KUR’AN SEMİNERLERİ; 187. SEMİNER İstanbul, 30 Kasım 2002
BELED SÛRESİ TEFSİRİ
بسم الله الرحمن الرحيم
لَا أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ(1) وَأَنْتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ(2) وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ(3) لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي كَبَدٍ(4) أَيَحْسَبُ أَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ(5) يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالًا لُبَدًا(6) أَيَحْسَبُ أَنْ لَمْ يَرَهُ أَحَدٌ(7) أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ(8) وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ(9) وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ(10) فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ(11) وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ(12) فَكُّ رَقَبَةٍ(13) أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ(14) يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ(15) أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ(16) ثُمَّ كَانَ مِنْ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ(17) أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ(18) وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ(19) عَلَيْهِمْ نَارٌ مُوصَدَةٌ(20)
BeLeD VaLaD KaBaD LuBaD NaCD EaÖD EaXD
GaQaBat / RaQaBat / MaSĞaBat / MaQvBat / MaTRaBat / MaRXaMat / MaYMaNat / MaŞEaMat
بسم الله الرحمن الرحيم رحمن رحيم اللهن اسمى ايله
BıSMı elLAHı elRaXMANı elRaXIyMı
Rahmân Rahîm Allah’ın ismine / Yaşatan Çalıştıran Allah’ın adına
Açıklama: Bu söylenenler Allah’ın sözleridir. Ben O’nun adına okuyorum demektir. Bu açıklamalar ise benim o ifadelerden şimdi yazarken anladığım manâlardır. Biraz sonra başka şeyleri anlarım. Sizler de her biriniz başka manâlar anlarsınız. Allah o anda ona başka şeyler ilham eder. Doğruların hepsi Allah’tandır. Yanlışlar ise bizim eksik anlayışımızdan ileri gelir. Bizim yorumlarımızı böyle okumanız gerekir. Size yardımcıdır. Usûlü öğretmektedir. Kendiniz için asıl anlayacak sizsiniz ve siz onunla mükellefsiniz.
لَا أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ(1) بو بلده قسم اتميورم
LA EuQSıMu Bı HAvÜa eLBaLaDı :
Bu belede kasem etmiyorum. / Bu kente and etmiyorum.
Açıklama: Biz Allah’a yemin ederiz. Allah nasıl gerçekse bu söylediklerim de gerçektir demiş oluruz. Eğer yalan söylüyorsak Allah’ı inkâr etmiş oluruz. Allah ise yarattıklarına yemin eder. Bu yaptıklarım nasıl gerçekse benim söylediklerim de öyle gerçektir. Kente yemin etmem demektir. Çünkü Allah kente yemin ettikten sonra o kent halkı düzelmezse hemen helâk olması gerekmektedir. Onun için yemin etmiyor. Yani insanlara mühlet veriyor demektir. Buradaki “LA” “le”den dönüş de kabul ederiz. Te’kit için uzatılmıştır. Olumsuz anlamında değildir. O zaman yemin ediyorum. Ortaya çıkar. O takdirde beled üzerine gelecek helâki haber vermiş olmaktadır. Her iki manâ da doğrudur. Yakın zaman için olumlu, uzak zaman için olumsuz manâ verilir. Yani yakın zamanda beldeyi helâk etmeyeceğim, ama ileride eğer siz hak yolda olmazsanız helâk edeceğim anlamları çıkar.
Burada beled tanımlanmıştır. Harf-i tariflidir. Kur’an nâzil olduğu zaman bu beled Mekke idi. Bizim için ise bu beled bizim yaşadığımız beleddir. İstanbul’dur, Yeni Bosna’dır. Yani şimdi içinde yaşadığın belede işaret etmektedir.
Beled beldenin merkezidir. Beled, ilçe demektir. Yaklaşık on kabilenin birleşmesinden doğar. Beled ise bu kabilelerin merkez kabilesinin oturduğu yerdir. Beled, 30 bin ile 100 bin arasında nüfusu olan yerdir. Beled ise bunun merkezidir. Nüfusu 3 bin ile 10 bin arasında nüfus olacaktır. Beldenin diğer belde kabilelerinden farkı, beldelere beldenin bütün halkı serbest olarak çıkıp girer. Oysa diğer kabilelerde yalnız kendi halkı yaşar. İzin olmadan yabancılar giremez. Demek ki bizim kuracağımız 10 000 nüfuslu kentimiz açık kent olacak ve herkes serbestçe gelip gidecektir.
وَأَنْتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ(2) ٍسن بو بلده ده حل اكن
Va EaNTa XılLun FIy HaÜa eLBaLADı / Sen bu beldede hıl iken. / Sen bu kentte bulunur iken.
Açıklama: Sen bu kentte oturur ilken ben bu kenti helâk etmem. Bu çok önemli sevindirici bir haberdir. Eğer bir memlekette o memleketi uyaran kimse varsa, halk o kimseyi aralarında yaşatıyorsa, Allah o kenti helâk etmemektedir. Uyarıya devam edilecektir. Ama uyarıya da imkân verilmezse o zaman Allah’ın hicreti gelir ve uyarıcılar orasını terk ederler, Allah da o zaman oraya kasem edip orasını helâk eder. Yahut sen o kadar değerlisin ki bu beldeyi de değerli kılıyorsun. Bundan dolayı bu beldeye yemin ediyorum. İşte Allah’ın kitabını insanlara tebliğ etmek bu kadar şerefli bir iştir. Bunun için Kur’an’ı öğreneceğiz, yaşayacağız, birbirimize tavsiye edeceğiz ve sonra da inanmayanlara tebliğ edeceğiz. Burada “hulul” kelimesi kullanılmaktadır. Bunun anlamı, onların içine girmiş onlarla görüşmeler yapıp tebliğ yaparken demektir. Sadece orada bulunmak değil, onlara tebliğ yapmak demektir. Bu sûre beldeyi esas almıştır. Tebliğ belde sakinlerine yapılacaktır. Belde düzeldikten sonra çevreye tebliğ genişletilebilir. Yani, oluşma mikro çapta başlayacaktır. Bunun için ya bizi kabul eden bir kente hicret etmeliyiz veya kendimiz bir kent kurmalıyız. Bu kentin nüfusu 3000 ile 10 000 arasında bulunacaktır. Böyle bir beldeye ulaşabilmemiz için Mekke’de olduğu gibi ön çalışmaları yapmalıyız. Bugün bizim yaptığımız da budur.
وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ(3) والد و وولد اتدغينه ده
Va VAaLıDın Va MAv VaLaDa/ Valid ve veld ettiğine de / Doğuran ve doğurduğuna da
Açıklama: Bundan önceki “Va” bir isim cümlesini fiil cümlesine bağlıyordu. Dolayısıyla hal cümlesi idi. Burada ise valid ve veled ettiğini belede bağlıyor. Anne ve çocuk olması nedeniyle de kasem etmem yani helâk etmem demektir. Bu âyette bize çok önemli hususu belirtiyor. Bugünkü insanlar çok kötü olabilir, kâfir olabilir, zındık olabilir. Ama anneler çocuk doğurdukça yeni çocuklar dünyaya geldikçe ileride hidayete eren nesil gelecektir. Bir taraftan tebliğ devam ederken, diğer taraftan nesil yaşarken o topluluk helâk edilmemektedir. İşte bugünkü kötü düzenin sürüp gitmesi bu sebepledir. Bu sebepledir ki devletimiz ne kadar kötü olursa olsun biz o devleti müdafaa etmek için savaşırız. Vatanımızı koruruz. Ölürsek şehit oluruz. Çünkü o ülkede ileride İslâmî düzeni kuracak ve ona göre yaşayacak insanlar olacaktır. Burada anne de tebliğ yapan bir mü’min kadar takdis edilmektedir. İşte bu sebepledir ki kadınlara cihat yapmak farz kılınmamıştır. Cihadı erkekler yapar, kadınlar çocuk yetiştir. “İnsanlık Anayasası”nın temel dayanağı kadın ve erkek arasındaki işbölümüdür. Kadınlar çocuk doğurup büyütecek, erkekler ise geçimlerini sağlayacak ve koruyacaktır.
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي كَبَدٍ(4) انسانى كبد اجنده خلق اتدك
LaQaD PaLaQNAa elEınSaNa FIy KaBaDin.
İnsanı kebed içinde halk ettik. / İnsanı karaciğer içinde yarattık.
Açıklama: Karaciğer insanın karnında sağ tarafında bir organdır. Vücudun içinde dengeleme görevi vardır. Vücutta bulunan değişik maddeleri birleştirerek öd suyunu üretip ince bağırsağa gönderir ve orada besinlerin sindirilmesini sağlar. Bağırsaklardan aldığı şekeri depolar veya vücuda göndererek kandaki şeker miktarını dengede tutar. Vücutta bulunan bozulmuş veya yaşlanmış alyuvarları alıp bunları parçalar. Demirini depo eder, sonra yeni alyuvarlar üretip kana karıştırır. Diğer taraftan vücuttaki yağları alır, katılaştırıp depolanmasını sağlar, onları çözüp vücutta kullanılmasını sağlar. Vücutta bulunan zehirli maddeleri suda eriyip idrara karışacak şekle sokar ve kanı temiz tutar. Yaralanmalar hâlinde kanın pıhtılaşması için gerekli maddeyi üretir. Kur’an insanın çevresini karaciğere benzetmiştir. Yeryüzü insan bedeni ise, insanın yaşadığı saha karaciğer gibidir. Bu canlılar âlemi olarak düşünülebildiği gibi, insanın yaşadığı yerler ciğere benzetilmiş olur. Bunun başka manâsı, insanın yeryüzü dengesinde karaciğerin yaptığı işleri yapması gerektiğini ifade eder. Atmosferde bugünkünden fazla kömür yanığı vardı. Dumanı vardı. Büyük ormanlar toprak içinde kaldı ve kömürleşti. Bir kısmı da büyük hayvanların yağı hâlinde petrol oldu. Şimdi toprak içinde yatmaktadır. Onu topraktan çıkarıp atmosfere salıyorlar. Bu sayede ileride bereketli ormanlar oluşabilecektir. Suların bir kısmı toprak altına inmiş ve depolanmıştır. İnsanlar pompalarla bunları oradan çekip su devrimine sokuyorlar. Birtakım bitki ve hayvanların çoğalması için yardımcı oluyorlar. Böylece insan yeryüzünün ciğeri içinde yer almıştır. Tabiî dengeyi korumakla yükümlüdür. “İnsanı kebed içinde yarattık” derken, böyle dengeleyici merkezde yarattık demektedir. Karada ve denizde olanları insana musahhar kıldık demektir. İnsan çevreyi bozmadan bu dengeye hizmet etmelidir.
اونه بر احدن قدر اده ميغينى مى حساب اديور أَيَحْسَبُ أَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ (5)
Ona bir ahadın kadr edemeyeceğini mi hesab ediyor? /
Ona hiç kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?
Açıklama: “İnsanı kebed içinde yarattık. Ona kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” Buradaki ahadın kadr edemeyecek olması, ona yardım edemeyeceği anlamına geldiği gibi; ‘onu kimsenin yenemeyeceğini mi sanıyor?’ anlamına da gelir. İnsan kebed içinde yaratılmıştır. Ama Allah onu korumakta, ona yardım etmektedir. Karşı gelirse de cezalanmaktadır. Allah’ın insandan istediği, onun emrettiklerini yerine getirmektir. Ondan sonrası ise Allah’a aittir. O istediğini yapar. Herkes kendisinin tanrı olmadığını bilmelidir. Biz bize düşeni yapmalıyız. Sonra olacaklara karışmamalıyız. Hayatımızda birçok korkunç ve tehlikeli günler yaşamışızdır. Ancak bunların hepsi geçmiştir ve şimdi yaşamaktayız.
يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالًا لُبَدًا(6) لبد مالى اهلاك اتدم ديه قول اديور
EaHLaKTu MAvLan LuBaDan / Lübed mali ilhak ettim diye kavl ediyor.
Açıklama: Lübed, katlanıp üst üste yığılmış elbise demektir. Saklanmak için dürülmüş anlamındadır. Depodaki malı boşaltıp kullandım, yahut helâk ettim demektedir. Karaciğerin işlevinde depolamanın olduğunu belirtmiştik. İnsan da bu depolama hizmetini görmektedir. Onu erittim, harcadım demektedir. İnsanın hayatında biriktirdiği malları sonra harcama vardır. Bu husus bazı hayvanlarda da vardır. Arılar, karıncalar, kemirici hayvanlar böyle depolamalar yapmaktadırlar. Ama asıl insan bu depolama işleri ile yaşamaktadır. Ekonomi hareketi bu depolama üzerine kurulmuştur. İnsanın karaciğer içinde yaratılmış olmasının anlamı budur. Gerekli malları depolar ve sonra harcayarak yaşamını sürdürür. Bu âyet bize depolama işlemlerinin birlikte yapılmasını emretmektedir. Çünkü mal kullanılmak için depolanır. Oysa insan onu harcamak istemez. Tarım döneminde insanlar kendi ürettiklerini depoluyor, sonra onu harcayarak kullanıyordu. Sanayi dönemine geçildiğinde bu depolama sistemi tüccar tarafından yapılmaya başlanmıştır. Halkın ürettiği mallar tüccara satılıyor, tüccar onu depoluyor, sonra satıyordu. Yani tüccar bir tür karaciğer görevini görüyordu. Sosyalizmde bu depolama sistemi devletçe yapıldı. Kamu ambarları doğdu. Tüccar ortadan kaldırıldı. “Adil Düzen”de bu depolama sistemi sosyalizmde olduğu gibi kamu ambarlarında yapılmaktadır. Ancak pazarlaması yine tüccar tarafından yapılmaktadır. Halk ürettiği malları kamu ambarlarına koymakta, karşılığında mal senedi almakta ve onu tüccara satmaktadır. Mal dolaşacağına senet dolaşmaktadır. Böylece taşıma ve koruma külfeti kamuya geçmekte ve asgariye inmektedir. Ama serbest rekabet sistemi de ortadan kalkmamaktadır.
