ADİL DÜZEN 205
Haftalık Seminer Dergisi 26 NİSAN 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
“HİÇBİR HAKKI MAHFUZ DEĞİLDİR!” TEBLİĞ AMACIYLA FOTOKOPİ İLE ÇOĞALTIP DAĞITMAK VE e-mail GÖNDERMEK SERBESTTİR
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 205. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 19 Nisan 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
SABIR, SABIRLAŞMA, BAĞLANMA VE İTTİKA
بسم الله الرحمن الرحيم
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلَّهِ
لَا يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(199)
Çalıştıran ve yaşatan Allah’ın adına
199- Yazıtlı olanlardan Allah’a saygı içinde, size indirilene ve onlara indirilene inanan kimseler vardır. Allah’ın kanıtları ile az akçeyi satın almazlar. İşte onların karşılıkları Yetiştirici’lerinin yanındadır. Allah işlemi çabuk olandır.” (Âl-i İmrân Sûresi)
Rahmân ve rahîm Allah’ın ismine
199- Kitab ehlinden haşiin olarak Allah’a, size inzâl olunana ve kendilerine inzâl olunana îman eden kimseler vardır. Allah’ın âyetleri ile kalil semeni iştira etmezler. İşte onların ecirleri Rab’lerinin indindedir. Allah hesabı seri olandır. (Âl-i İmrân Sûresi)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(200)
200- Ey îman etmiş olan kimseler; sabredin, sabırlaşın, rabıtlaşın ve ittika ediniz ki iflâh olasınız.
(Âl-i İmrân Sûresi)
*HAFTALIK YORUMLAR (35)
İNSANLIKTA SOSYAL DOKULAR – II
BÜYÜK DİNLERİN DOKULARI
TARİHTE DİNLER NASIL OLUŞTU?
BUNDAN SONRA DİNLERDE NE GİBİ GELİŞMELER OLACAKTIR?
a) Birinci özellik olarak dinler lâikleşeceklerdir. Yani dinler kendi alanlarına çekilip ilme, ekonomiye ve siyasete karışmayacaklardır. İlmî, iktisadî ve siyasî kuruluşlar da bunlara karışmayacaklardır. Herkes kendi sahasında faaliyet gösterecektir.
b) İkinci önemli husus, yine lâikliğin gereği olarak dinler bir ülkeye hapsolmayacak, bir ülkede sadece bir din bulunmayacaktır. Büyük dinler dünyanın her tarafında teşkilâtlanacaklardır. Her yerde her dinin mensubu bulunacaktır.
c) Dinler toplulukta çok önemli görevler yükleneceklerdir. Ahlâkî eğitimi dinler yapacaktır. Halkın insan haklarını dinler koruyacaktır. Dinlerin tezkiyesi ile kişiler toplulukta belli hizmetleri yapabilecektir. Yani dinler pasif değil aktif olacaktır. Ancak bu aktivite karşılıklı eşitlik içinde gerçekleşecektir. İnşaat malzemesini üreten ile inşaat yapan arasındaki ilişkiler gibi olacaktır. Serbest pazar yani rekabet bu ilişkileri kuracaktır.
d) Dinler arası rekabet olacak, din değiştirmeler serbest olacak, bu durum dinleri ilmîleşmeye götürecektir. Dinler ortadan kalkmayacak ama bâtıl inanışlar ortadan kalkacaktır. Dinler müsbet ilme dayanacaktır. Kur’an ve usûlü fıkıh bunlara örnek olacaktır. Bugünkü dinler inanışlarda ilk saflığa doğru gidecekler, amelde ise günün icaplarına göre değişiklikler yapabilecektir.
BÜYÜK DİNLERİN DOKULARI
Bu izahlardan sonra büyük dinlerin dokularına doğru adımlarımızı atabiliriz:
Sünnilik, Şiilik, Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık, Budizm, Hinduizm.
Bu dinlerin özelliklerini açıklamaya önemlerine göre tersten yapacağız.
İNSANLAR DOĞRU YOLU DÖRT YOLDAN BULABİLMEKTEDİRLER
1. Birinci yol akıl yoludur, ilim yoludur.
2. İkinci yol peygamberler yoludur.
3. Üçüncü yol Kur’an yoludur.
4. Dördüncü yol ise içtihat yoludur.
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
Milli Gazete, Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve diğerleri; Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV ve diğerleri; bugüne kadar olduğu gibi “Geçen Hafta” da “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”na yer ver(e)mediler!..
Hâlâ bu GAZETELERİ okuyor ve bu TV kanallarını izliyorsanız; artık onlara “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”nı hatırlatabilirsiniz!..
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 205. SEMİNER Tefsir İstanbul, 19 Nisan 2003
SABIR, SABIRLAŞMA, BAĞLANMA VE İTTİKA
بسم الله الرحمن الرحيم
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلَّهِ
لَا يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(199)
Çalıştıran ve yaşatan Allah’ın adına
199- Yazıtlı olanlardan Allah’a saygı içinde, size indirilene ve onlara indirilene inanan kimseler vardır. Allah’ın kanıtları ile az akçeyi satın almazlar. İşte onların karşılıkları Yetiştirici’lerinin yanındadır. Allah işlemi çabuk olandır.” (Âl-i İmrân Sûresi)
Rahmân ve rahîm Allah’ın ismine
199- Kitab ehlinden haşiin olarak Allah’a, size inzâl olunana ve kendilerine inzâl olunana îman eden kimseler vardır. Allah’ın âyetleri ile kalil semeni iştira etmezler. İşte onların ecirleri Rab’lerinin indindedir. Allah hesabı seri olandır. (Âl-i İmrân Sûresi)
رحمن رحيم اللهى اسمنه
كتاب اهلندن اللهه خاشعين اولرق اللهه سزه انزال اولننه كندلرنه انزال اولنه نه ايمان ادن كمسهلر واردر اللهن ايتلرى ايله قليل ثمنى اشترا اتمزلر اشته اونلرن اجرلرى ربلرنن عندنده در الله حسابن سريعى در
BiSMi elLAHı elRaXMANı elRAXIyMı
(Va EıN MiN EaHLı eLKıTABı LaYu’MıNuNa Bi elLAHı Va MAv EunZıLa EıLAYKuM Va MAv EuNZıLa EıLaYHıM PAvŞıGIyNa LılLAHı LAv YaŞTaRUvNa Bı EAvYAvTı elLAHı ÇaMaNan QaLIyLan EUvLAEıKa LaHuM EaCRuHuM GıNDa RabBıHıM EınNa elLAHa SaRIyGu eLXıSABı)
وَ (Va): Âl-i İmrân Sûresi’ndeki bundan önceki âyetler mü’minlerin özelliklerini anlatmaktadır. Nasıl dua edeceklerini öğrettikten sonra dualarının kabul edilmiş olduğunu, sizden hiçbir kimsenin hiçbir amelini zayi etmeyeceğini bildirmektedir. Mü’minlerin uğradıkları sıkıntıları anlatmaktadır. Kâfir olanların dolaşmaları sizi yanıltmasın denmektedir. Bundan sonra kitap ehli içinde de mü’minler gibi iyi insanlar olduğunu bildirmektedir. İşte burada “Va” harfi yukarıda anlatılanın eksik kalan kısmını tamamlamaktadır. “Onların ecirleri de Rab’lerinin yanındadır.” denmektedir.
إِنَّ (EnNa): Tahkik harfidir. Aksini sananlara uyarıdır. “La” ile gelirse aksini iddia edenlere uyarı olur. Bu hususta insanlarda yanlış düşünce olduğu için önce “İnne” sonra “La” ile birlikte gelmiştir. Kur’an’ın bu kadar açık ifadeleri varken hâlâ bâtıl inanışlar içinde kalmayı anlamakta zorluk çekiyoruz. Kimse korkmasın, cennet çok geniştir, herkesi alır.
