmek istenir. Tahvil alınır. Sonra faizle fazlası sürülür. Eğer işçi açığı varsa o zaman piyasadan tahvil alınır. Sonra faizi ile birlikte piyasadan para çekilir.
d) Bankalar bono senetlerini kırarlar, yani bankalar halkın borç senetlerini nakde çevirirler. Merkez Bankası’na götürüp onu verir, karşılığında nakit alırlar. Ancak % 100’ünü ödemez, %’de 80 gibi bir miktarı öderler. Böylece piyasada nakdi artırır veya azaltırlar. %80’den fazla öderlerse piyasada para artar, %80’den az öderlerse piyasadan para çekilmiş olur. Bununla piyasadaki faiz miktarı artar veya azalır. Eğer %’de 100 ödeme yaparsa faiz sıfıra iner ve faizli ekonomi stop eder.
e) Devlet gelirlerini vergilerden temin eder. Devlet gelirlerini harcama yapar. Bütçe açığı varsa bunu yeni para ile kapatır. Yatırım dışı olan bu paralar tamamen enflasyona neden olur. Eğer artık bütçe yapılırsa o zaman da piyasadan para çekilmiş olur.
PARA İŞSİZLİK VE MAL STOKLARINI DENGELEMEK İÇİN KULLANILIR
Görülüyor ki, bu beş kanal kullanılarak piyasadaki para artırılır veya azaltılır. Kapitalistler bu ayarlamaları iki şeyi dengelemek için yaparlar. Bunlardan biri ile işsizliği ayarlarlar. İşsizlik varsa parayı piyasaya sürerek yeni işyerleri açarlar ve işsizlere iş bulmuş olurlar. Eğer işçi açığı varsa, piyasadan parayı çekerler ve işyerlerini zor durumda bırakmazlar. Batı’da her zaman hafif işsizlik üzerinde denge kurulur. Böylece sermaye sahipleri işçilere hakim kılınır. Açıkta kalanlar işsizlik sigortası ile yaşatılır. Sosyal patlamalara yer verilmez. Piyasaya para sürmek veya çekmek Batı’da başka bir sebeple daha yapılır. Böylece üretimi dengede tutmak isterler. Eğer ürün satılmıyorsa üretimi durdurmak gerekir. Bu sayede stoklar erir. Bunu yapmak için piyasadan para çekilir. Stoklar erimiş ise yeniden üretime geçilir. Bunun için de piyasaya para sürülür.
ÜLKEMİZDE BANKA DIŞI PARA VARDIR, BATI FORMÜLLERİ GEÇMEZ
Batı’da nakit vardır, bir de senetler vardır. Bunun dışında bir para yoktur. Senetlerin hepsi bankadan geçer. Merkez Bankası’nın kırma yüzdesiyle orantılı olarak kontrolde tutulur. Bankalar ancak mevduat varsa kredi açabilirler. Türkiye’de ise bu iki paranın dışında daha birkaç para vardır. Bakkal defteri bir para kaynağıdır. Halka satın alma gücünü kazandırmaktadır. Bütün veresiye satışlar para kaynağıdır. Bankaya uğramayan bono ve çekler halkın ürettiği paralardır. Hatır senetleri de karşılıksız, dolayısıyla dengesiz para kaynağıdır. Bu paraların miktarı bono ve senet paralarından çoktur.
ÜLKEMİZDE TÜCCAR DIŞI PARA VARDIR, BATI FORMÜLLERİ GEÇERSİZDİR
Batı’da bütün üretim tüccara satılır. Tüccar onu fabrikalara satar. Mamul mallar yine tüccar aracılığı ile halka ulaşır. Burada mal miktarı tüccarın denetimindedir. Oysa Türkiye’de pazarlar kurulmaktadır. Küçük esnaf kendi kredisi ile ticaret yapmaktadır. Dolayısıyla mal miktarı azalmaktadır. Para kontrolsüz olarak çoğalmaktadır. Mal miktarı ise kontrolsüz olarak azalmaktadır. Ayrıca Batı’da kredi ve kira ile taşınmazlar üretilmektedir. Taşınmazların sadece amortisman değerleri piyasaya girmektedir. Oysa Türkiye’de halk kendi tasarrufları veya senetsiz taksitli borçlanmalarla piyasaya girmektedir. Bu da banka denetimini ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla Batı formülleri işlememektedir.
ALTIN VE DÖVİZ BAZAN PARA BAZAN MAL OLMAKTADIR,
BU DA DENGEYİ FAHİŞ OLARAK BOZAR
Fiyatlar toplam paranın toplam mala bölünmesiyle elde edilmektedir. Altın ve döviz para olunca mal azalmış, para çoğalmış olur. Aksine mal olarak değerlendirdiğimizde bu sefer para azalmış, mal çoğalmış olur. Bu da fiyatlarda son derece ani değişmelere sebep olur. Fiyatları ve borsayı dengede tutamazsınız. Oysa Batı ülkelerinde ülkede yalnız kendi paraları geçerli olur. Batı modeli uygulamalar sonuç vermez.