أَيَحْسَبُ أَنْ لَمْ يَرَهُ أَحَدٌ(7) اونو بر احدن رئي اتمه دغينى مى حساب اديور
Ea YaXSaBu EaN LaN YaRaHU EaPaÜun
Onu bir ehadın re’yetmediğini mi hesab ediyor? / Onu bir kimsenin görmediğini mi sanıyor?
Açıklama: Onu kimse görmüyor mu sanıyor? Ne yaptıklarını bilen yok mu sanıyor? İnsan yaratılmış ve gelişigüzel bırakılıp gözetilmediğini mi sanıyor? Oysa onu yaratan ve onu buralara getiren kimse sürekli olarak onu takip edip gözetlemektedir. Eksikliklerini gidermekte, yanlışlarını düzeltmektedir. Arabanızın direksiyonunu sağa kırarsınız, yeter derecede döndükten sonra direksiyonu düzeltirsiniz. Karaciğerin çalışması böyledir. Vücutta şeker artarsa musluğu kısar, azaldığını görünce de açar. Bütün dengeli hareketler geri dönmeli gözetleme ile olmaktadır. Topluluk içinde de düzenlemeler böyle yapılmaktadır. Piyasada para artarsa enflasyon olur, para eksilirse işsizlik olur. Enflasyonu ve işsizliği ölçen bir gözetilme olmalıdır. Enflasyon, bütün arz ve talebi karşılayan altın fiyatıdır. İşsizliğin ölçüsü ise işsizlik sigortası olmalıdır. İşsizlik sigortası yalnız sosyal güvenlik için değil, aynı zamanda işsizlik miktarını bilip ona göre piyasaya para sürmek için gereklidir. “İnsanlık Anayasası”nda işsizlik sigortası getirilmiştir. Geniş bir işyeri vardır. Oraya gelen insanlar akşama kadar orada bulunurlar. Çalışmasalar veya ne isterlerse onu yapsalar bile, onlara tahsis edilen miktar bölüştürülür. Buradaki işsizlerin artması bize işsizlerin sayısını verir, biz de ona göre piyasaya para süreriz. Toprak parasının altın parası cinsinden değerini değiştiririz. Bu sözlerimizin anlaşılması için “İnsanlık Anayasası”nı bilmiş olmamız gerekir.
أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ(8) اونه اكى عين جعل اتمه دك مى
EaLaM NaCGaL LeHU GaYNaYNı / Ona iki ayın ca’l etmedik mi? / Ona iki göz yapmadık mı?
Açıklama: Bize iki göz verdiğini bildirerek, bizim çevremizi görmemizi sağlayan kimsenin kendinsin kör olduğunu sanmamızın yanlışlığını sorarak hatırlatmaktadır. Gözler ne iş yapar? Çevremizi gözetleriz ve hareketlerimizi ona göre dengeleriz. Allah da yarattıklarını gözetler ve ona göre dengelemeler yapar. Gözlerde ayrıca pek çok ayarlamalar vardır. İki göz birbirine uyumlu olarak çalışır ve çift algı ile cismin görüntüsünü üç boyutluya çevirir. Göz bebeğinin uyumu ile uzağa veya yakına bakar. Bütün bunlar dengelemedeki düzeni ifade eder. Karaciğere benzeyen çevremize uyumun nasıl sağlandığına daha açık misaller vermektedir.
وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ(9) بر لسان و ايكى شفة ده
Va LıSANan va ŞaFaTaYNı / Bir lisan ve iki şefe de / Bir dil ve iki dudak da
Açıklama: İki gözden bahsedildi. İki gözün birbirine nasıl uyumlu çalıştığı ifade edildi. İnsanın çevreyi gözetlemesi bildiriliyor. Bu âyette de bir dil ve iki dudaktan bahsetmektedir. İnsanın çevreye etkisini ifade etmektedir. Dil ile dudaklar arasındaki uyuma da işaret etmektedir. Karaciğerin içinde yaratıldığının açıklanmasına misalle devam etmektedir. Karaciğer alıyor, depoluyor ve düzenleyip veriyor. İnsan da dışarıdan bilgiler alıyor, beyninde düzenliyor, onu saklıyor ve sonra gerektiğinde kullanıyor. Konuşuyor. Sosyal düzen böyle sağlanıyor. Beled(iye) yönetimi ile başlayan sosyal yapı böyle tanımlanmaktadır.
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ(10) و اونه ايكى نجده هداية اتديك
Va HaDaYNAvHu elNaCDaYNı / Ve ona iki necd hidayet ettik. / Ve ona iki geçit bağışladık.
Açıklama: Ona iki geçit gösterdik. İnsanı ikili yol arasında bıraktık. Kimilerinin görevi oluşu ve ilerlemeyi benimsemek, topluluğu yaşatmaktır. Diğerlerinin görevi ise yıkma ve parçalamadır. Böylece dengeleme sağlanmıştır. Arabanızı sürerken gaza basarsanız hızlanır. Çok hızlı giderse arabanız parçalanabilir. İşte bunun için arabaya fren konmuştur. Frensiz araba ile yola çıkmanız çok tehlikeli olur. Topluluğu bozmak isteyenler ile topluluğu ileri götürmek isteyenler arasında sürekli savaş vardır. Bunların ikisi de varlıklarını sürdürecektir. İnsan kişi olarak istediği tarafta yer alacaktır. Ortamda iyiler ve kötüler olacak ama insan bunlardan istediği tarafını tutacaktır.
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ(11) عقبه يى اقتحام ايده مدي
FaLaQTaXaMa elaQaBaTa / Akabayı iktiham edemedi. / Yokuşu tırmanamadı.
Açıklama: İnsan dünyada yokuş tırmanmaktadır. Ancak yokuşu bitirememektedir. Yeryüzünde kurulmuş denge vardır. Hayatla ölüm arasında denge vardır. İyilikle kötülük arasında denge vardır. Gelişme ile yerinde sayma veya gerileme arasında denge vardır. Bunları ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ölüme çare yoktur. Tıp bu kadar ilerlemiştir. Yeni canlı var edeceklerini hayal edenler vardır. Oysa insan ömrüne daha bir gün katamamışlardır. Topluluklar için de aynı kader mevcuttur. Her zaman zorluklar olacaktır. Her zaman sıkıntılar olacaktır. Sonuna bakmamız gerekmektedir. Sonuç olarak bir taraftan Kâinat’ta çökme vardır. Ama buna karşılık canlılarda ve insanda evrim vardır. Bir hazineyi tüketiyoruz ama biz bu hazineyi harcayarak yükseliyoruz. Bunun sonunu elbette bir ahiret hayatı ile izah edebiliriz. Yoksa bu sıkıntıları niçin çekelim?
َومَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ(12) عقبه نن نه اولديغى سنا ادرا ايتمه دى
VaMAv EaDRAyKa Ma elGaRaBam
Akabanın ne olduğu sana idrak etmedi. /Yokuşun ne olduğu sana ulaşmadı.
Açıklama: Akaba, ayağın arka tarafıdır. Yaylaya çıkmak için böyle yokuş çıkılır, en düşük yerden, belden düzlüğe gelinir. Yaylanın alt arkası olduğu için buna kaba denmektedir. İnsan bu dünyada bu yokuşu tırmanmaktadır. Düzlüğe ancak öldükten sonra varabilmektedir. Ancak o düzlüğe topluluk olarak ulaşma da yine birtakım organize olmuş işlerle mümkündür. Akabanın ne olduğunu, hangi yokuşun çıkıldığını insan bilememektedir. Biz bu dünyaya geldik, eğitiliyoruz. Acaba burada ne elde ediyoruz ki ahirette cennete gidiyoruz? İyi insan isek cennete, kötü insan isek cehenneme gidiyoruz. Yahut, iyilik yapınca topluluğumuz gelişiyor, kötülük yapınca topluluk batıyor. İnsan baştan duyguları ile bunu kavrayamaz. Onun için “bilemezsin” denmiyor da, “idrak edemezsin” deniyor. İdrak, insanın hisleri ile bildiği doğrulardır. Mesela, tütünü içerken onun kötü olduğunu hislerin söylemektedir. Oysa bazı zorluklar ve kötülükler vardır ki, onları hislerle kavramak mümkün değildir. Ancak fikirlerle öğrenilir.
فَكُّ رَقَبَةٍ(13) رقبة نن فكى در
FakKu RaRaBaTın / Rakabanin fekkidir. / Boynun çözülmesidir.
Açıklama: Rakabanın fekkidir. Boynun çözülmesidir. İnsanı bağlayan zincirin veya ipin kırılmasıdır. Genel olarak rakaba köle olarak anlaşılmaktadır. Ancak kölenin başka isimleri de vardır. Burada kastedilen her çeşit esaret zincirinin kesilmesidir. Açlık esareti giderilmelidir. Herkese aş bulunmalı ve insanlar açlık korkusu ile başkalarına esir olmamalıdırlar. “İnsanlık Anayasası” bunu sağlamak üzere düzenlenmektedir. İnsanlar işsizlik esaretinden kurtulmalıdırlar. İşverenlerin esiri olmamalıdırlar. Ne sermayenin ne de devletin işçisi olup esir olmamalıdırlar. Demek ki rakabanın fekki demek, “halk ekonomisi”nin kurulması demektir.
أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ(14) يا ده مسغبةلى يومده اطعامدر
EaV EıOGAMun FIy YaVMın ÜIy MaSĞaBatin
Ya da masğaba yevminde it’amdır. / Ya da kıtlık gününde doyurmaktır.
Açıklama: Burada kıtlık günlerinden bahsedilmektedir. Sadece herkese aş bulmak veya herkese iş bulmak yeterli değildir. Topluluklarda gerek ekonomik gerekse teknolojik krizler oluşur. Karaciğer nasıl depolama yapıp gerektiğinde deponun erimesini dengelemekte ise, aynı şekilde topluluk da depolama yapmalıdır. Kıtlık demek, her tarafta yiyecek yok demektir. İşte bunu karşılayacak stokların bulundurulması demektir.
يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ(15) مقربةلى يتيمه
YaTIyMan ÜAv MaQRaBatin / Makrabalı yetime / Yakınlığı olan öksüze
Açıklama: “Doyurmaktır” dedikten sonra kimi doyurmak? Soru ayrı âyetle cevaplanmıştır. Yakınlığı olan yetimi denmektedir. Sosyal dengenin sağlanması için herkese aş ilkesi getirilmiştir. Burada iki sınıftan bahsedilmektedir. Biri çalışamayanların doyurulmasıdır. Diğeri ise çalışabildiği halde geliri yeterli olmayan kimselerdir. Kıtlık zamanında it’amı söyledikten sonra iki sınıfı ortaya koymaktadır. Yetimler yakınlar tarafından büyütülür. Kamu o yetimi it’am eder. Öksüzler evi İslâmî değildir. Çocuk öksüzlük psikolojisi ile yetişir. Hastahane de böyledir. Hasta ocağın revirinde tedavi edilmelidir. Bu sebeple makrabalı denmektedir. Yetim akrabasına verilir. Mal da ona teslim edilir. Kamu bütçesinden destek yapılır. Çocuk anne-babası varmış gibi büyümüş olur.
أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ(16) يا ده متربةلى مسكينه
EaV MıSKıNan ZAv MaTRaBat / Ya da metrebeli miskine / Ya da sürülü yoksulu
Açıklama: Topraklı miskine tabirini kullanmıştır. Burada topraklı denmesi ile çiftçi anlaşılır. Geçmişte insanlar tarımla geçiniyordu. Sadece beşte biri sanayi ile geçiniyordu. Şimdi ise beşte biri toprak işliyor. Ancak bütün insanlar onların ürettiği ile geçiniyor. Köylünün girdisi fazla olursa pahalıya mal eder. Sadece kendisine yetecek kadar eker. İnsanların beşte dördü aç kalır. İşte bu sebepledir ki sanayi döneminde çiftçi desteklenecektir. Sanayide ve inşaatta insanlara her zaman iş bulunabilir. Ancak çiftçilere her zaman iş bulunamaz. Verim de her zaman aynı olmaz. Kurak yıllarda verim elde edilemez. Bundan dolayı tarım ürünlerinin sigortalanması sözkonusu olmalıdır. Bunlar nasıl sağlanacaktır? Serbest arz ve talep bunları karşılamaz. Destek gerekir. Ancak bu destek öyle yapılmalıdır ki, ekonomideki rızayı yani serbest piyasayı kaldırmamalıdır. Peki, bu nasıl sağlanacaktır? Kıtlık zamanında mahsulün fiyatı yükseltilir. Böylece çiftçi desteklenmiş olur. Ama halkın onu alabilmesi için ucuz satılmalıdır. Eski stoklar ile yeni ürün birleştirilerek pahalı alınan ürün ucuza satılmalıdır. Burada kamu stoklaması sorunu ile karşı karşıya kalırız. Selem hukukunu buna göre düzenlemeliyiz.
