بسم ا1967...1968...1969........................AKEVLER 33 YILDIR ÇALIŞIYOR.............................1999...2000...2001
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN! BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
KUR’AN MATEMATİĞİ Üsküdar/ İstanbul, 13 TEMMUZ 2001 CUMA
118. SEMİNER NOTLARI SEMİNER NOTLARI BURADA! www.akevler.org
لله الرحم
ن الرحيم
و يا ءادم اسكن أنت و زوجك الجنة فكلا من حيث شئتما و لا تقربا هذه الشجرة فتكونا من الظالمين (7/19) فوسوس لهما الشيطان ليبدي لهما ما وري عنهما من سوءاتهما و قال ما نهاكما ربكما عن هذه الشجرة الا أن تكونا ملكين او تكونا من الخالدين (7/20) و قاسمهما انى لكما من الناصحين (7/21) فدلاهما بغرور فلما ذاقا الشجرة بدت لهما سوءاتهما و طفقا يخصفان عليهما من ورق الجنة و ناداهما ربهما ألم أنهكما عن تلكما الشجرة و أقل لكما ان الشيطان لكما عدو مبين(7/22) قالا ربنا ظلمنا أنفسنا و ان لم تغفر لنا و ترحمنا لنكنن من الخاسرين(7/23) قال اهبطوا بعضكم لبعض عدو و لكم فى الأرض مستقر و متاع الى حين(7/24) قال فيها تحيون و فيها تموتون و منها تخرجون(7/25)
KUR’AN MATEMATİĞİ; 118. (13 TEMMUZ 2001) ve 119. (20 TEMMUZ 2001) SEMİNERLER
و Va: Harfi “QALa EePRuC” / “Çık dedi” âyetindeki “çık”a atfetmiş olur. “Ve Ey Adem dedi.” anlamına gelir. Yani, Allah şeytana; “Çık buradan!” deyip onu cennetten kovarken, Adem’e de; “Otur burada!” diyor. Bu atıf doğru ise şeytana çık emrini vermiş, şeytan ise emre itaat etmemiştir ve çıkmamıştır. Adem’den ayrılmamıştır. Emri yerine getirmemiştir. İşte hukuk sisteminde hal budur. Allah emretmekle icbar etmemiştir. Mühlet vermiştir. Sözünü dinlemediği için cezayı ertelemiştir. Şimdi bir soru sorulabilir. Şeytan isyan etmeseydi, sözünü dinleseydi ne olacaktı? Sözünü dinlediği için Allah onu affedecek ve azabı bitecekti. Peki, Adem cennette mi kalacaktı? Hayır. Yeni cinler yine secde etmeye devam edecek, bir gün bir cin isyan edecek ve Adem’i yine yanıltacaktı. Sorumuza devam edelim.
Peki, Adem sabretseydi ve günah işlemeseydi cennette kalacak mıydı? Dünyaya insan gönderilmeyecek miydi? Adem değil ama başka bir insan aynı duruma getirilecekti. Sonunda biri Adem gibi yanılacaktı ve Allah onu dünyaya gönderecekti. Bununla şunu anlatıyoruz ki; Allah kişiyi iyi veya kötü olmaya zorlamıyor, ama iyiliğin ve kötülüğün olmasını da irade ediyor. Burasını insanın tam olarak anlaması mümkün değildir.
Yan yana iki cümle düşünelim:
Sağdaki cümle yanlıştır. Soldaki cümle yanlıştır.
Burada dört ihtimal vardır. Okumaya sağdan veya soldan başlayabilirsin. Sen kendin ilk cümleyi doğru veya yanlış kabul edebilirsin.
Soldan başlayalım ve ilk okuduğumuz cümleyi doğru kabul edelim. Soldaki doğrudur. Böyle olunca sağdaki yanlıştır. Soldaki yanlış olunca sağdaki doğrudur. Bir çelişki yoktur.
Sağdaki cümle yanlıştır. Soldaki cümle yanlıştır.
D Y
D Y
Şimdi de soldakini yanlış kabul edelim. O zaman da sağdaki doğru olur. Soldaki yanlış olur. Yine çelişki yoktur.
Sağdaki cümle yanlıştır. Soldaki cümle yanlıştır.
Y D
Y D
Demek ki, bu iki cümleden biz birini doğru kabul edersek doğru oluyor, biz diğerini doğru kabul edersek o da doğru oluyor. Ama ikisi doğru olmaz. İkisi de yanlış olmaz.
Şimdi bunun üzerinde bir işlem yapmayalım, üzerinde düşünmeyelim. O iki cümle yerlerinde duracaklardır. Ne yalan olacak, ne de doğru olacaklardır. Halbuki böyle iki haber cümlesi olamaz. Bir şey hem doğru hem yanlış olamaz. Düşündüğümüz zaman olamaz. Ama düşünmezsek, olur.
Şimdi insanların çok sorduğu sorular vardır: “Allah benim ne yapacağımı biliyor mu, bilmiyor mu?” Bilmiyorsa, Allah sonradan öğreniyor demektir. Yani, kendisi yapmıyor demektir. Üzerine zaman geçiyor demektir. Oysa zamanı kendisi var ediyor. Üzerinde zaman nasıl geçiyor? Biliyorsa, benim istediğim gibi yapmam nasıl olacak? O halde söyleyeceğimiz şey şudur. Allah ne biliyor, ne de bilmiyor. Çünkü Allah biliyor, ama bizim bildiğimiz gibi değil bilgisi. Bizim düşünmeden önceki cümlelerimiz gibidir.
Buradaki “Va” “Meleklere dedik.” cümlesine de bağlı olabilir.
يا ءادم Ey Adem: Şeytanın yanında konuştuğu için hitap sözünü kullanıyor. Yani, onunla konuşurken dönüyor, Adem’e de “Sen otur burada!” diyor. Kur’an’da peygamberlerin isimleri vardır, onunla kendileri ifade edilir. Ama “resul” kelimesi ile başkanlar, “nebi” ile de âlimler kastedilir. Burada ilk olarak yeryüzüne indirilen insan sözkonusudur. İnsan başka gezegenlerde de vardır. Ama oraya gönderilen ilk anne-babanın adı Adem değil de başka bir isimdir.
Adem, deri demektir. Tüylü, canlı deri demektir. Büşr ise tüysüz deri demektir. Adem ilkin tüylü yaratılmıştır. Sonra yasaklı ağacı yemek suretiyle tüyleri dökülmüştür. Yeryüzüne öyle gönderilmiştir. İnsan birçok bakımdan eksik yaratılmış varlıktır. Buna karşı zekâsı vardır.
1) Ayakta yürümektedir. Bu da diğer hayvanlar kadar koşmaması ve zıplamaması sonucunu doğurmuştur.
2) Çeneleri avını tutup parçalamaya veya meyveyi kırıp yemeye elverişli değildir. Zayıftır.
3) Elleri pençeleri ile yakalamaya elverişli değildir. Zayıf bir varlıktır.
4) Kendisini soğuktan ve sıcaktan koruyacak tüylere sahip değildir.
5) Doğduğu zaman uzun süre annesiz hareket edebilecek durumda değildir. Yetişmesi için seneler geçmesi gerekir.
6) Yaşlıların bile aile dışında yaşamaları çok azdır. Birbirine bağlı olarak yaşayabilirler. Hastalanınca kim bakacaktır?
7) Birbirleri ile savaşmaktadırlar. Dolayısıyla topluluklar hâlinde yaşamak zorundadırlar.
8) Kendileri kötülük yapacak kadar zavallıdırlar.
Adem’in yapısı bu olmakla beraber. Yasak ağacın meyvesini yemeden önce kendisinde böyle eksiklikler yoktu.
اسكن أنت و زوجك Sen ve zevcen sakin ol demektedir. Demek ki, ilk insan çift yaratıldı.
Bizim kabul ettiğimiz varsayım şudur. Allah Kâinat içinde belki her galakside bir gezegen seçti. Orada canlının türlerini üretiyor. Orası fidelik, oradan yeryüzüne göçtürüyor. Diğer gezegenlere dağıtıyor. Burada her galakside ayrı deyişimizin sebebi, galaksimizin çapı 100 000 ışık yılıdır. Kâinatın ömrü ise 10 milyar ışık yılıdır. O halde türlerin üretilip gezegenden buraya Adem’i getirmek, ışık hızı ile hareket ettiğimizde fazla bir şey tutmaz, mümkündür. Oysa, galaksiler arası mesafe 2 milyon ışık yılıdır. Bütün galaksilere bir merkezden dağıtım yapmaya Kâinat ömrü yetmez. Ama ışık üstü dalgalarla getirilmiş olabilir. Kodlamalarla mümkündür Adem ile Havva’nın birlikte yaratılmış olmaları sözkonusu olabilir. İkiz çift olacaktır. Yalnız Havva’da ya Y kromozomu iptal edilecektir, veya X kromozomu üçlü olacaktır. Bu kromozomlar asgari genler hâlinde ilk canlı var edildiğinden beri vardır, diyoruz. Canlının her gezgende yerinde üretildiği kabul edilebilir. Ancak Kur’an böyle söylemiyor. Bugünkü arkeolojik kazılar da bunu doğrulamıyor.
الجنة El-Cennet; marifedir. İlk insan meyvelikler içinde yaşayabilirdi. Çünkü başka türlü yaşamak için hiçbir bilgisi ve araçları yoktu. Bugünkü jeolojik kazılar bu faraziyeyi doğruluyor. Çünkü ilk insanlar meyve yiyerek geçiniyorlardı. Et yemeyi çok sonraları öğrendiler. Sütü ondan da sonra. Ziraati ondan da sonra öğrendiler. Bu cennet bu üç boyutlu uzayın dışında olabilir. Bir başka galakside olabilir. Başka yıldızda olabilir. Yeryüzünde olabilir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ve ilmin desteklediği nazariye ise; galaksimizin bir gezegenindeki bir bahçedir. Ama bu görüş henüz ilim olmamıştır.
فكلا من حيث شئتما İstediğiniz yerden yiyin. Yani, esas olan helâlliktir. Haramlar istisnadır. Yasak kanunidir. İki hukuk sistemi vardır. Yasaklı hukuk sisteminde her şey yasaktır, kanunların müsade ettikleri serbesttir. İkinci sistem ise her şey serbesttir, kanunun yasak ettikleri yasaktır. Roma Hukuku hakları sayar, bunun dışındakiler yasaktır. İslâm ise yasakları sayar, onun dışındaki her şey serbesttir. Bu âyet bize bunu öğretmektedir.
و لا تقربا هذه الشجرة Bu ağaca yaklaşmayın demiştir. Bu ormana yaklaşmayın dememiştir. Sadece içlerinden bir ağaç türüne yaklaşılmasını yasaklamıştır. Bu da bize bir şey yasaklanınca onun türünü yasaklamış olduğunu gösterir. Benzerlerinden de uzak durmamız gerekir.
Burada bizim öğrendiğimiz başka şeyler de vardır. Bizim için zararlı olduğu halde, bize zararlı görünmeyen varlıklar vardır. İşte bu insanın özelliğidir. Diğer hayvanlar koku ve tadı ile iyi ve kötüyü ayırd edip onu yer veya yemez. Oysa insan için bu tam doğru değildir. Biber gibi acı olup yararlı olanlar var, sigara gibi tatlı olup zararlı olanlar var. Niçin böyle yaratılmış? Çünkü insana kötülük yapma kabiliyeti de verilmiştir. Böyle bir kabiliyete sahip olmak için o tür eksikliklere ihtiyaç vardır. İrade sahibi bir varlık demek, Allah’ın bir taslağı demektir. Adeta Allah insanı yaratmakla kendisine şerik bir tanrı yaratmak istemiş oluyor. İşte bu da ancak kötülükle iyilik arasında bir tercih oluyor. Allah için ise yoklukla varlık arasında tercih oluyor. İnsan tanrının görüntüsüdür. Tanrı değildir. Harita nasıl arzın görüntüsü ama arzın kendisi değilse, insan da tanrı değildir.
فتكونا من الظالمين Zâlimlerden olursun: Zulmetmek demek, yerli yerinde kullanmamak, yerli yerinde iş yapmamak demektir. İnsan zâlimdir. Çünkü evlenerek çoğalmak yerine, zina yaparak varlığını heder ediyor. İşte bu zulümdür. Çalışarak üreteceği yerde, kumarhanelerde vaktini harcıyor. Aklını kullanacağına, aklını sarhoş ediyor. İşte Adem o ağaçtan yediği için şimdi biz zâlim oluyoruz. Ama zâlim olabilmeliyiz ki, kendimizi tutarak derecemiz yücelsin. İmtihanı kazanalım ki, diplomamız verilsin. Öğrencinin biri ders çalışacak ve sınıfını geçecek, diğeri havailik yapacak ve sınıfta kalacak. Bu nasıl mümkün olacak? “İnsan ister oyuna, ister derse gitsin.” denebilmesi ile sağlanır. Biz öğrencileri zorla sınıflara doldurmayacağız. İsteyenleri okutacağız. Bilenleri sınıf geçireceğiz, bilmeyenleri bırakacağız. Onlar zulmetmiş olacaklar, çünkü vakitlerini gereksiz yerde harcadılar. Allah ne kadar zor anlaşılacak bir şeyi şeytan ve Adem hikâyesi ile çok açık anlatıyor. Pratik olarak anlatıyor.
فوسوس لهما الشيطان Şeytan onlara vesvese verdi. Burada “Fa” harfi kullanılmıştır. Şeytan hemen harekete geçti demektir. Hemen vesvese verdi. Siz şimdi birisine bir şey söylersiniz. Bunu yapma, dersiniz. Söylemeseydiniz, belki hiç aklına gelmeyecektir. Ama siz söylediniz diye onun üzerinde düşünmeye başlar. İşte şeytan da o düşüncenin içine girer. Vesvese, fısıldama demektir. Sessizce kulağa söylemek demektir. Aklına getirmek demektir. Bu nasıl olmaktadır? İnsan bir arabadır. Beyni de kontak anahtarı ve direksiyondur. İnsanın ruhu ise şofördür. İnsanın ruhu bedenini sürmektedir. Ancak sağında ve solunda oturan iki arkadaşı vardır. Biri şeytan, biri melek. İşte bu iki görevli şoföre yani insanın rûhuna birşeyler söylemektedirler. Aklına birşeyler getirmektedirler. İnsan da kendisi karar vererek direksiyonu kullanıyor. Burada beyin ile rûh, şeytan ve melekle ilişkiler nasıl kuruluyor? Bunun mekanizmasını bilemiyoruz.
Burada “ikisine” denmektedir. Karı-kocayı birden ayartıyor. Karıya, kocan böyle istiyor der; kocaya, karın böyle istiyor der. Karı-koca birbirini kırmamak için ikisi de istemediklerini yaparlar. Burada önemli bir husus daha vardır. O da Adem’e ayrı, Havva’ya ayrı hitap etmiyor. Hitap Adem’e, ama emir iki kişiye; “Sen ve Adem oturun.” diyor. Böylece sorumluluk da Adem’e yüklenmiş oluyor. “Sen ve zevcin oturun.”da eşitlik vardır. Vesvese vermekte eşitlik vardır. Ama hitap tek kimseye yapılıyor. Burada erkekle kadın ayrılmış oluyor. Bugünkü eşitlikçi mantıkta bu yanlıştır. Oysa, Allah insanları toplu olarak yaşayacak şekilde yaratmıştır. Bir arada yaşayanlardan biri sorumlu olacaktır. Sorumlu olan yetkili olacaktır.