TÜRKİYE’DE BU MEKANİZMALAR HEP YOLSUZLUK KAYNAĞIDIR
Batı’da ekonominin dengelenmesi için konmuş bulunan para çıkarma mekanizmaları Türkiye’de yolsuzluk aracıdır. Şöyle ki:
a) Firmalara yatırım kredisi verilir. Bunlardan değersiz yerler çok pahalı olarak ipotek yapılır. Alınan kredilerle yatırım yapılmaz. Paravan firmalar iflas ettirilir. Krediler dövize çevrilir ve dışarıya gönderilir. Ya da arsa alınıp spekülatörlük yapılır. Arsayı halktan alıp devlete satarlar. Yahut hazineden alıp belediyeye satarlar.
b) Devlet yatırımları ihale şebekelerini beslemek için yapılır. 1000 TL’ye mâl olacak şey 10 000’e mâl edilir. Getirisi olmaz, devlete yük olur. Devlet yatırımları bazı kişileri beslemek için yapılır. Dışarıdan borç alınır. Ama ödenmesi mümkün olmaz. Çünkü onlar yatırıma gitmez.
c) Tahvil çıkarılır. Ama bu tahviller halka satılmaz, spekülatörlere satılır. Bu spekülatörler bankadan çektikleri paralarla bu tahvilleri alırlar. Banka faizi daha az tutulur, böylece belli kimseler zengin edilir. Kişiler hiçbir emek sarf etmeden, hiçbir rizikoya girmeden zengin edilir.
d) Mal karşılığı diye verilen krediler hatır senetleridir. Böyle senetlerle alınan krediler de iş hayatına değil, senet oyunlarına harcanır . Sonra da ödenmez.
e) Bütçe açığı, devletin ihtiyaçlarını karşılama yerine, satın almalardaki hilelerle yine aracılar zengin edilir.
Demek ki, Batı dünyasının ekonomik formülleri ülkemize uymadığı gibi, zaten bu modeller de kendi çıkar amaçları için kullanılmaktadır.
İÇ BORÇ
KAYNAK BATI’NIN BİZE UYMAYAN MODELİDİR
Bu açıklamalarımız göstermiştir ki, Türkiye’de iç borç hiçbir zaman ekonominin gereği olarak yapılmamıştır. Sadece yolsuzluk düzeninin gereği olarak belli kişiler zengin edilmek istenmektedir. Şunu bilmemiz gerekir ki, bu kişilerin zengin edilmesi görevlilerin bir eksiği veya kusuru değildir. Buradan görevliler pay almamış olabilirler. Yahut pek az imtiyazlı görevliler nasiplenmişlerdir. Bütün bu kötü gidişin iki kaynağı vardır. Biri, bunları uygulayanlar yani bugünkü hükümet gibi zavallı cahillerdir. Diğer asıl sebebi ise, taklit edilen Batı modelidir. Batı modeli ülkemize uymamaktadır. Bu sebeple bunlar olmaktadır.
İKİNCİ KAYNAK İSE BATI’NIN KASDEN UYGULATMASIDIR
Sömürü sermayesi dünyadan ham maddeyi alıp Avrupa’ya işletmekte ve mamul olarak satmaktadır. Ticareti ile dünyaya hakim olmaktadır. Sanayinin dünyaya yayılmasını istemediği için diğer ülkelerin ekonomilerini bozuk tutmaktadır. IMF dünya ekonomisini geliştirme merkezi değil; tam tersine dünya ekonomisini geri bırakma teşkilatıdır. IMF’nin başarısızlığı bilgisizlikten ileri gelmiyor, tam tersine çok iyi bilmesinden ileri geliyor. Bütün bunlar dünyayı borçlandırarak sermayenin emrine vermek, dünyayı tekelleştirmek hedefine götürmesi için yapılmaktadır. Türkiye için biçilmiş hedef; Türkiye’yi parçalayıp Türkiye topraklarında Bizans, Pontus ve İsrail imparatorluklarına bölüştürmedir, Türk halkını de soykırımına uğratmadır. Böyle değil diyen varsa; gelin yaptıklarını tartışalım. IMF’nin karşısında bilgisiz ve Türk ekonomisini bilmeyen, Batı ekonomisini de kavramayan gençler oturmasın. Biz oturalım da konuşabilsinler bakalım. IMF politikalarının uygulayıcıları gaflet ve dalâlet içindedirler; içlerinde hain olanlar da vardır.
DEVLETİN KENDİ PARASINI FAİZLE BORÇLANMASI DELİLİK DEĞİLSE İHANETTİR
TL’nin kaynağı devlettir. Hemen hemen bedava olarak istediği kadar elde etmektedir. Bu onun devlet olması ile elde ettiği güçtür. Ülkesinin ve halkının gücüdür. Ordusunun gücüdür. Kendi basıyor, piyasaya sürüyor, sonra onu faizle borç olarak alıyor. Yani, ben sana bir kâğıt veriyorum. Bana para lazım değilse kâğıdı niye borç olarak geri alıyorum? Para lazımsa niçin basıp kullanmıyorum? Devlet diyor ki; al şu trilyonu, sonra sen bana borç ver, ben sana faizi ödeyeyim! Bu verilen nedir? Kâğıt! Sonra geri alınan nedir? Karşılığı Türk halkının emeğidir. O kişilere Türk halkının emeği alenen peşkeş çekilmektedir. Eskiden zor bulunan altın karşılığı faiz alınıyordu. Şimdi devlet kâğıt para basıyor ve halka veriyor. Sonra da onu faizle geri istiyor! Batı’da bunun manâsı vardır. Bu yolla piyasadaki parayı denetim altına alıyor. Türkiye sebepsiz yere sadece borçlanıyor!