ثُمَّ كَانَ مِنْ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ(17)
صونره ده ايمان اتمش صبرى توصيةلشمش و مرحمةى توصيةلشمش كمسه لردن اولمقدر
ÇumMa KAvNa MıNa elLaÜIyNa EAvMaNUv Va TaVAWaV BılWaBRı Va TaVAWaV bıLMaRXaMatı
Sonra da iman etmiş, sabrı tavsiyeleşmiş ve merhameti tavsiyeleşmiş kimselerden oldu. /
Sonra da inanmış, dayanışmayı öğütleşmiş ve esenliği öğütleşmiş kimselerden oldu.
Açıklama: Şimdiye kadar insanın tek başına kendi kendine nasıl olması gerektiğini belirtmektedir. İnşaat yaparken önce malzeme hazırlanır sonra inşaat yapılır. İnsan önce kişi olarak yetişmelidir. İyi insan olmalıdır. İnsanların esaretten kurtulması için kişi olarak çalışmalıdır. Kıtlık gününde doyurmağa çalışmalıdır. Yetimi ve yoksulu kişi olarak gözetmelidir. Hâsılı, iyi insan olmalıdır. İyi insan demek, kendi çıkarlar ile başkalarının çıkarlarını birleştiren kimse demektir. İyilik eden görür. İyilik eden Allah’a inanıyorsa karşılığını ondan alacağını da bilir. Allah öyle bir düzen oluşturmuştur ki, iyi olan iyilikle karşılaşır, kötü olan kötülükle karşılaşır
Sonra iman edenlerden oldu. Yani İslâmlıktan mü’minliğe geçti. Yukarıda sayılan hususlarda müslim ve mü’min herkes yükümlüdür. Mü’min ise dayanışma içine girmektedir. Onlara katılmaktadır. Askerliği yapmaktadır. Yönetime katılmaktadır. Sonra kelimesinin başka bir manâsı, önce müslim olunuyor, sonra mü’min olunuyor. Başka bir âyette; “İman ettik demeyin, müslim olduk deyin. Daha sizin kalbinize iman girmemiştir.” deniyor. Burada da bu tertibi “sümme/sonra” ile ifade ediyor. Görülüyor ki, Kur’an bir bütün olarak her şekilde birbirini destekleyen ifadeler kullanmaktadır..
Sabrı tavsiyeleşmektedirler. Merhameti tavsiyeleşmektedirler. Birlikte yaşayanlar sıkıntı içinde olurlar. Çünkü herkes aynı şey istemez. Aynı şeylerden hoşlanmaz. Birbirimize dayanmamız gerekecektir. Hem de tavsiyelerle. Merhamet ise yardımlaşmadır. İyilik etmedir. Bunu da birbirlerine tavsiye ederler. Mü’minin dört görevi vardır. Birincisi öğrenmek, ikincisi bildiklerini yapmak, üçüncüsü mü’minlerin tavsiyeleşmesi, dördüncüsü kâfirlere tebliğ. Mü’minlerle tavsiyeleşme sabır ve merhamet üzerinde olacaktır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ(18) ميمنة اصحابى اشته اونلردر
EuLAEiKa EaWXaBu eLMaYMaNatı / Maymana ashabı işte bunlar. / Sağ ehli işte bunlar.
Açıklama: Onlar yemin halkıdır, denmektedir. Yemin, sağ kol demek olduğu gibi, ant anlamına da gelir. Onlar yemin ederek birbirine bağlanmış kimselerdir. Yemin aynı zamanda teminattır. Bir kimse konuşurken, söylerken yemin ederse onda hata olmaz, sözünden de dönmez. Bununla beraber organik maddeler ışığı sağa veya sola kırarlar. Aynı maddenin başka sola dönenini kullanmazlar. Canlıların çoğu sağı benimsemiştir. Kromozomun helisi de sağdır. İnsanın da sağ eli genellikle daha içi çalışır. Bunlar ashab-ı meymenedir. Avrupa Uygarlığı ateizmin simgesini sol yapmıştır. Bugün sol ateizmden vazgeçtiğini söylüyor, ama bu tarihi damgayı üzerlerinden zor atarlar.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ(19) ءايتلرمزى كفر ادنلر ايسه اونلر مشئمة اصحابدر
Va elLaÜIyNa KaFaRUv Bı EAvYAvTıNAv HuM EaÖPABu elMaŞEaMatı / Âyetlerimizi küfr etmiş olanlar ise onlar meş’eme ashabıdır. / Kanıtlarımızı kapatanlar uğursuz elidir.
Açıklama: İman etmişlerin karşısında küfretmiş olanları getirmektedir. Bu mü’min olmayanlar anlamında değildir. Ayrıca müslimler vardır. Mü’minler insanların saadeti için yaşarlar. Kâfirler ise insanlığın sefaleti için uğraşırlar. Âyetlerimize küfredenler. İşte burada Kur’an’ın mucizesi ortaya çıkmaktadır. Kur’an’a uyanlar, onun emrine girenler mü’minlerdir. Bu yol Tevrat’ın yoludur, İncil’in yoludur. Tarihte bunların karşısında olanlar kâfir olmuşlardır. Sonunda hepsi yenilip gitmişlerdir. “Âyetler” ne demektir? Âyet, müsbet ilmin verileridir. Kur’an insanlardan müsbet ilimle kanıtlanmayan bir şey istememektedir. Kur’an müsbet ilmin verileridir. Kur’an’ın uymak istediği muhkemat âyete uymaktır. Muhkem âyet de ilmen doğruluğu sabit olan âyettir. Müsbet ilmin dayanak kabul edilmesi Hz. İbrahim Peygamber’den başlamıştır. Müsbet ilmi kabul edenlerle etmeyenlerin çatışması tarihin çatışmasıdır. Mü’minler müsbet ilmin verilerine uymuşlardır. Kâfirler ise müsbet ilmi görmezden gelmişlerdir.
عَلَيْهِمْ نَارٌ مُوصَدَةٌ(20) اوزرلرنده موصدة نار واردر
GaLaYHıM NAvRun MUvÖaDatun /
Üzerlerinde musade nârı vardır. / Üzerlerinde kapatılmış od vardır.
Açıklama: Onların üzerinde kapatılmış bir ateş vardır. Fırında ateş yakarlar, ısındıktan sonra sıcak fırın içine pişecek maddeler konur. Kapısı kapatılır. Isının dağılmaması sağlanır. Kâfirlerin durumu buna benzetilir. Sovyetler’in demir kapıları arkasında hapsedilen halk zulüm içinde 70 yıl kalmıştır. 40 milyon insan kurşunlanmıştır. Buradaki ateşi kurşunlardan çıkan barut ateşi olarak düşünebiliriz. Sınırlardaki geçişleri yasaklama basit gibi görünür, ama rejimleri belirleyen çıkış ve giriş kuralıdır. Üç türlü devlet statüsü vardır.
1. Dâr-ı Harb: Giriş ve çıkışın izne tâbi olduğu ve yasaklandığı ülkelerdir. Bu ülkelerdeki halkın hukukunu korumak için o ülkelerle savaşmak meşrudur. Gücü yetenler savaşırlar ve onun içinde bulunan esirleri kurtarırlar.
2. Dar-ı Terk: Çıkışın serbest olduğu, girişin izne tâbi olduğu ülkelerdir. Bu ülkelerle savaş meşru değildir. Kendi hallerinde bırakılır. Dostluk ilişkilerine girişilmez.
3. Dâr-ı İslâm: Giriş ve çıkışın serbest olduğu ülkedir. Yeryüzü insanlığındır. Herkes girer ve çıkar. Pasaport ve vize yoktur. Gümrük barajları yoktur. Açıklık vardır. . Fıkıh kitaplarında yazılmış ve tarihte uygulanmış olan bu açıklığı biz geçmişe dayanarak kabul edip anayasamızda (“İnsanlık Anayasası”) yazdık. Çünkü icma da delildir. Böylece Kur’an’ı incelendikten sonra fıkıhçıların İslâmiyet’i ne kadar doğru anladığı ortaya çıkar. Kur’an Allah sözüdür. O’nun dediğinden başkası olmadı, olmayacaktır.
***
BELED SÛRESİ
Cüz no : 30
Cüz sayfa no : 13-14
Sûre adı : 1. âyette geçen "BELED" kelimesinden almaktadır.
Sure no : 90
Dönemi : Hicretten önce.
Âyet sayısı : 20
Rahmân Rahîm Allah’ın ismine
Kasem : Kasem “sad” harfi ile gövdesi kopmuş ağacın yerinde duran köküdür. Mastar olarak parçalanmak anlamına gelir. Sinli kısım, parça anlamına gelir. Bir şeyin fikren parçasına cüz, fiilen parçasına ise kısım denir. “Sin” harfi ile kısmet, bölme demektir. İksam ve mukaseme bölüşme anlamlarına gelir. “Ba” harfi getirilince yemin anlamına gelir. Yani, Allah ile veya Allah’ın hükmüne göre bölüşme olur. Buradaki “La” nefy “la”sı değil, tekid “lam”ının uzatılmasıdır. Yemini teşdid etmek için gelmiştir. Kasem, yemin demektir.
Haza :
Beled :
Ente : Dudak harfleri konuşan kimseyi; boğaz harfleri uzakta olanı veya görünmeyeni, üçüncü şahsı; orta harfler de muhatabı bildirir. Türkçedeki ben, sen, o bu kuraldan türemiştir. Hepsinin menşei tin tepe demektir. Kevn de öyledir. Hevn düzlük, beyn yarık demektir. Arapçada orta harflerden olan “te” ve “ke” muhatabı ifade eder. Türkçede de “se” ve kalemin derken oradaki ğunneli kaf seni ifade eder. “En” tek başına bir harfi ifade etmediği için “ten”in başına getirilmiştir. Fail olarak kullanılır.
Helal : Helva, olgunlaşmış tatlı meyve veya bunlardan yapılmış tatlı demektir. Ağızda çiğnemeden dağılmış olması, çözülmüş olmasından, suda tuzun erimesine mastar (hal olmak) oluşmuştur. “Vav” “Lam”a dönüşmüştür. Şehre hulul etmek, orada yerleşmek demektir. Helal yiyecek, insan vücudunda kan içinde çözülüp yararlı hale gelen besin demektir.
Veled :
Lekad :
Halk :
İnsan :
Kebed : Kumluğun veya geniş bir sahanın orta yerine veya merkezine kebed denir. İnsanın ciğerine kebed denir. Türkçe’deki göbek kelimesi bu anlamdadır. Kubad ciğerdeki hastalığa denir.
Hesab :
Len :
Kadr :
Ehad :
Kavl :
Helak : Helek, ot bitmeyen tuzlu çorak yerdir. Helak olmak, kaybolmak, yok olmak ve ölmek anlamlarına gelir.
Mal :
Lübed : Yeleden yapılan keçedir. Karışık anlamında kullanılmıştır.
Re’y :
Lisan : Dil demektir.
Şefet : Dudak demektir.
Necd : Necd, Arabistan’da yüksek yaylalık yer demektir. aynı zamanda yüksek dağ anlamına gelir. Kur’an’ın ifadesine göre ise geçit anlamına gelmektedir. Boğaz veya bel anlamlarına gelmektedir.
Kahm : Zayıf ve ince at demektir. İnce tahtalara Türkçede kahma denmektedir. İttiham etmek, zayıflamak demektir. Şişmanların zor yürümesine ve yukarıya çıkmasına mukabil zayıfların kolay yürümesidir.
Akaba: Ayağın arka tarafı yani opuk demektir. Çıkıntılı yer yokuş anlamında olup bu sûrede tepeye çıkamadı anlamında kullanılmıştır.
Fekk : Zek, çenenin alt tarafı ve görünen yerin adıdır. Fek ise çenelerin kendileridir. Çeneleri açmak anlamında mastardır. bir parçanın harekete gelmesi fek ile ifade edilir.
Rakabe : Boyundur. Hayvanın boyundan bağlanması sebebiyle rakabe bağlı anlamına gelir. Köle demektir.
Sağebe : Sağm, bir avuç su. Suyun yudum yudum içilmesine tesğim denir. Sonra “mim” “ba”ya dönüşmüş ve yağmurun yağmadığı zamanlarda azalan, kurumaya giden suyun adı olmuştur. Kıtlık yıllarına mesğabe denir.
Turab : Toprak demektir. Mertebe, dökülmüş ve parçalanmış anlamına gelir.
Yemin : Sağ yandır. Doğuya dönüldüğünde sağ tarafta kalan yerdir. Sol tarafta kalan yere de şimal denir.
Şe’m : Şam, Arabistan’ın kuzeyindeki beldenin adıdır. Yemen ise güneyindeki beldenin adıdır. Yemin sağ yan, şeim ise sol yan demektir. Şimal kelimesi şe’meleden türemiştir. Uzak şeim anlamındadır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
AKEVLER “ADİL DÜZEN” DERGİSİ
Kuruluş ve Gayesi
Madde 1- Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi’nin “Genel Hizmet Ortağı” olarak katıldığı “Akevler Adil Düzen Dergi Ortaklığı” kurulmuştur. Gayesi, bu yolla ortaklar arasında iletişimi sağlayarak tüketimde dayanışmayı sağlamak ve kooperatifi tanıtarak yeni ortaklar bulmaktır.
Derginin Dağıtımı
Madde 2- Dergi yeni abonelere bırakılacak, ikincisi götürüldüğünde satılacaktır. Ancak, dergi alıcılara götürüldükten sonra bedeli tahsil edilecektir. Dergi ortaklar aracılığı ile alıcılara ulaştırılacak ve bedelleri de ortaklar aracılığı ile tahsil edilecektir. Böylece kooperatif alıcılarla her hafta yüz yüze görüşerek onların ihtiyaç ve isteklerini tesbit etmeye çalışacaktır. Temin edebilecekleri şeyler üzerinde aracı olacaktır. Dergi abone olanların sayısından %5 fazla basılarak yeni abone aranacaktır.