Askerlikte de bu kural vardır. İki kişi bir göreve gönderildiği zaman mutlaka biri baştır.
İslâmiyet’te de iki kişi bir araya gelip namaza durdukları zaman biri baştır, imamdır.
İşte Allah bu âyetle bize bunu da öğretmiş olmaktadır. Kadın ev işlerinde sorumludur, orada baş kadındır. Ama dış işlerinde erkek sorumludur, erkek baştır. Yine bu âyetten şunu öğreniyoruz ki, baş olan kimseye uyduğunuzdan sorumlu olmazsınız. Başın yetkisi dahilinde meşru emirlerine uyulması gerekir, yetkisi dahilinde olmayan ve meşru olmayan emre uyduğunuzda, uyan da sorumludur. Yoksa, Havva’nın sorumlu olmaması gerekirdi.
ل Li: Gayeyi ifade eder. Ne maksatla vesvese verdi? Onların çirkinliklerini ortaya çıkarmak için vesvese verdi. Şeytan öyle iş yaptırır ki içini dışına çıkarır. Şeytan suç işleyen insanların dostu değildir. İnsan suç işletmeye çalışır, ama maksadı suçlu yapıp onu kendisine arkadaş edinme değildir. Tam tersi, suç işletir. Ondan sonra da kıs kıs güler. Bir adam birini öldürmüştür. Bunu gizli tutup saklaması gerekir. Böylece cinayet faili meçhul olarak kalacaktır. Ama katilin içine vesvese girer, yakınlarının içine vesvese girer. Ondan sonra onu söyletir. Arkadaşına açıklar, dostuna açıklar, bir bakarsınız faili meçhul cinayetler hep ortaya çıkar. 1900’dan beri Türkiye’de cinayetler işleniyor ve işleyenler cezalanmıyor, geçiştiriliyor. Ama şeytan vesvese veriyor, öyle hareket yaptırıyor ki bütün kötülükler ortaya çıkmaktadır. Böylece şeytan hıncını alıyor. Demek ki, şeytan faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkmasında istemeyerek insanlığa hizmet etmektedir.
İnsanını kusuru her zaman vardır. Ama eğer şeytana kapılmazsa, kendisini tutarsa, o kusurlar örtülür, kapanır gider. Ama şeytan ona vesvese verir ve kandırırsa, kendi kötülüklerini kendisi ortaya koyar. Öyle iş yapar ki, eski yaptıkları da ortaya dökülür. Burada önemli bir sosyo-psikolojik olay vardır. İnsanın içi vardır. Bambaşka bir âlemdir. Bunu insan içinde saklar, kimseye açıklamaz. Bir de insanın dış görünüşü vardır. Yani, kendisini dışa takdimi vardır. Mesela, bir insan içinde Âhirete bazan inanır bazan inanmaz olabilir, devamlı olarak tereddüt içindedir. Ama karakterli insan birini seçer ve her zaman topluluğun karşısına öyle çıkar. Topluluk için böyle insana ihtiyacımız vardır. İnsanın içinde birtakım hisler ve düşünceler olabilir. Bunların oluşmasını önleyemez. Mesela, birine düşman olabilir. Ama bunu dışarıya vurmayacaktır. Hareketlerine bu düşmanlık aksetmeyecektir. Şeytan öyle vesvese verir ki, insan sakladığı bir şeyi orada-burada açıklamaya başlar.
Benim bulunduğum nahiye Sovyet hududuna çok yakındı. Ruslar lehine casusluk yaparlardı. Çok sıkıntılı hayat için bunu yapmak zorunda idiler. Ama ne yaparlar? Para ele geçince onu değerlendiremez, onunla israflı hayata başlarlardı. Bu yolla hemen o kişinin Ruslarla ilişkisi olduğu öğrenilirdi ve yakalanırdı. Şeytan böyledir. Birisi parası için amcasını öldürdü. Sonra öyle hareketler yaptı ki yakalandı.
Elbette ki günah işlemeyeceksin. Ama günahtan tevbe eder, pişman olur ve ileriye gitmezsen, Allah affeder. Ama devan edersen, o zaman pislikler ortaya çıkarır. Bugünkü siyasilerin hâli budur. Hortumlamalar bu sebeple ortaya çıkıyor. Doyma nedir bilmiyorlar. Daha fazla, daha fazla derken yakalanıveriyor.
لهما ما وري عنهما من سوءاتهما Burada başka önemli bir husus da “sev’at” kelimesinin çoğul olmasıdır. Yani, ortaya dökülen insanın bir kötülüğü değil, birçok kötülükleridir. Kötülükler zincirlemedir. Bir kötülük yaparsınız, başka bir kötülük gelir. Onun için şeytan taifesi insanları küçük suçlarla işe başlatır.
Doğu Anadolu’da bir öğrenci düşünün, derslere gidip devam edeceğine, arkadaşları ile sohbet için okula gitmiyor. Okula gitmeyince zayıf not alıyor. Şeytan bu sefer diyor ki; sana haksızlık yapıldı, bu öğretmene saldırıyor. Okuldan atıyorlar. Şimdi tuzağa düşmüştür. İstikbali kararmış, ne yapacağını bilmeyen işsiz gence basit bir hizmet verirler. Bir PKK’cı gelecek, sen bu torbayı ona ver. Sen de şunu al. Çocuk; “Bu basit bir iştir, ben bu torbayı veririm. Ben suç işlemedim ki! Sorarlarsa, ben bilmiyorum!” derim diye düşünür. Torba vermişlerdir. Bunu sürdürürler. Sonra basit torba silah torbasına dönüşür. Artık suçludur. Bu sefer; “Bak! Şunu yap, yoksa seni ihbar ederiz!” ‘Ah!’ der ve gittikçe suçunu büyüterek aralarına alırlar.
İşte şeytan taifesinin kurduğu tuzaklar bunlardır. Bugünkü hükümet onun için istifa edemiyor. Çünkü suç işlemişlerdir. İstifa ederlerse Süleyman Demirel’in başına gelenler onların da başına gelecektir. İstifa etmiyor, söyleyenlerin her dediklerini de yapıyor. Durmadan daha çok suç işliyor. Böylece Adem’in cennetten kovulması gibi uçuruma doğru gidiyor. Ancak hükümetimizin günahını sadece onlar çekmeyecek, hepimiz çekeceğiz.
و قال ما نهاكما ربكما عن هذه الشجرة الا أن تكونا ملكين او تكونا من الخالدين
Ve sizin Rabb’iniz bu yasağı melek olmayasınız veya ölümsüz olmayasınız diye koydu, dedi. Burada “Va” harfinin gelmesi, şeytanın vesvesenin dışında bunu söylemiş olmasıdır. Şeytanın usûlü şudur. Önce vesvese verir. Tereddütler yaratır. Sonra da kesin kararını verir ve uzaklaşır. Son söz kişiye etki eder ve ona göre hareket eder.
Şimdi bütün partilerin kötülüklerini sayar sayar, insanı kararsız hâle getirir. Sonra en iyisi bu deyip o çıkar gider. Kararsız insan da onun son dediğini böyle yapar. Bundan önce böyle yapıldı. Bütün partiler kötülendi, kötülendi. Halk kararsız hâle getirildi. Sonra da; “Fazilet Partisi korkaktır! Hareket Partisi cesurdur!” sloganı ile Fazilet’in % 5-6 oyunu oraya aktardılar. “Halk Partisi ateisttir! DSP ılımlıdır!” deyip, CHP’nin oyunu oraya kanalize ettiler. Kim etti? Şeytan etti, şeytan taifesi etti. ‘Nereden biliyorsun?’ diyeceksiniz. Bunun böyle olduğunu gördüm, ama kimse çıkıp bunu ben yapıyorum demedi. Basın bile söylemedi. Kulak fısıltısı ile böyle oldu. İşte böyle açıkça sahibi olmayan işlerin sahibi şeytandır. Ben diyorum ki; bunu şeytan yaptı. Siz de buna inanın. Kimi çıkıp, işte bunu ben yaptım, diyebilir. Ama sen madem ki açıkça yapmadın, o halde sen de şeytanla berabersin.
Melek olmak ve ölümsüz olmak insanın fıtrî arzusudur. Bu amaçla kötülükler yapmaktadır. Sihrin peşine koşmakta, yalan şeylerle oyalanmaktadır. Birtakım şeyhlerin peşine giderek melekleşeceklerini ümit edenler bu tuzaklara düşmektedir. Mezarlara ibadet edenler böyle boş şeylerin peşinde koşmaktadır. Şeytanın mantığında böyle çelişkiler vardır. “Rab sizleri bunun için nehy etti.” diyor; hem Rab kabul ediyor hem de O’na karşı çıkıyor. “Hakimiyet kayırsız şartsız milletindir.” diyor. Ondan sonra da; “Lâiklik elden gidiyor, o halde millî iradeyi askıya alalım!” diyor. Güzel de, yerine kimin iradesini koyalım? Orası meçhul.
Şeytan siyasiler kötü kullanıyor, istismar ediyor. Ne yapalım? Kurumlara bu işleri yaptıralım. Peki, kurumlar kim? Meçhul pekçok kuvvetler. “Kim yönetsin?”in cevabı açıktır. Şeytan yönetsin. Kur’an bunları bize öğretiyor.
و قاسمهما انى لكما من الناصحين Kendisinin nasihatçi olduğu hususunda yemin etti. Onlarla yeminleşti. Konuşulur, konuşulur, ikna ettikten sonra bir de söz alınır, yemin verilir. Sözlerinden dönmemeleri istenir. Artık siz onunla konuştuğunuzda o yeminini hatırlar ve sözünden dönmez. Bilhassa seçimlerde bunlar görülür. Ben söz verdim, dönemem, der. Oysa oy emanettir. Seçim gününe kadar araştırılacak ve en son gün kim daha ehilse oy ona verilecek veya ne daha doğru ise ona verilecek. O günden önce Allah’ın emanetini satmış, ondan korkmuyor da, şeytana vermiş olduğu sözden korkuyor. Nasihat, bir kimseye doğruyu anlatmaktadır. Kendini üstün görerek onlara tavsiye etmektedir. Şeytan her zaman bilgiçlik içinde gelir. Başarılı olduğu edasını takınır. Kendisini üstün sayar ve nasihat eder. Oysa nasihat ettiği işler yanlıştır ve bâtıldır.
Şimdi karşımıza peygamberler çıkacak, alimler çıkacak, bize nasihatler yapacaklardır. Kur’an da bize nasihat edecektir. Buna karşılık şeytan da nasihat edecektir. Biz kimin nasihat ettiği, kimin ise bizi kandırdığını nasıl bileceğiz? Bütün sorun budur. Bunun için belli miyarlar yani ölçüler vardır, ona göre hareket edeceğiz.
a) Söyleyen önce kendisi yapacak, bize sonra söyleyecek. Kendi yapmadığını söylüyorsa bu şeytan işidir.
b) Söylediği şeyler ilme uygun olacak, ilmî mesnedi olmayan sözlere kulak vermememiz gerekir.
c) Söylediklerinde tutarlılık olacak. Delilsiz bugün bunu söylüyor, yarın başkasını söylüyorsa, onun sözüne kulak vermememiz gerekir.
d) Biz bir kimsenin sözüne değil, değişik kimselerle temas ederek tercihimizi yapmalıyız. Bizi inandırmak için yeminler yapmamalıdır.
فدلاهما بغرور Onlara gurur ile delâlet etti. Dellet, kova ile su çekme anlamındadır. Birisine bir şeyi getirirken kova gibi araç olursanız ona delâlet etmiş olursunuz. Ğerre, attaki yağır demektir. Yara iyileşince yaranın yeri beyaz olur. Asil atlarda da böyle beyaz bir aklık bulunur.
Yağır, aldatıcı beyazlıktır. Ters göstermedir. Şeytan çelişkili iş yapmıştır. Onu melek yapmayacak, onu hâlit kılmayacak bir şeyi ona onu öyle göstermiştir. Toplulukta bu tür yanıltmalar çok olur. Israr ederler, şöyle yaparsanız kurtulursunuz derler. Sonra denilen yapılır. Hiçbir sonuç elde edilmez, başka bir yalan ile oyalanıp dururlar.
Önce şeytanın haksızlığı “ben yaparım” demesidir. Oysa şeytan bir şey yapamaz, Allah yapar. Böyle yapılırsa böyle olur diyecek, bu benim görüşümdür diyecek, hata etmiş olabilirim diyecek. İlle benim dediğim doğrudur diye iddia etmeyecek. Sonuç başarısız olunca da yanılmışım diyecek, ama ben yanıldım, siz de yanılmışsınız, çünkü benim dediğimi kabul ettiniz diyecek. İşte zorlama bunun için yoktur.
Bugün partilere oy verenler onları suçluyorlar, oysa kendileri suçludur. Çünkü düşünerek tercih yapmadılar, şeytanın boş vaatlerine kapılarak peşlerine gittiler. Oysa insan insana bir şey vaat edemez. Vadeden Allah’tır. İlmimiz doğru ise sonuç doğru çıkar. Herkes içtihat yaparak hareket edecek. Birbirini taklit etmeyecek, birbirini de zorlamayacak.
İşte Adem ile Havva şeytanın göz göre göre yalanına kandılar. Bile bile sözünü dinlediler de onu tattılar. Burada “tattılar” diyor. İşte; “Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz!” diyen zihniyet o zihniyettir. “Bir defa içki içmekle bir şey olmaz!” diyen zihniyet o zihniyettir. Evlilik dışı ilişkileri meşru sayan zihniyet bu zihniyettir. “Rüşveti vermekle ne olur ki!” diyen zihniyet bu zihniyettir. Onu burada bir defa tattılar diyor.
بدت لهما سوءاتهما Yasaklanan ağaç insanlara tüylerini döktüren, insanı dünyaya gönderecek özelliklerini ortaya çıkaran bir ağaçtır. Bâzı genler vardır ki, o genlerin iş yapabilmesi için vasatın bulunması gerekir. Mesela, tohumda çimlenme kabiliyeti var ama su olursa çimlenir, yoksa bekler. Adem’de de günah işleyebilen genler vardı ama onlar faaliyette değildi. Ne zaman ki o ağaçtan yediler, o zaman onlarda değişme meydana geldi. Artık insan zalim insan oldu. Günah işleyen insan oldu. Kılları döküldü.
Adem ile Havva’nın biri önce tadınca, ondan ayrılmamak için öbürü de tattı. Böylece suçların kollektif olarak işleneceğine işaret edilmektedir. Suç işlemenin de bulaşıcı olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, toplulukların suç işleyen kimseleri sürmek, gitmeyenleri tenkil etmek hakları vardır. “Çirkinlikleri ortaya çıktı.” deniyor. Yani, insanlar çıplaklaştılar. Ayrıca hayvanlarda mevcut olmayan ama insanlarda mevcut olan utanma duygusu ortaya çıktı. Utanma nedir? İnsanın topluluk içinde bazı fiilleri yapmaması gereği insana verilen bir duygudur. İnsanın önden ve arkadan boşalması gerektiği zaman hemen orada boşalmaz, gider bunun için ayrılmış yerde yapar. Cinsi arzuları karı-koca başkalarının yanında tatmin etmez, gider onu başka yerde yalnız hallerinde yaparlar. Çıplaklaşan insan utanmaya başlar. Örtünür. Çirkinliklerini, kötülüklerini örtünür.