BORÇLARIN TANIMI
a) Dış Borç: Devlet borcunu dış para ile yapmayı taahhüt ermişse bu döviz borcu, yani dış borçtur. Alacaklı ister Türk ister yabancı olsun değişmez, döviz borcu dış borçtur. Borçlanma nasıl yapılmış olursa olsun değişmez. Bu borç çok kötü bir borçtur. Çünkü bunu senin başka yerden elde etmen mümkün değildir. Bundan dolayı borçlandığın ülkenin esiri olursun.
b) İç Borç: Devlet eğer borcunu TL olarak ödüyorsa bu borç iç borçtur. Borçlanan ister Türk olsun ister yabancı olsun değişmez. Önemli olan husus, dolara kote edilmiş bir borç eğer TL olarak ödenecekse yine iç borçtur. Yani, o günkü dolar değeri ile ödenecek ama TL olarak ödenecekse iç borçtur. Bu borç çok iyi bir borçtur. Çünkü sıkıştın mı parayı basarsın ve TL’yi ödersin. Enflasyon olursa borçlu kâr etmiş olur.
c) Adil Borç: Ülkemizde geçerli olmayan ama adil olan borçlanma ise altın borcudur. Altın olarak ödemeyi taahhüt etmiş isem; ne sen zulmetmiş olursun, ne de onlar zulmetmiş olurlar. Altın ülke içinde üretilebildiği gibi, dünyanın bütün piyasalarından da temin edilebilir. Bu durumda bir ülkenin esiri olunmaz, o ülke tarafından sömürülmez. ABD dolar sayesinde dünyayı sömürmektedir.
d) Mal Borcu: Başka ülkelere mal olarak borçlanmadır. Yabancı ülkelere mesela alüminyum gibi mal borçlu olursun. Üretir ödersin. Devlet altın ile borçlanmalı, halk ise mal ile borçlanmalıdır.
İç ve dış borçları böylece ayırdıktan sonra, iç borçlarımızı nasıl tasfiye edeceğimiz hususunda çözümlerimizi ortaya koyalım. İç borcu çözdüğümüz zaman, sonra dış borcu iç borca çevirebiliriz.
Bunun gerçekleşmesi için bazı işlemlere ihtiyaç vardır.
ALTIN PARA
Altın para, altın karşılığı çıkarılan paradır. Bunun için devlet şunları yapar. Altın parayı basar ve kuyumculara verir. Kuyumcular bununla hurda veya külçe altın alırlar, altın parayı halka verirler. Kuyumcular bunu hazineye getirirler ve cumhuriyet altınına çevirirler. Halk altın para karşılığı cumhuriyet altınını satın alır. Halk hurdayı cumhuriyet altınına çevirmek için bu altın parayı alır. Ayrıca halk altını taşıyacağına altın parayı kolay taşır. Başka bir yararı da, cumhuriyet altınını bozdurup kullanamaz. Oysa altın parayı bozdurabilir. Her zaman cumhuriyet altınına çevirebildiği için de altın parayı altına tercih edecektir. Merkez Bankası altın parayı kârsız alıp sattığı için de altın parayı tercih edecektir. Zira satıp alırken zarar etmektedir. Kuyumcuya kâr vermektedir.
HAZİNE BÜTÜN TALEPLERİ KARŞILAMALIDIR
Altın paranın gerçek değere ulaşabilmesi için hazine bütün arz ve talepleri karşılamalıdır. Her gelenden almalı, her isteyene satmalıdır. Gün gün fiyatları değiştirebilir. Ancak aynı günde alış ve satış fiyatları arasında fark koyamaz. Ben almıyorum veya satmıyorum diyemez. Dengeyi gün gün değiştireceği kurlarla yapar.
ALTIN VE DÖVİZ İŞLEMLERİ VERGİDEN MUAF OLMALIDIR
Kuyumcular, döviz büroları ve bankalar vergiden muaf olmalıdırlar. Kayıt tutmak zorunda olma(ma)lıdırlar. İthal ve ihraç tamamen serbest olmalıdır. Nereden buldun, nasıl buldun sorusu kalkmalıdır. Böylece altın para piyasada kolayca revaç bulur. Bunların kontrol altına alınması, bankalarda mevduat olarak kabul edilmesi ile olur. Korunma ve kredileşme ilkeleri sebebiyle kimse üstünde taşımak istemez. Altın para sonunda “kaydî para”ya dönüşür.
BORÇLANMA ALTIN PARA, ÖDEME TL İLE OLMALIDIR
Devlet bütün borç ve alacaklarını altın paraya çevirmeli ve faizleri sıfırlamalıdır. Her türlü ödemeler TL ile yapılmalıdır. Ama borçlanmalar Altın para ile yapılmalıdır. Devlet borç ve alacaklarında da faiz sıfırlanmalıdır. Yargıda da faiz davaları dinlenmemelidir.
HAZİNE ALTIN PARAYI TL İLE ALIP SATMALIDIR
Bankalar altın para ile yabancı paraları, şirketlerin hisse senetlerini, Türk lirasını ve şirketlerin işletme senetlerini alıp satmalıdır. Bunun için bankalara altın para kredi olara verilir. Kurlar serbesttir. Böylece altın paranın altın değeri korunmuş olur.
DEVLETİN KONKORDATO İLÂNI
Türkiye iflas etmekte olan bir ülkedir. Bütün borçlar altın paraya çevrilmelidir. Faiz sıfırlanmalıdır. İki yıllık ödemesiz vade verilmelidir. İki yıl sonra devlet bütün alacaklarını durumlarına göre vadeye bağlamalıdır. Bütün alacaklılara ise kendisi de bir ödeme planı ile altın değer üzerinde ödemelidir. İşte böylece iç borçlar tasfiye edilmiş olur. Devlet bu borçları ödeyebilmek için gerekli kaynakları ortaya koymalıdır.