مِنْ (Min): Teb’iz içindir. Onların içinden bazıları vardır. Hepsi değil bir kısmı böyledir. Mü’minlerin buradaki görevi bu iyi insanları bulup onlarla dostluk kurmaktır. Yine mü’minler hiçbir topluluğu toptan reddetmezler, toptan da kabul etmezler. Iraklılar arasında iyi insan ve kötü insan vardır. Amerika’da iyi ve kötü insanlar vardır. Kimlerin iyi veya kötü olduğunu biz bilemeyiz. Biz iyi işler yapanların yanında; kötü işler yapanların uzağındayız. Onları sadece uyarırız, onları Allah’la baş başa bırakırız. Biz herkesle dostuz. Eğer iyi yolda iseler onlarla beraberiz; eğer kötü yolda olurlarsa onlardan uzağız.
أَهْلِ الْكِتَابِ (EaHLı eLKıTABı) Kitap Ehli. Kur’an’da kâfirlerden bahsetmektedir. Bunlar daha çok inançla ilgilidir, âhiretle ilgilidir. Herkes hesabı Allah’a kendisi verir. İnsanlar bu hususta birbirlerine karışmazlar. Herkesin sadece tebliğ etme ve anlatma hakkı vardır. Fikirde dâvet devam eder. Fiilî baskı olmaz. Kur’an bunun dışında insanları dünyevi hükümler dolayısıyla gruplara ayırmaktadır. Bunları şu şekilde sıralarız:
a) Müşrikler: Bunlar hukuk düzenini kabul etmeyen, anarşiyi benimseyenlerdir. Biz istediğimizi yaparız, sizin bir hakkınız yoktur, çünkü biz kuvvetliyiz derler. Kur’an bunlara hayat hakkı tanımaz; olsa olsa bunlar kendi sahalarına çekilir yaşarlarsa dokunmaz. Ancak içeride bulunan böyle insanların dışarıya çıkışlarına izin vermilmelidir.
b) Kitap Ehli: Bunlar hukuk düzenleri olan kimselerdir. Kendilerinin yaptığı kanunları vardır, o kanunlara uyarlar, uymak isterler; yahut uyacaklarını beyan ederler. Bunların bir hukuk düzeni olduğu için yani haklı ve haksızı kabul ettikleri için bunların yeryüzünde diğer insanlar gibi hakları vardır. Hakem kararları olmaması hâlinde onlara tecavüz edilemez. Bu âyette bahsedilen kimseler bunlardır.
c) Kitap Verilenler: Bunlar da ehl-i kitaptır. Bunların kitapları Kur’an gibi Allah’tan gelmiştir. Tahrif edilmiş olsa bile esasta birdir, hakkı ifade eder. Bunlarla daha yakın ilişkiler kurarız.
d) Kur’an Ehli: Kur’an ehli olanlar ise tahrif edilmemiş kitaba sahip olup içtihatla onu anlamaya çalışanlardır.
Burada söz edilenler “kitap ehli” olanlardır. Bunlar kimdir? Kur’an ehli olmayan herkes kitap ehlidir. Hattâ Kur’an ehli olup içtihat ve icmayı terk eden herkes “ehl-i kitap”tır. Nitekim bugünkü Müslümanlar da Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler gibi dinlerini bozmuşlar ve İslâmiyet’ten uzaklaşmışlardır. Gelişen dünyaya ayak uyduramamış ve insanlığın sorunlarını çözememişlerdir. Hattâ diğer dinlerden geri bile kalmışlardır.
Müslümanlarla diğerleri arasındaki fark, Müslümanların ellerindeki “Kur’an” hiçbir değişikliğe uğramadan durmaktadır. Yalnız kitap değil, aynı zamanda onun dili “Arapça” da en küçük teferruatına kadar elde mevcuttur. Kur’an’ın anlaşılması için geliştirilmiş “Usûl İlmi”ne sahiptirler. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, “Fıkıh Usûlü” ve bu konuda oluşmuş ilim Kur’an kadar önemlidir. “Kur’an”ı öğrettik, beyanı öğrettik.” diyerek onlara eşit önem vermiştir. “Fıkıh Usûlü” sekiz ilme dayanır. “Fıkıh” ise aklî ve naklî bütün ilimlere dayanır. Tecvit, Lugat, Sarf, Nahiv, Maani, Beyan, Bedi’ ve Mantık ilimleri ile Birimler, Sayılar, İşlemler, Denklemler, Tahlil (Analiz), İhtimaliyat, Matrisler ve Program ilimler.
ل (Lam): Te’kit için gelen harftir. Aksini iddia edenlere söylenen sözlerin başına gelir. Bildiğiniz yanlıştır; öyle değil böyledir. Bugün Müslümanlar yalnız kendilerinin kurtulduğunu iddia ediyorlar. Diğer din mensupları da öyle söylerler. Oysa her dine mensup olanlar içinde kâfirler vardır, onlar cehennem ehlidir. Her dinde mü’minler vardır, onlar cennet ehlidir. Bunlar hakkı öğrendiklerinde hemen ona teslim olurlar. Kâfirler ise eski bildiklerinde yanlış da olsa ısrar ederler.
يُؤْمِنُ بِاللَّهِ “Allah’a îman ederler.” Allah’a îman etmek demek, Allah ile kendilerini güvene almak demektir. Allah madem Kâinat’ı var etmiştir, bizi de O var etmiştir. O’nun tabiî ve sosyal düzenine uyarlar. Bir taraftan Allah’a inandıkları halde diğer taraftan O’nun şeriatına karşı olanlar hangi akıl ilkesiyle izah edilecektir? Kâinat’ı var eden yanlış yapıyor, onlar doğru yapıyor. Burada yanlış anlaşılma olmamalıdır. Bu şeriat Osmanlı şeriatı değildir. Bu şeriat fıkıhçıların şeriatı da değildir. Bu şeriat Allah’ın şeriatıdır. Senin içtihatla anladığın şeriattır. İcma yapmış olanların birlikte olmalarıyla anlaşılan şeriattır. O’nun tabiî kanunları olan müsbet ilmin ortaya koyduğu şeriattır. Tarih içinde oluşmuş olayların değerlendirilmesi ile elde edilen verilerle belirlenmiş şeriattır. Bombaların değil, süngülerin değil; ilmin belirlediği şeriattır.
يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ “Allah’a ve size inzâl olunana îman ederler.” Yani Kur’an ehli olanlar inene inanırlar. Bize indirilen nedir? Kur’an mı? Burada kastedilen odur. Böyle olmasaydı “ellezî ünzile ileyküm” olurdu. Burada inzâl olunan nekiredir. O halde Kur’an olamaz. Bize indirilen bizim içtihatlarımızdır, bizim icmalarımızdır, yani bizim yaptığımız kanunlarımızdır. Bunlara saygı göstermelidirler. Bu saygı ile bizim mevzuattan onlar da yararlanırlar. Bunun anlamı; devletimizi tanırlar, şeriatımızı tanırlar, haklarımızı tanırlar. “Siz bize uyacaksınız!” demezler. “Bizim işlerimizde biz bizim şeriatımıza uyarız, ama siz de kendi düzeninize uyarsınız. Biz de size saygılı oluruz. Sizinle ilişkilerde sizin şeriatınıza uyarız.” demiş olurlar.
وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلَّهِ “Haşiin olarak kendilerine indirilene (îman edenler vardır.)” Kendilerine iyi bakıp kendilerine inzâl olanlara da uyarlar. Burada kendilerine inzâl olunan Tevrat veya İncil değildir. Öyle olsaydı “ellezî ünzile ileyhim” denirdi. “Mâ” nekiredir. O halde “onlara inzâl olunana” deyince, onların kabul ettiği kanunlar ve mevzuattır. Onlar onu kabul ederken, en doğru ve en adil olduğuna inanarak kabul ettiler. Yani onların da içtihatları ve icmaları olacaktır. İşte buna inanırlar, buna samimi olarak bağlanırlar. İçtihat ve icmalarını yani kanun ve kararlarını değiştirmedikçe ona uyarlar. Burada “indirilene” denmekte ama kimden indirildiği söylenmemektedir. Allah’ın kendilerine indirdiği denmemektedir. Çünkü hata da olsa insan içtihadı ile hareket etmekle mükellefiz.