Demek ki, Adem aleyhisselâm ve eşinde yeni durumlar ortaya çıktı. Artık eşler bile birbirinden utanır olmuştur. Örtünme insanların bu çirkinliklerini kapattırdı. İnsanlardan başka hiçbir canlıda ne örtünme, ne de utanma vardır. Bugün başörtüsü ile uğraşanlar, insanı insan olarak görmeyenlerdir. Kur’an bu âyetlerde insanı anlatmaktadır. İnsanın diğer canlıdan farkını anlatmaktadır. İnsanın karşısında dikilen şeytanın en çok silah olarak kullandığı şey şehvettir. Manavda iştahınızı çok çeken muz gördünüz, hemen saldırıp almazsınız. Oysa hayvan öyle değildir. Korkmazsa hemen alıp yer. Niçin almıyoruz? Çünkü biz irade sahibiyiz, alırsak bizim başımıza neler geleceğini biliyoruz. O halde şehvetimizi baskı altına almak zorundayız. Başkalarının şehvetini de tahrik etmemeliyiz. Yoksa saldırma hakkını elde eder.
و طفقا يخصفان عليهما من ورق الجنة Bahçenin yaprakları ile örtünmeye başladılar diyor. Bugünkü ilim de bize gösteriyor ki, ilk insan hiçbir tekniğe sahip değildi. Ancak yaprağı koparıp beline bağlayabiliyordu. Bunu yaptı. Burada Adem’den başka orada insan yoktu. Kimlerden utandılar? Diğer insanlardan utandılar, henüz tüyleri dökülmemiş insanlardan utandılar. Öbürleri henüz utanacak bir iş yapmıyorlardı.
Bu âyet de gösteriyor ki, ilk insan Adem değildir. Kur’an bir hikâye anlatıyor. Bir taraftan Adem ile Havva’nın ilk yaşayışlarını ortaya koyuyor, diğer taraftan da insan psikolojisinin tüm özelliklerini ortaya çıkarıyor. Arabistan’da develerden başka hiçbir hayat tarzını bilmeyen ümmî bir insan bunları nasıl söyleyebilir? Bu hikâyeyi bu kadar gerçeklere uygun nasıl söyleyebilir ve yazabilir?
Bu hadiselerden sonra Rab onlara nida etmiştir. Bu senaryo işlenmeden önce de Adem ve şeytan dünyaya gönderilir ve onlara aynı görev verilirdi. Allah bu senaryoyu yazdı ve bunlara oynattı. Buna ne gerek vardı? Vardı, çünkü bu yolla onları eğitmiş oldu. Dünyadaki görevleri ve oynayacakları takımlardaki işleri orada anlattı. Bugün de takımlar oynamadan önce prova yapmazlar mı? Provadan sonra artık sahneye tecrübeli olarak çıkarlar. Adem ile şeytan dünyaya geldiler ve örnek oldular. Biz onların kurduğu takımda oynuyoruz. Kıyamete kadar da oynamaya devam edeceğiz. Biz insan olarak takımımızı seçmede hürüz. Ama seçmek zorundayız.
Şimdi bazıları diyorlar ki; bu senaryoyu Allah anlatıyor ama böyle senaryo olmamıştır, sadece biz anlayalım diye anlatıyor. Oysa Adem ve iblis de insan ve şeytan idi, onlara da anlatmak gerekiyordu ve anlattı. Bize de şimdi hikâye ediyor. Gaye nedir? Ona göre bilinçli olarak takımımızı seçmek.
و ناداهما ربهما ألم أنهكما عن تلكما الشجرة“Bu ağaca yanaşmayı size yasaklamadım mı?” diyor, Allah.
و أقل لكما ان الشيطان لكما عدو مبين “Ve size şeytanın size açık düşman olduğunu söylemedim mi?”diyor.
Şeytanın açık düşmanlığını ifade ediyor. Gerçekten şeytan bizi sigaraya alıştırırken bize düşmanlık yapmıyor mu? Şeytan bizi okula gideceğimize oyuna götürürken bize düşmanlık yapmıyor mu? Bunları bilmiyor muyuz? Biliyoruz. Yanlış yaptığımızın farkındayız ama yine yapıyoruz. Çünkü biz insanız. Allah bizi böyle yarattı.
Bu âyetlerle Allah bize bizi tanıtıyor. Nasıl yanılgılar içinde olabileceğimizi söylüyor. Kur’an’ın bu söylediklerini kimse çıkıp da diyebilir mi ki; hayır, bu böyle değildir. İnsanı böyle kötüye sürükleyen kuvvetler yoktur. Güçler yoktur. Bunun bilinçsiz kör kuvvet olduğunu söyleyecektir. Mesele böyle bir kuvvetin varolup olmamasıdır. Bizim esrara alıştığımız zaman uğrayacağımız sonuçlardır. Onun bilinçli veya bilinçsiz olduğu fark etmez. Bizim için fark etmez. Kaldı ki, şimdi siz bu satırları okurken veya dinlerken benim bilinçli olduğumu nasıl bileceksiniz? Ben de sizin bilinçli olduğunuzu nasıl bileceğim? Ama şunu biliyorum ki, siz de benim gibi bilinçli imişsiniz gibi davranıyorsunuz. İnkâr etmenin mânâsı yoktur.
Bundan sonraki âyetlerde Adem ile Havva’nın nasıl davrandıklarını hikâye edecek, ondan sonra da bizim ne yapmamız gerektiğini anlatacaktır.
قالا Kâlâ: İkisi dediler diyor. Bunlardan biri söylemiştir, ama ikisi söyledi, diyor. Yukarıda da hitap ederken “Ey Adem!” demiş, ama sonra “ikiniz” tâbiri hitabın ikisine ait olduğunu belirtmiştir. Bu bize iki kişi de olsa cemaat olduklarını, kadın-erkek insanların birlikte yaşarken topluluk oluşturmaları, birbirine ortak işlerde son söze sahip olmaları gerekir. Burada “ikisi dediler” diyerek bize bilhassa eşlerin birlikte hayat mücadelesini vermeye başladığını ifade ediyor. Her ikisine eşit kişilik tanıyor.
ربنا Rabb’imiz, kelimesiyle hitapta bulunuyor. Allah’ın insanlara verdiği sıkıntılar, yaptığı imtihanlar, insanları yetiştirmek, eğitmek, daha ileri götürmektir. Rab, aslında tepe demekti, sonra çölde tepecik gibi büyüyen çalı cinsidir. Büyüme gelişmeyi ifade etmektedir. Kâinat doğar, gelişir, yaşar ve ölür. Ölüm, yeni ve daha üstün bir hayata geçiş içindir. Yani, evrim içindir. Kıyamet Kâinatın ölümüdür, daha üstün bir hayata geçmek için olacaktır. Adem ve Havva’nın günah işlemesi, dünyaya gelip eğitilerek daha üstün hayata geçmeleri içindir. O anda cennetten kovulmuşlardır. Sıkıntılı dünya hayatına gelmişlerdir, ama burada amel-i sâlih işleyip daha üst hayata geçeceklerdir.
“Ey Adem!” diye hitap etmekle Adem “resul” olmuştur. Ama resul olduktan sonra günah işlemiştir. O halde resuller de günah işler ama sonra tevbe ederler. Nitekim Adem ve Havva da tevbe etmişlerdir. Biz de zaman zaman günah işleriz. Sonucunu görünce tevbe etmeliyiz. Hatamızı mukır olmalıyız. Şeytana uyanlar, hatalarını itiraf etmez, inatlarına devam ederler. Nitekim bugünkü iktidar da bunu yapıyor.
Bakınız, burada Adem ile Havva şeytana saldırarak, o bizi kandırdı demiyorlar, biz nefsimize zulmettik diyorlar. İşte tövbenin temeli budur. Bunun da ilâhi bir takdir olduğunu kabul ederek Rabb’imiz hitabı ile işe başlıyorlar. Biz buna kadere teslim olma diyoruz. Olan olmuştur. Değerlendirmeyi bilirsek her şey hayırdır.
ظلمنا أنفسنا Nefislerimize zulmettik. Şeytana uymuş, ağacı tatmış, tüyleri dökülmüş, çıplak olmuşlardır. Bu durumlardan dolayı suçu şeytana yıkmamış, suçu kendilerinde aramışlardır. Biz kendimize haksızlık ettik, demektedirler. Mü’minlerin şiarı budur. Bir kötülüğe, bir haksızlığa, bir helâke uğradıkları zaman, bunun suçunu başkasında değil, kendilerinde aramaları, kendilerinde yoklamaları gerekir. Dikkat edecek olursak, onlardan her biri ‘ben ettim’ demiyor. Adem suçu Havva’ya, Havva da Adem’e atmıyor. Birlikte, “Biz kendimize zulmettik” diyorlar. Burada çok önemli bir kural öğrenmemiz gerekiyor.
a) Birincisi, bir başarısızlığa uğradığımızda suçu başkasına atmamalıyız. Düşmanımızda, hasmımızda aramamalıyız. 28 Şubat Müslümanlara gelen bir fitnedir. Bunu kalkıp da; işte sermaye yaptı, CIA yaptı, derin devlet yaptı, ordu yaptı, Süleyman Demirel yaptı diye yakınmamalıyız. Niçin? Çünkü onlar yaptılar ama onlara izni Allah verdi. Allah istemeseydi, onlar yapabilir miydi? O halde bir defa bu mantığı atmalıyız. 28 Şubat’ın biz Müslümanların hatalarından, günahlarından, yanlışlıklarından dolayı olduğunu kabul etmemiz gerekir.
b) İkincisi, 28 Şubat olaylarının suçunu birbirimize de atmamalıyız. İşte bu Necmettin Erbakan yüzünden oldu, Tansu Çiller’in yüzünden oldu, Deniz Baykal’ın yüzünden oldu dememeliyiz. Bu bizim yüzümüzden oldu, demeliyiz. Bunları seçtik, biz iktidar ettik, yıllarca peşlerinden gezdik. Hâlâ da onlarla siyaset yapıyor, onlarla birlikte oluyoruz. Başarı olunca hepimizin; başarısızlık olunca falanın, filanın. 28 Şubatın kötülükleri devam ediyorsa, Akevler’in de onlar kadar payı vardır. Bugün bir araya gelip de birbirimizi dinleyen kardeşlerimizin de bunda payı vardır. Bunları okuyan veya okuyacak olanların payları vardır. Başta ben yazarın da bunda büyük payım vardır. Çünkü yeterince günahlardan kendimizi koruyamadık. Yeterince hak için çalışamadık veya çalışmadık.
İşte Adem ile Havva’nın “zalemnâ enfüsenâ” demesi bize bunları anlatıyor.
و ان لم تغفر لنا و ترحمنا لنكنن من الخاسرين Sen bizi mağfiret etmez ve merhamet etmezsen biz hasirlerden oluruz, diyorlar. Yani, evet biz kendimize zulmettik, bu durumlara düştük ama Sen Rabb’imizsin, Sen bize mağfiret etmezsen, bize merhamet etmezsen biz bu bataktan çıkamayız, diyorlar. Burada üç kelime var: Mağfiret, Merhamet, Hüsran.
غفر ĞFR kelimesinin aslı ĞBR toz demektir. Hafre ise çukur demektir. Kabir mezar demektir. Kabir hufredilir, sonra ceset mezara konur ve gufredilir. Niçin? İnsan bedeni kokmasın, çürüyüp etrafa hastalıkları bulaştırmasın diye. İşlenmiş bir suça mezar yapar, onu oraya gömer, sonra da üstünü toprakla kapatırsanız, artık o zarar vermez hâle gelir. Suçların mağfireti budur. Konuyu mezara gömmek. O halde bir kötülük varsa onun gömülmesini Allah’tan istemeliyiz. Allah nasıl olacak da o kötülüğü, 28 Şubatın kötülüklerini gömecektir.
İşte bunun için Kur’an okumamız, o kötülüklerin neden geldiğini tetkik etmemiz, bizde olan eksiklikleri düzeltmemiz gerekir. O zaman o kötülük ortadan kalkar. Allah bizi mağfiret eder, tevbe edersek bizi mağfiret eder.
رحمMerhamet, anne rahminden gelir. Rahmet etmek demek, bir annenin çocuğa ondan hiçbir karşılık beklemeden titizlikle üzerinde durması ve onu beslemesi, büyütmesi, ona karşı duyduğu sevgi ve şefkatidir. Eğer biz Allah’ın bize öğrettiklerini yapmaya çalışırsak, kendi nefsimizi düzeltirsek, Allah da bir annenin çocuk üzerinde yaptığı koruyuculuğun benzerini bize yapar ve bizi selâmete çıkarır. Biz Allah’a dönersek, Allah da bize döner.
Demek ki, bir şeyin düzeltilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır. Biri, önce onun kötülüklerinin ortadan kaldırılması, oradan doğan sıkıntıların giderilmesi gerekir. Sonra kötülüklerin yerine iyiliklerin yapılması gerekir. İşte burada Allah’a inanmak şu demektir. Bütün hayır ve şer Allah’tan gelmektedir. Bizim ellerimizle yaptığımızın karşılığı olarak gelmektedir. Eğer biz Allah’a döner, O’nun dediklerini öğrenir ve yaparsak, Allah da şerleri hayra çevirir. Tarihimize bakalım:
a) I. Cihan Savaşı’nda yenildik. Bu şer idi. Ama bu yenilgi olmasaydı, Sevr dayatılmasaydı, biz şimdi hantal imparatorluğun tortusu olurduk.
b) İstiklâl Savaşı’nı kazandık, inkılâplar oldu. Müslümanlar yenildiler, zulme uğradılar. Ama biz bunu yapmasaydık şimdi 70 milyonluk zinde bir devlet olmaz, medreselerin 1000 yıl önceki içtihatlarını anlamadan ezberlemekle günlerimizi geçirirdik.
c) 1950’de Demokrat Parti’yi iktidar yaptık. Hayırlı oldu zannettik. Oysa, o gün başlayan dış borçlanma bizi bugünkü ikinci Sevr’e getirdi, Demek ki, hayırlı olmamıştır. Ama şimdi onun sayesinde, o şer sayesinde “Adil Düzen” gelecektir, hayır olacaktır.
d) 1961 ihtilâli Müslümanlara karşı yapıldı, lâiklik kurtarıldı. Oysa Müslümanlar hürriyete kavuştu. 1971 müdahalesi yine Müslümanlara karşı yapıldı. Oysa 1970’lerde Müslümanlar iktidara ortak oldular. 1980 Müdahalesi de Müslümanlara karşı yapıldı. Oysa seksenli yıllar Türkiye’de Müslümanların hürriyete kavuştuğu yıllar oldu.
e) 1990’da ise Müslümanlar iktidar oldular.
Öyleyse, şer zannettiğimiz şeyler hep hayır olmuştur. 28 Şubat da böyledir.