FAİZ YERİNE KREDİLEŞME
Devlet alacaklılara faiz ödemeyecektir. Ancak borç bittikten sonra alacaklı bir iş yapıyorsa ona faizsiz kredi açmalıdır. Onun parasını ne kadar kullanmış ise ona da o kadar miktar kullandırılmalıdır. İnsanlar alacaklarını artıracaklarına kredilerini artırmalıdırlar. Acaba insanın kredisini artırmakla alacağını artırmak arasında ne fark vardır? Kredi alacaklısı faizsiz olarak parayı kullanma gücüne sahip olur. Onunla yeni iş yapar, yeni üretim yapar. Üretim de alacağı kadar kıymetlidir. Ama parasını artırdıkça tüketim gücünü artırır. Üretim yapmadan tüketime gideceği için pahalılık olur, o para da işe yaramaz.
İKİ YIL SONRA BORÇLARIN TASFİYESİ
İç borç miktarı 60 milyar dolar civarındadır. Devlet bu borçları nasıl tasfiye edecektir?
1- İç borçları tasfiye etmek için;
a) Devlet harcamalarında tasarruf yaparak artırdığı miktarı dış borçları kapatmaya kullanır. Harcamaların azaltılması için devlet görevlilerine ödenen miktarı azaltmak gerekir. Bunun için görevlilerin en az yarısı devlet işletmelerine yani yeni kurulacak KİT’lere aktarılır ve üretici hâle getirilir. Böylece tasarruf yapılır.
b) Devlet bürokrasisindeki gereksiz işler kaldırılır, daha az zamanda aynı işler yaptırılır. Görevliler haftada 40 saat değil de, 20 saat çalıştırılır. Kalan saatlerde kendilerine dışarıda iş yapma imkânı sağlanır. Refaha kavuşturulur ama zamana gerek kalmaz.
c) Devlet memurlarına maaşsız izin ve kredi verilerek dışarıda çalışmaları sağlanır. Kamu hizmetleri serbest meslek hizmetleri olarak gördürülür.
d) Borçlar ödeninceye kadar devlet yatırımları durdurulabilir veya …
2- Okulların yanında işyerleri açılır. Öğrenciler hem okur, hem çalışırlar. Öğretmenler hem okutur, hem de işyerlerini yönetirler. Nitekim tıp fakültelerinin yanında hastahaneler vardır. Böylece okullar ekonomik kuruluşlar olur.
3- Ordu üretici hâle getirilebilir. Askerlik üç yıla çıkarılır. Vatandaşlar 18 yaşında askere alınır. Böylece devletin giderleri düşürülmüş olur.
4- KİT’ler özerkleştirilir. Cirodan kiraya verilir. Bunlardan kira gelmeye başlar. Böylece tasarruflar yapılır.
DEVLET AYRICA İÇ BORÇLARINI DEĞİŞİK ŞEKİLLERDE ÖDER
1- Devletin boş duran ve gelir getirmeyen arazileri vardır. Bunlar kâğıt üzerinde koordinatlarla veya havzalarla parsellenir. Kâğıt üzerinde semtlere ve özelliklere göre fiyatlandırılır. Yalnız alacaklılara buralardan satılır. Kendilerine tenzilatlı olarak verilir.
2- Devletin elinde orman ve deniz kenarları, sit alanları vardır. Bunlar satılamaz ama bunlar değiştirilmeden dinlenme yerleri olarak kullanılır. Buralar alacaklılara verilir, alacaklılar bunları kiraya verirler. Biz onlara faiz vermekten kurtuluruz. Yabancılara kiralamaya da izin verilir. Devlet borcu ödendiğinde tekrar geri alınır.
3- KİT’ler özel sektöre üretimden ciro karşılığı kiralanır. Az veya çok bütün KİT’ler kira getirmeye başlar. Bu tesislerin senetleri getirdikleri kira ile hesaplanarak alacaklılara satılır. Böylece onlar tesis sahibi olmuş, devlet de faizden kurtulmuş olur.
4- Nihayet, hazine parayı basar ve borcu kapatır. Belki borçların tasfiyesinde enflasyon olur, ama ondan sonra artık enflasyon diye bir şey kalmaz. Kaldı ki, bu paralar hemen üretime geçeceği için enflasyon etkisi yapmaz.
SONUÇ
Şimdi iç borçların tasfiyesinde en önemli rol devletin piyasaya sürdüğü paranın kıymetini koruması ile olmaktadır. Yani, eğer sizin paranız kıymetli ise faiz vermenize gerek kalmaz. Mesela, diyelim ki TL altın değerinden her yıl %5 daha fazla kıymet kazanıyor. Bu da ancak millî hâsıladaki artışın %5’den fazla olması ile mümkün olur. Sizin paranız durup dururken kazanıyor demektir. Halk sizin paranızı alıp kasada veya bankada tutacaktır. Böylece siz onlara %5 gibi reel faiz ödeyeceksiniz demektir. Bugün ne yapılıyor? Borç alınıyor, faiz veriliyor. Oysa bu enflasyon yapıyor ve reel faiz sıfır oluyor. Oysa bizim sistemde kâğıdı basıyor ve vatandaşa borç veriyor. Alacaklı duruma geçiyor. Vatandaş onunla iş yapıyor. Millî hâsılada artış oluyor. Para değerlenmiş oluyor. Vatandaş sana borcunu ödediği zaman parada bir artış yoktur ama paranın satın alma gücü artTığı için devlet kazanmış olmaktadır.
Devlet altın parayı faizsiz vermekle ülkede eğitim olmaktadır. Bu eğitimden devlet vergi almaktadır. Ancak vergiyi eğer nakit olarak alırsa bu gerçekleşmez. Farz edelin ki vatandaşa kredi açtık. Böylece parayı piyasaya sürdük. Bir yıl sonra ondan bize nakit olarak vergi ver diyoruz. Nakit olarak bize faiz ver diyoruz. Oysa piyasaya sürdüğümüz paradan başka para yok ki bunları bize nakit olarak versin. Bunun gerçekleşmesi için piyasaya başka kanaldan para sürmemiz gerekecektir. Bu da fiyatları yükseltir. Ancak eğer her yıl aynı nisbette sürecek olursak fiyatlar yükselmez, aynı şekilde dengede kalır.