Şimdi kitap ehli olanlar, eğer kendi yaptıkları kanunları kabul ederlerse ve uyarlarsa bu dünyada barış içinde olurlar. Bunun ötesinde olup tüm hareketlerini ve içtihatlarını huşu içinde Allah’a bağlanarak, O’nun yanında olarak yaparlarsa, işte onların yalnız bu dünyada değil âhirette de mü’minlerin yanında yerleri vardır.
Mü’min olan kimse bütün düşüncelerinde ve yaptıklarında yalnız Allah’ı düşünür. Mü’minlerin O’nun rızasını elde etmenin dışında bir hesapları yoktur. Kur’an ehli olmayanlar içinde de böyle insanlar vardır. Onlar hak ehli olup gerçekleri öğrendiklerinde hemen ona teslim olurlar. Onlar mü’mindirler. Bundan sonra yeni dinler oluşmayacaktır. Diğer din mensupları da dinlerini kitleler hâlinde değiştirmeyeceklerdir. Ancak kendi dinleri içinde daima hakka yaklaşacaklardır. Dinlerini Kur’an’a göre ıslah edeceklerdir. Kur’an baştan sonuna kadar her ifadesi ile çoklu sistemi yani adil düzeni savunur.
لَا يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا “Allah’ın âyetleri ile kalil semeni iştira etmezler.” Bu ifade teşabühleri içermektedir. Semen satın alınmaz, semenle mebiun bih satın alınır. Burada para mal hâline getirilip Allah’ın âyetleri ile kalil semeni satın almazlar, yani Allah’ın âyetlerini ucuz olarak satarlar demektir. Maksatları para temin etmek olduğu için satın alırlar ifadesini kullanmaktadır. Az paraya karşılık Allah’ın değerli âyetlerini verirler. Allah’ın âyetlerine asla önem vermezler demektir. İnsanlar çıkarlarını düşünerek basit bir kazanç görünce Allah’ın sözlerini ve emirlerini atıp giderler demektir. Kitap ehlinden olanların bazıları ise çıkarları ne olursa olsun gerçekleri gizlemez, Allah’ın âyetlerini doğru olarak anlatırlar ve doğru olarak yorumlarlar. Huşu içinde inanmanın manâsı budur. Mü’min daima hakkı söylemelidir. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovsalar da yine doğru söyleyen varolacaktır. Bunlar yalnız mü’minler arasında değil, diğer ehl-i kitaplılar arasında da bulunurlar.
أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ “İşte onların ücretleri.” Ceza, karşılık demektir. İyiliğe karşılık iyilik, kötülüğe karşılık kötülük ifade eder. Ecr ise emeğe karşılık verilen maldır. Burada “ecr” kelimesi getirilmiştir. Mutlak iyiliği ifade etsin diye, kimse tevil edip de onların karşılığı kötülükle yorumlamasın diye böyle ifade edilmiştir. “Ecr” kelimesi alacak ifade eder. İyiliğe karşılık iyilikten çok alacağa karşı verilen değerdir. Yani bunların bu ücretlerini istihkak ettiğini ifade etmektedir.
عِنْدَ رَبِّهِمْ “Rab’lerinin indindedir.” denmek suretiyle, emin ellere emanet edilmiş demektir. Böylece onların bu çalışmalarını tebcil etmektedir. Kur’an’ın en büyük özelliği âlemlere rahmet olmasıdır. Rahmet ve hidayetinin bütün insanları kuşatmasıdır. Yalnız ona inananları değil, herkesi doğru olmak ve hakka teslim olmak şartı ile müjdelemesidir. Bile bile inkâr etmemeleri, kâfir olmamaları, fâsık olmamaları, zalim olmamaları şartı ile yalnız bu dünyada değil de âhirette de ecirlendirileceklerini ifade etmesidir. İnsanlık ne kadar gelişirse gelişsin, ne kadar ileri düşüncelere varabilirse varsın, hiçbir zaman Kur’an anlayışını geçmek şöyle dursun, ona tam olarak ulaşmak bile mümkün olmayacaktır.
ABD Saddam’ı kendisi yıllarca eğitiyor, silah veriyor, Iraklıların başına musallat ediyor, nice mü’minlerin kanını akıtıyor. Bu yetmiyor, İranlılarla sekiz sene savaştırıyor; sonra da, “Sende kimyasal silah var!” diyerek saldırıyor. ABD’nin kendisinin kullandığı silah ise kimyasal silahın kat kat üstünde imha silahıdır.
Humeyni; “Saddam için intihardan başkası yoktur!” demişti. Allah zalimi zalim ile intihara götürür.
إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(199) “Allah hesabı seri olandır.” Hesabı görmek, borç ve alacağı tesbit etmek demektir. Hesabı görmek, borç ve alacağını ödemek demektir. Yani, onların ücretleri Rab’lerinin yanındadır. Ecirleri süratle ödenir. Onların içinde böyle inanmış olan kimseler vardır denmiş. Daha önce de inanmamış olanları bildirmiştir. Allah hesabı süratlidir derken; inanmış olanların da inanmamış olanların da hesabını çok süratle görür anlamındadır. Burada bu ifade sadece son inanmış grupları değil de hepsini, daha çok inanmamış olanları ifade ettiği için araya “Va” veya “Fa” harfi konmamıştır. Her iki grubu içine alan bir ifade getirilmiştir.
Biz genel olarak hesabın çabuk görülmediği görüşüne kapılır; “Yoksa insanlara yaptıkları yanlarına kâr mı kalacaktır?” diye düşünürüz. 1920’lerden sonra Sovyetler dünyayı kasıp kavuruyordu. Ondan güçlü bir devlet yoktu. İnsanları zorla sosyalist yapıyor, milyonlarca insanı öldürüp geçiyordu. Kimse Stalin’in ve rejimin yıkılacağını sanmıyordu. Ümitler kesilmiş; mü’minler sadece “kıyamet yakındır!” deyip teslim olmuş durumda idiler. Türkiye dışında bağımsız İslâm ülkesi kalmamıştı. Türkiye de ateist olmuştu. II. Cihan Savaşı çıktı. Önce Rusya camilere ve kiliselere izin verdi. Almanlar Kafkaslar’a kadar geldiler. Sovyetler Amerika Birleşik Devletleri’nin yardımı ile canını zor kurtardı. Bu sefer kendi içinde dinsizliği gevşetti. Sonra da Sovyetler yıkıldı. Diğer Müslüman ülkeleri de sözde de olsa bağımsızlıklarını kazandı. Batılılar Baas Partisi’ni bunlara musallat kıldılar. Bu partinin görevi Arapları dinsizleştirmek idi. Bunu başaramayınca, günümüzde onu da yıktılar. Şimdi de Bush’un yenilmeyeceğini sanıyoruz, oysa, “Allah hesabı süratli olandır.”
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(200)
200- Ey îman etmiş olan kimseler; sabredin, sabırlaşın, rabıtlaşın ve ittika ediniz ki iflah olasınız.
اي ايمان اتمش اولان كمسه لر صبر ادن صبرلشن رابطلشن و اتقاء ادنز كى افلاح اولاسنز
(YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EaMANUv ÖAvBıRUv Va RaBıOUv Va ıtTaQUv elLAHA LaGalLaKuM TuFLıXUvNa)
Bu sûre Âl-i İmrân Sûresi’dir. Bu sûrenin son âyetine geldik. Bakara Sûresi Yahudilerden, Âl-i İmrân Sûresi ise daha çok Hıristiyanlardan bahseder. Her iki sûre İbrani Uygarlığı’nı anlatır. Müslümanlarla onların ilişkilerini belirler. Kur’an’da Müslümanlara yakın olarak Hıristiyanları belirler. Halk olarak Hıristiyan ve Müslüman olanlar birbirlerine en yakın olan kimselerdir. Çünkü Hıristiyanlık da tüm insanlığa hitap etmektedir. Bugün Hıristiyanlar ve Müslümanlar sayı olarak pek çok oldukları halde sömürü sermayesi onları ezmektedir. Sermaye Hıristiyanların bombalarını Müslümanların üzerine attırmaktadır. Ne var ki Yahudiler hata yaptılar. Yahudileri İsrail’de toplamak için Hitler’i kullandılar. Almanlar Fransızlara saldırdılar. Sonuçta hedeflerine ulaştılar. Ama şimdi bu sayede Fransızlarla Almanları birleştirdiler, ortak cephe oluşturdular. “Avrupa Birliği” oluştu. III. Cihan Savaşı’ndan sonra da, Bush’tan sonra da Müslümanlarla Hıristiyanlar birleşeceklerdir. Âl-i İmrân Sûresi’nin bu son âyeti Müslümanlara bugün ne yapmaları gerektiğini açıklamaktadır. Bundan önceki âyette inanmış diğer din mensupları ile de dayanışma içinde olarak mü’minlerin ne yapmaları gerektiğini anlatmaktadır. “İnsanlık Anayasası”nı ortaya koyup tüm insanlığı bu anayasaya çağırmamız gerekir. İnsanlık Anayasası, lâik ifadelerle insanları Kur’an’a çağırmadır.
“Gelin” diyoruz; “sizinle bizim aramızda bir olan kelimede birleşelim. O da “Adil Düzen”dir. O da insanların eşitlik içinde hak ve hürriyetlerinin korunmasıdır. İnsan haklarının tesbitidir. Bu insan haklarının korunma mekanizmasıdır.”
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا “Ey îman edenler.” “Ey birbirine dayanışma içine girenler.” diye hitap ediliyor. Medine’ye hicret edildikten sonra Kur’an bu hitap ile mü’minlere hitap etti. Biz Adil Düzenciler bugün henüz Medine dönemine geçemedik. Bunun için bir siyasi oluşumun bizi muhacir olarak kabul etmesi gerekir. Bu günler yakındır sanıyorum. O zaman bu âyetin bize söylediklerini uygularsak insanlığa “Adil Düzen”i hediye etmiş olacağız. Dış destek almadan yapmakta olduğumuz çalışmalar bizi şimdilik başarısız kılmaktadır. Bin yıl sonra IV. Kur’an Medeniyeti’ni kuracaklara da bir bilgi olsun diye burada buna işaret ediyoruz.
اصْبِرُوا “Sabredin.” Subre, granit kayadır. Granit gibi olun. Gelen sıkıntılar, kısa vadedeki başarısızlıklar, size yapılan tehditler, zalimlerin güçleri sizi korkutup “Adil Düzen”in yolundan ayırmasın. Bekleyin, Allah’ın vadi kesin olarak gerçekleşecektir. Bush’un Saddam’ı yenmesi sizi kuşkulandırmasın. Bush’un Saddam’dan daha zalim olduğunu herkes bilmektedir. Saadet Partisi’nin, Ak Parti’nin, Bağımsız Türkiye Partisi’nin, Büyük Birlik Partisi’nin bu gaflet ve dalâletleri sizi şaşırtmasın. Tarihte de ehl-i kitaplılar böyle yapmışlardı. Onların içindeki iyilerle diyalog kurmaya çalışın. Adil Düzensiz bu işin olmayacağını her vesile ile anlatın. Anlatın ki, böylece sizden günah gitsin.
وَصَابِرُوا “Sabırlaşın.” Burada önemli olan husus aramızda sabretmektir. Çünkü beklenenler olmayınca ve insanların sabrı tükenince olumsuzlukları birbirlerine atarlar, birbirlerini suçlarlar. Bu da dağılmalarına ve ayrılmalarına sebep olur. İşte o zaman o topluluk birlik olup “Adil Düzen”i getiremez. Kendileri de diğerleri gibi helâk olurlar. Bu sebepledir ki birbirimize dayanmamız gerekir. Bu dayanmanın esası her türlü verimsizlik ve başarısızlık da olsa bu çalışmalara devam etmektir. Adil Düzen çalışmalarını gevşetmemektir.
Sabır, dışa karşı dayanmadır. Dıştan gelen tehlikelere dayanmaktır. Sabırlaşma ise içe karşı dayanmadır. İnsanların çoğunun dıştan gelen tehlikelerle değil, içte çıkan hastalıklarla öldüğünü unutmamamız gerekmektedir.
وَرَابِطُوا “Birbirinize bağlanın.”
Biz henüz bu seviyeye ulaşamadık. Adil Düzen Çalışanları arasında henüz bağlar oluşmamıştır.
Oysa tarikat ehli birbirine bağlıdır. Nur Cemaati birbirine bağlıdır. Saadetliler birbirine bağlıdır. Bizim cemaatta bağlantımız kopuktur. Haftada bir toplanıyoruz. Ama başka herhangi bir maddî bağ kuramdık. Bir marketi çalıştıramıyoruz. Evlerimizi bir semte getiremedik. Maddî katkıda bulunan kardeşlerimiz derslere gelemiyorlar. Bu devreyi aşmamız gerekir. Artık birbirimize bağlanabilmek için Allah’tan yardım istemeliyiz. Dua etmeliyiz… Dua.. Dua.. Dua…
Burada şunu belirtelim ki; rabıta, tasavvufta şeyhe bağlanma şeklinde ifade edilmiştir. Burada “rıbat” fiili kullanılmıştır. “Sabır” ve “sabırlaşma”dan sonra “rıbat” emredilmiştir. Her kardeşimiz şunu şiar edinmelidir. Bir iş yaparken zararı yoksa arkadaşının isteğine uymalıdır. Benim dediğim değil de, onun dediği olmalıdır. Zararı varsa veya çıkarı varsa o zaman arkadaşından istekte bulunmalı ve onun çıkarı ile paralelleştirmelidir. İşte böyle çıkarları paralel hâle getirirseniz, o zaman “rabıta emri” de yerine gelmiş olur. Ben bir şey yaparken öyle bir şey yapmalıyım ki diğer ortaklarımızın de lehine olsun. Kendi çıkarınızı hesaplarken Adil Düzencilerin de yararının olup olmadığını hesaba katmalısınız. Başlangıçta İzmir Akevlerdekiler bu yola koyuldular, ama sonraları sabredip sürdüremediler. Dışarıdaki başarılar, içerideki oluşu durdurdu. Bu engeli aşmalıyız. Hatalarımızı bulup düzeltmeliyiz.
وَاتَّقُوا “İttika ediniz.” Bir topluluğun oluşması için önce kişiler bir araya gelerek topluluk kurmaya karar verirler. Bu iki kişi ile başlar. Bu topluluk çevredeki insanların ilgisini çeker ve bu birliği dağıtmak isterler. Üçüncü kişiler çarpar ve bunları ayırmaya çalışırlar. Ayıramazlarsa onlardan biri gelip bunlara katılır. Böylece üç kişi olurlar. Daha çok çarpmaya başlarlar ve dağıtırlar. Dayanırlarsa topluluk büyümeye başlar. Bu safha “dayanma safhası”dır. Yani dışarıdan gelen tehlikelere göğüs germedir. Buna “sabır safhası” diyoruz.
İkinci safhada “sabırlaşma safhası” başlar. Bu sefer dışarıdan gelip katılan kimseler arasında uyuşmazlık olur ve birbirleri ile çekişmeye başlarlar. Başlangıçta birbirinden uzak olduğu için sorunları olmaz. Ama yaklaştıkça herkesin bilgileri, görüşleri, âdetleri farklı olduğu için iç çekişme ortaya çıkar. Böylece dıştan gelen baskılarla değil, içte oluşan anlaşmazlıkla topluluk dağılır. İşte bunun için “sabırlaşma” gerekir.
Sabırlaşma sonunda kişiler artık birbirlerinin suyunu huyunu öğrenirler ve birbirlerini tanırlar. Birbirlerinin iyi taraflarından nasıl yararlanılacağını, kötü taraflarından nasıl korunacağını öğrenirler. İşte ondan sonradır ki aralarında ekonomik ve sosyal bağlar doğar. Artık yavaş yavaş kişiler topluluk olmaya başlamışlardır. Bu aynı zamanda işbölümü zamanıdır. Teşkilâtlanma zamanıdır. Bu devreyi geçirenler topluluğu oluşturmuşlardır. Ancak bu yeterli değildir.
Bundan sonra “ittika faslı” başlar. İttika faslı kuralların ortaya konduğu ve herkesin kuralları öğrendiği dönemdir. O topluluk artık kurallı topluluktur. Oraya katılanlar da kısa zamanda o kuralları öğrenip uymak zorundadır. Kurallı topluluk içinde artık kendini korumuş olursun. Çünkü ne yaparsan ne alacağını bilirsin. Kimlerle ilişkilerde bulunursan başına neler geleceğini yahut nasıl yararlanacağını bilirsin. Böylece topluluk oluşmuş olur.
“Adil Düzen” kurmak isteyenler böylece “dört safha”yı göz önüne almalıdırlar. Önce bir araya gelip; “Biz ‘Adil Düzen’i kurmaya karar verdik.” demelidirler. Karşılaşacakları olayları bilmelidirler. Bu yola koyulanlar karşılarında en yakınlarını bulmaya başlarlar. Bu sebepledir ki evlenmemiş olanlar evlenecekleri kimselerle birlikte bu işe koyulmalıdırlar. Eşlik sözleşmesini yapıp birbirlerine söz vermelidirler. Bugünkü ekonomik zorluklar içinde sonra bulunduğunuz yerden ayrılmak çok zordur. Eşiniz gelmek istemezse onu bırakamazsınız. Çünkü maddi sıkıntıya girer. Tek çıkar yol olarak ikna kalır. O da çok zor olmaktadır. Kızlarınızı evlendirirken, oğullarınızı evlendirirken; Allah için kendilerini adamış eşler bulmaya çalışın. Hislerinizin emrettiğine değil, beyninizin emrettiğine göre eş arayın. İnsanlığı kurtaranlar bunlar olacaktır. Bu ancak eşlerin birlikte Kur’an okumaları ile mümkündür. Evler bir araya gelecek, herkes birlikte Kur’an okuyacak, buna dayananlar sonra her şeye dayanabilirler.
وَاتَّقُوا اللَّهَ “Allah’a ittika ediniz” derken, O’nun şeriatına giriniz demektir. Sabır, sabırlaşma, rabıta insanlar arasında yani fertler arasında olmaktadır. İttika ise Allah’a olmaktadır yani topluluk içinde olmaktadır. Bu sıra bize yasamada bazı özellikler gösterir. Kural olmadan önce insanlar onu uygulamalı, fiili kural hâline getirmeli, sonra o kural yasallaştırılmalıdır. Bu sebepledir ki bizde önce içtihatlar vardır, sonra icmalar oluşur. Bu sıra böyle olmasaydı yerinden yönetimin yerini merkezi yönetim alırdı.
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(200) “Böylece iflâh olursunuz.” “Laalle” kelimesi olmak için söylenen bir ifadedir. “Asâ” ise muhtemel olacağa işaret eder. “Laalle”de görevlendirme var, “Asa”da ehliyet var, olabilme vardır. “Felâh” feraha yakın bir kelimedir. Ferah psikolojiktir. Felâh ise maddidir. Topluluğun görevi kişileri refaha kavuşturmaktır. Onlara çalışma ve yaşama imkânını sağlamaktır. Topluluk saadeti sağlayamaz. Saadet manevidir. İnsanların kişisel davranışları ile ilgilidir. Severseniz sevilirsiniz. Kendinizi kötü alışkanlıklardan korursanız mesut olursunuz. Görevleri yerine getirirseniz huzur duyarsınız. Onun içindir ki Kur’an sosyal davranışları düzenlerken insanlara saadet değil de refah önermektedir. “Fellah” köylü demek, tarımcı demektir. Köylünün dünyada en müreffeh hayatı ve yeter miktarda tarlası vardır. Toprak verimlidir. Suyu vardır. İklimi düzgündür. Eker, mahsul alır, yaşar; sonra eker, yine mahsul alır, yine eker. Böylece ne aş ne de iş derdi vardır. “Adil Düzen”in hedeflediği topluluk işte böyle herkese aş herkese iş düzenidir. Bu da ancak sabır, sabırlaşma, bağlanma ve ittika ile elde edilir. Biz bunları yapmadan haftada bir Kur’an okumakla felâha ermeyi arzulayabiliriz ama bu sünnetullaha yani sosyal kanunlara aykırıdır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 205. SEMİNER Yorum 35 İstanbul, 19 Nisan 2003
İNSANLIKTA SOSYAL DOKULAR – II
BÜYÜK DİNLERİN DOKULARI
Bundan önceki yorumda; “Her oluşun bir olgunluk çağı vardır. Bu çağa gelinceye kadar yeni dokular oluşur, farklılaşma olur. Ancak olgunluk çağı gelince bu farklılaşma durur. Ondan sonra dokular diğer dokularla işbirliği içinde organlar hâlinde işlevlerini sürdürürler.” demiştik. Örnek olarak da;
“Türkler” askerlikte,
“Araplar” dilde,
“İsrail oğulları” ilimde ve ticarette,
“Avrupalılar” teknolojide,
“Çinliler” mistisizmde özelleşmiş olup;
Bundan sonra bu alanlarda bunlara başka kavimlerin yetişemeyeceklerini yazmıştık.
Bu yorumda da “dinler”in böyle bir doku içinde olduklarını açıklamaya çalışacağız.
Kur’an’dan önce yeni kitaplar geliyor ve yeni dinler ortaya çıkıyordu.
Kur’an’ın inmesiyle dokular tamamlandı, ondan sonra yeni bir din oluşmadı.
Batı dünyasında önce “ilim” “din” yerine ikame edilmek istendi ama başarılı olmadı. Çünkü “ilim”in konusu “doğru” ve “yanlış”tır; usûlü de “tartışma”dır. Oysa “din”in konusu “iyi” ile “kötü”dür; konusu ise “sevgi”dir.
Bir şeyin doğru olması onun iyi olmasını gerektirmez. “Sosyalizm 70 yıllık ömrü içinde varolup sona erdi.” sözü doğrudur. Ama bu sosyalizmin ne iyi olduğuna ne de kötü olduğuna delâlet eder. Konuları ve metotları farklı olan iki şey nasıl birbirlerinin yerine geçecektir? Yine Batı’da “din” olarak “lâiklik” ikame edilmeye çalışıldı. Din vicdanlara itilmeli, ama topluluk içinde ise tesirsiz olmalıydı. Din ile dünya işleri birbirinden ayrılmalı idi. Bu deneme de başarısız olmuştur. Çünkü insanlar özel hayatlarını ve kendi inançlarını yaşarlar.
Topluluk özel yaşayışın birleşmesinden oluşur. Böylece topluluk ile fert bir kumaşın iki yüzü gibidir. Topluluk içinde yer almayan bir vicdan nasıl var olacaktı? Bu da tutmadı.
Sonra sosyalizm gibi rejimleri din yapmak istediler. Oysa rejimler siyasidir. Konusu “hak” ve “zulüm”dür; metodu “silah”tır, “korku”dur. “Korku” ile “sevgi” nasıl bir araya gelip birinin yerini diğeri alacaktı?
Bu arada nasyonal sosyalizmi icat ederek diktatörleri tanrılaştırmak istediler. Bu tanrılar hep kısa zamanda ölüp gitti. Türkiye’de hâlâ “Atatürkçülük” adı altında bunu yaşatmaya çalışanlar var. Ama tutmadığı aşikârdır.
Görülüyor ki; Kur’an’dan sonra yeni din oluşturma denemeleri sonuç vermemiştir.
TARİHTE DİNLER NASIL OLUŞTU?
Kısaca insanlık tarihinde dinlerin nasıl oluştuklarına bakalım. İnsanlık bu alanda ateistlerin söyledikleri gibi bir gelişme kaydetmedi. Tarihte bütün dinleri yalnız peygamberler oluşturdu. Dinler zamanla bozularak “fâsit dinler” veya “bâtıl dinler” olarak ortaya çıktılar. İnsanlar “küfür”den “îman”a değil; “îman”dan “küfür”e gittiler.
a) İlk insanlar kabileler hâlinde yaşıyorlardı. Her kabilenin bir başkanı vardı. Başkan diğerlerinden farklı olarak üstün sezilere, vahye sahipti. Halk onları Kâinat’ı var edenin temsilcisi kabul ediyordu. Allah bir şeye benzetilerek adlandırılıyordu. Allah önceleri “anne”ye benzetildi. Anne nasıl çocukları doğuruyor ve büyütüyorsa, Allah da Kâinat’ı anneleri gibi var etmiş ve onları yetiştirmekte idi. Hazreti Meryem’in ilâhlaştırılması bu anlayış sebebiyledir. Kur’an’da rahmân ve rahîm sıfatları buradan gelmektedir. Rahim sahibi anlamlarına gelir. İlk dönemlerde harf yazısı olmadığı için Allah bir anne olarak tasvir edildi. Ama diğer kadınlardan farklı olarak bu tasvirde annede olmayan bazı biçimler verdiler. “Kıbele” denen bu heykel her tarafta yaygın olarak tarih dönemlerine kadar gelmiştir.
b) Bazı kavimler Allah’ı “Güneş” olarak tasvir ettiler. Nasıl Güneş her tarafı aydınlatıyorsa, gece ve gündüz ile yaz ve kışın oluşmasına sebep oluyorsa, Allah da böyle bir varlık gibi anlaşıldı. Güneş’in doğması ve batması zamanlarında ibadet edildi. Bu Güneş’e ibadet değil, onun var edicisine ibadettir. Biz hâlâ bu ibadetleri yapıyoruz. Kur’an’da da “Allah yerin ve göklerin ışığıdır” diyerek bu adlandırmayı sürdürmektedir. Türkçedeki “Tanrı” kelimesi de böyledir. Sonra krallar Güneş’in oğlu sayıldı, böylece putperestliğe dönüldü.
c) Kabileler birbirlerinden ayrılmadan önce tek Tanrı’ya tapıyorlardı, Tanrı’nın adı da bir idi. Yahut aynı varlığın ayrı vasıfları vardı. Sonra birbirinden uzaklaşıp ayrı diller oluşunca her topluluk Allah’a ayrı ad verdi. Allah’ın ayrı sıfatını öne çıkararak onunla adlandırdı. Sonradan tekrar bir araya gelince farklı ad ile adlandırılan Allah ayrı tanrı kabul edilerek çok tanrılığa geçildi. Herkes kendi tanrısını hak, diğerlerini şirk kabul etti. İnsanlar zamanla birbirlerinden uzaklaşarak çok tanrılı dinleri oluşturdular. İşte fâsit ve bâtıl dinler böyle ortaya çıktı. Farklı isimler farklı varlık olarak algılandı. Yahut Tanrı’nın faklı özellikleri farklı varlık olarak tanımlandı. Mesela, yazın tanrısı ayrı, kışın tanrısı ayrı sanıldı. Böylece putçuluk ortaya çıktı.
d) Bu arada insanların tanrılaştırılması da devreye girdi. İlkin büyü yapan kimseler üstün güç kabul edildi. Şamanizm gelişti. Şamanizm bir din değildir, bâtıl inançlardır. Dinler bu bâtıl inanışlarla mücadele etmişlerdir. Dinler Tanrı’ya taptırırken, büyücüler kendilerine inandırmaya çalışmışlardır. Bu arada insana tapıcılık, yöneticilere tapıcılık da görülmüştür. Krallar, hattâ kendilerinden sonra peygamberler tanrılaştırılmışlardır. İşte tarihte bu olaylar gelişirken, Allah yeni dinleri ortaya koydu.
a) Mezopotamya’da Nuh Peygamber geldi ve insanlara uygarlığın dini olan dini öğretti. Hud, Salih, Lut, Şuayb gibi peygamberler bu ekolü geliştirdiler. Bu dinin sürdürücüleri bugün yoklar.
b) İbrahim Peygamber geldi. Oğlu İshak’ı Filistin’de, İsmail’i Mekke’de bıraktı. İbraniler Museviliği oluşturdular. Musevilik sadece Yahudiliğe hitap ediyordu, insanlık dini olamadı. Ama içlerinden çıkan Hazreti İsa ise Museviliği beşerileştirdi ve bugünün en büyük dininin kurucusu oldu.
c) Hazreti İsmail torunlarından Hazreti Muhammed ise “Kur’an”ı insanlığa getirdi ve son en ileri dinin kurucusu oldu. Bugün sayı itibariyle ikincidir. Ancak Hıristiyanlar azalmakta, Müslümanlar çoğalmaktadır. Dolayısıyla gelecekte sayı itibariyle en çok nüfusa sahip bir din olacaktır.
d) “Hint Uygarlığı” Mezopotamya Uygarlığı’nın devamıdır. Burada peygamber olarak Buda ortaya çıktı. Ancak Hindistan’da sınıfçılık vardı, bundan dolayı Hindistan’da tutunamadı, Çin’de yayıldı. Bugün üçüncü din olarak ortaya çıktı.
e) Hindistan’da İbranilerin de etkisi ile Budizm reforme edildi ve Hinduizm dördüncü din olarak varlığını sürdürmektedir. Brahmanizm’in “İbrahim” kelimesinden gelişmiş olması muhtemeldir.
Bu büyük dinlerin yanında küçük dinler de vardır. Ancak onlar bu dinlerin birer kolu olarak ortaya çıkmaktadır. Varlıklarını sürdürseler bile birer uygarlık dini olmadıkları için gelecekte de etkileri olmayacaktır.
Bu arada Hıristiyanlık “Ortodoks” ve “Katolik” olarak iki etkin mezhebe ayrılmıştır. Müslümanlar da “Sünni” ve “Şii” mezheplerine ayrılmıştır. Demek ki bu durumda dünyada 7 büyük mezhep yani din mevcuttur.
İşte bizim “doku teorisi”ne göre bu mezhepler bundan sonra varlıklarını sürdürecekler ve bu arada yeni mezhep oluşsa bile yeni din oluşmayacaktır. Bundan sonra yeni din ortaya çıkmayacaktır.
BUNDAN SONRA DİNLERDE NE GİBİ GELİŞMELER OLACAKTIR?
e) Birinci özellik olarak dinler lâikleşeceklerdir. Yani dinler kendi alanlarına çekilip ilme, ekonomiye ve siyasete karışmayacaklardır. İlmî, iktisadî ve siyasî kuruluşlar da bunlara karışmayacaklardır. Herkes kendi sahasında faaliyet gösterecektir.
f) İkinci önemli husus, yine lâikliğin gereği olarak dinler bir ülkeye hapsolmayacak, bir ülkede sadece bir din bulunmayacaktır. Büyük dinler dünyanın her tarafında teşkilâtlanacaklardır. Her yerde her dinin mensubu bulunacaktır.
g) Dinler toplulukta çok önemli görevler yükleneceklerdir. Ahlâkî eğitimi dinler yapacaktır. Halkın insan haklarını dinler koruyacaktır. Dinlerin tezkiyesi ile kişiler toplulukta belli hizmetleri yapabilecektir. Yani dinler pasif değil aktif olacaktır. Ancak bu aktivite karşılıklı eşitlik içinde gerçekleşecektir. İnşaat malzemesini üreten ile inşaat yapan arasındaki ilişkiler gibi olacaktır. Serbest pazar yani rekabet bu ilişkileri kuracaktır.
h) Dinler arası rekabet olacak, din değiştirmeler serbest olacak, bu durum dinleri ilmîleşmeye götürecektir. Dinler ortadan kalkmayacak ama bâtıl inanışlar ortadan kalkacaktır. Dinler müsbet ilme dayanacaktır. Kur’an ve usûlü fıkıh bunlara örnek olacaktır. Bugünkü dinler inanışlarda ilk saflığa doğru gidecekler, amelde ise günün icaplarına göre değişiklikler yapabilecektir.
BÜYÜK DİNLERİN DOKULARI
Bu izahlardan sonra büyük dinlerin dokularına doğru adımlarımızı atabiliriz:
Sünnilik, Şiilik, Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık, Budizm, Hinduizm.
Bu dinlerin özelliklerini açıklamaya önemlerine göre tersten yapacağız.
a) HİNDUİZM: Hindu veya İndu dini sınıflara dayanan dindir. Hindistan’da mevcut kesin şekilde oluşmuş sınıflaşmalara dayanır. Bu sınıfların başında din adamları gelir. Bundan sonra ikinci sınıfı askerler alır. Daha sonra iş adamları yerlerini alır. Ondan sonra halk gelir. Bunlar daha çok tarımla meşgul olan kimselerdir. Bundan sonra bunların dışında paryalar vardır. Bunlar sınıftan bile sayılmazlar. Her sınıf birbirinden kesin olarak ayrılmıştır. Sınıf değiştirme yoktur. Ayrı sınıfta olanlar birbirleriyle evlenememektedir. Bu şekildeki bir sınıflaşma yanlıştır. İnsanlar belli başarıları ve uyumları ile sınıf değiştirebilmelidirler. Değişik sınıflar birbirleriyle evlenebilmelidirler. Bu bakımdan bu dinde bir reforma ihtiyaç vardır. Ancak bu dinde mevcut sınıflaşma bizim “doku teorisi”ne uygundur. Yani artık insanlar farklıdır. Farklılıklarına göre yetkileri ve hizmetleri vardır. Topluluklar dokularını değiştiremezler. Yani sınıflar olacak, ama sınıfların birbirine üstünlüğü olmayacaktır. Farklı görev ve yetkilere sahip olacaklardır. İstisnai olarak diğer dine geçme söz konusudur. Bir de gençken seçilecek meslek ile bu sınıflaşma belirli hâle gelecektir. Bu sınıflaşma ehliyete dayanacaktır. Ancak bu ehliyet küçüklükten itibaren başlanarak alınan eğitimle belirlenecektir. Bu eğitimin alınmasında aile önemli rol oynayacaktır. Bu din insanlığa bu inancı yerleştirecek ve insanların üstünlük iddiası olmadan sınıflaşmalarına hizmet verecektir. Binlerce yıldır Hindistan’ı bu inanç içinde yaşattığına göre, inanılır dayanakları vardır demektir. Bu hususta daha fazla bir şey söyleyebilmemiz için bu dini öğrenmemiz gerekmektedir. Bu husus elbette ileride bütün dinlerce benimsenecektir. Ancak öncülüğü Hindu dini yapacaktır.
b) BUDİZM: Budizm mistisizmde usta bir dindir. Bu konular Batı manastırlarında ve İslâm tekkelerinde de ele alınmıştır. Ancak bunun öncüsü ve üstadı Budistlerdir. Mistisizmi anlayabilmek için insan yapısını ele almamız gerekir. İnsan duyu organları ile dışarıdan etkiler alır. Bunları isimlendirerek haritalar meydana getirir. İnsan beyninde dış âlemin haritasını çizer. Bunu dil aracılığı ile diğer insanlara aktarır ve insan beyninde ortak bir Kâinat’ın ortak haritası oluşur. Bu haritaya dayanılarak proje üretilir, beyinde proje üretilir. Beyinde dışarıda olmayan yeni bir dünya oluşur. Bu topluluğun ortak projesidir. Yeni proje yeni varlıkları beyinde üretmek demektir. Sonra bunlar teknoloji ile dışarıya aksettirilir ve böylece beyinde oluşan dışarıda da oluşur. Uygarlık dediğimiz şey budur. İstanbul köprüleri önce beyinlerde üretildi, sonra dışarıda köprü oldu, şimdi de biz oradan geçiyoruz.
Şimdi şu soru sorulur: İnsanın bu yaratıcılığı nereden geliyor? Bunu evrim kanunları ile açıklamamız mümkün değildir. Demek ki insan beyninin Kâinat’ı var eden varlık ile direkt ilişkisi vardır. Ondan sezi olarak bilgi almaktadır. Bunu fizik kanunları ile izah etmek mümkün değildir. Böylece insana doğru yolu bulduran yollardan biri “akıl” yoludur, “ilim” yoludur; ama bunun dışında bir de “sezi” ve “ilham” yolu vardır. İlim yolu kesindir ama kısıtlıdır. Birçok hallerde sorunları çözmez. Sezilerin ise yanlışlığı daha çoktur ama sorunları daha çok çözer. Biz sezilerden vazgeçemeyiz. Vazgeçtiğimiz takdirde ölürüz.
Şimdi şu soru sorulur: Nasıl ilimde metodik çalışmalarla daha çok gerçeklere ulaşılmakta ise; acaba sezileri de daha sağlıklı alabilmek için bir eğitim ve bir gayret mümkün değil midir? Dinler ibadetleri bunun için teşri etmişlerdir. Böylece insanda sağlıklı seziler gelişir.
Çok önemli olan bir olay şudur. İnsanın sezilerini yanıltan bilimdir. Mantıkla ve akılla düşünmeye başladığımız zaman sezilerimiz geri çekilir, akıl hakim olur. Oysa hayvanlarda seziler bizden çok daha ileridedir. İşte dinler; bazı kişiler aklı ve ilimleri bırakıp kendilerini üstün seziye ulaştırabilirler demektedirler. Bu görüşün temeli Budizm’e dayanır. İslâm’daki tasavvuf da bunlardan esinlemiştir.
Dünya ile ilişkisini kesen mürşidin dilini artık sadece müritleri anlar olur, başkaları onun dilini anlayamazlar. Zamanla o da sadece müritlerin dilini anlar ve halkın dilini anlayamaz olur. Böylece dünya ile ilişkisi kesilmiş olup onu var eden kimseyle daha âhenkli bir şekilde ilişki kurar. Yani sezme yeteneği yükselir. Sezi ile daha çabuk ve ileri doğrulara ulaşır. Bu durum savaşlarda askerler üzerinde de görülür. İşte bu eğitim sistemini Budistler diğer dinlerden daha iyi bilmektedirler ve ileride diğer dinlere bu konuda geçmişte olduğu gibi gelecekte de öğretmenlik yapacaklardır.
c) PROTESTANLIK: Dinler insana kişilik kazandırır ve Tanrı’ya yaklaştırır. Diğer insanların esaretinden kurtarır. İnsanı yüceltir. Ne var ki, aynı zamanda kötü bir yanı vardır. Zira din adamları o kadar saygın hâle gelirler ki; bu sefer de kişi dinî cemaat içinde yok olup gider ve kişiliği kaybolur. Bir dinin görüşleri kişiyi fanatik hâle getirir. Diğer insanlardan ve düşüncelerden tecrit eder. İşte dinin bu kötü etkisini dengeleyen bir dine ihtiyaç vardır. Bu da “Protestanlık”tır. Protestanlar dine karşı değil, din adamlarına karşıdırlar. Kişileri doğrudan doğruya Allah ile karşı karşıya getirmeye çalışırlar. Protestanlar insanı din adamlarının esaretinden kurtarmaya çalışmışlardır. Bu işi yapanlar yine din adamları olduğu için başarı sanıldığı kadar kolay değildir. Ancak diğer dinlerin içinde oluşan bir mezhep olursa etkili olur. Avrupa’da Papalığın mutlak hakimiyetine son vermek için geliştirilmiş olan bu mezhep etkin olmuş ve Katoliklik kadar yayılmıştır. İleride bu hizmetine devam edecektir. Bir Hıristiyan mezhebinden ziyade, dinî bir teşkilâtın kurallarından azade dinî bir mezhep olarak görebiliriz. Yani kendi mensuplarına herhangi bir kural veya inanışı empoze etmediği gibi; bir örgütte olmayı da gerek görmez. Katolik ve Ortodoks mezheplerine karşı böyle bir inanış bundan sonra da sürüp gidecektir. Görevi, dinlerin mensuplarını baskı altına almasına karşı sigorta olacaktır.
d) ORTODOKSLUK: Bizans’ta gelişmiş olan bir mezheptir. Bu din halkı isteyerek yöneticilere itaat ettirir, yönetimde hem mabetleri hem de dini korur ve saygı duyar. Bir devletin dayandığı ilkeler vardır. Kimi silah zoru ile itaat ettirir, kimi çıkara dayanarak itaat ettirir. Bazen de bilgililer bilmeyenleri yönetir. Bazı yönetimler ise sevgiye ve saygıya dayanırlar. Bu yönetim din ile uyuşmuş yönetimdir. Devlet dine saygı gösterir, hürmet eder ve yüceltir. Dinler de böyle hükümdara itaatin farz olduğuna halkı inandırır. Huzurlu bir yönetim ortaya çıkar. Bizans ve Osmanlı yönetimleri böyle birer yönetimdir. İlim düzenin projesini yapar. Dinler düzeni halka tanıtır ve sevdirerek kabul ettirir. Ondan sonra iş adamları onu iş hayatında, yöneticiler de devlet içinde uygular. İşte dinlerin bu halka anlatılması görevini tarihte en çok başarmış olan din “Ortodoksluk”tur. Görevi halka yönetimi sevdirmektir. Bu hususta takip edilecek yolları en iyi bilen din Ortodoksluktur.
e) KATOLİKLİK: Protestanlığın aksi bir görevi yüklenmiştir. Bu din de yöneticilerin adil olmasını sağlar. Yani yöneticilere uyarılar yaparak onların adil olmalarını gerçekleştirir. Sadece uyarır. Silahlı güçleri yenmek elbette mümkün değildir. Ancak halk din adamlarını dinlediği için din adamları birilerine karşı boykot ilân etti mi halk onları tecrit eder. Böylece din adamlarının manevi nüfuzu silahlı kuvvetlerden daha güçlü olur. Papalık Avrupa’da bu yolla bin yıl imparatorluğunu yaşatmıştır. Hâlâ varlığını ve etkisini sürdürüyor. Bundan sonra da sürdürecektir. Devlet adamları bir tür din adamlarının murakabesi altına girerler. Sadece beyan yeterli hâle gelebilir. “Bunu satın almayın!” dese; o firmayı veya markayı çökertmek için yeterli olur. Bu husustaki en uzun deneyim Katolik kilisesine aittir ve bu deneyimden diğer dinler de yararlanacaklardır. Ama hiçbir zaman bu sahada Katolikliğin üstüne çıkamayacaklardır.
f) ŞİİLİK: Kişilerin bir taraftan kendi kişiliklerini benimsemeleri, diğer taraftan da toplulukla uyum sağlamaları gerekmektedir. Kişi kendi hayatına döndüğü zaman başka bir insandır. Topluluk içinde varolduğunda ise başka bir insandır. Hiçbir kişi topluluk içine kendi özel hayatındaki varlığı ile çıkmaz. Tam tersine, toplulukta başka bir kişiliği ile ortaya çıkar. Yani, kendi dini inancını ve ahlâkını kaybetmeden topluluk düzenine, lâik düzene uyar. Dinlerin bu hususta da mensuplarını eğitmesi gerekir. Kişi hangi sahalarda kendisini ortaya koymamalıdır? Bu konuda Sünni dinlerde bir cevaz vardır. Kişi o topluluğa uymak durumundadır. Tarihte Şiiler bunu takiyye ilkeleri ile geliştirmişlerdir. Protestanlardan farkı olarak, kişiliği kaybetmeden uyumu yapabilme şeklinde özetlenebilir. Şiilerin bin yıllık deneyimleri onların dokusunu bu şekilde oluşturmuştur.
g) SÜNNİLİK: Sünnilik son ve en ileri bir mezheptir. Diğer din ve mezheplerden tamamen ayrılmaktadır. Gelecekte diğer dinler yapılarını hep Sünniliğe yaklaştıracaklardır.
Madde madde bunların farklılıklarını ortaya koyalım.
İNSANLAR DOĞRU YOLU DÖRT YOLDAN BULABİLMEKTEDİRLER
Bu dört yoldan hangisinden gidilirse gidilsin hakka ulaşılır.
1. Birinci yol akıl yoludur, ilim yoludur. Allah insanlara öyle akıl vermiştir ki, kimse söylemese bile kendi kendine düşünerek doğru yolu bulur. İnsan aklı sebepsiz bir şeyi kabul etmez. Kimse kendi kendine bir şey olduğuna inanmaz. Herkes her olaya mutlaka bir sebep arar. Biz yoktuk, var edildik. Kâinat da var edilmiş duruyor; o halde Kâinat’ı var eden bir güç vardır ve bu Kâinat onun eseridir. İnsan bunu aklı ile bulmaktadır. İkinci kural da bunun kadar basit ve kolaydır. Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi başkasına yapmamalıyım. Bu genel kural ile doğru yolun hemen hepsi bulunabilir. Eğer ben bana yapılmasını istemediğim bir şeyi yaparsam zulmetmiş olurum. Kâinat’ı var eden güç bunun hesabını benden sorar. İşte bunu düşünebilen insan mü’mindir ve başka hiçbir yol gösterici ile karşılaşmasa bile cennete gider görüşündedirler; “Ehli Sünnet” olan kimseler.
2. İkinci yol peygamberler yoludur. Bir kimse çıkıyor, bizim yapamadığımız şeyleri yapabiliyor ve; “Ben bunu beni yaratanın bana verdiği güçle yapıyorum.” diyor. “İşte bu gücü bana veren Allah size şunları şunları yapın diyor”sa, dedikleri de akla uygun ise; bu kimselerin yol göstermeleri birinci yola götürecektir. Çünkü söyledikleri bizim de aklımıza uygun şeylerdir. Böyle başka kimselerin gösterip de kendi akıllarına da yattığı için onları dinleyenler de mü’mindir ve onlar da cennete gideceklerdir. “Ehli Sünnet” yolu budur.
3. Üçüncü yol Kur’an yoludur. Elimizde yazılı bir kitap var. Bu kitap Arapçadır ve onun dilini de çok iyi biliyoruz. Onu tetkik ediyoruz ve görüyoruz ki; onun söylediklerini insan söyleyemez, bilemez ve onun söyledikleri de aklımıza uygundur. Bu kitaba inanıp doğru yolu tutmuş isek biz de kurtulmuş ve cennete gitmiş oluruz.
Buralara kadar Sünniler ile Şiiler arasında hiçbir ayrılık yoktur.
4. Dördüncü yol ise içtihat yoludur. Kur’an Allah’ın sözüdür, bunu ilmen tesbit ettik. Ama bundan sonra bu kitabı kim yorumlayacak? İşte Şiiler ile Ehli Sünnet arasındaki fark buradadır.
Şiiler, Kur’an’ı ancak Hazreti Ali neslinden gelen masum kişiler vardır, onlar yetkilidir, onlar yorumlayacaklardır derler. Bu inanış Hıristiyan ve Yahudilerde de mevcuttur.
Ehli Sünnet bunu reddedip; Kur’an’ı herkes kendisi için kendisi yorumlayacaktır diyor. Ne kadar mü’min varsa o kadar Kur’an anlayışı vardır ve olacaktır. Buna “içtihat” denir. Bilmeyen güvendiği kimseye sorar. Ama kimse kimsenin içtihadı ile amel etmek zorunda değildir.
Ehli Sünnet buna bir hususu daha eklemektedir. Eğer ayrı ayrı yapılan içtihatlarda aynı sonuca varılırsa bu katidir, buna “icma” denir. Bu sefer bu icma topluluğu bağlar. Yani ondan sonra kimileri reylerini değiştirseler veya yeni müçtehitlerin reyleri farklı olsa bile, kişiler kendi reylerine değil de daha önce icma ile sabit olan görüşe uyarlar. Farklı içtihat yapabilirler ama farklı amel yapamazlar. Aksine icma hâsıl olursa o zaman icma değişmiş olur.
Gerçi Şiiler de esasta içtihadı ve icmayı kabul ediyorlar, ama masum imamın görüşünü bunlara tercih ediyorlar.
İşte Ehli Sünnet bu yolla en ileri anlayışı getirmiş bulunmaktadır. İnsanın iradesini en üstün seviyeye çıkarmış ve kendisini hür hâle getirmiştir.
“Demokrasi” ve “lâiklik” bu sistem içinde saklıdır.
“İnsanlık Anayasası” işte bu anlayışa göre yazılmıştır.
Ehli Sünnet Mezhebi insanlığa içtihat ve icmayı öğretecektir.
Başka hiçbir din veya mezhep bu hususta bir özelleştirme gösteremeyecektir.
“III. Bin Yıl Uygarlığı”nın nasıl bir uygarlık olacağını yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz.
Zamanla “doku teorisi” daha netleşecek ve belirlenecektir. Zaman insanlık tarihini yazacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92