Biz kendimizi düzeltirsek o da hayır olacaktır, hem de büyük bir hayır olacaktır.
خاسر Üçüncü kelime de “Hüsran” kelimesidir. Hüsran kelimesinin hasır kelimesi ile yakınlığı vardır. Kuruyup dökülen anlamına geldiği gibi; pestil olan, ezilen anlamına da gelir. Allah’ın “Rab” sıfatı dolayısıyla evrim dünyasındayız, inkılâp dünyasındayız. Her gün ilerlemekte ve gelişmekteyiz. Yeniliklere ayak uyduramayınca, işte o zaman bize kötülükler gelir.
II. Abdülhamid’in en büyük hatası medrese ile mektebi ayrı ayrı geliştirmesidir. İki zıt kültür ülkeyi parçalamıştır. Savaş hâlâ medrese ve mektepliler arasında devam ediyor. Oysa Abdülhamit medrese mezunlarını Avrupa’ya göndermeli ve eğitmeliydi, medreseleri mektep yapmalıydı. Cumhuriyet döneminde de işlenen hata medreselerin kapatılması olmuştur. 1950’den sonra da yine hata devam etti. İmam-Hatipliler ve liseliler diye ikiye ayrıldı. Ahlâklı ve çalışkan öğrenciler İmam-Hatip okullarına gittiler, hayatta ilâhiyat menşeli gençler başarılı oldular. Ama ordu bundan uzak tutuldu. Böylece bu sefer ordu ile halkın arası açılmaya başlandı. İşte 28 Şubat bunun için İmam-Hatip okulları ve İlâhiyata darbe vurdu. Gösterilen tehlike doğru idi . Ama vurulan darbe tedavi olmuyordu. Hâlâ biz çözümleri üretmiş ve ortaya koymuş değiliz. İşte bundan dolayı tek taraflı değil, doğru çözüm ortaya koymalıyız. Yoksa ya Osmanlılar gibi ufalanıp gideriz, yahut hasır gibi eziliriz.
Kur’an’ın âyetlerini okurken hep kendimizi düşünmek ve kendimize dersler çıkarmak zorundayız. Allah’a dönüp her zaman dua etmeliyiz. “Rabb’imiz, biz kendimize zulmettik. Sen bizi mağfiret etmezsen, bize merhamet etmezsen, biz hüsran olup gideriz.”
Allah cevap verir: “Evet, siz günah işlediniz, şişeyi kırdınız. Artık o şişe tutkallanamaz. Şimdi yeni şişe imal etmeniz gerekecek, hem de daha iyi bir şişe. Bunu hayır bilin. Artık yola koyulun, yeni vatanınıza, dünyaya gidin.”
Burada önemli kurallar koymuştur: Gökyüzündeki fidelik cennet gezegeninden çıkınız. Yeryüzüne gidiniz. Orada sizin bu günahlarınızın tövbesi vardır.
Burada da önemli dersler vardır. Allah sözünü geri almış, özür dileyeni affetmiş, tekrar ona tüylerini bitirecek ilaç vermemiştir. Şerri hayra çevirme yollarını aramıştır.
Tekrar 28 Şubatı geri çevirme çabaları boştur. Kıyamete kadar devam edecektir. Bu hükümet hatadadır. Ülkeyi uçuruma götürüyor ama alternatif çözüm üretilmemiştir, alternatif hükümet ortaya konmamıştır. Yani, gelecek 28 Şubatta daha ileri bir hükümet olmalıdır. Çünkü onların o günlerde işlemiş oldukları hatalardan dolayı bugünkü hâle geldik. Oysa Doğru Yolcular hâlâ günahlarını itiraf etmiyor ve eskiye dönülmekle işlerin hallolacağını sanıyorlar. İşte bu sebepledir ki biz hâlâ sıkıntılar çekiyoruz.
قال اهبطوا بعضكم لبعض عدو Bir defa koyduğu bir ilke vardır. Ne diyor? Birbirinize düşman olacaksınız. İşte hayatın temel felsefesi budur. Bu yeryüzü “savaş dünyası”dır, cephe dünyasıdır. Bütün canlılar birbirini yiyerek geçinirler. Bitkiler de topraktan aldıkları eski bitki artıkları ile, azotla hayatlarını sürdürürler. Hayat bir yarış dünyasıdır ve canlılık dengesi bunun üzerine kurulmuştur. İnsan ile yarışacak başka canlı olmadığı için Allah insanı insana düşman kılarak dengeyi kurmuştur. Bu dünya düzeni savaşsız olmaz. Ama bu savaş iyi insanların kavim ve kabilelere ayrılıp birbirlerini yağmalamaları şeklinde olabilir. Bir de iyilerin kötülerle savaşı şeklinde olabilir. Buradaki bu âyet, ister kavimler arasındaki savaş, ister iyilerle kötüler arasındaki savaş olsun, her ikisi de kıyamete kadar devam edecektir, diyor. Şeytan taifesi habisler arasındaki savaşları yürütürler. Bugün öyle değil midir? Uluslar var, millî orduları var. Birbirleri ile savaş durumundadırlar. Zaman zaman patlıyorlar. İşte Allah Adem ve Havva’ya bunu bildiriyor. Belki 50 bin yıl önce Adem ile Havva’ya söylediği söz 20. asrın bir ifadesi olmuştur. Allah bunun yanında İslâmiyet’i, barış düzenini getirmiş, savaşı iyilerle kötüler arasına koymuştur. Yani, iyi devletler birbirleri ile savaşmayacaklar, iyi devletler kötü halk ve kötü devletlerle savaşacaklardır. İyilik ve kötülüğe tarafların seçtiği hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı belirleyecektir.
و لكم فى الأرض مستقر و متاع الى حين Sizin için yeryüzünde bir hîne kadar müstakar ve meta’ vardır. Burada da üç kelime önemlidir. Müstakar, Meta ve Hîn.
مستقر Müstakar, durulacak yer demektir. Canlılar bir yer işgal ederek yaşarlar. Her atomun bir mekânı olduğu gibi, her canlının da bir mekânı vardır. Ve bir yerde iki canlı bulunamaz. Böylece canlılar birbirleri ile savaşmak zorundadırlar. Çünkü yer sınırlıdır. Bu şartlar içinde yerin dışına da çıkılmaktadır.
متاع Meta’. Bunun dışında meta dediğimiz şey vardır ki, çevreden yararlanmadır. Bu da sınırlıdır. Canlılar bunun için birbirleri ile savaşmak zorundadırlar. Bu işi doğum kontrolü ile halletmek isteyenler varsa da, bu da doğmamış olanlarla doğmuş olanlar arasındaki savaştır. Şimdilik doğmamış olanların zaferi ile savaş devam etmektedir. Dünyanın nüfusu artıyor. Bunda insanlık başarıya ulaşmadığı gibi, ulaşması da çok kötü sonuçlar doğurur.
حين Hîn. Belli bir hîne, belli bir zamana dek demek suretiyle, insanlar bir zaman gelecek, yeryüzünden gökyüzüne çıkacaklar, orada mekân tutacak ve orada yaşayacaklardır. Orada düşmanlıklara gerek kalmayacaktır. Çünkü orada sonsuz mekân ve imkân vardır. Ama yeryüzü bir savaş dünyası olacaktır. Bu âyetin söyledikleri bugün pratikte gerçekleşmemiştir ama teoride gerçekleşmiştir.
İnsanlar toplayıcılıkta karaların yalnız bir kısmında yaşıyorlardı.
Avcılıkta denizleri de aştılar ve tüm yeryüzünü doldurdular. Bugün henüz denizlerin içinde kentler kurulmadı. Ama dev vapurlar hiç karaya yanaşmadan büyük okyanuslarda dolaşıp üretim yapıyorlar.
Gelecek dünyada deniz dalgalarını kıran surların içinde denizin ortasında gemilerden kentler oluşacaktır. Onlar orada gerek kara gerek deniz ziraatı yapacaklar. Denizaltıları ile diplere dalıp su ürünleri ve deniz dibi imkânlarından yararlanacaklardır. Böylece okyanusun ortasında gemi filolarından oluşmuş devletler olabilecektir.
Bunları yapacak insanlar hâlâ yeryüzündedirler ve aralarında savaş vardır.
Bundan sonra insanlar uzay filoları yapacaklar, Güneş etrafında dolaşan bu filolar orada devlet olacaklardır. Orada Güneş enerjisinden yararlanarak yaşayacaklardır. Güneş çevresi o kadar büyüktür ki, artık savaşa gerek kalmayacaktır. Bundan bir milyon yıl önce yeryüzünde insan yoktu. İki milyar yıl önce canlı yoktu. O gün biz bir yerden gelip dünyayı seyretseydik, Allah boşu boşuna bu yeri niye yarattı ki? derdik. Ama şimdi görüyoruz ki, gereksiz bir karış toprak yoktur. Gezegenin çevresi de şimdi boştur. Ama belki de 1000 yıl sonra oralarda gezegen kentler, devletler oluşmuş olacaktır. Bugün müsbet ilmin ortaya koyduğu bu duruma Kur’an’ın bu âyeti ile işaret edilmektedir.
Belki bir milyon, belki bir milyar yıl sonra Güneş’in çevresi de dolacak ve insanlar yine sığamaz olacaklardır. O zaman da uzaya açılıp Güneş enerjisinden değil, hidrojen enerjisinden doğrudan yararlanacaklardır. Bugün bu teknolojiyi henüz bulmuş değiliz ama böyle imkânın varlığından haberdarız.
قال فيها تحيون و فيها تموتون و منها تخرجون Orada hayat bulacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız, diyor. Böylece Kâinatın yaratılış hikmetini ortaya koyuyor. İnsanın bir daha Dünya’ya getirileceğini söylüyor. Bizim tekrar burada dirileceğimizi ifade ediyor. O gün yer başka yere dönüşecektir, diyor. Ama o yer bu yer olacaktır. Bunu şöyle ifade edelim.
İzmir’den çıktık, Ankara’ya gittik, sonra İstanbul’a geldik ve Ankara’ya devam ettik. Birinci sefer nasıl Afyon’dan geçtikse, ikinci sefer de Afyon’dan geçeceğiz, ama birinci sefer insanlar gecekondularda yaşarken, biz bir daha oraya gelmeden orası mamur hâle gelecek ve bizim için hazırlanan lüks otellerde konaklayacağız. Dört boyutlu uzay içinde seyrederken şimdiki İstanbul’u görüyoruz. İkinci sefer buraya geldiğimizde burasını cennete dönüşmüş bulacağız. Bu hâli seyrederken de kenarda duracak, istersek buraya da gelip ziyaretimizi yapabileceğiz. “Oradan çıkarılacaksınız” tabiri bize bunu ifade eder.
Ne var ki, burada hesap verdikten sonra buradan cennet veya cehenneme alınacağız.
Burada Adem ve şeytanın hikâyesi sona eriyor ve bundan sonra “Ey Ademoğulları!” diyerek bize doğrudan hitap etmektedir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NÛRİ EROL
ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER – XXIII
BAKIM HİZMETLERİ
ÇIKAR PARALELLİĞİ
Yeryüzünde düzen iki ana sisteme dayanır. Biri çıkar çatışmasıdır. Bir otlakta yayılan hayvanlar arasında çıkar çatışması vardır. Çünkü otlaklardan birini bir hayvan yerse diğerine bir şey kalmaz. Dolayısıyla aynı cinsten bir hayvan başka bir hayvanın rakibidir. Bu tam doğru değildir. Eğer hayvanların sayısı olması gerekenden fazla değilse, orada bir hayvanın diğer hayvana zararı yoktur. Çünkü artan çürüyüp gidecektir. Merada çok hayvan olmasının başka bir yararı daha vardır. Kurt gibi canavar hayvanlar sürüye saldırdıkları zaman bir tanesini kapıp götürürler, diğerleri kaçıp kurtulurlar. O halde her hayvanın kurtulma şansı sürüde fazla hayvanın bir arada olmasına bağlıdır. Bu sebepledir ki bir çok hayvanlar sürüler hâlinde yaşarlar. Balıklar, kuşlar sürü halinde dolaşmayı tercih ederler.
Yukarıda getirilen misalde çıkar paralelliği var, çıkar çatışması vardır. İnsan toplulukları da böyle farklı şekilde oluşmaktadır. Sosyal kuruluşları kurarken çıkar paralelliği üzerinde kurmalıyız. Genel Hizmet çıkar paralelliği üzerinde kurulur. İnsanların bir kısmı bundan hoşlanmazlar. Çıkar paralelliği demek nüfusun artması demektir. Sonunda dünya nimetlerinden gelen nüfusa pay verilmesi demektir. Dolayısıyla çıkar çatışması içinde nüfusun artması önlenmiş olur.
Ucuz araba üretildiğini, bakımın ucuz olduğunu düşünelim. O zaman ne olacak? Herkes araba alacak, sonunda trafik tıkanacak, eski zenginler rahat gidemeyecektir. O halde araba pahalı olmalıdır. Bakımı masraflı olmalıdır ki arabası olanlar rahatsız olmasın. İşte batının dünya görüşü budur. İslâmiyet’in dünya görüşü bundan tamamen farklıdır. Allah’ın arzı geniştir. Yeter ki siz çalışıp çoğalın, emeğinizle zorlukları yenin. Şöyle ki, bugün tarımdan elde edilen sonuç çok farklıdır. Köyler terk edilmiş, halk kentlere taşınmış, tarlalar ekilmiyor. Eğer çokluk kötü bir şey olsaydı halk kentlerden köylere kayardı. Türkiye’nin nüfusu bugün çok azdır. Ne zaman Türkiye’nin dağı-taşı ekilir ve boş yer kalmaz, sulama, gübreleme, ilaçlama, tohum, klima gibi teknolojiden sonuna kadar yararlanılır da bundan fazla nüfusu besleyemez hal alırsa, işte o zaman çıkar çatışması başlayabilir. Halbuki bugünkü teknoloji ile Türkiye 500 milyon insanı besler. Bugün Türkiye’de nüfus yoğunluğu 100 civarında, oysa Avrupa’nın sık bölgelerinde ve Çin’de bu sıklık 500’ü bulur. Demek ki, daha beş misli nüfusu besleyebiliriz demektir.
İslâmiyet kendi temel mantığını burada da bırakmaz. Bu 500 milyon bugünkü teknoloji ile böyledir. Nüfusumuz artar, o nüfus araştırma yaparsa teknoloji gelişir ve Türkiye daha çok nüfusu besleyebilir. Biz denizlerde daha avcılık dönemindeyiz, henüz çobanlık dönemine bile geçmiş değiliz. Denizlerde tarım dönemine geçtiğimizde yeryüzü nüfusunu en az üç-dört misli artırabilir. İmkânlar burada da sınırlı değildir. Güneş etrafında uydu tarlalar yapar, istediğimiz kadar ürün elde edebiliriz. Yeter ki teknolojimiz gelişsin. Güneşin çevresini doldurabilmemiz için milyonlarca senelere ihtiyacımız olacaktır. Yaşama imkanı daha da devam ediyor. Hidrojeni helyuma çevirir, yine uzayda güneşsiz yaşayabiliriz.