O halde bugün devleti idare etmek son derece kolay bir iştir. Halka kredi ver, halk faaliyette bulunsun. Memurlarına da maaşlarını öde. Fiyatlar maliyetin üstünde oluşur. İşçi çalıştığı fabrikada ürettiğinin yarısı kadarını gidip aldığı ücretle öder. Kalan vergi olur, kâr olur. Devlet sıfır masrafla maliyesini işletmiş olur. Bu büyük bir buluştur. Her yıl %20 enflasyon yapılarak devlet gelirleri sıfır maliyetle tahsil edilmiş olur. Bunun için artık senetler geçersiz hâle gelmelidir. Yani, devlet tarafından piyasayı doyuracak kadar para çıkarılmalıdır. Böylece azami nakit çıkarılınca enflasyondan azami gelir sağlanır.
Türkiye’de bugün %50 enflasyon vardır. Çıkardığı emisyon ise paranın beşte biridir. Dolayısıyla ancak bu kadarından yararlanmaktadır. Oysa parayı devre dışı bırakıp emisyonu beş misli artırırsa devletin geliri beş misli yükselmiş olur. Demek ki %10 enflasyon devletimizin bütün vergi gelirlerini karşılamaktadır. Bunu %20’ye çıkardığımızda devlet gelirleri beş misli olur. Dörtte biri bugün yine maliyeye gitmektedir. Demek ki, %20 faiz devlet bütçesini 6,5 mislinden fazla büyütmektedir.
Batı dünyası faizini sıfırlayamaz. Çünkü Batı ancak faizli sistemle dünyayı uzaktan idare etmektedir. Kendisi reel sisteme girmeden faiz alarak varlığını sürdürmektedir. Batı’ya sermaye hâkimdir. Batı bu belâdan kendisini kurtaramaz. Oysa Türkiye’de sermaye hakimiyeti yoktur. Dışa bağımlı oluşmuş on civarında sermayedar vardır. Millî ekonominin ancak %20’sini kontrol edebiliyorlar. Geri kalan ekonomi devletin veya halkın elindedir. O halde biz faizi sıfırladığımız zaman ancak %20’de bir değişiklik olacaktır. Yani, onlar faaliyet sahasını veya biçimini değiştirecektir. Diğer %80 ise eskisi gibi kalacaktır. Bu da ekonomide bir sarsıntı yapmayacaktır.
Amerika bugün böyle zengin olmuştur. Dünyaya kendi parasını kabul ettirmiştir. Kendi ülkesindeki paradan çok para basarak dünyanın her tarafına salmıştır. %2 civarında enflasyon yapsa bile devlete %20 civarında bir imkân sağlamaktadır. Gidersiz bir gelir teşkil ettiği için birden güçlü hâle gelmiş bulunmaktadır. Ülkemizi de bu sebeple borca bağlayıp sömürmektedir. Bu sömürüden kurtulmanın yolu, faize dayanmayan parayı piyasaya çıkarmaktır.
Daha önce yaptığımız açıklamada bugünkü paranın temeli faizdir demiştik. Oysa biz parayı faize değil, ürüne dayandırıyoruz. İşte bu da borçlarımızın tasfiyesi için yeterlidir.
Bu hükümetin bunları duyması ve anlaması mümkün değildir.
Ama eğer siz öğrenirseniz, gelecekte iktidar olduğunuzda bunları uygularsınız.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (ıcerık) (0532) 246 68 92
KUR’AN SEMİNERLERİ; 186. SEMİNER İstanbul, 23 Kasım 2002
YORUM - 17
Sayın Şükrü Elekdağ
Emekli Büyükelçi ve Milletvekili
3 Kasım 2002 Genel Seçimler Sonucunda Oluşan
Meclis’in Yemin Törenindeki Geçici Meclis Başkanı
Meclis açış konuşmanızda Mustafa Kemal’in oturduğu koltuğa oturmaktan mutlu olduğunuzu ifade ettiniz. Bundan sonra benim sizden beklediğim sözler; millet Atatürkçülüğe sahip çıkmalı ve lâikler korunmalıdır demeniz idi. Ancak, sizden beklemediğimiz sözler duyduk. Bu sözler sadece asrın sözü değil, bin yılın sözleriydi. Özet olarak, Türkiye İslâm ile Batı uygarlıklarını birleştirip yeniden sentez etmeli ve kendimizi ilerletmeliyiz dediniz. Bu konuşmanızdan dolayı sizleri tebrik eder, bu husustaki fikirlerimizi sizlerle paylaşmak isteriz.
Kur’an yazdırılıyor, Hz. Muhammed de onu uyguluyordu. Devlet öncesi göçebe hayatı yaşayan Arabistan’da ilk olarak İslâm devleti kuruluyor ve Kur’an o günkü halk diliyle konuşuluyordu. Hz. Muhammet bu halk diline yeni anlamlar yüklemişti.
“Salât” kelimesi pişme anlamında olduğu halde, o halk meclisinin toplantısı anlamını vermişti. “Zekât” temizlik iken, gelirlerden veya servetten kamu payını yani vergiyi anlıyordu. Daha bir asır geçmemişti ki, Müslümanlar kendilerinden çok ileri seviyede olan Hint ve Yunan uygarlıkları ile karşılaştılar. Onlar Arapların anladığından farklı olarak dünyayı kavrıyorlardı. Gök anlamını değiştirmiş, yer anlamını değiştirmiş, insanların düşünceleri tamamen farklılaşmıştı. Allah anlayışı da farklı idi.