Dağıtım Ortaklarının Payı
Madde 3- Dağıtım ortakları ortaklardan seçilecektir. Dergi bedelinin yarısı dağıtan öğrenciye ücret olarak yardım olmak üzere verilecektir. Öğrencilere verilen ücret payının toplamı kadarı matrah kabul edilerek ücretlendirilecektir. Satıcı ortağın payı onbeş günlükten fazla oluştuğunda kendisine hediye edilecek ve o ay sigortalı olarak gösterilecektir. Bununla ilgili sözleşme noterden alınacaktır. Bunların işveren payları kooperatifçe ödenecek, ancak kendi paylarından düşülecektir. Asgari ücretten fazla kazanç olursa burs hükümlerine tâbi olacaktır.
Derginin Basılması
Madde 4- Dergi sipariş üzerine basılacağı için ayrıca sermayeye gerek olmayacaktır. Matbaaya kooperatif teminat verecek ve sipariş kadar dergi basılıp hafta içinde okuyuculara ulaştırılacaktır. Bedelleri tahsil edilerek matbaaya verilecektir.
Derginin Hazırlanması
Madde 5- Derginin hazırlanması, tashihi, mizanpajının yapılması, paketlenmesi ve dağıtımı kooperatifin genel hizmet kuralları içinde yapılacaktır. Hizmet verdikleri saatler nisbetinde aralarında bölüşülecektir. Bunlar da kooperatifin sigortalı ortakları durumunda olacaklardır. Hizmetlerin yapılmasında öğrenci şartı koşulmayacaktır. Bu fondan burs verilmeyecektir.
Derginin Yazıları
Madde 6- Dergi kooperatifin yazarlarınca kendilerine ayrılan sahifelerde yazılarla doldurulacaktır. Yazarlar kendi sahifelerini tamamen serbestçe dolduracaklardır. Okuyucularla kendileri ilişki kurmuş olacaklardır. Abonelere her sayıda dergi verilip para alınırken bir de anket doldurtulacaktır. Yazarlardan istediklerinizi sıralayın denecektir. Böylece yazarın etkisi devamlı olarak ölçülecektir. Okuyucusu çok olan yazarlara daha fazla sahife ayrılacaktır. Dergiye yazı gönderenler bu yazarlardan birine gönderecekler, onlar bu yazıları değerlendireceklerdir. Her yazar kendi yazısından sorumlu olacaktır. Cezai sorumluluk da ona ait olacaktır. Yazılar kimse tarafından sansür edilmeyecektir. Nakit cezalar ise kooperatifte dayanışma ortaklığı içinde karşılanacaktır. Dergi sahifelerinin yarısı okuyucu sayısına göre bölüştürülecektir. Diğer yarısı ise kooperatifin bütün ortaklarının temsilcileri tarafından yazarlardan eğitici ve yetiştirici ilmî yazılar yazanlar arasında bölüştürülecektir. Yazarların payları dergi bedellerinin dörtte biri kadar olacaktır.
Telif Paylarının Bölüşülmesi
Madde 7- Telife düşen paylar bir fonda toplanır. Yazı yazanlara da yazdıkları yazı miktarları ile orantılı olarak telif payı verilir. Telif gelirlerinin telif paylarına bölümü bir paya düşen bedel olur. İsteyenler paylarını alıp ayrılırlar. İsteyenler sonradan almayı tercih ederler. Sonradan alanlar yeni telif gelirlerinden de pay almış olurlar.
Madde 8- Bu sözleşme bir yıllık olup, bir yıllık uygulamadan sonra yeniden düzenlenecektir. İsteyen ortaklar yeni düzenlemeyi kabul etmezlerse eski hakları alarak ayrılabilirler.
Dergi Sahibi : Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi adına M. Lütfi Hocaoğlu
Yazı İşleri Sorumlusu : Reşat Nuri Erol
Satıcı Ortaklar Sorumlusu : M. Zübeyir Erol
Yazarlar : 1) Süleyman Karagülle, 2) Süleyman Akdemir, 3) Reşat Nuri Erol, 4) Harun Özdemir, 5) Hasan Özket, 6) Hilmi Altın, 7) Hüseyin Kayahan, 8) M. Lütfi Hocaoğlu, 9) Hakan Kandal, 10) Kazım Erten, 11) Taha Özket, 12) Lütfiye Özdemir, 13) Sebahat Güner, 14) Nebahat Koru, 15) Hira Karagülle, 16) Ali Erişen, 17) Ahmet Baykurt, 18) Yasin Kılar, 19) …… ……
KUR’AN SEMİNERLERİ; 187. SEMİNER İstanbul, 30 Kasım 2002 Cumartesi
100 SORUN – 100 ÇÖZÜM; 1. Ç Ö Z Ü M
İŞSİZLİK SORUNU VE ÇÖZÜMÜ
İŞSİZLERİN SAYISI
Türk ailesi ortalama beş kişiden oluşur. Bunlardan ikisi çalışır durumdadır. Türkiye 70 milyondur, yani 28 milyon işçi vardır. Bunların yarısı kadındır. Kadınların yarısı çalışmamaktadır. Kadınların geri kalan yarısı 25 yaşına kadar 10 yıl öğrencilik sebebiyle, son 10 yıl da erken emeklilik sebebiyle 20 yılını çalışmadan geçirmektedir. Çalışma yaşları 15-65 arası olarak kabul edilirse; 50 yıldır demek ki çalışan kadınların da beşte ikisi yani bütün kadınların beşte biri, bütün çalışanların onda biri bu sebepten işsizdir. Çalışan erkeklerin de beşte ikisi yani bütün çalışanların onda ikisi aynı sebeple işsizdir. Bunların toplamı %55 etmektedir. Buna çalışmalardan iş bulamayanlar, gizli işsizler, verimsiz çalışanlar, gereksiz yerlerde istihdam edilenler de katılırsa işsizlerin oranı %70’lere varır. Ancak bir toplulukta çalışabildiği halde çalışmayan insanların varlığını da hesaba katarsak, 28 milyon çalışandan 14 milyonu işsizdir. Bunlar iş bulamadıkları için çalışmamaktadırlar.
İŞSİZLİKTEN MİLLÎ SERMAYENİN KAYBI
Bir işçi günde 25 dolarlık iş yapabilmektedir. Bunun 10 doları kendinsindir, 10 doları işveren kârı ve evin kirası karşılığıdır, 5 doları da kamu payıdır. Sağlıklı ekonomide böyle bir bölüşüm vardır. Bir işçi yılda 300 gün çalışmaktadır. Bu hesaba göre 75 milyar dolarlık yıllık kaybımız vardır demektir. Her yıl 75 milyar doları yakıyoruz demektir. Beş yılda 375 milyar dolarlık bir kaybımız olmuştur. Bu emeği harekete geçirdiğimizde iki yıl içinde dış borçlarımızı öderiz. Ondan artan yarısı ile refahımızı yükseltiriz. Geri kalan yarısını da biriktirir, yatırımlar yapar ve dışarıdan emek çekeriz veya başka ülkelerde yatırım yaparız. İşte o zaman muasır medeniyetin fevkine çıkmaya başlarız.
İŞSİZLERE İŞİ KİM BULACAKTIR?
Kapitalistlerde işsizlere özel sektör iş bulur. Merkez Bankası özel sektöre kredi açar, o da kendi çıkarını düşünerek üretime girişir. Burada çalışanlar da iş bulmuş olur. Banka kim çok kâr edecekse ona kredi açar. Yani, en çok kâr etme siyaseti ekonomide hakimdir. Bu durum büyük sermayenin oluştuğu ve borç veren ülkelerde -kötü de olsa- bir çözümdür. Ama ülkemiz gibi borç alan topluluklarda ancak yabancı sermaye gelirse -yine kötü de olsa- faaliyet sürer. Türkiye’ye dış sermaye gelmiyor. Çünkü dış sermaye çevreleri Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar. Türkiye’nin yıkılmasını ve halkıyla birlikte imhasını hedef aldıkları için yatırım yapmıyorlar. Oysa dünyanın en kârlı yeri Türkiye’dir. Çünkü ulaşım bakımından dünyanın merkezindedir. Yabancıları konuk etme bakımından Türkiye en uygun yerdedir. Almanya veya Japonya ekonomisini 10 senede sağlığa kavuşturdularsa, Türkiye bir yılda aynı sağlığa ulaştırılabilir. Dış sermayenin her zaman bunu yapmaya gücü vardır ve kendisine de çok kârlıdır. Ama yapmamaktadır. Çünkü hedefi başkadır. İç sermaye ise ya dışa bağımlıdır, onun için yapamazlar veya onların sistemi ile çalıştıklarından mefluç hâle gelmişlerdir.
Sosyalistlerde işsizlere işi devlet bulur. Türkiye “devletçilik” politikası ile buna örnek olmuş ülkedir. Sosyalizme gitmeden halkına iş bulmada büyük başarı elde etmiştir. Ne var ki, Cumhuriyet Halk Partisi dış borçları ödeyip dış sermayeyi de millîleştirdikten sonra tam ekonomik hamle yapacakken, Batı’nın demokrasiye geçiş yönlendirmesi ile CHP iktidardan indirilip ülkemiz yeniden DP eliyle borçlanmaya başlatılmıştır. Demokrat Parti başarılı ekonomik gelişmeyi sağlamışken, 1960 darbesi Türkiye’nin hızını kesmiştir. Ondan sonra solculara “komünist”, Müslümanlara “gerici”, milliyetçilere “faşist”, liberallere de “hırsız” ithamlarında bulunarak on yılda bir askerî müdahale olmuştur. Böylece devletin işlerini düzeltmek mümkün olmamıştır. Bu imkânsızlığın en önemli unsuru rüşvetin devlet içinde kanser gibi yaygınlaşmasıdır. Hattâ bu iktidarlar döneminde rüşvet bakanlar seviyesine kadar yükseldiği için devletin işsizlik sorununu çözmesi imkânsız hâle gelmiştir. Rüşveti önleyecek rüşveti alan görevli olacağı için böyle bir çözüm mümkün değildir. Böyle bir çözümü denemek bile ülkeyi karıştırmaya yeterli olacaktır.
İŞSİZLİK SORUNUNU ANCAK ADİL DÜZEN UYGULAMASI ÇÖZER
“Adil Düzen”e göre çözüm, halkın kendi sorununu kendisinin çözmesi ile mümkündür. Yani, Kur’an’ın getirdiği içtihat sistemi ile çözülecektir. Her vatandaş, “Ben ne iş yapabilirim?” diyecek ve kendi işini kendisi bulacaktır. Kişi işsizlik sorununu çözmesi için devletten yardım talep edecektir. Devlet de bu yardımı sağlayacaktır. Önce devletin işsizliğin kaynaklarını ortadan kaldırması gerekir. İşsizlik neden olmuştur? Bunu bilmemiz ve görmemiz gerekmektedir. O halde önce bunu tesbit edelim.
a) Faiz Engeli: Piyasaya yeteri kadar para sürülmediği için para kısa döngü yapmış ve üretim dışı sahada dolaşmaya başlamıştır. Böylece yüksek faiz üreticilerin maliyetlerini çok yükselttiği için üretim olmamıştır. Bu da işsizliğin kaynağıdır. Bunun çözümü kredinin üretime faizsiz olarak verilmesidir. Böylece üretim dışı sektörler devletçe beslenmeyeceğinden onlar da üretime kayacaklardır. Yani, faizin sıfırlanmasıdır. Faiz yasaklanmayacak, sadece devlet krediyi faizsiz olarak verecektir. Devlet için paranın maliyeti sıfırdır. Enflasyona sebebiyet vermeyecek seviyede piyasaya sürülecek paranın sadece yararı var, zararı yoktur. Adil Düzen bu sorunu çözmüştür.
b) Vergi ve Sigorta Engeli: İşsizliğin kaynağı olan enflasyonun da vergilendirilmesi sebebiyle işyerleri kapanmak zorunda kalmıştır. Böylece işsizlik ortaya çıkmıştır. Devletin vergisi de çok azalmıştır. Sigortalı işçi kalmadığı için sigorta kurumları da devlete yük olmaya başlamıştır. Faizin sıfıra indirilmesi gibi eski devlet ve sigorta borçları silinecektir. Yeni vergi ve sigorta primlerinin işletmeleri zor durumda bırakmayacak şekilde ayarlanması gerekmektedir. Adil Düzen bunun çözümünü bulmuştur. Adil vergi ve sigorta düzeni kuruluncaya kadar vergi ve sigorta tahsilatı durdurulacaktır. Önce bir iş yapalım ki sonra devletin ne alacağını hesaplayalım.
c) Rüşvet Engeli: Rüşvetin yaygınlaşması sebebiyle artık devlet tamamen etkisini kaybetmiştir. Kimse karakola başvurmuyor, kimse mahkemeye gitmiyor. Herkes ancak bir mafya ile anlaşarak iş yapabiliyor. Kaçak iş yapabiliyor. Bu da çağımızın gerektirdiği işletmelerin oluşmasını önlediği için işsizlik yaygınlaşmış bulunmaktadır. Herkes iş yapıyor ama yolsuzluk, hile, hırsızlık ve gasp yolları ile yaşamaya çalışıyor. Adil Düzen rüşveti ortadan kaldıramaz, ama işleri bürokratların alanı dışına çıkarmak işleri rüşvetin etkisinden kurtaracaktır. İş bulan memurlar da rüşvet almak zorunda kalmayacaktır. İşini yapabilen vatandaş da rüşvet vermeyecektir. Adil Düzen bu sorunu çözmüştür.