Demek oluyor ki, çıkar çatışmasına değil, çıkar paralelliğine dayalı bir düzen kurmamız gerekir. Bugünkü bakım sistemi çıkar çatışmasına dayanır. Kendi içinde çelişkilidir. Tamir ve bakımını iyi yaparsa tamirci aç kalır. Onun için tamirci bir tarafını yaparken diğer tarafını bozar. Artık seni hayatı boyunca sağar. Bunu avukatlar da böyle yapar, doktorlar da böyle yapar. Öğretmenler için de aynı şey sözkonusudur.
İşte Adil Düzende bunun için bakım serbest rekabete dayalı olarak kurulamaz. Çünkü bakımını yapacağız derken makineleri tahrip ederler. Bu iş üreticilere de uygun gelir. Çünkü onlar da yeni araba satarlar. Bu ise insanlık için israf olur. Öyle bir bakım sistemini kurmalıyız ki israf olmasın. Çıkar paralelliği doğsun. Üreticiler arasında rekabet olsun. Bu rekabet araba bakıcılarının deney ve kontrolü ile sağlanabilir.
Her türlü araçların ve cihazların, hatta yapıların bakımı bakım firmaları tarafından tekeffül edilecektir. Bunlar bozulduğu zaman işçiliklerini bedel almadan yapacaklardır. Parça parasını vereceklerdir. İyi bakım yapar, iyi parça kullanırlarsa makine sık sık bozulmaz, yapı sık sık bozulmaz, onlar işçilikten kurtulmuş olurlar. Kişiler kendi makinelerinin bakıcılarını kendileri seçeceği için yine serbest rekabet devam etmektedir. Ayrıca, parça mübayaası bakıcılarla birlikte mal sahipleri tarafından yapıldığı için parça imalatçıları arasında da rekabet devam etmektedir. Mal sahipleri arabalarını ne kadar iyi kullanırlarsa parça masrafları o kadar az olacağı için de onların masrafları da devam etmektedir.
Bakım hizmetleri hizmet verdikleri araçlar sayısınca veya kişiler sayısınca karşılığını alacaklardır. Hizmetleri bilgi vermek ve parça değiştirmek şeklinde olacaktır. Sigorta değiştirmek, asansörün bakımını yapmak ve benzeri birçok işlerin bakımını sahiplerine öğreteceklerdir. Bakım hizmetini verenler, bakım işçisinden ziyade bakım öğreticisi olacaklardır. Bakımda kendileri işçilik yapmayıp başkasına yaptıranlar işçilik bedellerini öderler. Orada iş bellidir. İşin kontrolünü yapan vardır.
BAKIM TEKNOLOJİSİ
Bir binanın inşaatı veya makinanın yapılması sırasında bakımım kolay olması, bozulmaların az olması şeklinde dizayn edilmesi gerekmektedir. Projeyi yapanlarla makinaları üretenler aynı tekel firmalar olunca güttükleri hedef budur. Bir aracın bakımı kendi servislerince yapılsın, belli zaman sonra araç tamir edilemez hal alsın, bakım masrafları çok olsun ve yenisini almayı tercih etsin. Böylece kendi sürümünü çoğaltsın. Kapitalizmin temeli buna dayanmaktadır. Plan ve proje hizmetlerinde gördük ki, plan ve proje Genel Hizmet içinde yapılmalıdır. Üreticilerin dışında araştırmacı ve hesapçılar yapmalıdır. Projeler uygulama getirdikçe proje kuruluşuna gelir gelsin. Çok proje değil de çok uygulama geliri sağlasın. Tip projeler aynı derecede gelir getirsin. Böylece sorunlar projecilerce çıkar paralelliği içinde çözülsün.
Bir bina yapalım. Bunun bakımı sözkonusu olacaktır. Elektrik, su, pis su, gaz, baca gibi kullanılırken bozulan, değiştirmeleri ve bakımı yapılacak işler vardır. Havalandırma, badana-boya, temizlik, çöp gibi sorunları vardır. Proje öyle yapılmalıdır ki bakım hizmetlisinin göstermesiyle bunların bakımı ev sahipleri tarafından yapılabilmelidir. Araçların, makinelerin kullanılması ile yapılacak bakım israf olacaktır. İnsanlar değişik araçlar kullanacaklardır. Kendi kullandıkları araçların temizlik ve bakımlarını kendileri yapmalıdırlar. İşbölümü yapacağız diye kendileri değil de başkalarına yaptırmaya kalkışırlarsa, bunun altından çıkılamaz. Ne var ki, bu işin kendileri tarafından yapılabilmesi için yeterli bilgi yanında yeterli pratikliği de olmalıdır.
Elektriğin lambasını değiştirebilmeli, sigortayı takabilmeli, akan musluğa lastik koyabilmeli, süpürgenin torbasını değiştirebilmelidir. Bunun için her evde standart takım bulundurulmalıdır. O evin bakımını yüklenen hizmetliler bunu onlara sağlamalıdır. Yangın gibi âfet zamanlarında da herkes görevi yüklenmelidir. İtfaiye gelsin söndürsün, denmemelidir. Acil müdahale eğitimini hizmetliler kişilere vermelidirler. Göstermeli ve uygulatmalıdırlar.
Bakım hizmeti verenler binlerce makina ve âletle karşılaşacaklar, sorunlarla karşılaşacaklar. Bunları nereden bilecekler? Her evin ve işyerinin bakım hizmetli sorumlusu olacaktır. Hizmet verdiği yerlerde yeni makine geldi mi, proje hizmetlisinden onun talimatını isteyecektir. Gerekli bilgiyi ilçedeki bakım görevlisinden alıp öğrenecektir. Bakım görevlisi bilmezse, o makinanın yapısını bilebilen diğer hizmet görevlileri ile istişare edip öğrenecektir. Onlarla da bu sorunu çözemezse, bölgedeki bakım mütehassıslarına sorup yeterli bilgi alacaktır. Onlar da bilmezse, kıta merkezindeki bakım araştırmacılarından bilgi temin edilecektir.
Bakım talimatlarında görülen eksikler ve yanlışlar tesbit edildikçe proje hizmetlilerine duyurulacak ve yenilenmeleri sağlanacaktır. Eskiden bunlar için kitaplar basılıyor, masraflar oluyordu. Halbuki şimdi bunlar bilgisayarda yer alır ve disket olarak verilir. Yapılan herhangi değişme programda gerçekleştirilir. Böylece çok kolay ve basit bir şekilde talimatların yenilenmesi sağlanacaktır. Canlılarla cansızlar arasındaki fark budur. Kendilerini otokontrol ile yenileme. Genel Hizmet bunu sağlayacaktır. İnsanlık bilgisayardan önce statik bir durumda kendisini zor yenileyebilir durumda idi. Oysa bundan sonra bilgisayar takviyeli Genel Hizmetlerle canlı olacak ve her zaman kendisini yenileyebilecektir.
Tarihte yeni proje ile insanlığa çıkan çok az oluşlar vardır. İlk sosyal proje Tevrat’tır. Hâlâ insanlığa hâkimdir. Hâlâ oradan ders alan İsrailoğulları dünya ticaretini ellerinde tutuyor ve 20 milyon nüfusları ile 6 milyarı yönetiyorlar. Bu Tevrat’ın en büyük mucizesi değil midir? Tevrat burada insanlara belli hizmetlerin nasıl yapılacağın öğretmiştir. Sosyal proje sunmuştur. İkinci ve daha büyük sosyal düzenleme adımını Kur’an atmıştır. Bir yarım bin yıldır insanlığı bugünkü medeniyete ulaştırmıştır. Şimdi de bize bunları yazdırmaktadır. Gelecek bin yılın projesini yaptırmaktadır.
Cengiz Han’ın askeri bir proje uygulaması yaptığı ve bununla bütün dünyaya hâkim olduğu söylenmektedir.
Burada ifrat ve tefrit düşüncelere temas etmek zorundayız. Kimi diyor ki; sosyal mühendislik olmaz, insan eşya değildir. Hesap-kitaba uymaz. Kimi diyor k; insanlar da tabiatın bir parçasıdır. Projeler yapalım. Kişileri bir tuğla parçası gibi duvarlara yerleştirelim. Oysa bunların ikisi de ifrat ve tefrittir. İnsanda eşyada olmayan irade vardır ama aynı zamanda eşyadır. O halde projeleri yapacağız, ama inşaatçısı biz olmayacağız. Halk kendi istekleri ve arzuları ile projeye göre yerlerini alacaklardır, böylece sosyal makine doğacaktır. Proje var ama uygulayıcısı halkın kendi öz iradeleridir. Onun için sosyal projelerin yapılması çok zordur. Halka beğendirmek gerekmektedir. Adil Düzen bu sebeple makrodan başlamaz. Halktan başlar. İşletmelerden başlar. Uygulamadan proje de oluşmaz. Proje yapacaksınız, uygulayacaksınız, sonra yeniden proje yapacaksınız ve uygulayacaksınız. Biz 1967’de kurduğumuz Akevler’de ilk uygulamayı yaptık. Bunu makroda dünyaya duyurduk. Şimdi bu yazılarımızla ikinci projeyi yapıyoruz. Gelecek 33 yılda üçte bir asırda da sizler uygulayacaksınız. O zaman sizler daha üstün yeni proje hazırlayacak ve gelecek nesle bırakacaksınız.
PARÇA ÜRETİMİ
İlk sanayi doğarken bir kişi mesela bir otomobil üretecekse, fabrikayı kurar, ham maddeyi alır, bütün parçaları işler ve arabayı piyasaya sürerdi. Teknoloji geliştikçe, zaman ilerledikçe, bilgi arttıkça yavaş yavaş işbölümü ortaya çıktı. Birbirine uyan parçalar yapılmaya başlandı. İlk parça herhalde lastik olmuştur. Zamanla ortak parçalar arttı ve makina imalatı yerine parça imalatına geçildi. İşte bundan sonra artık bir makine yapan fabrika olmayacaktır. Otomobil projesi olacaktır. Mesela, Akevler bir otomobil projesini yaptırabilir. Bu proje mevcut otomobil projelerinden üstün olmalıdır. Bu üstünlük kullandığı ölçüleri ikili sisteme göre yapmış olabilir. Ahşap evde bunu denedik. Sonra projeleri imalatçılara dağıtarak parça siparişini verir. Yurt içi ve yurt dışı imalat yerlerinde bunu imal ettirir. İhaleyi kendisi yapar. Yani parça fiyatını başlangıçta ucuz yapar, sonra artırır, yeter stok ortaya çıktı mı fiyatı düşürür ve imalat durur. Sonra parçaları monte edeceklere parçaları satar ve monte edilmiş büyük parçalar alır. Onları da satar ve mamul otomobiller alır. Böylece otomobil fabrikası için bir ilk sermaye, sonra da bunu çalıştıran bir organizasyona ihtiyaç vardır.
Mesela, bu işi Emin Otomotiv çok kolaylıkla ve rahatlıkla yapabilir. Kendi sermayesi olmasa bile adı vardır. Böyle bir teşebbüse giriştiğinde sermaye ortaklığını kurmuş olur. Kendileri ile yaptığımız görüşmelerde sadece saygı ile dinlediler. Ona da şükrediyoruz. Oysa bizimle işbirliğine girselerdi, Adil Düzenin ilk firmasını kurma fırsatını yakalayacaklardı, sâbikundan olma şerefine nâil olacaklardı...
Batı sömürü sermayesi ile işbirliği içine giren ehl-i tarikat ve ehl-i siyaset bize sırtını çevirmiş, maalesef uçuruma doğru gidiyorlar. Biz yazmaya ve yapmaya devam edeceğiz. Göreceksiniz, Allah bize bir gün yardım edecektir. İnsanlardan ve meleklerden beklemediğimiz yardımı ihsan edecektir. İnsanlık sosyal tufandan başka bir yolla kurtulamaz.
Eskiden makine imalatı vardı.
Bundan sonra parça imalatı olacaktır, diyorum.
Bu söz de eksiktir. Şimdi, bir parçayı bir imalatçı yapıyor. Gelecekte, bir parça üzerinde on-yirmi işlem varsa on-yirmi ayrı kişi yapacaktır. Kişi yapacaktır, diyorum; firma yapacaktır demiyorum. Şimdi kişiler parçayı kendi makinelerinde işlemektedirler. Oysa gelecekte usta yapmak istediği bir işi akşamleyin bilgisayara bakarak karar verecek. Hangisi kârlı ise o işi yarın yapmaya karar verecektir. Yarı mamul maddesini gece internette satın alacak, makineyi gece internette kiralayacak, mamul maddeyi gece internette satacaktır. Yarın ne kazanacağını akşama hesaplamış olacaktır. Sabahleyin kalkıp ambarından işleyeceği parçayı alacak, kiraladığı tezgaha gidip o gün işleyecek, akşama da işlediği parçayı başka ambara teslim edecektir.
Bizim böyle bir dünyayı kurmamız için sanıldığı gibi herhangi bir fabrika kurmamız, herhangi bir usta yetiştirmemize gerek yoktur. Sadece Genel Hizmet verecek bir teşkilât kurmamız gerekir. Bunun için de Ömer Faruk Boztepe ile temaslar kurduk. Yine bizimle görüştükleri için Allah onlardan razı olsun ama, sonra batılıların fikir esiri olmuş ehl-i siyaset ve ehl-i tarikat nedeniyle önerimiz reddedildi...
Bunları sizlere yazıyorum. Bu tür tebliğ teşebbüslerinde bulunacak ve reddedileceksiniz. Ama yılmadan yolunuza devam edeceksiniz.
Aynı ehl-i tarikat ve ehl-i siyasetin gafleti sebebiyle Ümraniye ve Üsküdar Belediye Başkanları ile yaptığımız görüşmeler de neticesiz kalmıştır...
Sizler yılmamalısınız. Tebliğe ve dâvete devam etmelisiniz.
Bugün Türkiye’de inşaat yerinde teker teker tuğlalar dizilerek yapılmaktadır. Oysa, gelişmiş inşaatta parça imalatı yapılıp yerinde monte yoluna gidilmektedir. Yani inşaatta parça imalatına geçilmiştir.
Yol ihaleleri yapılmakta. Büyük yolsuzlukların kaynağı olan yol inşaatı Adil Düzende çok basit bir şekilde yapılmaktadır. Önce yolun projesi yapılmaktadır. Sonra 500’er, hatta 100’er metre olarak ihaleye çıkarılmaktadır. Hafriyat ihalesi yapılmaktadır. Bir yere kim önce başlarsa orasını o almaktadır. Böylece belki Doğu Karadeniz Otoyolu bir-iki ay içinde hafredilmiş olacaktı. Kayalıklar ve tüneller vakit alacaktır. Sonra aynı şekilde stabilize halka verilir. Ondan sonra asfalt biraz uzun kilometreler arası olarak yaptırılır.
Buradan anlatmak istediğim, gelecekte her türlü ihale halka yapılacak. Bir dozer işçisi, akşam internete bakacak, nerede hafriyat işi var, görecek ve bulacak. Projede ne tür hafriyat var? Hangi dozer boş? O yeri kapatacak, dozeri kiralayacak, ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra “Bismillah” deyip iş başına dozeri ile gelecek ve o gün akşama kadar çalışıp akşamleyin kontrolörlere işi teslim edecektir. Belki bir haftalık, belki bir aylık işi birden alabilecektir.