O zamanki Müslümanlar görüş olarak ikiye ayrıldılar. Kur’an’daki kelimeler yeni anlayışa göre yorumlanmalıydı. Bunlar yeni uygarlığı reddediyor ve İslâmiyet’in bunlarla bağdaşmadığını iddia ediyorlardı. Bir kısmının görüşü ise; Kur’an’ın kelimelerine keyfî olarak zamanın icaplarına göre anlam kazandırılmalı şeklindeydi. Birinciler “Zâhiriye”, ikinciler ise “Bâtıniye” diye anılıyordu. İşte bu tarihlerde büyük müçtehitler geldi. Bunlardan bir Mâlik, biri de Ebu Hanife idi. Bunları Şafii ve İbni Hanbel izledi. Bunlara göre, Kur’an’ın kelimelerine yeni uygarlığın öğrettiklerine göre manâ verilmelidir. Bu uygulama gelişigüzel değil, dil ve mantık kuralları içinde olmalıdır. Bunlar yeryüzünde ilk defa tümevarım metodunu getirdiler. İslâm Uygarlığı işte bu yeni metodoloji üzerinde kuruldu. Buna “Usûlü Fıkıh” diyoruz. Sonra Avrupa bu metodolojiyi geliştirerek bugünkü sanayi uygarlığını kurmuştur. Müçtehitler bu metodu, Kur’an’ın muhkem ve müteşabih âyetlerinin olduğunu ve bunu ancak alimlerin tevil edeceğine dayatıyordu.
11. asra gelindiğinde asker millet olan Türkler içtihat kapılarını kapatmış ve Kur’an’ın çağa göre yorumunu dondurmuşlardı. Bu uygulama önce duraklamaya, sonra da çökmeye neden olmuştur. Çökmeye başladığını gören Osmanlılar Batı’nın müesseselerini almaya başladılar. Tanzimat budur. Tanzimat Türk Milletine bugünkü güçlü ordusunu bağışlamıştı. Sonra I. Meşrutiyet ilân edildi. Bu da Türk Milletine Batı tipi öğretim usullerini kazandırmıştır. 1900’larda II. Meşrutiyet ilân edildi. İslâmiyet tartışılmaya başlandı ama bu arada Müslümanlar da içtihadı yeniden diriltmeye başladılar.
1910’larda imparatorluk yıkıldı ama bu arada Müslümanlar saltanattan ümitlerini kesmiş ve “Kuvva-yı Milliye”yi kurmuştur. 1920’lerde Türkiye İslâmiyet’i resmen terk etmiştir ama bütünüyle İslâm halkına kavuşmuştur. 1930’larda Mustafa Kemal; “Muasır medeniyetin bütün icapları yerine getirilmiştir. Bundan sonra müsbet ilme dayanarak muasır medeniyetin üstüne çıkacağız.” demiştir. 1940’larda demokrasiye geçilerek İslâmiyet’teki çoklu sistem getirilmiştir.
1950’lerde ezanın Arapçalaştırılması ile Türk Halkı oyunu İslâmiyet’ten yana kullanmıştır. 1960’larda Müslümanlar örgütlendiler.
1970’lerde Müslümanlar iktidara ortak odular. 1980’lerde İslâmî eğitim devletin resmî programı oldu. İSEDAK’ın başkanı olundu.
1990’larda Müslümanlar iktidar oldular, liberal bir partiyi iktidarlarına ortak ettiler.
2000 yılında Müslümanlar Anayasa çoğunluğuna ulaştılar.
Burada Müslümanlardan bahsederken, din olarak Müslüman olanlardan bahsetmiyorum, siyasî bakımdan İslâmiyet’i tutanlardan bahsediyorum.
Türkiye 20. asrın ortasında dünyadaki en geri ülkelerden biriydi. Türk Halkı içinde de dindarlar en zavallı durumda idiler. Asrın sonunda Türkiye gelişmekte olan ülkelerin en başına gelmiş, dindarlar da en zenginler arasına girmişlerdir. Bu arada İslâm ülkeleri de bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Yalnız bütün bunlar Avrupa sistemi içinde yapılmıştır.
1960 ihtilâlinden sonra dindar Müslümanlar düşünmeye başladılar. CHP ile DP’yi karşılaştırıp tahliller yaptılar. Bu düşünenler arasında; ben Süleyman Karagülle, Fethullah Gülen ve Necmettin Erbakan vardı. Birlikte çalışmıştık. Vardığımız ortak görüş şudur.
Tanzimat’tan beri 1950’ye kadar Türkiye Avrupalıları yenmek için Avrupalılaşmakla uğraştı. 1950’den sonra DP Avrupalılara teslim olarak Avrupalılaşmak istedi. İstiklâl Savaşı’nı manâsız görüyorlardı.
Biz ise; İslâmiyet ve Batı’nın sentezi ile kuracağımız yeni uygarlıkla yaşayabiliriz. Avrupa’ya karşı olmayacağız, ama ona teslim de olmayacağız. Ancak bu düşüncenin uygulama yolu üzerinde anlaşamadık. Necmettin Erbakan; siyasi parti kuralım, iktidar olalım, sonra bu sentezi yaparız dedi. Fethullah Gülen ise; dinî cemaat kuralım, inananlar güçlensin, sonra onlar araştırma yaparlar diye düşündü. Biz ise Abdullah Gül’ün dayısı Prof. Dr. Ahmet Tahir Satoğlu’nun başkanlığında “Akevler”i kurduk. Bizim görüşümüze göre; önce kooperatif içinde araştırma yapmalı ve İslâmiyet’i mikroda yaşamalıyız. Ondan sonra dinî ve siyasî örgütleri yeni senteze dayanarak kurmalıyız.