d) Bürokratik Engel: Kapitalistler devleti bürokrasiye boğarlar. Türk mevzuatı Tanzimat’tan beri Batı’nın hazırladığı metinlerin Meclis’ten geçirilmesi ile oluşmuştur. Bu mevzuat kapitalizm ve sosyalizm mantığı içinde hazırlanmıştır. Burada halkın elinde nesi varsa almak, işsiz bırakarak devlete veya sermayeye muhtaç etmek vardır. Bütün kanunlar böyle hazırlanmıştır. Halkın ve küçük müteşebbislerin yapamayacakları ve kaldıramayacakları birtakım formaliteler geliştirilmiştir. İşçiyi sigorta etme zorunluluğu getirilmiştir. İşçi iş bulamıyor ve aç kalıyor. Bu durumu önleyen kanun yoktur. Ama bir işyerinde çalışırsa sigortalama zorunluluğu vardır. Bu uygulama işçinin lehine bir madde değildir. Tam tersine işçinin iş bulamayarak devlete veya sermayeye işçi olmasını sağlamak içindir. Kapitalizm ve sosyalizm mantığı içinde uygulanabilir. Ama Türkiye’de devlet iş veremiyor. Özel sermaye yok ki iş versin. O halde ne maksatla işçinin sigortasız çalışmasını yasaklıyorsunuz? Tam istihdam sağlanıncaya kadar sigortalama zorunluluğu kaldırılmış olacaktır. Bugünkü durumda önce karnımızı doyuralım. Sonra sağlığımız için birikim yapalım. Sonra da yaşlandığımızda ne yapalım diye düşünelim. Çünkü bugün aç kalınca zaten yaşlılığımıza ulaşamayız.
e) Enflasyon: Enflasyon ücret ve fiyat anarşisini doğurmaktadır Bu da girişimcileri caydırmakta ve işsizliğe sebep olmaktadır. Enflasyonu birden sıfırlamak mümkün değildir. Ancak kötü etkisi hemen giderilebilir. Bir hastanın önce ateşi düşürülür, tansiyonu düşürülür. Sonra tedaviye geçilir. Adil Düzen bu sorunu da çözmüştür. Bunun basit formülle yapıyoruz. Her türlü ödemeler TL olarak ödenecektir. Ama borçlanmalar Altın değeri üzerinden olacaktır. Yargı kararları bu ilke üzerinden yürütülecektir. Bu uygulama enflasyonun etkisini sıfıra indirir.
Demek ki, devlet kişilere iş bulmayacak, kişiler kendi işlerini kendileri bulacaklardır. Devlet sadece vatandaşın bu iş bulma işini başarması için ekonomik ve hukuki ortamı hazırlayacaktır. Vatandaş bu ortamda kendi işini kendisi bulacaktır.
Bir kimsenin kendi başına iş bulabilmesi için dört şeye ihtiyacı vardır.
a) Çalışacak işyeri bulabilmelidir. Bunun için önce Türkiye’de yeter sayıda işyeri olmalıdır. Toprağı, yolları, enerjisi, fabrikası, makinesi ve araçları bulunmalıdır. Türkiye bu imkanlara fazlasıyla sahiptir. 28 milyonun iki katına bugün iş verebilecek imkanlara sahiptir. Sorun bu imkânların paylaşılmasındadır. Bunu sağlamak için tedbir alınmalıdır. Bugün işyerleri olduğu halde içinde çalışanların olmaması mevcut düzenin faizli olmasından ileri gelir. İşyeri sabit kira ile kiralanmaktadır. Kiralayan kirayı vermeyince işyeri çalışamaz hâle gelmektedir. Bunun zararı yalnız işyeri sahibine ait değildir. İşsizliğin kaynağıdır. Önce kira anlaşmaları sabit kira olarak değil, üretimden bir pay olarak belirlenmelidir. Kârdan değil, üretimden bir pay olarak belirlenmelidir. Kiralayan asgari üretimi gerçekleştiremediği zaman işyerini hemen boşaltmalıdır. Böylece bütün işyerleri devreye girecek ve herkes çalışabileceği bir işyeri bulacaktır.
b) Çalışacak kimse yapabileceği işi öğrenebilmelidir. Bunun için “teminatlı ehliyet” veren serbest bürolar kurulmalıdır. Bu bürolar çalışanların işyerlerine giderek yaptıkları işleri görmeli ve teminatlı ehliyet vermelidir. Yeni işe girenler staj devresinden sonra bu belgeyi almalılar. Belgeyi veren bürolar belgeyi alanın çalışması hâlinde teminat vermelidir. Çalışan iş yaparken bir zarar verirse, yeterlik belgeyi veren kuruluş zararı tazmin etmelidir. Bu belgeyi verene çalışan bir pay vermelidir.
c) Ham maddenin sağlanması gerekir. Türkiye ham madde bakımından çok zengin bir ülkedir. Kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayacak durumdadır. Bir ülke önce kendi ihtiyaçlarını karşılayacak iç pazara yönelik üretim yapar. Bunun üzerinde dengeyi kurar. Bir şey ihraç etmesek, bir şey ithal etmesek bile, biz kendi başımıza yaşayabilmeliyiz. Bu pahalı yaşamadır. Şöyle açıklayalım. Diyelim ki, dışarıdan hiçbir şey ithal etmedik. Hiçbir şeyi de ihraç etmedik. Yaşayabilmemiz için günde 6 saat çalışmak zorunda kalıyoruz. Gelişmeye ve imara ancak 2 saat ayırabiliyoruz. İthalat ve ihracat yaptığımızda dört saat çalışarak geçiniriz. Dört saati de gelişme ve imara ayırırız. Bu çok yararlı bir çalışmadır. Ancak bu bizim elimizde değildir. Karşı devletler buna izin vermelidir. Biz öyle bir uygulamada bulunmalıyız ki, imkân bulursak ithalat ve ihracata dayanan ekonomiyi kurmalıyız. Ama kapılar kapandığı zaman da iç piyasa krize girmemeli, iç piyasa faaliyete devam etmelidir. Türkiye böyle imkâna sahiptir. İdeal ülkedir.
d) Pazar bulma sorunu dördüncü sorundur. Kapitalist düzende pazar bulma en önemli sorundur. Üreticiler malı satamazsa üretmemiş olur. İç pazar - dış pazar. Bu pazarı bulma işi tüccara ait olmalıdır. Ülkemiz dünyanın merkezindedir. En kolay pazar bulma imkânına sahibiz. Ayrıca ülkemiz 70 milyonluk nüfusa sahiptir. Büyük bir pazardır. İç pazar da bize yeterlidir. Yaşama imkânına sahibiz.
Bütün bu söylediklerimiz bizi şu sonuca götürmektedir. Türkiye’de herkese iş bulmak için her türlü şartlar mevcuttur. Türkiye’nin dövize ihtiyacı yoktur. Çünkü ülkemizde yeteri kadar makine vardır, yeterli ham madde de vardır. Olmasa bile ihraç eder, ithal ederiz. Sorun sadece bunları organize etmektir. İnşaat için arsa var, malzeme var, işçi var, proje var. Sadece bu projeyi öğrenip uygulayacak irade yoktur. Bu arsanın sahibi, bu malzemenin sahibi, bu işçilerin patronu yani bugünkü iktidarın elinde proje yok.
Bu proje yalnız bizde var, sadece Adil Düzencilerde var. Ama bilinmez bir sebeple, bedava olarak kendilerine vermeye hazır olduğumuz projeyi alıp uygulamak istemiyorlar. Aynı gemide olmasaydık, bu projeyi sunmak için uğraşmazdık. Ama Allah bize böyle yapmamızı emretmiştir. Biz de bu sebeple her hafta bir sorunu çözmüş olarak sunacağız. Ancak dilsiz, sağır ve kör olanlar bu çözümlerimizi almayacaklar. Ama Allah bunları götürecek, sonra onlar gibi olmayacak olanları getirecektir. Bizim yapmamız gereken şey, sorunların çözümlerini ortaya koyup elimizden geldiğince tebliğ yapmaktır.
Şimdi nasıl yapacağız da, her şeyi olan bu ülkeden açlığı ve yokluğu kaldıracağız? Bunun için uzun vadede yapılacak işler vardır. Kalıcı bir dengenin kurulması için buna gerek vardır. Ama şimdi acil olarak üç ay içinde Türkiye’de işsiz kimseyi bırakmamalıyız.
İŞSİZLİK SORUNUNU NASIL ÇÖZECEĞİZ?
a) Asgari ücret beş kişilik ailenin mutfak masrafları ile elektrik ve su giderlerini giderecek şekilde tesbit edilmelidir. Ve bu asgari ücret vergi ve sigorta kesintilerinden muaf tutulmalıdır. Aç olan insandan vergi almak ve sigortasını düşünmek kadar saçma ve zalimce bir şey yoktur. Şimdilik sigorta zorunluluğu kaldırılacaktır. Bugün iş bulamayanlar hem aç hem sigortasızdırlar. Biz önce insanların karınlarını doyuralım; sonra onların geleceklerini de güvence altına alırız.
b) Türkiye iki yıl için konkordato ilân edecektir. Bütün cebrî icralar durdurulacaktır. Faizler dondurulacaktır, yani faizler işlemeyecektir. İki yıl kimse kimseden alacağını icra yoluyla isteyemeyecektir; devlet de istemeyecektir. Bu ticaret kanununda vardır. Borcunu ödeyemeyen konkordato talep eder. Faizler durdurulur ve mahkemece belli zamana kadar mühlet verilir. Şimdi kimse nasılsa borcunu ödeyemiyor. İki yıl erteleyelim. Herkes çalışmaya başlasın, ondan sonra ödeme yapılır. Vardan herkes yararlanır, yoktan hiçbir şey elde edilemez.
c) Her çalışana asgari ücret kadar kredi verilmelidir. Çalışan istediği işverenin yanında çalışacak, akşam üstü gelip bankadan asgari ücretini alacaktır. Ücret serbest olacaktır. Fazlasını işveren başka şekilde kendisi ödeyecektir. İşçiye ödenen ücreti altın değeri ile işveren borçlanacaktır. Böylece iş yapan herkes işçi ücretini ödeyemediği için işi yapamayacak durumda olmayacaktır. İşveren bu borcunu ürününü sattığı zaman ödeyecektir. Satamadığı zaman yıllar geçse de icraya tâbi tutulmayacaktır.
d) İşverenin iş yapabilmesi için ham maddeye ihtiyacı vardır. Ham maddeyi işveren pazarlık yaparak istediği yerden alacaktır. Bedelini banka ödeyecektir. Böylece işveren ham maddeyi de sermaye sıkıntısı çekmeden bulabilecektir. Üretim gerçekleşecektir. Ürün satılmadıkça devlet kredinin kapatılmasını istemeyecektir. Krediye faiz yürütmeyecektir. Böylece pazar bulma derdi de olmayacaktır.
e) Her malın bir kredi değeri olacaktır. Bu değer piyasa değerinden veya maliyet değerinden tamamen farklıdır. İşverenler, kredi alanlar, ürünlerini ambarda depo edeceklerdir. Bu depoya göre işverenlere kredi verilecektir. Yani, çalıştırdığı işçi ve aldığı ham madde buna göre olacaktır. Ham maddenin de mamul maddenin de kredi değeri olacaktır. Açılan kredi bu değerlerin tutarından fazla olmayacaktır. Devlet böylece bütün malların stok miktarlarını bilecektir. Kredi değerini öyle ayarlayacaktır ki bütün mallarda dengeli üretim olsun. Krediler maliyet değerinin altına düştükçe üreticiler onu üretmekten vazgeçer ve başka şey üretirler. Bu ürettikleri başka şey iç ihtiyacı karşılamıyorsa yani doyma varsa ihracata yönelirler, yahut yatırıma yönelirler.
f) Üretim yapılabilmesi için elektriğe ihtiyaç vardır. Elektrik bedeli de üründen pay olarak verilmelidir. Mesela, 100 torba çimento üretenden diyelim ki 30 torba çimento devletçe alınacaktır. Bu elektrik bedeli karşılığı olabileceği gibi, bunun içinde bütün vergiler ve sigorta primleri olacak, işletme başka vergi veya sigorta primi veya elektrik bedelini ödemeyecektir. Harcadığı elektrikle üretim miktarını da devlet kontrol edebilecek; kredi alamayacağı ve elektrik kullanamayacağı için vergi kaçırması da sözkonusu olmayacaktır. Devlet bu 30 torbalık çimentoyu ambardan almayacak, sadece kâğıdını alacak ve ihale ile satarak gelirini temin edecektir.
g) Bankalar kredileri faizsiz vermiş olacaklardır. Banka giderleri vergi içinde karşılanacaktır. Mesela, 30 torba çimento içinde 4 torbası bankanın olmuş olur. Yani, işyerinde ne kadar çok üretim olursa bankanın payı da o kadar çok olur. Böylece banka bu kredileri işverenlere açmış olur. Her türlü ipotek ve tapu şerhleri ücretsiz ve vergisiz olacaktır. İşveren herhangi bir bankaya başvurup işveren kredisini isteyecektir. Bir taşınmazı ipotek edecektir. Bedel tesbit edilecek, onunla ipotek etmiş olacaktır. Kredi alan malı sattığı halde krediyi kapatmazsa bu taşınmaza el konacaktır. Baştan kabul ettiği ipotek değeri ile bankaya kalacaktır. Onu açık artırma ile sattırıp ipotek veren zarara uğratılmayacaktır. Haraç mezat satışlar kalkacaktır. Bankalar ayrıca kredileşme sistemi içinde olacaktır. Yani, mevduat olarak kabul ettiği miktar kadar kredi açacaktır. Faiz yerine kredileşme sistemi çalıştırılacaktır.