Şimdi imalatın parça üzerinde yapılması bize ne kolaylık sağlayacaktır? Bugün parça fiyatları gerçek maliyetin birkaç mislidir. Yani arabayı 5 bin dolara alıyorsan, parçaları toplasan 20 bin dolar tutacaktır. Oysa, parça sanayiinde parça fiyatı değişmeyecektir. Parça yenileme araba yenilemenin aynı değerde olacaktır. Bu da insanlık ekonomisinde çok büyük tasarruf sağlayacak ve israfı önleyecektir. Marx’ın insanlara zorla yaptırdığı işleri biz serbest rekabet içinde halka kendi istekleri ile yaptırmış olacağız. Kapitalistler kendileri dışındaki fikirlere “şeriatçı” derler, “komünist” derler ve körletmeye çalışırlar. Sizlere “komünist” deyip korkuturlar. Asla korkmayın. “Eğer bu komünistlikse” diyecekseniz “ve bu da iyi ise, o zaman komünistlik iyidir!” diyeceksiniz. Siz bunun adını değil kendisini tartışın diyeceksiniz.
ESKİ PARÇALAR
İlk canlı yaratıldığı zaman temiz suyun içine kondu. Sudan aldığı gıdalarla beslenmeye başladı. Besin artıklarını suya atınca orası kirlendi ve yer değiştirdi. Pislik bütün suları doldurunca yaşam imkanı kalmadı. O zaman canlılar ikiye ayrıldılar. Bir kısmı güneşten aldıkları enerji ile yeni canlılar oluşturdular, bir kısmı da kirlenen çevreyi temizlemeye başladılar. Üreticilere bitki, temizleyenlere hayvan dendi. Bugün biz hâlâ üretiyoruz. Bunun sayesinde sanayi gelişti ama, daha sanayinin ortaya çıkardığı kirliliği temizleyecek sanayi doğmadı. Yani, hâlâ nebat döneminde yaşıyoruz. Daha hayvanlar dönemine geçemedik. Onun içindir ki, dört büyük tufandan biri de çevre kirliliğidir.
Adil Düzen işletmeleri çevre kirliliğini önleyen işletmeler olacaktır.
Bir üretimin projesini yaptığımız zaman iki şeyi birlikte düşünmeliyiz. Ham maddemiz ne olacaktır? Mümkün olduğu kadar başka bir mamulün artığı veya eskimişi olmalıdır. Taze kaynaklara dayanarak üretim yapmamalıyız. Mesela, döküm fabrikasını kurarken filizden demir elde etme yerine eski makinaların hurdalarını kurmayı hedeflememiz gerekir. Sonra, öyle bir atıklar vermeliyiz ki başka sanayi onu kendisine ham madde yapsın. Çevreyi kirletecek herhangi atığımız olmamalıdır.
Henüz teknolojimiz yeteri kadar gelişmiş değildir. Bazı artıkları bugün değerlendiremiyoruz. Eğer bu madde kirlilik yapıyorsa onu suya, toprağa, havaya salmamalıyız. Onu bir çukur açıp depo etmeliyiz. Proje üretenler onları değerlendirmeyi düşünmelidirler. Önemli başka bir husus da, eskimiş makinelerin veya parçaların değerlendirilmesidir. Bugün bunlar atılmaktadır. Kıymetsiz olduğu için sokakları kirletmektedir. Yeni parça takma yerine parçaların tamiri ile uğraşılmaktadır. Önce parçaların kolay değiştirilebilmeleri gerekir. Parçaların parçalarının da ona göre projelendirilmesi gerekir. Ama parçaların sokaklara atılmaması için parçaları satın alan ve onları parçalayan firmalar da oluşmalıdır. Mesela, bir otobüs hurda haline gelmişse onu bir hurdacı alacak, sökecek, parçalayacak, aynı cins ham maddeyi içeren hurdaları onu değerlendiren imalatçıya verecektir. Mesela, motor saran usta kesip çıkardığı bakırı bu teli imal eden bakır fabrikasına verecektir. Bakır fabrikası bunu tel haline getirip piyasaya sürecektir. Burada zayi olan teli saran emaye olacaktır. O emayeyi de eritip tekrar kullanılacak hâle getiren teknoloji geliştirilmelidir. Yakıp havaya atılmamalıdır.
Böylece sanayi hammaddesi devamlı olarak dolaşacaktır. Arada zayiat olacaktır. İşte o zayiat taze kaynaklarla doldurulacaktır. Bu dönüşte bölüşüm öyle yapılmalıdır ki taze madde en az harcansın. Bunu sağlamak için vergilendirme ve kredilendirme öyle yapılmalıdır ki bu taze kaynağın tüketilmesi önlensin. Önce taze kaynaklar vergilendirmede esas olmalıdır. Mesela, filizden üretilen demirin beşte biri, hatta yarısı devletin olmalıdır. Kredilendirme ise üretime göre olmalıdır. Yani, demir çubuk üreten fabrikalara stoklarına göre kredi verilmelidir. Böylece hurda sirkülasyonu geliştirilmiş olur.
Yarı mamul ambarları oluşturulup mamullere doğru akış nasıl projelendirilip ambar stoklarına fiyatlandırma yapılacaksa, aynı şekilde hurda saflaştırma ambarları oluşturulup kontrollerle parçalar değerlendirilmelidir. Yani, ambardaki stok seviyesi arttığı zaman bu sefer fiyat düşürülmelidir. Böylece akış sağlanmalıdır. Eski parçalardan yeni parçalar üretmeyi ucuz kılacak vergilendirme ve kredilendirme yapılmalıdır. Genel Hizmet paylarının onlardan alınmaması ile ama Genel Hizmetin verilmesi ile bu sağlandığı gibi, o parçaların nakitle kredilendirilmesi ile de bu sağlanır.
Genel Hizmet payı üründen beşte bir olarak alınmaktadır. Bu tür eski maddeleri parçalayanlardan hiç alınmayacaktır. Ama buraya hizmet verenlere başka yerin Genel Hizmet payı verilecektir. Mesela, kanalizasyon sularını arıtan tesisler temizlenmiş suları satacaklardır. Bu sular sulamada kullanılacaktır. Bir de tabii sular sulamada kullanılacaktır. Genel Hizmet tabii sulardan %50 alınacak ama arıtılmış sulardan Genel Hizmet payı alınmayacaktır. Böylece suyun arıtılması temiz sularla desteklenmiş olacaktır.
Tabii su havzalarına kredi verilmeyecek ama arıtılmış su stoklarına kredi verilecektir. Krediler faizsiz olup değerlendirildiği zaman tahsil edileceği için üreticiler devamlı su tasfiyesini yapacaklar, kirli suya ihtiyaç olmasa da depolayacaklardır. Verilen krediler stok seviyesine göre düşürülecektir. Tabii su stoklarının stok kredi değerleri düşük tutulduğu halde, artık suların stok kredi değerleri artık suların miktarına göre yüksek tutulacaktır.
Böylece bütün parçaların ve atık maddelerin değeri olacak ve herkes parçaları ve atıkları satacaktır. Bu sayede çevre kirliliği önlenecek ve madde dolaşımı kıyamete kadar devam edecektir. Yoksa çevre kirliliği devam edecek ve böylece yeryüzü cansız bir küreye dönüşecektir. “Adil Düzen gelecek, tufanla veya tufansız gelecek.” sözü bunun için doğrudur. Biz bu yazılarımızla insanlığı bu tufandan kurtarmak istiyoruz.
Çevre vakıfları var. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar. Talep ettiğimiz randevlara cevap vermiyorlar. Çünkü samimi değiller.
MAKİNALARIN BAKIMI
Bakımın türleri vardır.
Ev eşyası bakımı: Üretim yapmayan özel kişilere ait tüm araçların bakımı bu bakım grubuna girer.
Meskenlerin bakımı: Gelir getirmeyen özel mülkiyete ait taşınmazların bakımıdır.
Altyapı bakımı: Sokak, yol ve benzerlerinin bakımını içermektedir.
İşyerlerinin bakımı: Tarlalar , fabrikalar ve diğer işyerlerinin bakımı.
Tesislerin bakımı: Üretim yerlerinin bakımı.
Okul, mescit ve vakıf yerleri: Bunlar gelir getirmeyen kamunun yararlandığı yerlerdir.
Fabrikalardaki makinalar genellikle özel makinalardır. Her makinanın bakımı o makina üzerinde ustalık istemektedir. Değişik firmaların değişik şekilde monte etmiş olmaları ve sökülüp takılmaları hakkındaki bilgisizlik, makina parçalarının ayarlarını bilmeme gibi sorunlar vardır. Bunun için her işyerinde orada çalışanlardan o makinelere bakma öğretilir. O makinanın bakımını yapan kimse bakım temsilcisi hükmündedir. Devamlı olarak bakım görevlisi ile temastadır. O makinenin ayarını yapmak, bakımını yapmak, arızaları gidermek ona aittir. Aynı işyerinde başka işler de yapan bu kişi bunu devamlı çalışır halde tutar. Mesai saatleri dışında makinelerin bakım ve ayarını yapar. Yedek makina varsa yedekleri daima hazır bulundurur. Arıza olduğu zaman onu giderir.
Bakım temsilcisinin gideremediği arızları bakım görevlisi giderir. Bakım görevlisi kendisinden ziyade işbirliği yaptığı diğer hizmetlilere veya bakım ustalarına gidertir. O ustaların ücretlerini bakım hizmetlisi ödemiş olur. Bu makinelerin bakımında parça ve bakım malzemesi makine sahibine aittir. Sadece bakım işçiliği bakım temsilcisi tarafından yapılır.
Makineden yapılan işe göre genel üründen bir pay alınır. Diyelim ki, otomobil fabrikasında bir cıvata makinesi vardır. Bunun bakımını fabrikada bir usta yüklendi. O makinede işlenen cıvata sayısınca otomobil olarak bir bakım payı vardır. Bu aynı zamanda Genel Hizmet payıdır. Bu bakım payının yarısı o makineye bakan ustaya verilir. Bunun beşte biri bakım görevlisine aittir.
Makina çalışırken kendisi çalışmamakta, ama gelir elde etmektedir. Makina çalışmazken kendisi bakım yapmakta ama bu çalışmadan dolayı bir şey almamaktadır. İşte böylece çıkar paralelliği sağlanmış bulunmaktadır. Bakım hizmetlisi ister ki makine en az arıza yapsın ve zaman kaybetmesin, bakım hizmetlisi ister ki makine en çok iş yapsın ki benim payım fazla olsun. İşte biz bu dengeyi buluyorsak Kur’an’ın emrini yerine getirmiş oluyoruz. Kur’an diyor ki, dengeyi kurunuz. Dengeyi nasıl kuracağımızı da bize öğretiyor. İçtihatla kurunuz diyor. İçtihadı dört delile dayandırın ve sorunlarınızı ilimle çözünüz diyor. Görülüyor ki, Kur’an bize yol gösteriyor, prensipler vazediyor ama sorunları bize çözdürüyor, kendisi çözmüyor. Bundan sonra kitap gelmeyecek diyen bir kitabın böyle hükümler ihtiva etmesi bir mucize değil midir? İnsanlık hâlâ ekseriyet demokrasisi içinde sürünürken, İslâmiyet’in içtihat demokrasisini getirmesi, bunu 1400 yıl önce getirmesi, insanlığın yeni anlaması, hâlâ da uygulamamsı; Kur’an’ın Allah sözü olduğuna yeter delil değil midir?
Eski parça kullanıldığı taktirde verim düşer, bakım işçiliği artar. Yeni parça kullanıldığı zaman da bu sefer maliyet yükselir. Parça başına masraf artar. Parça başına masraf, düşen verimin ve bakım zamanının hesaba katılması ve hangisi kârlı ise o yapılmalıdır. Yani, yeni parça daha kârlı ise o alınmalı, eski parça ile çalışma daha kârlı ise o yapılmalıdır. Buna çıkar paralelliği içinde denge bulmalıyız.
Bu sorun bakım hizmetlisinin alacağı puana bağlı olacaktır. Şöyle ki, genel olarak hizmet verdiği firmalara gelen bakım işçiliği payını esas alırsak, daha az parça kullanarak bakım yapanın parça masrafları işçilik payına nisbet edilecektir. Böylece daha çok parça kullanmadan uzak kalmaya çalışacaktır. Diyelim ki, bir araba bakımını yapıyoruz. Parça değişimini yaptığımız zaman kilometre başına harcayacağı yakıt binde bire düşsün. Diğer taraftan bakım olarak da yılda diyelim on saat daha az işçilik gerektirsin. İşte parça değişiminin bize sağladığı pay bu olacaktır. Benzinin azalması sahibine kâr sağlayacak, bakım işçiliği ise bakım yapana kâr sağlayacaktır. Başarısını ancak arabanın yaptığı kilometre ve harcadığı yakıtla ölçebiliriz. Ne kadar çok kilometre yapmışsa ve ne kadar az yakıt yapmışsa bakım payı onunla ölçülecektir. Ayrıca, bu arada yaptığı parça değişimi masrafları da menfi bir etki yapacaktır. Şöyle diyelim, parça masrafı ile yakıt masrafını toplarsak genel masrafı elde ederiz. Yaptığı kilometre pozitif, bu masraflar negatif tesir yaparak bir bakım işçilik payını takdir edebiliriz. Enerji kullananların bakımı böyledir. Oysa tarla ve binaların bakımı bu yolla ölçülemez. Onlarda da üretim miktarı ile içinde yaşayan nüfus esas alınır. Bakımı iyi yapılan binalar kiralamada tercih olunur. Hâsılı, bakım ücretini takdir ederken dikkat edeceğimiz husus, az arıza yapması, üstün verimle çalışması, iletme masrafları ile bakım parça masraflarının asgari olması esas alınacaktır. Buna göre bilgisayar programlanacak ve makine bakım hizmetini yüklenen onu alacaktır.
MESKENLERİN BAKIMI
Binaların zelzeleye mukavim olması gerekmektedir. Ancak buna eldeki imkanlar kadar riayet etmemiz gerekmektedir. Çok ağır şartlar koyarsak o binalar inşa edilemez, halk sefalet içinde kalır ve bundan dolayı nüfus azalır, refah düşer. Öyle bir nisbet koymalıyız ki nüfus ve refah azami olsun. Bunun için yeni bir tanım getirmeliyiz. İstenen nüfus sayısının azami olması değil, istenen yaş toplamının azami olmasıdır. Yani, biz insanların yaşlarına göre fiyat biçiyoruz ve bunu artırmaya çalışıyoruz. Bu ortalama yaşı artırmakla sağlanabilir, bu nüfusu çoğaltmakla sağlanabilir.
Meskenlerden istediğimiz garanti bu özelliği sağlamasıdır. Diyelim ki, elli senede zelzele oluyor ve bizim tüm nüfusumuzu yok ediyorsa, yıllık olarak bizim nüfusumuzu ellide bir azaltıyor demektir. Getirdiğimiz inşaat yükü o kadar olmalıdır ki nüfus artışını 50’de birden aşağı indirmemelidir. Bütün bunlar sosyalistlerin veya kapitalistlerin yaptığı gibi merkezi planlama ve hesapla olmaz. Bunun için geliştirdiğimiz mesken binalarının bakım sistemini ele alalım.