Bu metot farklılıkları sebebiyle yollarımız ayrıldı. Biz ilmî çalışmalar yaparak “Adil Düzen”i yani sentez edilmiş düzeni ortaya koyduk. Erbakan “Adil Düzen”i önce benimsedi, sonra vazgeçti. Son olarak iktidar nüfuzu veya servet heveslileri Akevler’de yetiştikten sonra ayrılıp AK Parti’de toplandılar.
Sizin bahsettiğiniz İslâm Batı sentezini uygulamalı denemeler içinde geliştirmiş bulunuyoruz. 20 000 sahifelik yazılı metinden oluşan araştırmalarımız ortaya çıkmıştır. Ancak başta Refahlılar ve AK Partililer bu çalışmalara karşıdırlar. Karşı olmalarının biricik sebebi; kendileri bilmiyorlar, bilenlere de yer açmıyorlar.
CHP Meclis dışında kaldı. Solu birleştirdi. Son seçimde muhalefette kaldı. Şimdi bizim geliştirdiğimiz İslâm Batı sentezi üzerinde çalışmaya başlayabilir. Yaşar Nuri Öztürk, İslâm Uygarlığı tarihçisi olabilir. Ama bu sentezden haberi yoktur. Ancak anlattıklarımızı anlayabilir. Bu da sizin için bir şanstır.
Bu konu üzerinde bana bir gününüzü ayırırsanız, size önemli bilgiler verir ve çalışmalarımızın programını yapma imkânını bulabiliriz.
Hürmet ve muhabbetlerimizle, çalışmalarınızda başarılar dileriz.
“Adil Düzen” Çalışanları adına
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN SEMİNERLERİ; 186. SEMİNER İstanbul, 23 Kasım 2002 Cumartesi
YORUM – 17
İstanbul Milletvekili Gürsoy Erol ile
Ağrı Milletvekili M. Melik Özmen’lerin şahsında;
22. DÖNEM MİLLETVEKİLLERİMİZİ TEBRİK EDİYORUM
Selâm ve dualar...
Benimle “Adil Düzen” üzerinde yıllarca çalıştıktan ve şimdi milletvekili olduktan sonra beni ziyaret etme nezaketini gösterdiniz. Bunu “Adil Düzen”e olan bağlılığınızın bir teyidi kabul ediyor ve bu vesileyle size bir görevi tebliğ ediyorum. Bu görev; bu metubumu fırsat bulduğunuz ve uygun gördüğünüz milletvekillerine ulaştırmanızdır.
Lütfen, bu mektubumu fotokopi olarak çoğaltınız.
Gürsoy EROL “Aslına Uygundur” diye imzalasın;
M. Melik Özmen de elçi olarak uygun gördüklerinize ulaştırsın.
“Adil Düzen”in veciz tanımını, Eski Büyükelçi ve Geçici Meclis Başkanı Şükrü Elekdağ’ın Meclis’i açış konuşmasındaki İslâm-Batı sentezi önerisinde bulabilirsiniz.
1- Savaşa giden asker ölmeyi göze alırsa muzaffer olur. Ben savaştan sağ döneyim diye yola çıkan asker hezimete uğrar. Siz de kalem yani fikir savaşçıları olarak yola çıktınız. Sizi bekleyen ölüm bir daha seçilememedir. Bu kaygıya düşerseniz seleflerinizin akıbetine uğrarsınız. Bir daha seçilme kaygısını üzerinizden atacaksınız. Öldürmekten korkunuz; ama ölmekten korkmayınız. Suç işlememek için her türlü gayreti gösteriniz; ama cezalanmaktan korkmayınız. O sizin fiiliniz değildir. Eğer bir ülkede suç işlemeyenler ceza görüyorsa, o ülkede yaşamak ölmekten daha iyi değildir.
2- Sizi oraya Allah getirmiştir. Oraya gelmek isteyenlerin çoğu şimdi orada değildir. Çoğunuzun buraya gelme hesabınız bile yoktu. Siz, bu gelişme karşısında bütün insanları yaratan ve insanlara sizi seçtiren Allah’a hamd etmelisiniz. O’nun görevlisi olduğunuzu bilmelisiniz. O bütün görevlerini insanlığa devretmiştir. O halde bütün insanlığın saadetini düşünerek hareket etmelisiniz.
3- Siz Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunlarını çözmek için oraya gelmiş bulunuyorsunuz. Devletimizi yaşatmak ve geliştirmek için çaba sarfetmekle mükellefsiniz. Şerefli her görevin yorucu ve sıkıntılı çabalara ihtiyacı vardır.
4- Nihayet, siz kendi çevrenizin milletvekilisiniz. Onlar açlık sınırına gelmiş bulunuyorlar. Onların sorunlarını çözmek acil göreviniz olmuştur. Öncelikli yükümlülüğünüz bu insanların karınlarını doyurmaktır.
5- Bu dönem milletvekillerine yüklenen özel bir görev daha vardır. O görev şudur: İnsanlık “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmiştir. Batı yeni oluşumun teknik ve ekonomik sorunlarını çözmüş görünüyor. Zaten bu uygarlık bu oluşumun bir eseridir. Ancak, Batı dünyası insanlığın hukuk ve sosyal sorunlarını çözememiştir. Allah bu sorunları çözme görevini Türkiye’ye vermiştir. Siz bugün bu görevi ifa ederek bu sorunların çözümlerini de ortaya koymakla mükellef olacaksınız. Bu çözüm de “Adil Düzen”dir. Bizim sizlere bu konularda yardımımız olabilir.Bu yardım ve katkılarımızı değerlendirmekle yükümlüsünüz.
6- Siz düşüncelerinizi her yerde her zaman serbestçe ifade etmekle mükellefsiniz. Sizin konuşmanıza yasak koyanlar fikir düşmanıdırlar. Dünyayı sömürmek isteyenlerin bir oyunudur; konuşma yasağını koymak. Ancak oy verirken veya bir karar alırken parti başkanlarınızı veya yetkili kimseleri dinlemeli, asla muhalefet etmemelisiniz. Yani, fiilî muhalefet yoktur, fiilî isyan yoktur. O halde parti başkanlarınıza veya yöneticilerinizin isteklerine fiilen ve harfiyen itirazsız uyacaksınız. Ama fikrinizi de her zaman söyleyeceksiniz. Bilinmelidir ki; bir partiyi veya bir topluluğu başkan dahil hiçbir kimsenin şahsî beyanı bağlamaz. Parti veya topluluğu alınan yazılı resmî kararlar ve resmen yetkilinin açıklamaları bağlar. Siz milletvekili olarak fikren her şeyi söylemekle mezunsunuz ve görevlisiniz. Buna müdahale eden olursa; partinizi, hattâ milletvekilliğini terk etmeyi göze almalısınız. Böyle yapmaz da pasif kalırsanız, sonra sizden öncekiler gibi tüm Meclis’i feshetmek zorunda kalırsınız.
7- Sizin bir göreviniz de, sizi seçen halkın görüş ve isteklerini Meclis’e taşımaktır. Onun için ayda bir seçim çevrenize gideceksiniz. Bu karar tarihî karardır. Çevrenizi bucaklara ayırın. 3000 ile 10 000 nüfuslu bölgeler sizin bucağınız olsun. Oralarda birer temsilciniz olsun. Her gidişinizde bu bucak temsicilerinizi ilçe merkezinde toplayınız ve onları dinleyiniz. Sorunlarını oradan çözünüz. Onlara gece misafir olunuz. Seçmenlerinizle Ankara’da görüşmeler yapmayınız. Bu hem sizin için hem onlar için ağır yük olur.
8- Sizin bir göreviniz de, seçim bölgenizin sosyal sorunlarını çözmektir. Çözüm il ve ilçe parti teşkilâtını dinlemek, onların isteklerini değerlendirmek şeklinde olacaktır. Bunun için seçim çevrenize gittiğinizde Meclis’te temsil edilmeyen partilerin merkezlerini de ziyaret edip onların görüşlerini de Meclis’e taşıyınız. Bu sorunların çözümü için bir çevrenin bütün milletvekilleri Ankara’da devamlı ilişkide olmalıdır. Bunun için haftada bir gün bir araya gelmelisiniz. Sizi buluşturmak istemeyen yöneticileriniz olabilir; onlara kulak vermemelisiniz.
9- Bir sorunu çözmeye kalkıştığınızda dört ana kriteri unutmamalısınız:
a) Çözüm sürekli olmalıdır. Yani, benzer sorun bir daha ortaya çıktığı zaman benzer çözümle çözülmelidir. Sadece tek sorunu çözmekle uğraşmamalısınız. Böyle yaparsanız sorunlarla baş edemezsiniz. Kur’an’daki kıyas emri budur.
b) Çözüm genel olmaldır. Yani, sadece sorunu çözmekte olduğunuz kimseler değil, aynı sorunu olan herkes o çözümden yararlanmalıdır. Mevziî ve kişisel çözümlerden kaçınmalısınız.
c) Çözüm ilmî olmalıdır. Yani, çözümler sürekli olarak denenmelidir. Eksiklikler sürekli olarak giderilmelidir. Proje - deney, deney - yeni proje. Çözümler sürekli olarak geliştirilmeli ve canlı tutulmalıdır.
d) Çözümler zâtî olmalıdır. Çözüm yerinde üretilmelidir. İlim her yerden alınır. Ama çözüm, uygulama yerinde yapılan proje ile yapılır. Kopya çözümler hiçbir zaman çözüm değildir.
10- Değişik partilerden de olsa, beş-on kişilik gruplar oluşturun ve ilmî çalışmalar yapın. Batı’yı ve İslâmiyet’i öğrenin. Başarının temeli bilgidir. Tek başına bilmek bir şey ifade etmez. Birbirinizin ne bildiğini de bilmek zorundasınız. Ancak o ortak bilgiden yararlanılabilir. Sizin bir araya gelmenizi istemezler. Baskı yaparlar. Bu baskılara sabretmeniz gerekir. Sizi irşâd edecek tek müessese, birlikte yapacağınız bu ilmî çalışmalarınız olacaktır.
Allah bizi sizden önce dünyaya getirdi. Biz yaşadık, çalıştık ve buraya kadar getirdik. Biz bizden öncekilerden miras aldık, şimdi size devrediyoruz. Bizden öncekiler bize uyarılarda bulundular. Şimdi de biz size uyarılarda bulunuyor ve deneyimlerimizi aktarıyoruz. Yarın sizler de bu görevi bizim gibi yapmış olacaksınız.
Ümit ederim ki bu söylediklerimi ukalalık kabul etmezsiniz.
Sizler beni değil, yaşı yani bilgi ve tecrübeyi dinliyorsunuz.
Okuma lütfunda bulunduğunuz için Allah sizden razı olsun.
“Adil Düzen” Çalışanlarından
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92