h) Cebrî icra kalkacaktır. Borcunu ödeyemeyenlerin kredileri kesilecek, borçlanma ehliyetleri kaldırılacaktır. Kişi önce para verip sonra mal alabilecektir. Önce mal verip sonra malı alabilecektir. Önce parasını ödeyip ondan sonra çalıştırabilecektir. Önce çalışıp sonra parasını alabilecektir. Hâsılı, böyle bir kimse işveren değil, işçi olacaktır.
i) İşletmelere asla dokunulamayacaktır. İşletme sahip değiştirse de işletme çalışmaya devam edecektir. Bir işletme borcunu ödeyemez duruma düşünce onun yöneticileri değiştirilmeli, işletme dağıtılmamalıdır.
j) Merkez Bankası banka şubelerine -bankalara değil- krediler açmalıdır. Her işletme yalnız bir yerden kredi alabilmelidir. İşletmelerin harcadığı elektrik miktarı ile orantılı kredileri Merkez Bankası banka şubelerine vermelidir. Böylece getirdiği gelir nisbetinde kredi verilmiş olur. Vergi ile orantılı kredi verilmiş olur. Bankalar bu kredilerini faizsiz olarak işletmelere vereceklerdir. Üretimden paya ortak olacaklardır.
k) Elektrik kaçaklarını önlemek için elektrik dağıtımı elektrik satışı şeklinde olmalıdır. Yüksek gerilim şebekesi orta gerilim şebekelerine satmalı, orta gerilim şebekeleri de alçak gerilim şebekelerine satmalıdır. Her trafo ayrı işletme olmalıdır. Her trafo işletmelere elektriği kendisi satmalı, parasını tahsil etmemelidir. Sadece saatle tesbit edip bankaya bildirmelidir. Müşterinin imzasını almalıdır. Elektrik ancak mahkemenin kararı ile tesbit edilmelidir. Elektrik trafo işletmeleri dağıtım paylarını kamudan almalıdırlar. Yani, işletmelerin mal olarak ödedikleri vergilerin bedelinden pay olarak verilmelidir.
l) Elektrik üretimi serbest olmalı, ancak alıp satma ise TEK’e ait olmalıdır. Alış bedeli tek değer olarak talebe göre resmen tesbit edilmelidir.
Burada önemli bir açıklama yapmamız gerekmektedir. Bundan yüz yıl önce devlet yönetmek çok zordu. Herkese iş ve aş bulma çok zordu. Çünkü o dönemlerde para altın ve gümüş idi. Devletin elinde para yoktu. O zaman dış borç zorunlu olabilirdi. Şimdi ise devlet için para denizdeki su gibidir. İstediği kadar edinebilir. Günümüz şartlarında bir devletin nakit olarak dış borç alması deliliktir; zavallılıktır; ülkeyi sömürtmektir; ülkeyi satmaktır.
Bütün sorun kredinin enflasyon yapmayacak şekilde açılmasıdır. Asıl sorun buradadır. Bu da azami kâr esasına göre kredi açmadır. Azami faiz esasına göre kredi açmamadır. Sömüren ülkeler için bu yararlıdır. Çünkü bu sayede sömürebilirler. Ama sömürülen ülkelerde ise kredi faizli olursa o ülkenin her yıl borcu artar ve o borçlu ülkeler çökerler. Bu ülkelerin sömürüden kurtulmaları için tek yolları vardır. O da faizsiz sistemi ülkelerine getirmedir. Bunun için kredi azami üretime göre açılmalıdır. Krediler faizsiz verilmelidir. Banka giderleri üretimden pay alma şeklinde olmalıdır.
Bu uygulama enflasyonu sıfır kılar. Bu ülkede üç ay sonra herkese iş verilirse, en çok iki sene içinde enflasyon %5’lerin altına iner. Daha da aşağı iner. Çünkü üretim artacak, piyasada mal artacak, ama mal karşılığı olmayan para piyasaya çıkmayacaktır. Dolayısıyla enflasyon kendiliğinden sıfırlanacaktır.
YOLSUZLUKLARA KARŞI ALINACAK TEDBİRLER
İşsizlik sorununu acil olarak asgari ücret karşılığı çalışma kredisi verilmesi ile çözebiliriz. Ancak, başlangıçta çalışmaya başlayan ve üç ay içinde işsizliği geçici olarak çözen bir düzen sürekli olmaz. Her düzeni istismar eden ve onu bozan kimseler ortaya çıkar. Mesela, işçi çalıştırmadan çalıştırıyormuş gibi kredi çekip onu başka yerde kullanan kimseler ortaya çıkacaktır. Sonunda mal olmadan yani üretim yapılmadan kredi verilmiş olacaktır. Bunun için başlangıçta ortaya koyduğumuz acil çözümü gerçekleştiren çözüm zamanla istismar konusu olur. Bu bakımdan sistem temelinden ayarlanmalıdır. Burada karşılaştığımız en büyük sıkıntı köylülerimizdir. Köylüler köyde kayıt dışı çalışmaktadırlar. Ama resmen kentlerde çalıştırılıyor görünmektedirler. Sigortalanmaktadırlar. Böylece istihkak etmediği bir sigorta sistemi geliştirilmiştir. Bu yetmiyormuş gibi şimdi biz çalışana kredi vereceğiz. Kişiler çalışmayacak ama kredisi alınacaktır. Üç ay sonra işte böyle bir tehlikeyle karşılaşmış olacağız. Bu tür yolsuzluklara karşı da tedbirler almalıyız. Bunun için şu tedbirler alınmalıdır.
a) Krediler ilçelerde bulunan banka şubelerince dağıtılacaktır. Banka yöneticileri doğrudan sorumlu olacaktır. İşyerlerinde çalışılıp çalışılmadığı, üretim yapılıp yapılmadığı, mamul ve ham maddelerin ambarlarda mevcut olup olmadığı banka şubelerince denetlenecektir. İlçelerde değişik bankalar bulunacağı, bankalar arasında serbest rekabet olacağından, üreticiler için bir baskı oluşturmayacaktır. Müşteri bulabilmeleri için kolaylık gösterilecek ama sorumluluk sebebiyle dikkatli olacaklardır.
b) Herkesin sadece bir bankada hesabı olacaktır. Hangi ilçede oturuyorsa ancak o ilçedeki bankalardan birinden kredi alacaktır. Çalışan için de işveren için de durum böyledir. Sigortalama sözkonusu olmadığı ve krediyi yerinde kullanma imkânı sağlandığı için bu yolsuzluk azalacaktır.
c) Ülkemizin en büyük sorunu topraklarımızın işlenmez olmasıdır. Köylü ancak kendisine yetecek kadar ekim yaparak yaşamaktadır. Satmak üzere üretim yapmamaktadır. Bunun sebebi de maliyetin pahalı olması ve pazar bulamayışıdır. Bu durum tarlalarımızı boş bırakmaktadır. Sonunda kentlimiz yiyeceğini dışarıdan ithal etmek zorunda kalmaktadır. Satacağımız bir şey olmayınca da krizler ortaya çıkmaktadır. Köylümüze mal üretim karşılığı kredi vermeliyiz. Köylümüze devre başında peşin olarak bedeli ödenerek üretim yaptırılmalıdır. Bunlar maliyet üzerinden fazla değer olmalıdır. Piyasa değeri ile satılacaktır. Ancak sübvanse edilecektir. Sanayi üretimindeki kârımızla bu zararı kapatmalıyız.
d) Köylerde elektrik ucuz olmalıdır. Köylü bunu ister zirai üretimde, ister sanayi üretiminde kullansın, bu elektrik ucuz olmalıdır. Bu ucuzluk sadece elektrik bedeli ucuzluğu olmayacaktır. Vergi ve sigorta bedelleri de az alınmış olacaktır. Bunun sağladığı yarar şudur. Köylerdeki gizli işsizlik ortadan kalkacaktır. Köylüler tarım işleri döneminde tarımda kendi işlerini yapacaklar, diğer boş zamanlarını küçük sanayi yerlerinde geçireceklerdir. Bunlar daha kolay pazar bulacaklardır. Çünkü elektrik, vergi ve sigorta prim payları az olacaktır.
e) Bundan elli sene önce standartlar oluşmamıştı. Küçük sanayi ile büyük üretim yapılamazdı. Oysa şimdi standartlar ortaya çıkmıştır. Yol, su ve elektrik köylere kadar gitmiştir. Küçük atölyelerde üretilecek parçalar birleştirilerek büyük sanayinin yapabildiği işler yapılabilecektir. Köylerde elektrik, dolayısıyla diğer giderler daha ucuz olacağı için sanayi köylere kaymış olacaktır. Kentleşme yani kentlere göç duracak, tarım da gelişecektir. Boş topraklar kalmayacaktır. Çünkü toprakların boş kalması insanlık için bir ziyandır.
f) Küçük işletmelerin faaliyet yapabilmesi için bunların formalitelerden ve muhasebe mecburiyetinden uzak tutulması gerekir. Vergi harcadıkları elektrik miktarı ile değerlendirilecektir. Böylece defter tutma mecburiyeti ortadan kaldırılmış olacaktır. İsteyenler resmî defter tutacaklar ama bu defterler sadece lehlerinde kullanılacaktır. Kimsenin defteri kendi aleyhine belge olmayacaktır.
g) Köylerde küçük sanayinin gelişebilmesi için haberleşme ve nakliye ucuz olmalıdır. Vakıf garajlar kurulmalıdır. Vakıf taşıtlar olmalıdır. Üretici malını nerede üretirse üretsin, aynı bedelle alınacaktır. Yakınlar uzaktakileri sübvanse etmelidir.
h) İlçe merkezlerinde “Mala-Mal Marketleri” kurulmalıdır. Halk ürettiği malı getirip bu mağazalara serbest pazarlıkla satmalıdır. Ancak karşılığında para değil, o mağazalarda satılan başka mal alabilmelidir. Böylece mübadeledeki sermaye engeli ortadan kaldırılmalıdır.
İŞSİZLİĞİN ÖNLENMESİ İÇİN YATIRIM DA AYRICA DÜZENLENMELİDİR
Bir ülkede insanlar çalışırlar, geçinirler ve nüfuslarını artırırlar. Diğer taraftan da yatırım yaparlar. Klasik Batı ekonomisinde halk kazanır ve tasarruflarını bankaya mevduat olarak koyar. Müteahhitler bu mevduatları kredi olarak alır ve bununla inşaat yaparlar. Halk bu birikmiş mevduatlarını çekerek taşınmazları alırlar. Bu sistem kapitalist ülkelerde, hattâ sosyalist ülkelerde bile geçerli olmuştur. Bunu ilk defa Keynes keşfetmiştir. Yatırım bu suretle dengelenmektedir.
Gerçekte ise yatırım insanların artırdıkları emek ile yapılır. İnsanlar eğer günde dört saat çalışarak geçinebiliyorlarsa, kalan dört saatlerini de yatırıma yani imara harcayacaklardır. Yaşayanlar geçinecekler. Artırdıkları zaman ile yapılar yapacak, işyerleri kuracaklardır. Buralarda yaşayacak ve çalışacak, böylece daha fazla çocuk yapacaklardır. Ekonomi işte böyle düzenlenmelidir ve gerçek denge kurulmalıdır. Eğer karınlarını doyurmadan inşaat yaparlarsa aç kalırlar. Nüfusları azalır. O yapılar ve o işyerleri hiçbir işe yaramaz. Yahut karın doyduktan sonra daha fazla üretim yaparlarsa o üretim bir şeye yaramaz; yahut israfa ve sefahate götürür. Bu dengeyi kuracak mekanizma geliştirmemiz gerekmektedir.
RESMÎ ÜCRETLER
Kapitalistlerde resmî ücret yoktur. İşverenle işçi arasındaki anlaşmalarla ücret belirlenir. Bu ancak birbirini tanıyan kimseler arasında mümkündür. Tekel yönetiminde bu uygulama gerçekleşmektedir. Geçici işçi olarak fabrikaya giren işçi zamanla çalışarak denenir, tanınır ve ücretleri belirlenir. Oysa bu halk ekonomisinin olduğu ülkelerde böyle uzun zaman bir yerde çalışma imkânı bulunmaz, kişi sık sık işyerlerini değiştirmek zorunda kalır. Bu sebeple resmî ücretlerin tesbit edilmesi gerekmektedir. İmtihanlar yapılacak, dayanışma ortaklıkları teminatlı ehliyetler vereceklerdir. Herkesin resmî ücretleri olmalıdır. Ben evime gelen sıvacının ustalık derecesini onun resmî ücreti ile anlamalıyım.
Sosyalistlerde ise resmî ücret vardır, bu ücretle çalışmak zorunludur. Bu da insanların iradesini ortadan kaldırmaktadır. Bu sebepledir ki “Adil Düzen”de resmî ücretler vardır. Ancak bu ücretlerin uygulanması zorunlu değildir. İşveren ile işçi anlaşarak istediği ücreti belirleyebilirler.
Resmî ücretler ne işe yarayacaktır?
a) Ücret üzerinde anlaşma yapılmamışsa resmî ücret geçerli olacaktır. Böylece küçük işlerde pazarlık külfetinden kurtulmuş olacaklardır. Ortaklıklarda başka bir anlaşma yapılmamış ise resmî ücret nisbetinde çalıştıkları saatleri bölüşeceklerdir.
b) Resmî işlerde çalışmalar yapıldığında resmî ücretle ücretlendirilecektir. Vatandaşlara farklı muameleler yapılamaz.
c) Emeklilik resmî ücret üzerinden yapılacaktır. Kimse prim ödemeden, resmî ücret ve yaşına göre emeklilik aylığı verilecektir.
d) En önemli olarak bizi şimdi ilgilendiren husus ise, inşaat işlerinde resmî ücretle çalışma zorunluluğu vardır. Üretimde ücretler ürüne yüklenir. Ürün satıldığında işveren kâr veya zarar etmiş olur. Bu sebeple işveren işçiye istediği ücreti verebilir. Ancak inşaatta müteahhit çalıştırır ve ücret inşaata yüklenir. İnşaatı tamamlayıp teslim eden müteahhit artık borçtan kurtulur. Yapı doğrudan topluluğa geçer. Onu topluluk satar. Dolayısıyla burada kullanılan malzemelerin fiyatları resmî fiyatlar olmalıdır. Ücretler de resmî olmalıdır. Müteahhide inşaattan pay verilebilir veya payı devlet alabilir. O halde inşaatta resmî ücretle çalışılacaktır. İmalatta da resmî ücret üzerinden kredi verilecektir İmalatta kredi ücreti ile emek ücreti farklıdır. Oysa inşaatta kredi ücreti ile emek ücreti aynıdır.
Bu neyi sağlayacaktır? Kişiler resmî ücretten fazla ücretli iş buldukları zaman oralarda çalışacaklar ve üretim yapacaklardır. Ancak üretim çoğalırsa fiyatlar düşecek, dolayısıyla ellerine geçen ücret resmî ücretin altında olacaktır. O zaman üretimi bırakacak, inşaata döneceklerdir. Böylece kendiliğinden bir denge ortaya çıkacaktır. Eğer piyasada yeter derecede mallar yoksa pahalı olacak ve halk inşaatta değil üretimde çalışacak, eğer mallar çoğalmışsa inşaata döneceklerdir.
İşte böylece işsiz kimse kalmayacaktır. Pazar sorunu da olmayacaktır. Çünkü eğer mal yeter derecede ise kredi inşaata kaymış olacaktır. Bunu yönlendirmeyi de kârlı olması sağlayacaktır. Yapılan binaları halk satın alacaktır. Yetiştirdikleri fazla çocuklara yani artan nüfusa yeni iş bulunacaktır. Öyle bir ekonomi sistemi kurulmalıdır ki, ekonomik büyüme artan nüfus ile baş başa gitmelidir. Ekonomik büyüme para ile değil, mal ile ölçülmelidir.
İşsizliğin tamamen dengelenmesi ve üretilen mallar arasında dengenin oluşması için yeni bir sistem geliştirilecektir. Bu çalışana kredi yerine halka kredi ile mümkün olacaktır. Yılbaşında emeklilere sipariş vermeleri şartı ile peşin ödenir. İşçilere verilecek kredi de siparişlerde kullanmaları şartı ile peşin verilir. Böylece halk yıllık ihtiyacının siparişlerini mağazalara peşin ödeyerek yaparlar. Onlar da tüccarlara, tüccarlar da fabrikalara sipariş verirler. Fabrikalar ham maddeleri yılbaşında peşin olarak sipariş vermiş olurlar.
Böylece yılbaşında serbest fiyatlarla bütün siparişler yapılmış ve işyerleri de siparişlerini almış olur. Fiyatlar yılbaşında ödendiği için enflasyonun etkisi de yok olmuş olur. Türk halkı o yıl hangi malların ne miktarda kimler tarafından üretileceğine karar vermiş olur.
Burada çıkan iki sorun vardır.
Birinci sorun, ülkede üretilmeyen malların nasıl temin edileceğidir. İhraç edilecek mallar nasıl üretilecektir. Bu sorun tüccara çözdürülmektedir. Tüccara denmektedir ki; Sen ithal malı sipariş al. Ona mukabil seçeceğin bir malı ihraç etmek üzere ülke fabrikalarına sipariş ver. Sonra bunu al, götür ve sat. Onunla elde ettiğin para ile sipariş aldığın malları satın al, ülkeye getir ve halka eslim et. Böylece dış ticaret dengesi de kendiliğinden sağlanmış olacaktır. Ülkede üretilmeyen mallarda sipariş de yer almış olacaktır. Biz tüketiciye verdiğimiz bu kredi ile kasabalardaki mağazaları, bölgelerdeki tüccarları, bütün üreticileri ve işçileri kredilendirmiş oluyoruz. Önemli olan husus, kimsenin eline nakit vermiyoruz. Halka, sipariş ver, biz ödeyelim; mağazalara, aldığın siparişleri tüccara sipariş ver, biz ödeyelim; tüccara, fabrikalara sipariş ver, bedelini biz ödeyelim; fabrikalara da, işçiyi çalıştır, bedelini biz öreyelim; ham maddeyi sipariş ver, bedelini biz ödeyelim diyoruz. Oysa işçiye kredi vermiştik. Onunla mal satın almıştı. Ona da parayı ödemeyeceğiz. Böylece kredinin geri dönmemesi sözkonusu değildir. Kredi alan işçi çalışmazsa onun siparişini iptal ederiz. Nihayet bu iptal sebebiyle bizim elimizde mal kalmış olur.
İkinci sorun ise, kişiler tasarruf yapmak istiyorsa artan emeklerini nasıl harcayacaklardır? Bunun çözümü de inşaat kredisidir. İşçi gider istediği inşaatta çalışır, resmî ücretini gelip bizden alır. Müteahhitler yapacakları inşaatı seçerler. Resmî ücretle eğer işçi bulurlarsa malzeme kredisini de alıp inşaat yaparlar. İnşaatı ne kadar erken bitirirlerse kredileri o kadar yükseltilir. İnşaat maliyetle ne kadar erken satılırsa kredileri o kadar erken çözülmüş olur. Böylece müteahhitler en uygun olan inşaatı yapmayı tercih edeceklerdir.
Bu sistemle işsiz insan kalmayacak, ama serbest rekabet de tamamen korunmuş olacaktır.
Şüphesiz işsizlik sorununu çözmek basit değildir. Tüm kamu yapısının sorununu çözmek demektir. Ancak çok kolay başlanabilir. Çalışana asgari ücret kredi olarak verilir. İşveren borçlandırılır. Sonra çıkan olaylar nedeniyle gerekli önlemleri almak için devletin diğer kurumları da ıslah edilir.
ÇALIŞMAK İSTEYEN HERKESİN İŞ BULABİLMESİNİ SAĞLAYAN KANUN
Madde 1- Devlet, hurda veya külçelerde bulunan saf altın karşılığı, aynı miktarda saf altını içeren cumhuriyet altınını verir. Altını sikke hâline getirme masraflarını almaz. Devlet bütün arz ve talebi karşılamak için her gün cumhuriyet altınını Türk Lirası ile yeniden değerlendirerek alıp satır. Aynı günde alış ve satış farkını koymaz.
Madde 2- Kuyumcular her türlü vergiden muaftır. Defter tutma zorunluluğu yoktur. Cumhuriyet altınını hazine değeriyle kârsız alıp satmak zorundadırlar. Altının ihraç ve ithali de serbesttir. Gümrüklerde girerken ve çıkarken beyan etmeleri yeterlidir.
Madde 3- Her türlü para ve hamiline yazılmış senetlerin alınıp satılması serbesttir. Kayıt zorunluluğu yoktur. Bu yolla elde edilen kazançlar vergiden muaftır. Bunların yurt dışına çıkarılması ve yurt içine getirilmesi serbesttir. Gümrükler de sadece beyana tâbidir.
Madde 4- Cumhuriyet altınının günlük değeri Türk lirasının değerini ifade eder. Her gün hazine tarafından yayınlanır. 23 Nisan 1920 tarihinden itibaren belirlenen TL altın değer oranları Devlet İstatistik Enstitüsü’nce yayınlanarak her kuyumcu, döviz bürosu, banka şubeleri ile köy ve kent muhtarlıklarında bulundurulur. Her türlü borçlanmalar cumhuriyet altını üzerinden yapılır. Her türlü ödemeler Türk lirası üzerinden yapılır. Devlet Türk lirasından ayrı para ödemez. Türk lirasından ayrı parayı da kabul etmez. Yabancı paraları devlet değil halk ve tüccar borçlanır ve alacaklı olur. Bankalar altın-gram karşılığı olmak üzere TL’yi yabancı paralarla takas ederler veya kredileşirler. Devlet yabancı paraları yeniden borçlanamaz.
Geçici Hüküm: Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce yabancı paralarla yapılan borçlanmalar en kısa zamanda ödenerek tasfiye olunur. Bankalar TL ile takas yapabilirler veya kredileşirler.
Madde 5- Devlet bütün borç ve alacaklarını cumhuriyet altınının değerine çevirerek faizi kaldırır. Hazine ve devlet bankaları faizli işlemler yapamaz. Devlet borcunu ödemeyenlerin kredilerini keser, borçlanma ehliyetini kaldırır. Alacağını kişi öldüğünde veya emekli olmak istediğinde mallarına el koyarak tahsil eder.
Madde 6- Asgari ücret cumhuriyet altını üzerinden kişi başına cumhuriyet altını olarak bütçe kanununda belirlenir. Bu miktar asgari emekli aylığıdır. Emekli aylığı bu miktarın yarısından az olamaz. Bu miktar vergi ve sigorta gibi her türlü kesintilerden muaftır.
Geçici Hüküm: 2003 yılı için asgari ücret kişi başına ayda bir cumhuriyet altınıdır.
Madde 7- Her çalışanın en az asgari ücret kadar çalışma kredisi vardır. Bir işverenin yanında çalıştığında işveren borçlandırılır, çalışana TL olarak bankalarca ödenir. Her işletmenin aldığı ham madde bedeli de alan borçlandırılarak satana ödenir veya kredi borcundan tenzil edilir. Her malın cumhuriyet altını cinsinden kredi değeri vardır. İşletme ambara koyduğu mal miktarınca bu kredi değeri karşılığı işçilik ve ham madde kredisini alır. Kredi faizsizdir. Mal satılınca ödenir. Bu kredileri verme ve satışları takip edip alacağını tahsil etme banka şubelerine aittir. Herkesin ve her işletmenin ancak bir banka şubesinde hesabı vardır. Merkez Bankası bu şubelere faizsiz krediler açar.
Madde 8- Elektrik üretimi serbesttir. Elektrik enerjisi TEK’e satılır. Elektrik fiyatları gün ve saatlere göre değişmekle beraber aynı saatlerde tek fiyattır. Her trafo ayrı işletme olup işletmeler birbirlerine enerjiyi TEK’ce belirlenen fiyatlarla satarlar. Dağıtım ve kayıp yüzdesi bütçe kanununda belirlenir. Devlet bütçe kanununda standart malların elektrik değerlerini belirler. Bu değerler elektrik bedelinin yanında vergi, sigorta, banka hizmet payı ve genel hizmet paylarını içermek üzere belirlenir. Elektriği kullananlar o miktarda mamulün pay belgesini devlete verirler. Devlet bunları değerlendirerek gelirini pay sahiplerine bölüştürür. İşlemeler elektrik enerjisini TEK’ten alırlar. Öz üretim ancak TEK’in denetiminde sadece yedek olmak üzere üretilir.
Madde 9- Sipariş vermek şartı ile emeklilere yıllık bütün aylıkları, çalışanlara da çalışma kredilerin yılbaşında peşin olarak ödenir. Mağazalar alacaklandırılır. Mağazalar tüccarlara sipariş verirler ve tüccarlar alacaklı hâle gelir. Tüccarlar sipariş verirler ve işyerleri alacaklı hâle gelir. İşyerleri işçileri çalıştırır, ödemeyi bankalar yapar. Ham maddeyi sipariş verir, ödemeyi bankalar yapar. Tüccarlar ülke içinde ürettikleri malların bir kısmını dışarıya satarak onun bedeli ile dışarıdan malları satın alıp ithal eder ve onunla siparişlerini karşılarlar. İç siparişleri karşılamak üzere ithal edilen mallardan vergi alınmaz.
Madde 10- Herkesin yaş ve tahsiline göre belirlenmiş bir resmî ücreti vardır. Kamu hizmetlerinde çalışanlar bu resmî ücreti alırlar. Emekliler emekli oldukları yaş ve bu resmî ücretlere göre emekli olurlar. Başka bir ücret belirlenmemişse resmî ücreti istihkak ederler veya buna göre ücret paylarını bölüşürler. Herkesin resmî ücretine göre çalışma kredisini alma hakkı vardır. Bunu isterse üretimde kullanır. İşverene borçlanır. Kendisinin işyerinde de çalışmış olabilir. Yahut, bir inşaatta çalışır ve ücretini alır. İnşaatın yapısı borçlanmış olur. İnşaat veya inşaat malzemesi üretenlerde çalışacaklara sipariş kredisi verilmez. Çalıştıkları gün kadar istihkak etmiş olurlar. Müteahhitler inşaat yerlerini kendileri seçerler. Yapı veya hisse senetleri satıldığında kredilerini öderler. Müteahhitlere yapıdan bir pay verilir. Her müteahhidin bir taahhüt kapasitesi vardır. Her inşaatın bir ihale bedeli vardır. İlk talip olana verilir. Müteahhitlik payı ihale dosyasında belirlenmiştir. Yapı satıldıkça kredi kapatılır. Müteahhide yeni kredi açılır.
Geçici Hüküm: Bu kanunun yayınlanmasından önce yapılan her türlü icralar iki yıllığına durdurulmuştur. İki yıl sonunda borçlular bir ödeme plânı vererek ödeme yaparlar. Bu plânı vermeyenler veya ödeme plânına göre ödeme yapamayanlar iflas etmiş olur. Müflislerin borçlarını devlet taksitlendirerek öder. Kendisi alacaklı hâle gelir. Ödeyenlerin itibarı iade edilir.
Madde 11- Bu kanun bakanlar kurulunca uygulanır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN SEMİNERLERİ; 187. SEMİNER İstanbul, 30 Kasım 2002
YORUM - 18
TEBLİĞ
Allah mümine dört şey emretmiştir:
1. İlk emir “oku”dur, öğrenmektir. Her söze kulak vermektir.
2. İkinci emir ise öğrendiğini yaşamaktır. En iyisine uymaktır.
3. Üçüncü emir diğer mü’minlerle bir olup birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmektir.
4. Dördüncü emir de tebliğdir, dinlemeyenleri uyarmaktır.
Bu dört emir sıra ile gerçekleştirilecektir.
Bu dört emri daha lise talebesi iken hissetmiş ve buna göre çalışmaya başlamıştım. Öğrendim, yapmaya çalıştım; ama hakkı nasıl tavsiyeleşecektim? Bunun için liseden beri bulduğum bir usûl vardı. Yakınlık gösteren arkadaşlarla bir olup onlarla bir iş yapmak. Birlikte okuyarak o işler hususunda bilgi edinmek. Bu arada hakikati ararken hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek. Lisede bu amaçla bir dergi çıkarmaya çalışmış ve okuldan ceza almıştık. Üniversitede ise bir iş yapamadık, ama birlikte okuma fırsatını bulduk. Yakın arkadaş grubumuz oluşmuştu.
İzmir’e gidip oradaki arkadaşlarla tanışmadan iş hususunda bir deneme yapmak mümkün olmadı. Nihayet iş hususunda üç denememiz oldu.
1. Birincisi, Nur Risalelerini okuyanlarla bir site kurma teşebbüsümüz olmuş; sonra Fethullah Gülen gelmiş ve biz bunu gerçekleştirmek üzere iken, bizim siyasete de katılmamız sebebiyle usûlde ayrılık olmuştur.
2. Sonra “Akevler”i kurduk. Akevler’de uygulayarak hakkı tavsiye etme imkânları ortaya çıktı. Necmettin Erbakan ile 1969 yılında bağımsız adaylıklarımızdan beri siyasette yakınlığımız olmuştur. Sonra Kırgızistan’a gidip orada beş yıl tebliğ denemeleri yaptım.
3. Şimdi İstanbul’da Akevler Kooperatifleri üzerinde çalışmaktayız...
Benim bütün çalışmalarımda tek hedefim, ortaklıkta hakkı tavsiyeleşme ve sabrı tavsiyeleşme görevimi arkadaşlarımla birlikte yerine getirmek olmuştur. Ne servet, ne de makamlar edinmek hedefim olmamıştır. Allah’a hamd olsun ki, hakkı tavsiye hususlarında ve hakkı tebliğ etme görevlerinde elimizden geleni yapma imkânını bahşetmiştir. Ne makam, ne de serveti istemediğim için de bunlarda bir başarımız sözkonusu değildir. Bu hususta bazı yakın arkadaşlarımı makam veya servetten ettiğim de olabilir. Allah’tan mağfiret dilerim.
Gerek “Akevler”de, gerek “Millî Görüş”te, gerekse “Adil Düzen” üzerinde birlikte çalıştıklarımız arasında Meclis’e taşınan ve hükümette yer alan kardeşlerimiz vardır. Bir ara bunları ziyaret edip bir taraftan tebrik etmek, diğer taraftan hakkı tavsiyeleşmek ve sabrı tavsiyeleşmek görevimizi yerine getirmeyi düşündük. Ancak buna ayıracağımız vaktimiz ve imkânımız olmadığı için şimdilik bu “yorumlar”ı yazmakla yetineceğiz.
Bu yazı ve yorumlarımızı onlara ulaştırmak da, bunları okuyan kardeşlerimizin görevi olacaktır. Onların tavsiyeleri olursa bize getirmek de yine siz okuyucularımıza ait olacaktır. Eğer böyle yapmakla Allah’ımıza karşı bir isyan sözkonusu ise; Allah’ın bize hidayet etmesini ve affetmesini niyaz ederiz.
III. bin yılın hakkı üstün tutan V. İslâm/ II. Kur’an Uygarlığı’nın eşiğinde iken, Allah bu uygarlığı kurma görevini ulusumuza vermiştir. İslâmiyet’i Batı’nın ulaştığı müsbet ilimle yorumlayarak çağın üstüne ulaşma görevini yüklenmiş bulunuyoruz.
Allah Tanzimat ile bugünkü ordumuzu, I. Meşrutiyet ile bugünkü Batı’nın müsbet ilmini, II. Meşrutiyet ile içtihat ve icma müesseselerini, I. Cihan Savaşı’nda Kuvva-yı Milliyeyi, Cumhuriyet ile bütün saffetiyle Anadolu’muzu vermiştir. 1930’larda muasır medeniyetin fevkine çıkmanın yolunu, 1940’larda demokrasiyi, 1950’lerde ezanı, 1960’larda örgütlenmeyi, 1970’lerde iktidar ortaklığını, 1980’lerde İslâmî eğitimi, 1990’larda iktidarı ve 2000’lerde anayasa ekseriyetini bahşetmiştir. Allah bu rahmet ve lütfunda son görevi sizlere vermiştir.
Bizim neslimiz Müslümanları Batı düzeni içinde ortaya çıkardı ve en üst seviyelere ulaştırdı. Biz bunu yapmakla görevli idik. Şimdi sizin göreviniz, bizim neslin çalışarak oluşturduğu “Adil Düzen”i hayata geçirmektir. Sizin nesliniz dünyaya “Adil Düzen” örneğini verecektir.
Bunun için önce öğreneceksiniz, sonra kendi içinizde uygulayacaksınız, daha sonra da diğer mü’minlerle tartışacaksınız ve ondan sonra da tebliğ görevinizi yapacaksınız.
Şimdi sizin önünüzde dikelen üç başlılık vardır.
Hükümetin başı Abdullah Gül, Meclis’in başı Bülent Arınç, partinin başı Recep Tayyip Erdoğan.
Aslında bu durum “Adil Düzen” için bulunmaz bir fırsattır.
Anayasada ve “Adil Düzen”de kuvvetler ayrılığı vardır. Ama uygulanmaz. Göstermeliktir. Her işi hükümet yapar. Oysa, yasama ve denetleme Meclis’in, uygulama ise icranın görevidir. Bunun sebebi denetlemenin olabilmesidir. Kanunu yapan aynı zamanda uygulayan olunca, o artık kanun olmaz, keyfî yönetim olur. Oysa kanun yapan ile uygulayan ayrı kimse olunca, denetleyen de yargı olursa denge kurulmuş olur. Bu ayrılık sistemini Tevrat getirmiş, peygamberlere şeriat yapma hakkı verilmemiştir. Sonra Yunanlılar Tevrat’ın yerine meclisin kanunlarını koydular ama yine bu usûle uydular. İslâmiyet’te de yöneticilerin kanun yapma yetkileri yoktur. Bu durum Avrupa’da anayasalara yasama ve yürütme ayrılığı şeklinde geçmiştir.
O halde yapılacak iş; R. Tayyip Erdoğan Meclis’teki grubu çalıştıracak ve yasalar ürettirecek, kanun tekliflerini hazırlatacaktır. Bülent Arınç diğer partilerle de ilişkiler kurarak tekliflerin uzlaşma ile kanunlaşmasını sağlayacaktır. Hükümet yani Abdullah Gül ise bu kanunları uygulayacaktır. Milletvekilleri uygulamaları takip edecek, müdahale etmeden Meclis’e taşıyacaklardır. Böylece “Adil Düzen”e göre çalışma başlamış olacaktır.
Bütün çalışmaların dengeli yürümesi için bunların görev ve yetkileri kesin olarak ayrılmalıdır. Yani Gül görevini, Erdoğan görevini, Arınç da görevini bilecektir. Bu sorun nasıl çözülecektir? Bunu ilim çözecektir. Bu ilim “hukuk ilmi”dir. Hukuk ilmi kanunları bilmek değildir. Hukuk ilminin Kur’an’daki adı “fıkıh”tır.
Fıkıh, kanun yapma, kanunları yorumlama, kanunları uygulama, kanunlara göre muhakeme etme sanatının ilmidir. Bu ilim yalnız İslâmiyet’te vardır. Batı bunu hukuk usulleri ile çözmeye çalışmıştır. Oysa kanunu kanunla anlayamayız. Onun içindir ki Kur’an Kur’an’ı anlamak için beyanı öğretmiştir.
İşte bu ilimleri yalnız Adil Düzenciler bilmektedir.
Çünkü; onların dışındakiler ya bin yıl önceki fetvaları, ya da Batı’nın kanunlarını ezberlemişlerdir.
Bundan dolayı “Adil Düzen”i benimsememiş olanlar kördür, sağırdır, dilsizdir.
İşte sizin aranızda çıkacak ihtilâfların çözüm yolunu yine “Adil Düzen” göstermiştir. Aranızda ihtilâf olunca taraflardan biri Adil Düzencilerden birini hakem, diğeri de diğer hakemi seçecektir. İkisi baş hakemi seçecektir. Onların kararlarına uyacaksınız. Böylece dengeli olarak ülkeyi dört-beş sene yönetirsiniz, Adil Düzene uygun kanunları çıkarırsınız.
Hakemlik sistemini benimsemezseniz, o zaman şeytan aranıza girer ve sizi paramparça eder. Bu dünyada uğradığınız sıkıntılar önemli değildir; asıl azabı ölümden sonra tadarsınız. Allah ve resulüne teslim olmak demek, hakemlere teslim olmaktır. Bu işbölümü size dışarıdan yapılacak müdahaleleri de önler.
Kanun yapmak ve yorumlamak yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Anayasaya göre kanun yorumlamak yetkisi Meclis’ten başkasına verilmemiştir. Kanunları Meclis yapar. Uygulayacaklar kendi içtihatları ile uygularlar. Bu kanunları yorumlama değildir; bu kanunları uygulamadır. Farkı, uygulayıcının anlayışı her uygulamada değişir. Yani, kanunu bir saat evvel anladığının başka türlüsü anlayabilir. İçtihadı her zaman değişebilir. Hele birinin anlayışı başkasını asla bağlamaz. Yorumlamak, genel kural haline getirip başkalarını her zaman uygulama şeklinde bir anlayıştır. Bu da bir yasa olduğu için başkalarına verilmez.
Anayasa Mahkemesi kanun yapamaz, kanunu yorumlayamaz. Sadece geçmişte cereyan eden ve tarafları bulunan bir olay hakkında hüküm verir. Mesela, bir kanunu iptal edebilir. Ancak Meclis aynı kanunu tekrar çıkarırsa yeniden iptal etmezse o kanun yürürlükte olur. İkinci iptali yapmayabilir. Aynı hakim yapmayabilir. Bu o kanunun yürürlükte kalmasına mani değildir. Anayasa Mahkemesi başörtüsünü yasaklayamaz, başörtüsünü yasaklayan kanun varsa onu iptal eder.
Anayasa Mahkemesi anayasayı yorumlayamaz. Cumhurbaşkanı da yorumlayamaz. Anayasada lâiklik değişmez maddeler arasındadır. Ama lâikliği tanımlayan 24. maddesi ise değişebilir maddelerdendir. Anayasa Mahkemesi’nin herhangi bir kararı kural hâline getirilemez. O zaman yargı yasama işlerine karışmış olur. Meclis kendi görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmezse, kendi yetkilerini başkalarına devrederse, o zaman ülkede demokrasi olamaz. Bir diktatör ülkeyi yönetebilir. Hukukçudan diktatör olmaz, askerden olur. Diktatörlük de bir yönetim şeklidir. Kötüdür ama devletin varlığını sürdürür. Ama hukukçunun diktatörlüğü devleti yıkar.
Sayın Sezer başörtüsüne müdahale etmiş ve yetkilerini aşmıştır. Kanunları yorumlamaya kalkışmış, Meclis’in iradesine ambargo koymak istemiştir. Şimdi devlet başkanı asker olmayınca bilemiyoruz bu ambargonun faili kimdir? Sayın Sezer kendisi mi diktatörlüğe kalkışmıştır? Sermayeden gelen baskı sebebiyle mi bunu yapmıştır? Dış baskı mı vardır? Yoksa Türk ordusu iç ve dış dengeleri hesaplayarak ülkenin selâmeti için mi bunu istemiştir? Bu istek ordudan geliyorsa yapılacak bir şey yoktur, harfiyen bu beyanlara uymak gerekir. Değilse, kesinlikle kulak verilmemesi gerekir. Bir sivil devlet başkanı olursa bu sorun çözülmez. Kimin yaptığı belli olmayan 28 Şubatlar gelip geçer.
Ben görüşümü açıkça söylüyorum, ilmin verileri içinde söylüyorum. Sayın Sezer’i seçen Meclis tamamen tasfiye edilmiştir. Sezer krizlere sebep olmuş ve partiler o sebeple tasfiye edilmiştir. Saygın kişiliği olan Sezer istifa etmelidir. Meclis bir orgenerali devlet başkanı seçmelidir. Sezer dahil eski cumhurbaşkanları ile profesör olup başbakanlık yapan Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller de Devlet Başkanı Müşavirleri olmalıdır. Ondan sonra ülkemizde iç ve dış dengeler korunabilir, Türkiye muasır medeniyetin üstüne çıkabilir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92