Her ilçede 10 kişiye yakın bakım hizmetlisi vardır. Bunlar aynı zamanda ilçe komisyoncularıdır. Bunlara kamu kredisi verilmiştir. Yapısını satmak isteyen bunlara satar, bunlar da müşterilere satarlar. Bunlar %2.5 komisyon alırlar. Bu alıp satılan binaların tüm geçmiş dosyalarında vardır. Projeleri vardır. Proje kontrolleri vardır. Sonradan tahribatsız muayeneler vardır. Bakım hizmetlileri bunları dosyalarında tetkik ederek değer verirler. Aralarında rekabet mevcut olduğu için halk mağdur olmaz. Ama bilen kimselerin kontrolünden geçeceği için de zayıflıklarına göre değer biçilir. Binaya bir sağlamlık katsayısı verilir. Bu bina kaç derece zelzeleye dayanır diye tesbit edilir. Bunu bakım hizmetlileri satın alırken takdir ederler. Satarken de müşterilerine bunu bildirirler. Böylece aynı zamanda o binayı o büyüklükteki zelzeleye karşı sigortalarlar. Daha küçük zelzelede yıkılırsa tazmin ederler, daha büyük zelzelede tazmin etmezler.
Bakım hizmetlileri ayrıca kiraya vermek isteyen kimselerin yapılarını değerlendirir ve ona göre fiyatlandırırlar. Aynı kira bedeliyle kiralarlar. Oturanlara karşı da aynı değeri ile sigortalamış olurlar. O büyüklükteki zelzelede bir hasar görse tazmin ederler. Daha büyük zelzelede tazmin etmezler. Halk isterse fazla kira verir ve daha büyük zelzeleye dayanıklı binalara yerleşir, isterse tehlikeyi göze alarak daha az güvenli yapılarda oturur. Bakım hizmetlileri topladıkları kiralarla önce bütün evlerin bakımını yaparlar. Sonra kendi %2.5’luk paylarını alırlar. Kalanını da kiraya verilmiş olsun olmasın bütün ev sahiplerine bölüştürürler.
Böylece görülüyor ki, bakım hizmeti önce meskenlerin bakımı hususunda bir ortaklık oluşturuyor, dayanışma oluşturuyor, sigorta yapıyor. Sonra da kiraya verebilenlerle kiraya veremeyenler arasındaki kira bölüşme dayanışması sağlanmaktadır. Komisyoncular arasında rekabet sözkonusu olduğu için de serbest piyasa korunmaktadır. Böyle bir ortaklık İstanbul’da hemen kurulabilir. Boş olan evler üzerinde pazarlık yapılarak kiralanır. Sonra gelenlere aynı bedelle kiraya verilir. Bu kira bütün ev sahiplerine bölüştürülür.
Bu sistemin sağladığı yararlar arasında, mal sahibi ile kiracısı arasındaki didişme de ortadan kalkar. Kiracılara mal sahipleri muhatap olmazlar, hizmetliler muhatap olurlar. Diğer taraftan kiraya vermek serbest pazarlıkla olacaktır, ama kiralamada pazarlık olmayacaktır. Kiracı bakım hizmetlilerine uğrayıp evlerden bilgi alacak, fiyatları öğrenecek, kendisine en uygun olanı kiralamış olacaktır. Bakım hizmetlisi ile pazarlık yapmayacaktır.
Bir mahallede daima kiralanmamış ev bulunacaktır. Bu sebeple oraya taşınacak kimse ev bulma sıkıntısı içinde olmayacaktır. Sadece pahalı kiralamak durumunda olacaktır. Bu da o mahallenin kiralarını yükseltecek, yahut oradan göç varsa düşürecektir. Böylece kira bedelleri serbest arz ve talebe bağlı olacaktır. Kira ödeyemeyen kimselerle ev sahibi değil, komisyoncu uğraşacaktır. Halk huzur içinde olacaktır. İşi ihtisas sahibi yapmış olacaktır.
Kirayı ödeyemeyen kimse iflas edecek, borçlanma ehliyetini kaybedecektir. Başka mülkü yoksa bu kişi evden çıkarılmayacaktır. Bunların kiraları genel kira gelirlerinden karşılanacaktır. Eski kiralarını ödemekle de itibarı iade edilecektir. Böylece kira veremeyen kimse dışarıda kalmayacaktır. Kiraları yükselen mahallerde yeni yatırımlar olacak, buna karşılık kiraları düşen yerlere ise başka yerden göçler olacaktır. Böylece mesken dengesi sağlanmış olacaktır. Ayrıca burada evi olanlar rahatlıkla kiraya verebilecek, gittikleri semtte rahatlıkla kiralayabileceklerdir. Bu sayede yerleşme ve dağılma en uygun şekilde gerçekleşecektir. Bu durum trafik sorununu çözecek, çevre kirliliğini önlemede büyük katkısı olacaktır. Kişiler arsa alıp inşaat yapma yerine, inşaat şirketlerinden yeter derecede hisse sahibi olduktan sonra, istedikleri yerden bakım hizmetlilerinden keselerine göre ev alacaklardır. Bunun yanında arsa alanlar da olacaktır. Bu katlı binadan ahşap villa tipi olacaktır. Burada kendi boş vakitlerini değerlendirerek özel mülkiyet zevkini tadacaktır.
İŞYERLERİNİN BAKIMI
Bir kazanç yerinde girdiler vardır, çıktılar vardır. Çıktılardan bir kısmı kazanırken diğerleri zarar ediyorsa bu işletme faizli işletmedir. Burada sadece o işletmeden çıktı üzerinde durulmaktadır. Elde edilen ürün bölüşüldükten sonra o ürünün kâr veya zarar etmesinin fazla ilgisi yoktur. Bir ahşap ev işletmesini düşünelim. Buraya insanlar arsalarını koyarlar, malzemesini koyarlar, emeklerini koyarlar ve altyapısını koyarlar. Sonra da yapılan villayı dörde bölüşürler. Herkes kendi payını satarak kâr veya zarar eder. Orası ayrı ama işletmeye katıldıkları zaman kimse zarar etmez. Çünkü sonunda para değil de ürün paylaşılıyor. Serbest pazarlıkla bir mal satın almış olmaktalar. Kimi emek vermiş, kimi tesis vermiş, kimi ham madde vermiştir.
Böyle yapılmayıp herkes kendi girdilerini işletmeye satar, işletme nakit öder. Sonunda üretir, onu piyasada pazarlar, kâr veya zarar ederse bu faizdir. Çünkü buraya girmiş olan tesis kazanmıştır, çalışanlar ücret alarak kazanmışlardır, sermaye sahibi bedelini alarak kazanmıştır. Sermaye koyan da faizini almış ve kazanmıştır. Peki, zarar eden kim? Müteşebbis. Hiçbir şeyi koymayan ve hiçbir şeyi almayan kimse zarar etmiştir. Borcunu ödeyememiştir. Kendisini de çevresini de batırmıştır. Onun içindir ki, tesis de işletme de sabit kira almaz, üründen pay alırlar. Yahut cirodan pay alırlar. Bir okul işletmesinde ürün olmadığı için o işletmede harcanan miktardan paylarını alırlar.
Alınan tesis payının bir kısmı yapı bakımına verilmiş olur. Bu yapı bakımının parça ve malzemesi alınır, kalan kısım da ihale edilerek bakımı yaptırılır. Bu kiraları toplayan, sonra da o tesislerin bakımını yapan bakım hizmetlileridir. Kira paylarından bir kısmını bakım payı olarak alırlar. Bakım malzemesi yapı sahiplerinin payından düşülür, işçilik ise bakım hizmeti tarafından yapılır.
Bir yapı ve içindeki tesisler projeye göre inşa edilir. Proje plan hizmetleri tarafından yapılmış veya yaptırılmış olur. Müteahhitlik belgesi olanlar, resmi ücretle işçi bulabilirlerse inşaat yaparlar. Hem işçilik kredisi hem de malzeme kredisi verilir. Bina borçlandırılır. Binanın hisse senetleri satılırsa müteahhitlerin kredileri açılmış olur. Böylece biten yapılar hisse senetleri sahiplerinin temsilcileri tarafından kiraya verilir. Hisse 20’den az ise mülk sahipleri doğrudan doğruya kiraya verirler. Değilse, en az beş, en çok yirmi temsilciyi atarlar. Onlar tesisi işletmeye kiralarlar.
Gelen kira miktarı aralarında kararlaştırılır. Tesis çalışmaya başlayınca gelen kiralarla malzeme alarak bakım yaptırırlar. İşçilik Genel Hizmet karşılığıdır. Kalan kısım ise bankada nakit olarak yatar. Ortakların ellerinde bulundurdukları pay belgelerinin değeri gittikçe artar. Sonra pay belgelerini kısmen de olsa satar ve kullanırlar. Paraları olunca tekrar alırlar.
Pay senetlerinin fiyatları öyle ayarlanır ki, hepsi iade edilince tesisi kamu almış olur. Alıcısı arttıkça hisse senetlerinin değeri de gittikçe artırılır. Bu değer maliyet değeridir. Cari fiyat ise arz ve talebe bağlıdır. Bütün senetler iade edildiği zaman tesisler amorti olup ömürlerini doldurmuş olur. Senetler satılmaya devam ettikçe kârlı yatırımdan herkes kazanmış olacaktır.
Kamu hisse senetlerini alıp satacaktır. Kâr koymayacaktır. Bunun dışında satın aldığı hisse senetlerinin kiralarına da katılmayacaktır. Piyasada tek senet kalsa bütün kirayı alacaktır. Yani, tesis kira vermeden çalışacaktır demektir. Bu da işletmenin sonuna kadar çalıştırılmaması, israf edilmemesini temin edecektir.
Bakım cirodan pay alacağı için tesis sahiplerinin payları azalacak ama bakıcıların payları azalmayacaktır. Eski tesislerin bakımı zor olacaktır. Belki hiçbir Genel Hizmetli böyle bir tesisin bakımını kabul etmeyecektir. Fabrika o zaman durur, fabrikanın kirası gelmez olur. O zaman da tüm senetler iade edilmiş olur. Böylece tesis tasfiye edilmiş olur. Demek ki, tesislerin kal edilmesi yani hizmet dışına çıkarılması, bakıcıların bakım sorumluluğunu yüklenmemeleri ile başlamış olur.
Araçların bakımı da benzer şekilde yapılır. Araçların bakımı bakım hizmetine aittir. Parçalar araba sahiplerince, bakım ise bakım hizmeti tarafından yapılacaktır. Hatlar alınıp satılacaktır. Tüm arz ve talebi karşılayacak şekilde fiyat uygulaması yapılacaktır. Her zaman o yolda açık hat olacaktır. Hattın çoğalması fiyatını yükseltecektir. Azalması düşürecektir. Yolun bakımı da yine o yoldan gelip-geçen arabalar sayısına göre olacaktır. Yol parasız olacaktır. Ancak arabaların gelip-geçmesi sayısınca yol bakım payı verilecektir. Görülüyor ki, işletme bakımından Adil Düzen koyu bir kapitalist, yararlanma bakımından da koyu sosyalist olarak ortaya çıkar. Adil Düzenin temel kuralı şudur. İstihsalde özel mülkiyet, istihlâkte kamu mülkiyeti esastır. İstihsal serbest piyasa ile değerlendirilir. Kişilere satın alma gücü ise ihtiyaçlara göre verilir. Fiyatlara ve ücretlere müdahale edilmez, kredi ve sosyal yardım ihtiyaçlara göre dağıtılır.
EV ALETLERİ BAKIMI
İlk insanın yaratıldığı günden günümüze kadar insanlar hayatlarını yanlarında bulundukları aletlerle yapmışlardır. İlk aletler ağaçtan yapı olan sopa benzeri aletler olmuştur. Hemen arkasından taş, bıçak ve baltalar kullanılmaya başlanmıştır. Ateşin yakılması da önemeli sorun oluşturmuştur. Zaman ilerledikçe aletler değişik isimlerde gelişti.
1) Meskenlerde kullanılan aletler.
2) İşyerlerinde kullanılan aletler.
3) Taşıma gibi hem mesken hem işyerinde kullanılan aletler.
4) Özel işlerde mesela yazmada kullanılan aletler.
Bunların yapılması kadar bakımı ve öğretilmesi her zaman sorun olmuştur. İlk zamanlarda bu hep dayanışma ve yardımlaşmada kullanırlar.
Bugün ev aletleri dediğimiz araçların bakımı ayrı bir önem arz etmektedir. Evin zaruri ihtiyaçları içinde bakıma ihtiyaç duyulmayan araçlar vardır. Kap-kacak, giyim aletleri, dolap ve benzeri araçlar için bir bakım sözkonusu olmayacaktır. Ama evlere gelen su, elektrik, gaz, telefon, anten gibi araçlar vardır. Bunları bakımı gerekmektedir. Ayrıca televizyon, bilgisayar, çamaşır makinası, buzdolabı, bulaşık makinesi, binek arabası, klima tesisleri, asansör tesisleri gibi bakıma muhtaç eşya mevcuttur.
Bunların çoğu elektrik harcamaktadır. O halde bir evin harcadığı elektrik ve su saatlerine göre bunları harcayan araçlar için bakımın ücreti verilir. Elektrikle çalışma cihazlarının bakımını yapan elektrikçi, sonunda kullanılan elektrik kadar bakım payını alacaktır. Pis su ve kullanma suyu için bakım karşılığı kullanma su saatine göre ödenecektir. Kaloriferin bakım masrafları yakıt miktarı ile ölçülecektir. Hâsılı, her bakım hizmetine bir bakım payı bulunacaktır. Ayrıca bakım hizmetini verenler her konuda kişilerin danışmanı olduğu için de nüfus sayısına göre bir pay alacaklardır.
Elektrikle genel hizmet payı ödeme sistemi tesislere de getirilir. Her parçayı ayrı ayrı ölçüp onların kayıtlarını takip etme yerine, bir çimento fabrikasında harcanan enerji ve gaz miktarı ile o fabrikanın ne kadar çimento ürettiği hesaplanabilir. Bunun için talimatlar hazırlanır. Ölçülen elektrik veya gaz veya su miktarı ile işletme vergilendirilir ve genel hizmet payı alınır. Herkese eşit imkanlar uygulanacağı için herhangi bir dengesizlik söz konusu olmaz.
Genel Hizmet Payı sarf edilen elektrik veya gaz üzerinden olunca, bakım payı da genel olarak oralardan hesaplanır. Kişilerin makineleri kullanmaları ayrı ayrı kiralandırılmayabilir. Bu takdirde ustalara makineleri kullanma payı verilir. Bu da genel katkıları kadar olur. O pay kuponları ile makineleri kirasız kullanırlar. Böylece az kullanılan makinelerle çok kullanılan makine, yedek makineler arasında bir dayanışma meydana gelmiş olur. Bakıcılar ise makinelerin çalışır durumda bulunmalarına göre de paylaşabilirler. Yani az üreten makine de çok pay almış olur. Yeter ki işler halde ayarlı tutulsun.
Bir fabrika bir ev aletini imal ettiği zaman, onun ömrünü takdir eder. Proje bunu takdir etmiştir. Toplam bakım masrafları da onun üzerine yüklenilerek makine satılır. Yani makinanın bakım işçiliği peşin ödenmiş olur. Bunu böyle düşünmeyip de bugün imal edilip satılanlara bugün çalışmakta olan makinaların bakım işçiliği de yüklenmiş olur. Böylece ücreti arttıkça bakım payı da artar. İyi bakım bunu düşürür. Yani, iyi bakım yapanlar daha az kazanmış olacaklardır. Bu çıkar paralelliğine aykırıdır. O halde şeriat bu çözüme izin vermez. Bakım yapanların makine ömrünü uzatmaya çalışmaları için bir tesir bulmak zorundayız. Bunu şöyle ifade edebiliriz. Bir makinanın kira payları ile amortismanı ayrılır. Bu ana paradır. İlk sermaye sahipleri bunu bitirdikten sonra sermaye kâra geçmiş olacaktır. Bunu şöyle hesaplıyoruz. Bir makine diyelim ki yüz pay senedine ulaştı. Bir bakım payı ayrıldı. Bu pay normal bir paydır. Şimdi hisse senetleri fazla satıldı. Bu demektir ki makine yenidir, verimi iyidir. Bunun bakımı kolaydır. O halde bakım yüzdesi düşük tutulacaktır. Hem çok üretim yapıyor, hem bakımı azdır, hem de ürün pahalıdır demektir. Oysa senetler maliyetin altında bir sayıda satmaya başlarsa bu tesis yaşlanmıştır, geliri azdır, bakımı çoktur demektir. Bunlarda bakım payı artırılacaktır. Bakım hizmetlileri yeni tesislerden daha az pay eski tesislerden daha fazla pay alacakları için eski tesislerin bakımını yapmayı tercih edecekler ve ellerinde bulunan eski tesislerin ellerinde kalması için daha özen göstereceklerdir.
Adil Düzen devamlı sosyal denge sorunlarını çözen bir düzendir. Bunun için sorunları çözüp alışmak gerekir. Biz bu yazılarımızda bu denge sorunlarına misaller vermekteyiz. Görülen şudur ki, insanlar metodu öğrendikten ve üzerinde çalıştıktan sonra çok zor sorunlarını dahi çözmektedirler. Bilgisayar alıp Qbasik programlarda sorunları çözme egzersizi yaparsanız, bu fıkhi sorunlarınızı da çözme imkanını bulursunuz. Hatta orada genel işletme kurar, o işletmede bunları uygular ve çalışıp çalışmadığını görürsünüz. Her zaman söylediğimi tekrar edeyim. Gelecek dünyası bürokrat ve işçiliğin yerini hizmet ortaklıkları alacaktır.
ARABA BAKIM ORTAKLIĞI
Piyasadan eski bir araba alacağız. Bu araba 1000 ile 2000 dolar arasında olacaktır. Buna 1000 ile 2000 dolarlık parça değiştireceğiz. Bakımını yaptığımız arabayı yenileyecek ve satacağız. Diyelim ki, işçiliğimiz parça fiyatı kadar olacaktır. Prensibimiz böyle olmalıdır. Yani araba parası, parça parası, sonra da parça parası kadar işçilik parası.
Böylece yenilediğimiz arabayı eski araba ile değiştireceğiz. Kişi artık elden çıkaracağı arabasını getirdiğinde, bizim araba ile onun arabasını değiştireceğiz, bunu pazarlıkla yapacağız.
Bunun için bizim bir yerimiz olmalıdır. Rafları bulunmalıdır. Eski arabayı tamamen sökmeliyiz, parçalara ayırmalıyız, raflara yerleştirmeliyiz. Onları temizleyip kontrol etmeliyiz. Onlardan işe yarayanları bir tarafa, işe yaramayanları bir tarafa koymalıyız. Sonra yeni parçalar almalıyız. Aldığımız parçalara verdiğimiz paradan elimizdeki eski parçaların değerlerini düşmeliyiz. İşçiliğimiz bu kadar olmalıdır.
Köylerde oturanlar zaten işleri vardır ve yaşıyorlar. Onlar günlük iş yaparlar. İş bulduklarında çalışırlar, bulmadıklarında kendi işlerini yaparlar. Bu sebeple bu araba bakım atölyesini bir köyde yapmalıyız. Arabanın yenilenmesini yaptığımızda onu araba pazarına çıkarıp satmalıyız. Böylece bir araba işini yaptıktan sonra onun parası ile başka araba almalıyız. Onu da böylece yenileyip pazarda satmalıyız.
Bakınız, bu küçük iş, basit iş başlangıçta bir gelir getirmez. Ama biz üç senedir KOBA’da çalışıyoruz. Bir gelir getirmiyor, buna dayanıyoruz. Sabrediyoruz. Ama o işte sabretmiyoruz. Oysa ki basit bir işe girip onu başarmamız gerekir.
Bu araba tamir işini başka türlü geliştireceğiz. Araba satanlara diyeceğiz ki; bak, biz araba tamiri yapıp satıyoruz. Gelin şu arabanızı yenileyelim. Siz bir fiyat koyun. Biz de parçaları alalım. Parça değeri kadar işçiliğimiz olsun. Sonra birlikte satalım. Satalım, kârı bölüşelim, diyelim. Bu suretle bir ileri adımda işe başlamış oluruz.
Kendimizin tamirini yaptığımız arabaların bakımını da yükleniriz. Arabası bozulduğu zaman bize getirir. Biz onu tamire alırız. Onun yerine kendisine kullanmak üzere bizim yedek arabamızı veririz. Bakım ücretini aylık bir aidat olarak alırız. Sadece parça parasını isteriz. Böylece biz Adil Düzene göre bir bakım ortaklığını kurmuş oluruz. Yani, artık biz bakımı çok sağlam yaparız ki sık sık bakıma bize gelmesin diye.
Böylece gelen arabalar çoğalırsa, parça kullanmamız artarsa, biz parçaların projesini yapar, Türk sanayisine parça yaptırmaya başlarız. Böylece Türk sanayisi araba parçalarını imal etmeye başlar. Zamanla parça imalat adedini çoğaltabiliriz. Batı bir hile yapıyor. Görevlilere rüşvet veriyor, yasalar çıkartıyor. Öyle yapıyor ki, siz Türkiye’de araba üretemezsiniz. Ürettiğiniz bir arabanın plakasını alamazsınız. Böylece sanayii elinde tutuyor. Biz de arabaların bakımını yapar, böylece eski plakaların ömrünü uzatarak sömürücülere karşı direniriz. Bir gün güçlendiğimiz zaman bu gerçekleri siyasilerimize anlatma imkanını bulur ve kendi arabamızı parça imalatı esasına göre kendimiz üretiriz.
Allah insanlara akıl vermiştir. İlim vermiştir. Onunla saldıranlar saldırır, sömürenler sömürür. Ama eğer karşı taraf da akıl kullanırsa bir şey yapamaz. Onu yener. Bunun için yapacağımız şey mevcut mevzuata uyarak kendimize yol açmaktır. Mevzuata karşı gelirsek devletimizi yıkarız. Mevzuata yeniden yorum yapmazsak çökeriz. Mevzuatı yorumlayacak, onun yararlı noktalarını yakalayıp kendimize öylece hayat hakkını bulacağız.
Bu bakım firmaları asansör bakımı, buzdolabı bakımı gibi değişik firmalar şeklinde organize olabiliriz. Sorunumuz cemaatleşmedir. Yeter sayıya ulaşmamızdır. Bu sayıyı nasıl bulacağız? Bu sayı sabırla bulunacak. Varlığımızı sürdürür çalışmalarımızda ısrar edersek, mutlaka bizim gibi düşünen insanlara ulaşacağız. Onlarla bu Adil Düzen ortaklıklarını kurmaya başlayacak veya bunlarla işbirliği yapacağız.
Topluluk bilgiye inanmazsa gördüğüne inanır. Biz de şimdilik bir şey gösteremediğimiz için kimse inanmıyor. Yanımızda kimse yoktur. Ama çalışmalarımız herkes tarafından bilinmektedir. Bizden uyuzlu imiş gibi kaçıyorlar. Bir gün uyuza yakalanacaklar, kurtulmak için bize geleceklerdir. Çünkü biz uyuzlu değiliz. Biz uyuzluları tedavi ediyoruz. Biz otuz-kırk yıl önce faaliyete geçtiğimizde aynı sıkıntılarla karşılaştık. Sabrettik ve başardık. Bugün yeniden sıkıntı içindeyiz, sabredersek yine başarılacaktır. Ancak sizlerden ricamız bizi okumaya veya bize katkıda bulunmaya gayret etmenizdir. İnsanların önünde o kadar bâtıl var, yanlışlar var ki, bizi okumaya vakitleri yoktur. Ama sorun binlerce yanlış içinde bir tane doğruyu bulmaktır. Onu bulanlar başarır, diğerleri çöküp gider. Eğer bugün uygulayamıyorsak bilemediğimiz için uygulayamıyoruz. Onun için bilmeye çalışmalıyız.
AKEVLERDE BAKIM HİZMETİ
Akevler’de eğitim amacıyla firmalar oluşturulur ve orada yapılan denemelerle Genel Hizmet sözleşmeleri hazırlanır. Yoksa, Akevler bizzat uygulama kooperatifi değildir. Akevler’in gayesi mevcut olan firmaları tedrici bir şekilde Adil Düzene sokmaktır. Bu tedricilik için takip edilmesi istenen yol şöyledir.
a) Önce herhangi bir işletme kurulacaktır. Bunun için şimdilik seçtiğimiz işletme ahşap ev işletmesi ile market işletmesidir. Bunlar üzerindeki çalışmalarda yavaşlama olmuştur. Bunun başlıca kaynağı ekonomik krizdir. Beklenen tersidir. Yani ekonomik krizlerde ortaklarımız faaliyetlerini bu tarafa çevirmeleri gerekirken tersini yapmışlardır. Faaliyetlerini imkanlarının altına indirmişlerdir. Bu biz kurucuların imtihanıdır. Bu durumda zorluklara dayanıp dayanamayacağımız imtihanını geçirmekteyiz.
b) Kuracağımız bir veya iki işletmede genel hizmetleri yapmaya başlamalıyız. Kendimize genel hizmetlerimizi vermeliyiz. Bu suretle genel hizmet yapacak güce ulaşmalıyız. Bugün bu güçte değiliz. Bizden genel hizmet isteseler de biz verecek hâle gelmiş değiliz.
c) Kendimize yaptığımız genel hizmetleri bütünüyle gerçekleştirdikten sonra firmalara kısmi olarak genel hizmetler vermeye başlamalıyız. Mesela, imalat firmalarının veya araba sahibi firmaların bakımını yapabiliriz. Böylece piyasa bizim bakım hizmetlerinden yararlanmaya başlar.
d) Firmalar bizim hizmetten memnun olarak bütün hizmetlerini bize yaptırmaya başlarlar. İşte böylece firmalar arasında birlik sağlamış oluruz.
Bundan sonra ne olacaktır? Bizim genel hizmet kooperatifi başarıya ulaştığında bize katılmak istemeyen ama genel hizmet veren kooperatifler oluşmaya başlayacaktır. Bunlar kooperatif de olmayabilir. Vakıf, dernek veya şirket olabilir. Bu kurulan hizmet kooperatifleri tamamen bizim statümüze göre çalışmayabilir. Kendileri başka statü yaparlar. Ona göre teşkilatlanırlar. Ancak bir şey mutlaka olacaktır. Genel hizmet firmaları oluşacaktır ve bu firmalar bizim saydığımız 25 genel hizmetleri yapmaya başlayacaklardır.
Böyle bir teşkilatlanma insanlığı Adil Düzene doğru götürecektir. Yani, tekeller kalkacaktır. Organize olmuş serbest piyasalar doğacaktır. İşletmeler parayı değil de kendi işletme senetlerini kullanacaklardır. Enflasyon olsa da etkisini kaybetmiş olacaktır. Borçlanan devletler yıkılacaktır. Halk ise borçlardan kurtulmuş olacaktır. Kurulacak yeni devletler artık borçlanmayacaklardır. Faiz düzeni kalkacaktır. Halk artık faizle iş yapmayacaktır.
Adil Düzene halk tarafından geçilmiş olacaktır. Devletler halktaki bu değişmeyi benimseyecek ve yeniden yapılanacaklar veya direnecek, yok olacaklardır. Bunlar kehanet değildir. Kur’an’ın ve ilmin verileridir. Bizim işimiz bu olacaklar üzerinde hayaller kurmak değildir. Bizim yapacağımız yapabildiğimizi yapmak ve duyurabildiğimiz kadar duyurmaktır.
Biz şimdi 25 hizmeti yüklenen 25 kurucu bulmak durumundayız. Onlar da onar hizmetli bulacaklardır. Bunlar ne yapacaklar? Bunlar her hizmet için ayrı bir sözleşme hazırlayacaklardır. Bu hizmete ortak aramaya çıkacak, insanlara anlatacaklardır. Bunları kabul edeceklerini ümit ederek değil, onlara ortaklık şartlarını anlatırken hizmet ortaklığını anlatmış oluruz.
Bu meyanda bakım hizmet sorumluluğunu bir arkadaşımız yüklenecektir. Bu hizmeti iyice öğrenecek. Sözleşmesini yapacak. Önce hizmetlileri bulmaya çalışacak. Sonra o hizmetliler hizmet ortaklarını arayacaklardır. Bir konu seçilecek, onun üzerinde durulacak. Sonra başarsın başarılmasın, başka konu bulunup onun üzerinde durulacak. Böylece bakım hizmet ortaklığı İstanbul halkına duyurulacaktır.
Bunu başarmamız için semtlerde temsilcilerimiz olacaktır. Teşkilatlanmalıyız. Bu teşkilatı kurabilmemiz için bir parti kurmamız gerekebilir. Parti iktidara talip parti değil; tebliğ partisi, tanışma partisi mahiyetinde olmalıdır. Parti şeklinde teşkilatlanmak daha kolay görülüyor. Çünkü insanlar küçük işleri bırakmış, büyük hayaller peşine koşmaya başlamışlardır. Onların bu heveslerini değerlendirmemiz gerekir.
Bizim bu işleri yapabilmemiz için bir basın organı ile anlaşmamız gerekir. Basından sorumlu arkadaş bir program yapıp bu organların sorumlularını dolaşıp anlatacaktır. Kimse bizimle işbirliği yapmayabilir. Ancak biz tebliğimizi yapmış oluruz. Ne var ki, bu tür ilişkileri yüklenen arkadaşlar irtibatı tebliğ tamamlanmadan kesmektedirler. Oysa, tebliğde ısrarlı olmalıyız. Bu hizmetle ilgili yazılarımı yazarken neler yapmamız gerektiğini anlatıyorum. Okuyan herkes kendisine bir pay çıkarmalı, ben ne yapabilirim deyip harekete geçmelidir. Bu hususta gençlerden katılanlar olacaktır. Onlardan bu hizmetlere inananlar çıkacaklardır. Şimdi gençleri tarikat ve siyasiler ele almış, şeytanla bir olmuşlar, bizden uzak tutuyorlar. Ama bir gün Allah tarikatlarını da siyasetlerini de yıkacaktır. O zaman gençler serbest kalacak ve Allah için bizimle yardımlaşmaya başlayacaklardır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİEROL
BAKIM FİRMALARI: