ADİL DÜZEN 228
Haftalık Seminer Dergisi 03-04 EKİM 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 228. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 19-20 Eylül 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – IX (30-34. ÂYETLER)
Bunun dışında Allah’ı sevmenin dört yolu daha vardır:
1- Seni sevmeyeni sevebiliyorsan, o zaman senin sevgin Allah sevgisidir. Nefsinizi bu seviyeye çıkaracaksınız.
2- Allah’ı sevenleri sevebiliyorsan, Allah’ı sevmiş olursun.
3- Allah kendisine cemaati halife yapmıştır. Topluluğu seviyorsan, Allah’ı sevmiş olursun. Cemaate katılmada gösterdiğin rağbet, Allah’a gösterdiğin rağbettir. Topluluğa verilen maddî katkılar da Allah sevgisini ifade etmektedir. Bunun için “sadaka” denmektedir.
4- Kur’an okumayı sevmek, topluluğu sevmektir. Bir kimsenin yazdığını okursan, orada anlatılanlarla onu seversin. Kur’an’la ilgilenmekten hoşlanıyorsan, bu onu sevmektir.
Allah’ın bize verdiği nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Bir defa Allah bize iman verdi. O imanın verdiği güçle burada toplanıyoruz. Çalışmalar yapıyoruz. Buna şükretmeliyiz. Bu nimetine karşı bir şey yapmalıyız. Mesela, dergi çıkarmalıyız. Mesela, market çalıştırmalıyız. Mesela, bir site kurup bir yerde toplanmalıyız.
b) Allah bize ilim verdi. Kur’an’ı anlıyoruz. Onu takip ediyoruz. Bundan büyük lütuf olur mu? İçimizden biri bir şey biliyorsa hepimiz biliyoruz demektir. Hiçbir şeyi kendisinden eksilmeden başkasına aktaramazsınız. Ama ilim her zaman eksilmeden başkasına aktarılabilmektedir.
c) Allah bize arkadaşlar verdi. Haftada bir defa da olsa toplanıyoruz. Birbirimizi severek Allah’ımızı sevmiş oluyoruz. Böyle Allah yolunda ilerleyen arkadaşlar bulmak kolay değildir.
d) Allah bazı imkânlar bahşetti. Üsküdar’da ve burada (Yeni Bosna) toplanma yeri hazırladı. Kooperatifimizi kurduk. Ahşap Ev, Granür Üretimi, Market denemelerimiz var… Buraya gelecek kadar imkânlar verdi.
İşte bunlara şükretmeliyiz. Bu imkânları değerlendirmeliyiz. İşte ondan sonradır ki Allah bizi sevecek ve bize lütuflarda bulunacaktır. Birlikte yola çıktığınız zaman ya en yavaş yürüyen kadar hızlı gideceksiniz ve hep birden hedefe geç varacaksınız. Ya da herkes ayrı hareket edecek ve kendine göre ilerleme olacaktır. Teker teker hedefe varacaksınız.
Biz “Akevler”de hep birlikte varmayı hedeflediğimiz için yavaş gidiyoruz. Allah bizi seviyor ki bizlere bu nimetleri vermiştir. Daha fazlasını mı istiyorsunuz? O halde bu nimetleri değerlendirin.
*HAFTALIK YORUMLAR (58): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)
BİR ÂYET:
سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَإِنْ جَاءُوكَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ أَوْ أَعْرِضْ عَنْهُمْ وَإِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْئًا
وَإِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ [Mâide(5);42]
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ
إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا [Nisâ(4);58]
“Hükmedecek olursan kıst ile hükmet.” [Mâide(5);42]
“Nâs beyninde hükmedecek olursanız adaletle hükmedin.” [Nisâ(4);58]
ADİL DÜZENE GÖRE BİR SORUNUN ÇÖZÜMÜ:
“BELV-İ UMUMΔ YANİ “UMUMİ BEL”
“ADİL DÜZEN”E GÖRE BİR YORUM:
“ADİL DÜZEN”E GÖRE SORUŞTURMA
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 228. SEMİNER Tefsir İstanbul, 27 Eylül 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - IX
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ أَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ(30) قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ(31) قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ(32) إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى آدَمَ وَنُوحًا وَآلَ إِبْرَاهِيمَ وَآلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ(33) ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(34)
يَوْمَ (YeVMa) “O yevm. O gün.”
“Yavm” “Yam”den dönüşmüş bir kelimedir. Yam, Nil gibi mevsim mevsim kabaran ve düzgün akan nehir demektir. Devrî hareketten dolayı akan ırmağa benzetilmiş, zamanla dönemlere ‘yevm’ denmiştir. Çağ anlamındadır. Özellikle 24 saate de ‘yevm’ denir. Gündüze ‘nehar’ geceye ‘leyl’ adı verilir. Yukarıda geçmişti.
Arapçada başa gelen ‘EL’ tarif harftir. Türkçedeki ‘ol’dan dönüşmüştür. ‘Ol gün’ demek eylem demektir. Bugün kastediliyorsa yani yaşadığınız gün kastediliyorsa ‘el-yevm’ denir. Başka bir gün marifeli olarak kastediliyorsa, o zaman da sadece ‘yavme’ denir. Sonunda tenvin gelmez. Herhangi bir gün söylenecekse, o zaman da tenvin gelir. Kur’an öldükten sonraki günden bahsederken “yavme” kelimesini kullanır.
Bu Kâinat on milyar yıl önce varedildi. Daha on milyar yıl kadar ömrü görünüyor. O tarihte kıyamet olacaktır. Kâinat şimdi genişlemektedir. Galaksiler ise büzülmektedir. Galaksilerin merkezi ölü güneşlerle dolmaktadır. Her galaksinin merkezi karadelik olacaktır. Sonra yeni patlama ile her galaksi ayrı bir dünya oluşturabilir. Diğer galaksilerle burada yaşayanların ilişkisi olmayacağına göre aynı anda kıyamet olması gerekmez. Bu takdirde Kâinat’ın büyümesi devam edecek demektir. Güneş, Ay ve yıldızlar toplanmış olacaktır. O gün insanlar bir araya gelecektir.
تَجِدُ (TaCıDu) “Vecd eder. Bulur.”
Bu dünyaya gelen insanlar âhirete vardıklarında bu dünyada ne yapmışlarsa hepsini bulacaklardır. Bizim yaptığımız işler değerlendirilmektedir. Her ‘amel’ bir derece verilerek hesap defterine ‘borç’ veya ‘alacak’ olarak geçmektedir. Sonunda ömrümüz boyunca ne yapmış isek orada defterimizde değerlenmiş olarak bulacağız. Sevaplarla günahlar dengelenecek. Günah en çok bir derece sayılacak, ondan da tenzilat yapılacak. Günah en az puan alacak, böylece hâlâ defter ağır basıyorsa cehenneme gönderilecek, sevap ağır basıyorsa cennete gönderilecek. Kur’an bu düzeni hep hatırlatır.
Fıkıh olarak biz de şunu yapıyoruz. Kişi aldıklarını ve verdiklerini bir kâğıda yazıp muhasibine verecek, muhasip de onu bilgisayara geçirecektir. Kişinin fişine basıldı mı verdiklerinin hepsi dökülecektir. Yıl sonunda ya borçlu çıkacak, ya da alacaklı çıkacaktır. Bugün Batı dünyasında kısmen uygulanan muhasebe sistemini Allah âhiret için açıklamaktadır. “Bulmak” demek, defterde yazılı olarak görmek demektir. “Vücud” bedenidir. Güç anlamına olduğu gibi, varlık anlamına da gelmektedir. Bulmak, gücü yetmek anlamına gelir.
كُلُّ نَفْسٍ (KulLu NaFSıN) “Her nefis.”
“Nefs” kelimesi kişi anlamında kullanılır. Hak ve görev sahibi olan demektir. Allah’ın halifesi olan demektir. Hayvanların da ruhları vardır, bilinçleri vardır; ama onların nefisleri yoktur. Onlar Allah adına O’nun halifesi olarak kararlar almaz, sadece Allah’ın onlara verdiği görevleri yerine getirirler.
Melek, cin ve ruh da nefse sahiptir. Ancak ‘içtihat görevi’ verilmemiş ise o zaman ‘hilafet görevi’ de verilmemiştir. İşte insan bunun için aksnal hâlıktır. Nefis yani kişi davalı ve davacı olabilen kimsedir. Ruhun insan beynindeki faaliyetleri olarak da anlayabiliriz. Bir topluluk içinde kişinin hesabı vardır, borç ve alacak orada yazılıdır. İşte nefis insanın beynindeki olaylara olan hakimiyetidir.
مَا عَمِلَتْ “Ne amel etmişse”
“Ne amel etmişse onu hazır bulacaktır.” Deniyor; “Ne fi’letse” denmiyor.
“Ne amel etmişse onu bulacaktır.” ‘Fiil’ ile ‘amel’ arasındaki en büyük fark; ‘fiil’ kişinin kendisi için davranışlarıdır, oysa ‘amel’ kişinin başkası için yaptığı iştir. Topluluk için yapılanlar da ameldir. Allah insanı yaratmıştır. Ondan iş beklemektedir. İbadet ise amel gibidir. Aralarındaki fark, ibadette artık başkasına iş yapmıyor, yalnız O’na iş yapıyorsun. Hür insanın köleleştirilmesi haram olduğundan, Allah’tan başka kimseler için ibadet haramdır, amel ise meşrudur. Herkes öldükten sonra yaptıklarını orada hazır bulacaktır.
مِنْ خَيْرٍ (MiN PaYRın) “Hayırdan”
Dünyada insan “hayırdan” ne yapmışsa onu orada bulacaktır. “Hayır” kelimesi nekire getirilmiştir. Çünkü pek çok hayır vardır. İnsan o hayırlardan birisini veya birkaçını yapacaktır.
“Min” ile getirilmiştir. Cins için olabileceği gibi, cüz için de olabilir. Bu bize şunu ifade etmektedir. İnsanlara biz iş vermeyeceğiz. Kişi işini kendisi seçecektir. O ne yaparsa hayırdan onun karşılığını alacaktır. Ama bu karşılığı sosyalizmde olduğu gibi devlet görevlisi vermeyecektir. Kapitalizmde olduğu gibi işveren vekili vermeyecektir. Kişi işini kendisi seçecektir. İşte yeni üretim biçimi budur. Anayasamızda (İnsanlık Anayasası) bu böyle yapılıyor. Bizim “Mala-Mal Market Projemiz” bunun çok açık uygulamasıdır.
Bu uygulama nasıl olacaktır? Anlatalım.
Kişi “Mala-Mal Marketi”ne geliyor. Mesela, bir cıvataya diş çeken makineyi satın alıyor. Şöyle ki; ben size diş çekeceğim ve bu makinenin bedelini iki yıl içinde bir milyon cıvatanın dişini çekerek ödeyeceğim, diyor. Çektiğim dişin dörtte üçünü peşin alacağım, dörtte birini makinenin taksiti olarak ödeyeceğim. Ayda en az bin cıvatanın dişini çekeceğim diyor. Sonra da dişi çekilecek cıvataları alıyor. İşyerine götürüyor. Makineyi kuruyor ve diş çekmeye başlıyor. İşte böylece kişi işini kendisi seçiyor. Diş çekme bedelleri ise mağaza tarafından belirleniyor. Fabrikalarda da tezgahlar ve işyerleri vardır. Kişi sabah kendine kendisi iş seçer. Böylece istediği işi yapar. Yeter ki yaptığı iş hayır olsun. Her hayırlı işin bilgisayarlarca belirlenen karşılığı vardır. Onu alır.
Esasen içtihat da budur. Yani Allah insanı var etmiş; kendi iradesi ile hayır yapsın ve ücretini alsın diye. Topluluk onu bir iş yapmaya zorlarsa o zaman o iradesini kaybetmiş olur, dünyaya gelişin hikmeti kalmaz. İnsan içtihat yaparken başkalarının isteğine göre değil, kendi isteğine göre yapacaktır. Başkalarının isteklerine de karışmayacaktır. Sözleşmelerde de bunun için ‘rıza’ aranmaktadır. ‘Hicret müessesesi’ bunun için vardır. ‘Hakimlik’ değil de ‘hakemlik’ bunun için teşri edilmiştir. Kur’an’ın müesseselerinde asla çelişki yoktur. Yani ürünlerini hazır bulacaklardır demektir.
مُحْضَرًا (MuXWarRAn) “Hazırlanmış olarak bulacaklardır.”
“Hadıre” bir yerin çevresi demektir. “Hadırate’l-bahri” demek, denizin kenarı demektir. Sahil demektir. Sahildeki yerleşim yerleri demektir. Bir yerde bulunmak, orada hazır olmak demektir. Bir şeyi bir araya getirip belli bir zaman için bulundurmak demek de hazırlamak demektir. Hayır yapan kimseler hayrı orada hazır bulacaklardır. Fabrikada veya kendi işyerinde ürettikleri malları ambarlara teslim eder, yerine fiş alırlar, belge alırlar. Bu belge ile sonra mamul ambarlarına gittikleri zaman mamulü hazır bulurlar. Onun karşılığı belgeyi alıp kasaya gider ve nakde çevirirler, o nakitle de istediklerini yaparlar.
İnsanlar âhirete vardıklarında hayrı hazırlanmış bulurlar. Biz ne yaparız? Önce bir işin bir cüz’ünü yaparız. Ama sonunda herkesin katkıları ile onu mamul hâle gelmiş buluruz. Bizlerin ayrı ayrı yaptıkları şeyler bize yaramaz, ama bir araya getirdiğimizde artık bize yarayan eşya olmuştur. Katkımız nisbetinde ondan payımızı alırız. Âhirette de bizim hayırlarımız cennetteki insanların işine yarayacak şeylere dönüşmüş olarak karşımıza çıkacaktır. Biz onlardan istediğimizi alıp varlığımızı sürdüreceğiz.
Bu âyet bize gösteriyor ki, âhirette de hayat sebep-sonuç ilişkileri ile olacaktır. Dünyadaki evrimin âhiretin oluşmasında katkısı olacaktır. “Dünya âhiretin mezreesidir (tarlasıdır).” sözünü mecazi olarak anlamamız gerekir. Bilgisayarları, telsiz telefonları orada da kullanacağız. Orada bunları imal eden fabrikaları belki biz işletmeyeceğiz. Huriler, gılmanlar denen kimseler işletecektir, ama bütün bunlar olacaktır demektir.
وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ (Va MAv GaMiLaT Min SUEin) “Sü’den neyi amel etmişse onu da.”
‘Hayır’dan neyi amel etmişse onu hazırlanmış bulacaktır. Yani üretimi tamamlanmış bulacaktır. ‘Kötülük’ten ne yapmışsa onu hazır bulacaktır. Gerçi burada kötülük için “Muhdarar” kelimesi kullanılmıyor. Çünkü kötülük hazırlama değil, bozmadır. Mü’minler yapıcı, kâfirler yıkıcıdırlar. Yıkılmış, eksik kalmış, bozuk olanlar da orada varolacak, onunla cehenneme gidip orada onları düzeltmekle uğraşacaklardır. Onları kırbaçla çalıştıran zebanilerin gözetiminde işçilik yapacaklardır. Burada ‘hayır’ karşılığı ‘sü’’ kullanmıştır. Başka yerde ‘şer’ karşılığı ‘hayır’ kullanılmıştır. Dörtlü veya sekizli gruplamalarda bir şeyin iki eşi olabilmektedir.
Hayır Şer
Hüsn Sü’
Demek ki ‘hayır’ ile ‘hüsn’ iyilikte eştirler, ‘şer’ ile ‘sü’ de kötülükte eştirler.
Kur’an’da böyle tasnifler vardır. Biz bu kelimeleri alıp aralarındaki farkları ortaya koyarak içtihadımızı yaparız. “Hayır”, topluluk için iyi olan iyiliklerdir. “Hüsn” ise kişi için iyi olan iyiliktir. “Şer”, topluluk için olan kötülüktür. “Sü’” ise kişi için olan kötülüktür. Burada Allah şerri zikrederken toplulukların yaptığı kötülükleri değil de, kişinin kendisinin yaptığı kötülükleri getirecektir. Hayırda ise kolektif iyilikler hazır gelecek ve herkes payını alacaktır. Bir atölyede hepimiz çalışıyoruz. Ayrı ayrı parçalar üretiyoruz. Önce biz her parça için bir ceket payı alıyoruz. Sonra ambara gidip bitmiş ceket alabiliyoruz. Sü’de ise işlediğimizin cezasını şahsen çekiyoruz, kimseyle bölüşmüyoruz. O sebeple burada hayrın karşısında sü’ getirildi.
تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ (TaVadDu LaV EanNa BaYNaHAv va BaYNaHUv)
“Onunla kendisi arasında olmasını meveddet edecektir.”
Buradaki “Ha” zamiri nefse gidiyor. “Nefis” kelime olarak müennestir. “Hu” zamiri de kötülüğe gidiyor, sü’a gidiyor. “Meveddet” gönlün şiddetle bir şeyi talep etmesidir. ‘Vadi’ kelimesi ile yakınlığı vardır. Vadide sular nasıl dereye doğru akar; insanın içindeki arzu da o tarafa akar. ‘Hubb’ ise habbeden, taneden, kubbeden, kabarcıktan oluşmuş bir kelimedir.
İnsanın içinde bir sıcaklık meydana gelir, o sıcaklıkla o kimseye bağlanır. Muhabbette onun kendine çekmesi vardır. Meveddette ise senin ona yaklaşman vardır. Burada kaçışı anlatmaktadır. Kötülükten uzak olmayı, aksine uzaklaşmayı istemeyi ifade edecektir. Ondan uzak olsun da nerede olursa olsun isteyecektir.
أَمَدًا بَعِيدًا (EMaDan BaGIıDan) “Baid bir emed olsun isteyecektir.”
“Bugd”, derinlik demektir. ‘Arz’ en, ‘Tul’ boy, ‘Bu’d’ da derinliktir; uzak anlamınadır. ‘Karib’in (yakının) karşılığıdır. Zaman içinde “Ba’de/Sonra” kelimesi kullanılmaktadır. Sonra, arkasından anlamına gelir.
“Emed”, “Medde”den gelir. ‘Med’, kiriş demektir. ‘Amd’, direk demektir. ‘Emed’, uzatılmış, gerilmiş anlamındadır. ‘Ümid’ kelimesi buradan gelir. Uzakta olup iple çekilen anlamında beklenen şey demektir. ‘Ebed’ kelimesi ile de yakınlığı vardır. Aramızda uzun bir mesafe olsun. Sonsuz olarak uzak olmasını isteyecektir. Yani sonuçlardan hoşlanmayacaktır. Kişiler gurbete çıkar, çalışır, kazanır, üç beş kuruş biriktirip yurduna döner.
Biz de bu dünyaya çalışıp üç beş kuruş kazanıp yurdumuza dönmek üzere geldik. Asıl memleketimiz orasıdır. Burada çalışıp kazanmak için Allah bize yolunu gösterdikten sonra serbest bırakmıştır. Biz istediğimizi yaparız. Ama sonuçlarına katlanmak zorundayız.
İşte ‘hukuk düzeni’ de budur. Herkes kendi içtihadını yapacak ve içtihadına göre amel edecektir. Ama sonuçlarına katlanacaktır. Kârı ve zararı kendisinin olacaktır. Yaptıklarının mükâfatını kendisi alacak, cezasını o çekecektir. Anayasamızda (“İnsanlık Anayasası”)bu şöyle formüle edilmiştir. Kişi herhangi bir iş yaparken bu devlete karşı görevli ise de ona kimse karışamaz, kişi kendi takdiri ile karar verir ve karar bekletilmeden uygulanır. Uygulamadan önce kontrol sistemi yoktur. Yanlış yapmışsa o zaman sonra aleyhine dava açılır ve hakemlerin karşısında kişi hesabını verir. Bu hukuk düzeninde bu dünyada da böyledir. Âhirete varıldığında her şeyin hesabı böyle verilecektir.
Bizim Anayasamızda da (“İnsanlık Anayasası”) evrak, zimmet, envanter ve demirbaş bakanlıkları vardır. Bunların işi kayıtları tutmaktır. “Evrak Bakanlığı” kişilere gelen yazılarla, kişilerden giden yazıları alır ve gönderir. Muhafaza eder. “Zimmet Bakanlığı” bütün borç ve alacakları kaydeder. Muhasebe bakanlığıdır. “Envanter Bakanlığı” malların bulunduğu yerleri ve durumlarını belirler. “Demirbaş Bakanlığı” ise taşınmazların kayıtları, bakım ve tamirleri ile ilgilenir. Kur’an’ın az olsun, küçük olsun, büyük olsun hepsini yazın emri ile buradaki hesaplar ile her şey hazır olmuş olacaktır.
وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ (Va YuXüÜıRu ellAHU NaFSaHu) “Allah sizi nefsinden tahzir eder.”
Allah sizin kendisi ile doğrudan muhatap olmanızdan uzak durmanızı ister. Kur’an’da bu tabir yalnız bu sûrede söylenmekte; hem de birbirine çok yakın olarak iki defa tekrar edilmektedir. Bu sûre içtihat sûresi olduğuna göre, bu sûrede hem de iki defa gelmiş olması, bunun içtihatla büyük ilgisi vardır demektir.
İçtihat vicdanîdir. Herkes kendi vicdanına göre karar verecektir. Vicdanına göre verecektir. İnsanlar soramaz. Ancak bizzat kendisi sorar. O halde içtihatları denetleyen bir merci yoktur. Bu merci yalnız Allah’tır. Mağdur olanlar mahkemelerde hakemler nezdinde kendi haklarını ararlar.
Birincisinde; “Mü’minler kâfirleri evliya ittihaz etmesinler.” âyetinden sonra getirilmiştir. Orada da insanların böyle yapmamaları halinde bunu takıyye olarak mı, yoksa taaddi olarak mı yaptığı hususu tamamen kendilerine kalmıştır demektir. “Nefsehu” kelimesi ‘Allah’ kelimesinin ‘topluluk’ anlamında yorumlanmasına engeldir. Bununla beraber çıkan ihtilaflarda son karar hakemlerden oluşan yargınındır. Allah sizi yargıya karşı sakındırırın anlamı olur. Yani yargıya karşı gelinmemesini emretmektedir. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğüne işaret etmektedir.
وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ (ValLAHu RaEuvFun BiLGıBADı) “Allah ibadına raufdur.”
Daha önceki âyette “Allah sizi kendisinden sakındırır.” derken; “Dönüş Allah’adır.” denmiştir. Yani, bu hususta hesabı O soracaktır demektir. Bununla ilgili hükümler dinîdir. Siz cezalandıramazsınız demektir.
Burada da “Allah kullarına raufdur.” denmiştir.
“Rafet” rahmet gibidir. “Rahmet”, annenin çocuklarına duyduğu karşılıksız iyilik etme hissidir. “Rafet” de babanın çocuklarına ve ailesine karşı duyduğu onları koruma ve onlara sahip çıkma hissidir. Tarihte Allah hem baba, hem de anne ile temsil edilmiştir. Onların resimleri ile ‘Allah’ yazılmıştır. Sonraları onlara tapılmaya başlanmıştır. Biz de şimdi Kâbe’ye tapsak öyle putperest oluruz. Manâları bırakıp da kelimelerin emrine girecek olursak, o zaman onlara tapmış oluruz. Biz kelimelerin manâlarının emrine gireceğiz. Kanunların lâfızlarını katı görüntülere göre uygulamak böyledir. Cümlelere göre hükmedeceğiz; ama lâfızları ile değil manâları ile.
Allah’tan korkmanıza gerek yoktur. Allah sizin yanınıza size zulmetmek için, size ceza vermek için gelmez. Tam tersine, size iyilik etmek için gelir. Devlet de böyledir. Devlet kimseye zarar vermek için değil, tam tersine korumak için vardır. Halk polisten korkmamalı, tam tersine polisi kendisinin koruması olarak görmelidir. Mahkemeyi hakkını alan kişi olarak görmelidir. Hükmeden değil, hizmet eden bir kuruluş olarak görmelidir. Bu sebepledir ki burada “Allah” tekrar edilmiş ve “Rauf” kelimesi nekire olarak getirilmiştir. Devlet bir anne gibi, bir baba gibi olmalıdır. Verdiği ceza da babasının oğlunu tedip etmesi için yaptığı gibi olmalıdır.
Burada “Bi’l-ibad” sözü ile insanların yalnız topluluğun işçisi olması gerekir. Marks da böyle istiyor. Ancak Marks bunu sosyalizmde devlet memurlarına veriyor, sonra yani komünizmde izah edemiyor. Oysa içtihat müessesesi halkın kendi işini kendisinin seçebilmesi liberalizmini gerçekleştirmektedir. Tekeli önlenmiş olan bu liberalizm bunu gerçekleştirmektedir. Kur’an bunu istiyor. Kimse kimsenin kölesi olamaz.
Bu sebepledir ki ‘işçilik’ hürün köleleştirilmesi sistemi olduğu için meşru değildir. Yahudiler insanları kendilerinin kölesi olarak gördükleri için işçilik sistemini yeryüzüne hakim kılmaya çalışmaktadırlar. Faizi meşru saymaktadırlar. Kur’an ise faizi şiddetle yasaklıyor. Biz, biri zarar ederken diğerinin kâr etmesini ‘faiz’ olarak görüyoruz. Dolayısıyla sabit kira, sabit ücret, sabit vergi ve sabit kâr faizdir ve haramdır.
قُلْ (QuL) “Söyle.”
“Söyle” emrini veren Allah’tır. Burada tereddüt yoktur. Muhatap kimdir? Bu muhatap ölü kimse olamaz, yani “Peygamberdir” denemez. Çünkü o bugün yaşamıyor. Bundan dolayı ona “Kul/Söyle” emri verilemez. Bu emir o zaman verildi. O da bu görevi yerine getirdi. Şimdi artık bu emrin geçerliği yoktur da denemez. Böyle desek, o zaman Kur’an bizi ilzam etmiş olmaz. O halde muhatap kimdir?
Ya başkandır, ya müçtehittir, ya da mü’mindir. Burada “Bana tâbi olunuz.” emri olduğu için muhatap müçtehittir diyebiliriz. Sûrenin konusudur. Bunu böyle anladığımız zaman, içtihat yapan kimseler kendi mezheplerine insanları çağırma hakkına ve yetkisine sahip olurlar. Başkanlar da olabilir. Ancak bundan sonraki âyette “itaat” kelimesi geçmektedir. Başkan orada sözkonusu olacaktır. Araya atıf harfi getirmemiş olmasının sebebi kemal-i infisaldir, yani tam ayrılıktır. Muhatap değiştiği için ‘Ve’ harfi getirilmemiştir.
Şimdi kime söylenecektir? Yani ikinci mef’ul kimdir? Muhatabın mü’minler olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’ın âlimi olan kimse cemaatine diyecektir ki; “Bana tâbi olunuz.” Tâbi olma, yaptığını yapmadır. Yani, bir müçtehit ne yapıyorsa cemaat da onu yapacaktır. İşte bundan dolayı içtihat yapan kimseler örnek davranışlarda bulunmak zorundadırlar. İçtihatlarda ona uyulacaktır.
إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ (EiN KuNTuM TuXıbBUvNa elLAHe)
“Allah’a muhabbetiniz varsa. Allah’ı seviyorsanız.”
“Muhabbet” onun size doğru gelmesini, size yaklaşmasını istiyorsanız demektir. “Bana tâbi olunuz.” denmektedir. Allah nasıl sevilir? İnsanda Allah muhabbeti nasıl doğar? Bunun iki çeşidi vardır. Biri genel çeşittir. Her şey Allah’ın lütfüdür ve nimetidir. Bir kimsenin saçlarını severseniz, O’nu sevmiş olursunuz. Birinin düşüncelerini severseniz, O’nu sevmiş olursunuz. Eşinizi sevdiğinizde, O’nun bir lütfü olduğu için Allah’ı sevmiş olursunuz. Evinizi severseniz, O’nu lütfeden Allah’ı sevmiş olursunuz. Buradaki ayıraç; bütün bunların Allah’tan geldiğini bilmek ve O’nun bir ikramı olduğu için sevmektir. Sevdiğiniz birinin bir hediyesini, bir fotoğrafını seversiniz. Aynen bunun gibi O’nun tüm yarattıklarını ve lütuflarını sevmek de Allah’ı sevmektir. Ama sevgi şirk şeklini de alabilir. Allah’ı unutarak, Allah’a rağmen birisini veya bir şeyi sevmek elbette Allah sevgisi olamaz. Bunun içindir ki kişiyi sevmek bazen şirke gidebilir. Bu peygamber de olsa böyledir.
Bunun dışında Allah’ı sevmenin dört yolu daha vardır:
5- Seni sevmeyeni sevebiliyorsan, o zaman senin sevgin Allah sevgisidir. Nefsinizi bu seviyeye çıkaracaksınız.
6- Allah’ı sevenleri sevebiliyorsan, Allah’ı sevmiş olursun.
7- Allah kendisine cemaati halife yapmıştır. Topluluğu seviyorsan, Allah’ı sevmiş olursun. Cemaate katılmada gösterdiğin rağbet, Allah’a gösterdiğin rağbettir. Topluluğa verilen maddî katkılar da Allah sevgisini ifade etmektedir. Bunun için “sadaka” denmektedir.
8- Kur’an okumayı sevmek, topluluğu sevmektir. Bir kimsenin yazdığını okursan, orada anlatılanlarla onu seversin. Kur’an’la ilgilenmekten hoşlanıyorsan, bu onu sevmektir.
فَاتَّبِعُونِي (Fa elTaBıGUvNIy) “Bana tâbi olunuz.”
“Bana uyunuz, ben ne yapıyorsam siz de onu yapınız.”
“Taba” hayvan yavrusudur. Anası ne yaparsa o da onu yapar.
Bu âyet bize gösteriyor ki, içtihat grupları oluşmalıdır. İnsanlar mezhepler oluşturmalıdır. Herkes kendi mezhebinin icma ve içtihatlarına uymalıdır. Bir kabilede 5 ile 10 arasında tâbi olunan kimse olmalıdır. Bir ilde, bir ülkede ve insanlıkta da böyle olmalıdır. O mezhepte olanlar ona uymalıdırlar. Davranışlardaki birlik böyle sağlanır. Herkes ayrı içtihat yapıp davranışlarını ayırırsa o zaman topluluk oluşmaz. Mezhebe bir dayanışma ortaklığı olduğu için gerek vardır. Sonra bir insan kendisine gerekli olan şeylerin kurallarını hep üretemez, üretse bile insanlara onu öğretemez. Onun yerine işte ancak böyle birleşerek oluşturulan “fıkıh” tam olur ve duyurulur. Demek ki, ilmî dayanışma ortaklığını kuran kimse kendisine ortak arayabilir. Hattâ aramalıdır da. Cemaatleşme, birlikte Kur’an okuma, birlikte iş yapma; işte bunlar Allah’ı sevmenin en güzel örnekleridir.
يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ (YuXBıBKuMu ElLAHu) “Allah da sizi hubbeder.”
Bizim Allah’ı nasıl sevdiğimizi yukarıda anlattık. Allah acaba bizi nasıl sever?
Burada dikkat edecek olursanız “Seversen, seni sever.” demiyor; “Severseniz, sizi sever.” diyor. Yani, topluluğunuzu sever demektir. Yani, sizi başarıya ulaştırır demektir.
Sevdiğiniz kimseye karşı nasıl davranırsanız, işte Allah da size öyle davranır:
a) Sevdiğinizle beraber olmak istersiniz. Demek Allah da bizimle beraber olacaktır. Bu ne büyük mutluluk. O bizim yanımızda olduktan sonra başka ne isteriz. İşte Allah’ın bizimle beraber olması için içtihatlar yapmalıyız. İçtihatlarımıza göre hareket etmeliyiz. Yani cemaatimizde oluşan kurallara uymalıyız. O zaman Allah bizimle beraber olacak ve biz o zaman yücelmiş olacağız. Kurallara uymuyor, kendi koyduğumuz kurallara kendimiz uymuyorsak, o zaman Allah bizimle beraber olmayacaktır.
b) Sevdiğiniz kimselere ikramda bulunursunuz. Hediye alırsınız. Onları hoşnut edecek lütufta bulunursunuz. Allah bizimle beraber olmuyorsa, bizi sevmiyorsa, lütuflarda bulunmuyorsa; demek ki biz henüz bir mezhep oluşturup onun gereklerini yapamıyoruz demektir. Diğer taraftan beraber olmanın doğurduğu lütuflar vardır, ikramlar vardır. Allah onları bize ikram etmiştir. Çoğu zaman bunun farkında olmaz, nankörlük yaparız.
c) Sevdiğiniz kimseye bir şey olmasını istemesiniz. Anne çocuğunu bazen döver ve azarlar. Niçin? Kendisine bir fenalık olmaması için. Allah bazen bizi sevdiği için acır ve bizi azarlar, sıkıntılara sokar. Allah bizi bu sıkıntılara sokmazsa azarız, azgınlaşırız, kötülük yaparız. Zengin olanlardan, iktidara gelenlerden kaçı kendisini koruyabilmiştir? Kaçı haramdan kendisini koruyabilmiştir? Kaçı büyüklenmeden yaşayabilmiştir? İşte Allah bizi seviyor ki böyle yapıyor. Mesela, çok sevdiğiniz çocuğunuza kaza yapmasın diye bisiklet almazsınız.
d) Allah’ın bizi sevmesinin bir alâmeti de bize ilim vermesidir. Bize kendisini sevdirmesidir. O’nun yolunda sıkıntılara katlanacak sabrı bize vermesidir.
Demek ki, böylece kendimizi Allah’ı sevip sevmediğimizi kontrol edebildiğimiz gibi; Allah’ın da bizi sevip sevmediğini kontrol edebiliriz. Kur’an bunun için ittiba şartını koşmuştur. İşte ehl-i tarik bu âyete dayanarak şeyhlerine itaat etmektedir. Allah da onları sevmektedir.
Bir konu geldiği zaman önce tartışırız. Ama bir karara vardıktan sonra hepimiz onlara uyarız. Fikirde ayrılık bir rahmettir. Uygulamada ayrılık ise Allah’ın muhabbetinden uzak olmaktır. “Akevler”in başarısındaki eksiklik işte budur. Rabbimden onların kalplerine böyle birlikte davranmalarını sağlayacak birer yürek sahibi olmaları için niyaz ediyorum. İnsanlar ya fikirlerde de teslim oluyorlar, ki bu hatalıdır; ya da fiillerde de muhalefet ediyorlar, bu da hatalıdır. Adil Düzenciler orta yolu bulacaklar. O zaman Allah onları sevecek ve muvaffak kılacaktır. F. Gülen ve N. Erbakan cemaatlerinin başarıları buradan olmuştur. Allah onları sevmiştir.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ (Va YaĞFıR LaKuM ÜuNUvBaKuM) “Zenblerinizi mağfiret eder.”
Burada yanlış anlama olmamalıdır. Âlime itaat etmeyeceksiniz. Yani, ondan talimat alıp da onun emriyle hareket etmeyeceksiniz. Ona tâbi olacaksınız. Derslerde okunup öğrenilen gerçeklerde o ne yaparsa siz de onu yapacaksınız. Burada hep birbirimize bakacağız. Eğer birimiz iyi bir iş yapıyorsa, biz de onu yapacağız. Kötü bir iş yapıyorsa, biz ondan uzak duracağız. Böylece topluluğumuz yavaş yavaş iyi işlerde birleşir. Sonunda Allah bizi sevmeye başlar. Kötülüklerimiz ve eksikliklerimiz de böylece zamanla ortadan kalkar.
وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (Va ElLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun) “Allah gafurdur, rahimdir.”
Allah mağfiret etmiş olur. Burada “Allah” kelimesi tekrar edilerek mağfiret edici ve merhametlidir denmektedir. Rahmet de mağfiret de nekire olarak getirilmiştir. ‘Allah’ kelimesini ‘topluluk’ olarak alabiliriz.
Eğer bir araya gelip cemaat olursak, Allah hem kötülüklerimizi ortadan kaldırır, hem de iyilikler içine gömer. Kur’an’ın bizden istediği tek şey vardır. Kur’an okumak ve anlamak için bir araya geleceğiz. Cemaatleşip Kur’an’ın istediği kuralları aramızda uygulamalıyız.
Bu arzumu hayatımda ancak çok az bir şekilde gerçekleştirebildim. Ben cemaat oldum, başkan bulamadım. Ben başkan oldum, cemaat bulamadım. Bulduğum zamanda da çok büyük başarılar elde ettik. Allah o zaman bizi sevdi. Tabii ki bulamayışımın sebebi yine bendeki eksikliktir, benim hatalarımdır, hattâ günahlarımdır. Bunları yazılarımı okuyacak genç insanlara ders olsun diye anlatıyorum.
قُلْ (QuL) “Söyle.”
Yukarıda “Bana tâbi olun.” denmiştir. Namaz kılarken imam rükua gider, sen de gidersin; secdeye gider, sen de gidersin. Bu tâbiyettir. Ne yapılacağına, nasıl yapılacağına baştan karar verilir; ona göre başkan ne yaparsa onu yaparsın. Bu tâbi olmadır. Başkan orada yeni bir şey yaptırmaz, yapılan şeylere uyulur.
İtaatte ise başkan emir verir, cemaat onun dediğini yapar. Burada “Qul/Söyle” tekrar edilmiştir. “Ve etiullahe” denip devam edilebilirdi. Burada itaat ile tâbiyet çok farklıdır. Tâbiyette sen müçtehidini seçiyorsun ve ona uyuyorsun. İtaatte ise sen ocağını ve bucağını seçiyor ve oranın başkanının emirlerine uyuyorsun. O başkanın emrinin dışına çıkmak için o yerden hicret etmek gerekir. Oysa tâbiyette sen kendin başkanını değiştiriyorsun. Burada “Bana itaat edin” değil de, “Başkana itaat edin” deniyor. Âlimlerin kendilerine tâbi olunur; oysa başkanlara itaat olunur, tâbi olunmaz. Hukuk düzeninde herkes kendi işini kendisi bulur. Askerî düzende ise herkese işi başkan verir, yetkili verir. Bu sebepledir ki burada “Qul/Söyle” kelimesi tekrar edilmiştir.
أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ (EaOIyGUv elLAHa Va elRaSUvLa) “Allah’a ve Resule itaat ediniz.”
“Tavg”, olgunlaşmış meyvedir. Elinizi tuttuğunuzda ele gelir. İtaat etmek demek, verilen emirlere direnmeden uymak demektir. Burada “Allah ve resulüne itaat ediniz.” denmektedir. Kur’an’da Allah, Resul, Allah ve resul, Allah ve resulü tabirleri geçmektedir. Bunların ıstılahî manâsı vardır.
“Allah”ı cemaat temsil eder. Meclislerin aldıkları kararlara uyunuz denmiş olur. Mecliste ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûralar vardır. Bunlar karar alırlar. Bu kararlara uyulması emrediliyor. Bu şûralara başkan başkanlık eder, ancak sadece yönetir. Kararı başkan almaz. Kararlar burada kolektif usullerle alınır.
“Resul”ü başkan temsil eder. Başkan icra yeridir. Şûralarda alınan kararları uygular. Vezirler yani hükümet emirleri ile uygular. Savaşta komutandır, emreder, siz de itaat edersiniz.
“Allah ve Resul” dediğimizde, başkanın karar verme yetkisi de var olmuş oluyor. Bu da geçici hakem görevidir. Niza çıktığı zaman nizayı o anda karara bağlar, işin devamını sağlar. Mağdur olanlar sonra mahkemeye yani hakemlere giderler ve mağduriyetlerinin giderilmesini talep ederler.
“Allah ve Resulü” dendiği zaman da, doğrudan hakemlerden oluşan yargıdan bahsetmektedir. Herkes içtihat yapacak ve kendi içtihadı ile hareket edecektir. Ancak ortak içtihatlarla mezhepler oluşacak ve ortak yerlerde başkanlar olacaktır. Onların yetkilerine de uymak gerekmektedir. Müçtehitlere uyulacak, başkanlar dinlenecektir.
فَإِنْ تَوَلَّوْا (FaEıN TaValLAV) “Tevelli ederlerse, sırtlarını çevirirlerse.”
Yani, Allah ve resulün emrine uymazlarsa, başkanlarını yönetimde dinlemezlerse. Birlik olmaz da işleri öyle götürmezlerse. Onları Kur’an kâfirlerden saymaktadır. Kur’an bir topluluğun nasıl oluşacağını anlatmaktadır. Topluluk kurallara ve yetkililere uymakla oluşur.
Bunlar nasıl oluşur? Dört yoldan oluşur:
a) Birkaç kişi bir araya gelir, silahları ele alır, karşı olanları yıldırır, yanında olanları da korur. Böylece bir topluluk oluşur. Eşkıyalar böyle örgütlenmektedirler.
b) Bir adam çıkar, parası olur, bir işletme kurar. İşçiler alır ve onları organize eder. Böylece bir topluluk oluşur. Fabrikalar ve işletmeler böyle oluşmaktadır.
c) Bir din adamı çıkar, kendisini ve dinini sevdirir. Onların etrafında insanlar toplanır ve bir topluluk oluşur. Tarikatlar böylece teşkilatlanmaktadırlar.
d) Birisi çıkar, ilmî araştırmalara başlar, onun etrafında ilim sahibi olmak isteyenler toplanır. İlim insanlığa yararlı olan şeyler getirir, onun etrafında böylece uygarlıklar oluşur. Peygamberlerin yolu budur.
“Adil Düzen” de böyle oluşacaktır. İçtihat yapan yani ilmî araştırma yapan topluluklar oluşacak, o topluluklar gelecek bin yılın uygarlığını kuracaklardır. Biz bu topluluğun siz olmasını istiyoruz. Bunun için kendinize güvenmeniz yeterlidir. Fedakarlıkları göstermeniz gerekmektedir. Bir araya gelip cemaat olmalısınız.
İşte bu âyet bir başkanın etrafında toplanıp cemaatleşmezlerse onların hükmünü vermektedir.
فَإِنَّ اللَّهَ (Fa EinNA elLAvHa) “Allah”
Allah, kendisi, zatı kâfirleri sevmez. Yahut cemaat orada oluşmaz demektir. Yani Allah muhabbet etmez. Şimdi hepimiz kendimize soralım. Biz bir cemaat oluşturabildik mi, Allah için bir yere hicret edip toplanabildik mi? Aramızdan birini kendimize imam yaptık mı? O imamın başkanlığında rüşvetsiz, yalansız, hilesiz, yolsuzluk yapmadan kendimize iş ve aş bulabildik mi? Bütün bu soruların cevabı olumsuz mudur?!.
İşte Allah bunun için bizi sevmiyor. Onun için işlerimiz iyi gitmiyor.
لَا يُحِبُّ (LAv YuXıbBu) “Muhabbet etmez.”
Bizimle beraber olmaz. Bizim işlerimizi bereketlendirmez. Bizi korumaz. İlmimizi de artırmaz. O’nun emirlerine uymamız gerekir. Bizde meydana gelen her türlü başarısızlığın kaynağı biz kendimiziz.
الْكَافِرِينَ (KAvFıRIyNa) “Kâfirleri”
Allah kâfirleri sevmez. Kâfir kelimesi kapatan demektir. İki manâya gelir. İnkâr eden manasına gelir. Bir de nankör, şükretmeyen anlamına gelir. Allah bize nimet vermiştir. Ona şükretmeliyiz. Etmezsek, o zaman Allah bize yaklaşmaz ve artırmaz. Allah’ın verdiklerine şükrediyor muyuz?
Allah’ın bize verdiği nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Bir defa Allah bize iman verdi. O imanın verdiği güçle burada toplanıyoruz. Çalışmalar yapıyoruz. Buna şükretmeliyiz. Bu nimetine karşı bir şey yapmalıyız. Mesela, dergi çıkarmalıyız. Mesela, market çalıştırmalıyız. Bir site kurup bir yerde toplanmalıyız.
2. Allah bize ilim verdi. Kur’an’ı anlıyoruz. Onu takip ediyoruz. Bundan büyük lütuf olur mu? İçimizden biri bir şey biliyorsa hepimiz biliyoruz demektir. Hiçbir şeyi kendisinden eksilmeden başkasına aktaramazsınız. Ama ilim her zaman eksilmeden başkasına aktarılabilmektedir.
3. Allah bize arkadaşlar verdi. Haftada bir defa da olsa toplanıyoruz. Birbirimizi severek Allah’ımızı sevmiş oluyoruz. Böyle Allah yolunda ilerleyen arkadaşlar bulmak kolay değildir.
4. Allah bazı imkânlar bahşetti. Üsküdar’da ve burada toplanma yeri hazırladı. Kooperatifimizi kurduk. Ahşap Ev, Granür Üretimi, Market denemelerimiz var… Buraya gelecek kadar imkânlar verdi.
İşte bunlara şükretmeliyiz. Bu imkânları değerlendirmeliyiz. İşte ondan sonradır ki Allah bizi sevecek ve bize lütuflarda bulunacaktır. Birlikte yola çıktığınız zaman ya en yavaş yürüyen kadar hızlı gideceksiniz ve hep birden hedefe geç varacaksınız. Ya da herkes ayrı hareket edecek ve kendine göre ilerleme olacaktır. Teker teker hedefe varacaksınız. Biz “Akevler”de hep birlikte varmayı hedeflediğimiz için yavaş gidiyoruz. Allah bizi seviyor ki bu nimetleri vermiştir. Daha fazlasını mı istiyorsunuz? O halde bu nimetleri değerlendirin.
إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى (EınNA elLAHu EıSOaFAv) “Allah istifa etti.”
Allah ayırdı. Suffa, evlerin önünde yazları toplanıp dinlenilen yerdir. Sofa demekteyiz. Burada keçe serilir ve oturulur. Savf, yün demektir. Yazın oturulduğu için de yaza “sayf” denmektedir. Özel toplantılar burada yapılır, seçkin kimseler buraya çağırılır veya toplanırlardı. “İstifa etmek” demek, sofaya seçkin kişileri çağırmak demektir. Saflaştırmak, ayırmak da bu manâdadır. Allah peygamberleri seçmiş, kendi sofasına çağırmış, onlara görev vermiştir. İnsanlık evrim yapa yapa ancak içtihat dönemine, Kur’an uygarlığına ulaşmıştır.
Kur’an’dan önce insanlık dört dönem geçirmiştir:
a) Göçebe dönemi halk kabileler hâlinde yaşıyordu. Oradan buraya göç ediyordu. Yönetim kabile reisinin kuralsız yönetimi idi. Bir aile reisi evini nasıl yönetiyorsa o da kabilesini öyle yönetiyordu. Başkan herkesle ayrı ayrı ilgilenir ve ona göre kararlar alırdı. Yazı yoktu. Ama resim yapmayı biliyorlardı.
b) Sonra insanların yerleşik dönemine geçildi. Topluluk büyüdü. Kişi yönetimi yetmedi, kural yönetimi başladı. Başkanlar kurallar koyuyorlar, görevliler o kuralları uygulayarak birlikte yaşama imkanı doğuyordu. Bu dönemde “şekil yazısı” icad edilmiştir. Her kelimeye özel şekil verilmiştir. Sadece din adamları bunları okuyup yazabiliyordu.
c) Ondan sonra şeriat yönetimi ortaya çıktı. Şeriat yönetiminin kural yönetiminden farkı, yöneticiler kurallar koymuyor, konan kuralları yöneticiler uyguluyordu. Kendileri de uymak zorunda idiler. Kurallar kendi dışındakiler tarafından konuyordu. Bu dönemde “harf yazısı” bulunmuştu, herkes şeriatı öğrenebiliyordu.
d) Daha önce din, ilim, ekonomi ve yönetim hep tekellerde toplanmış, halk tek elden yönetildiği halde, dördüncü dönemde yöneticilere güvenlik işleri bırakılmış; din, ilim, ve ekonomi yönetimden ayrılıp bağımsız kurumlar hâline gelmişlerdir.
Böylece insanlık bu dört devirde bugünkü uygarlığa yaklaşmıştır.
İnsanlık bu dört uygarlığı dört peygamber ile gerçekleştirmiştir.
آدَم (EaDaMa) “Adem”
Hazreti Adem ilk insandır. Kendisinde özel 23 çift kromozomu vardır. Bedeni yapısıyla kendisine en yakın hayvan maymundur. “Edm”, dibağlanmış siyah deri demektir. “Adem” ismini bu deriden almıştır. Yani tüysüz deri demektir. Bütün canlıların vücut örtüleri vardır, insanın yoktur. Kendisi elbise ile bu ihtiyacını giderir. Bu elbise sayesinde her iklime uyabilir, hattâ uzaya da gidebilir.
İnsana ilk öğretilen dildir. Diğer canlıların da dilleri vardır ama onlar evrimleşemezler. Oysa insan kendisi evrimleştikçe dili de evrimleşmektedir. Hz. Adem ailesini Allah’ın vahyine göre yönetti. Ondan sonra peygamberler geldi, uygarlıklar değişti ama yönetim aynı kaldı. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık aşamaları gelişti. Bunlar göçebe topluluklardı. Kendi ürettiklerini kendileri tüketiyordu. Bu aşamalardan sonra artık malları satıyor ve üretemediklerini alıyorlardı.
َ وَنُوحًا (Va NUXan) “Ve Nuh”
Nahiye, bucak demektir. Aslında yan demektir. Yerleşilen saha demektir. Köyden büyük yerleşik toplulukları ifade eder. Burada artık kişiler kendi ürettiklerini yemezler. Üretim kolektiftir. Ürünler satılır, yerine başka ürünler alınarak geçinilir. Bugün Sovyetlerin kolhoz tipi üretimi vardır. Ortak üretim yapılır. Ürün bölüşülür, herkes ürünü götürüp satar. Kişiler bu ürünü götürüp satmazlardı. Ortak ürünler mabetlerde toplanır, halkın payı yazılır. Bunları tüccarlar satar, getirdikleri malları halk bölüşürdü. Bizim “mala-mal” dediğimiz türden bir mübadele sistemi doğmuştu. Demek ki ikinci uygarlığı Hz. Nuh başlatmıştır. Sonra peygamberler gelmiş, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarını oluşturmuşlardır. Bunlar şekil yazısına dayanmaktadır.
وَآلَ إِبْرَاهِيمَ (Va EAvLa İBRAHIyMa) “İbrahim’in âli.”
Ve Hz. İbrahim’in âlini seçmiştir. Hz. Adem ve Hz. Nuh’un kendilerinden bahsettiği halde, burada “ÂL” kelimesini kullanmıştır. Çünkü Hz. Nuh ve Hz. Adem kendileri uygarlıkları tesis ettiler. Oysa Hz. İbrahim ve Hz. İmrân’ın kendi soyundan gelenler tesis ettiler. Burada Hazreti Muhammed’den bahsetmemektedir.
Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz. Biri, Hazreti Muhammed İbrahim’in âlindendir. Hz. İsmail soyu ile temsil edilmektedir. Yeryüzünde iki büyük din hakim olacaktır. Biri İslâmiyet, diğeri Hıristiyanlıktır. İbrahimî din İslâmiyet’tir. Âl-i İmrân dini ise Hıristiyanlıktır. Her iki dinde de artık kavmiyet kalkacaktır. Beşeri din olacaklardır. Ne papaların ne de İslâm halifelerinin soydan gelme şartı aranmayacaktır. Zaten Hazreti İsa’nın hiç çocuğu olmamıştır. Hazreti Muhammed’in de erkek çocuğu olmamıştır. Hanedanlık hakimiyeti bu iki peygamberle son bulmuştur. Ne Hıristiyanlık, ne de Müslümanlık bugün artık bir kavmin dini değildir. Papalar da Yahudi soyundan gelmemektedir.
Bugün insanlar demokrasi iddiasındadırlar. Hâlâ krallıklar devam ediyor. İnsanlar yönetimde bunu kaldıramadılar. Oysa hem Müslümanlar, hem Hıristiyanlar bu işi binlerce yıl önce yapmışlardır.
Burada artık “Âl” kelimesini tanımlayabiliriz. Âl, evvel kelimesinden gelmektedir. Birinci başlangıç anlamındadır. Tevil etmek demek, başa döndürmek demektir. Âl, ona dönenler demektir, yani onun yolunu izleyenler demektir. Onu önder kabul edenler demektir. İbrahim’in âli demek, onun yolunu tutanlar anlamındadır. O da ilim yoludur.
Hıristiyanlık mistik yolunu tutmuştur. İslâmiyet ise müsbet ilim yolunu tutmuştur. Yeryüzünde bu iki din uygarlıkları birlikte göğüsleyerek götüreceklerdir. Yahudilik inançları gereği başka ırkta olanları aralarına almadığı için genişleyemiyor. Masonluk ve dinsizlik uygulamaları son bulmak üzeredir. Brahmanizm ve İnduizmin ise uygarlıkta yerleri olacağa benzemiyor.
“İbrahim”, burhan kelimesinden gelmektedir. Burhan, delil demektir. “Berk” kelimesinden dönüşmüştür. Berk, şimşek demektir. Şimşek çaktığı zaman nasıl aniden her şey aydınlanırsa, deliller de böyledir. Müsbet ilim düşüncesini insanlığa ilk öğreten Hz. İbrahim olmuştur. Bu usul ancak Kur’an’dan sonra yaygınlaştı. Felsefe yerine müsbet ilim hakim oldu. Bu tümevarım metodudur.
وَآلَ عِمْرَانَ (Va EAvLa GıMRAvNa) “Ve İmran’ın âlini insanlar üzerinde seçtik.”
İmrân, Hazreti Meryem’in babasıdır. Ondan Hazreti İsa doğmuştur. Hazreti İsa, beklenen, ümit edilen anlamındadır. Yahudiler hep kurtarıcı beklemişlerdir. Hazreti İsa da kurtarıcı olarak gelmiştir. Hıristiyanlık şeriatı olmayan bir dindir. İnsanlar şeriatla değil de ahlâkla mükellef tutulmuşlardır. Bu da Hıristiyanlığın dünyaya kolayca yayılmasını sağlamıştır. Hazreti İsa Hazreti Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir. Ümit veren anlamında kullanıldığı zaman, son peygamberi haber vermiştir demektir.
Hazreti İsa’nın âli havarileri olmuştur. Böylece insanlığı hidayete götürmüşlerdir. Hazreti İsa şeriatla hiç ilgilenmemiştir. O insanların ahlâkı ve eğitimi ile meşgul olmuşdur. Asıl büyük bölünme budur.
Din ve ilim adamları kişileri eğitirler. İnşaatın malzemesini hazırlarlar. İş adamları ve siyasiler ise bu adamlardan duvar yaparlar, makine yaparlar, yani topluluğu meydana getirirler. Başlangıçta inşaat malzemesini üretenlerle inşaat yapanlar aynı kişilerdir. Şimdi ise inşaat malzemesi üretenler ile inşaatı yapanlar farklı sektörlerdir. Hazreti İsa ile eğitimle uygulama birbirinden ayrılmış ve bağımsız hâle gelmiştir.
عَلَى الْعَالَمِينَ (GaLAy elGAvLaMIyNa) “Âlemler üzerine istifa etmiştir.”
Allah insanları başlangıçta hayvanlardan daha güçsüz yaratmıştır. Nasıl insan kırk yaşında doğmuyorsa, tek hücreden gelişerek insan oluyorsa; insanlık da tek kişiden gelişerek bugünkü duruma ulaşmıştır. Burada peygamberler gelmiş ve insanlığı evrimleştirmişlerdir. Her peygamber kendisine bir âl yetiştirmiştir, yani cemaat oluşturmuştur. O cemaatle inkılâp yapmışlardır.
Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecektir. Kur’an ilimle yorumlanacak ve uygulanacaktır. Bu sebepledir ki Kur’an’da Muhammed’in âlinden bahsetmektedir. Sonra gelen âyetlerde “Küntüm hayra ümmetin te’murûne bi’l-ma’rufi” olarak Kur’an ehlini belirlemektedir.
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ (ÜurRiYata BaGQuHAv MıN BaGWın)
“Birbirinin zürriyeti olarak onları seçtik.”
Bunlar bir ekolden gelmektedirler. Hz. Adem zaten bütün insanların atasıdır. Diğer insanlar ondan türemişlerdir. Hz. Nuh ise Mezopotamya’ya gelen Sümerler arasından çıkmıştır. Sümerler’in de kuzeyden çoban halkı olarak geldikleri kesindir. Sümerler’in Türk diline çok yakın dil ile konuştukları da bugün tesbit edilmiştir. Türk dil grupları ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan bir kısmı Kırgızların ve Kazakların konuştuğu dildir. Diğeri ise Uygurların ve Oğuzların konuştuğu dildir. Bundan sonra bu dillere en yakın diller Moğolca ve Tunguzcadır. Ondan sonra Korece ve Japoncadır. Ondan sonra ise Fin ve Macar dilleridir. Sümerce Türkçeye Moğolca ve Tunguzca kadar yakındır. Kur’an İbrahim’in Nuh’un zürriyetinden olduğunu beyan etmekte, babasının Azer olduğunu söylemektedir. İbrahim’in babası Azer değil Tarih’tir. Tevrat’ta böyle yazılıdır. Azer milliyetini gösterir. Ondan sonra gelen bütün peygamberler hep İbrahim’in ve Nuh’un soyundandırlar.
Demek ki Allah Hz. İbrahim’i Türklerden çıkardı ama Araplarda çoğalttı. Hz. İsa’yı İsrail oğullarından çıkardı ama tâbilerini Avrupa’da buldu. Germenler Roma’yı işgal ettiler ve galip geldiler ama Hıristiyanlığı kabul ettiler. Demek ki bunlar hep ilâhî takdirle olmaktadır.
Hazreti Muhammed ile peygamberlik son buldu. Böylece birbirini destekleyen resuller silsilesi de son buldu. Onlar insanlığa dadılık yaptılar, büyüttüler ve şimdi insanlık rüştüne ulaşmış oldu.
Rüşte ulaşma demek, içtihat ve icma döneminin başlaması demektir. Kur’an’ın nâzil olması rüşte ulaşmak için yeterli değildir. Onun anlaşılması gerekmektedir. Onun için de bir-birbuçuk bin yıl geçmesi gerekiyordu. Şimdi elimizde hem Kur’an vardır, hem de onu açıklayan kitap vardır.
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “Allah semî’dir, alîmdir.”
Allah, hem bir taraftan sizin dualarınızı ve isteklerinizi işitir, sorunlarınızı bilir. Diğer taraftan da siz ne yaparsanız onu bilir. Hz. Adem’den beri neler olmuşsa, kim ne söylemişse onu duymuştur. Kim ne yapmışsa, hattâ düşünmüşse onu da bilmektedir.
Topluluk içinde de böyle bir oluşma sağlanmalıdır. İnsan bir şeyi topluluğa anlatmak isterse onu duyuracak mekanizma olmalıdır. Topluluğun temsilcileri onu duymalıdırlar. Bunlar kimdir? Bunlar dayanışma ortaklık başkanlarıdır. Başvurular değerlendirilmelidir. Hakemler değerlendirmeyenleri yargılamalıdırlar. Allah size dünyada cennet vaat etmektedir.
Herkesin 4 tane dayanışma ortağı vardır. Ayrıca 25 de hizmetlisi vardır. Bunlarla topluluk adına ikili ilişkidedirler. Bunlar sorunları kendileri çözerse kendileri çözerler. Çözmezlerse, merkezî örgüte başvurup onlara çözdürürler. Bucaktan ile, ilden ülkeye, ülkeden insanlığa kadar gidebilir. Bunlar görevlerini yapmazlarsa kişi dayanışma kurcusunu değiştirebilir, hizmetlisini değiştirebilir. Bunun dışında da hakemlere giderek görevi ihmal edenlerden hesap sordurabilir. Semî’ ve alîmin nekire gelmesi buradan kaynaklanmaktadır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 228. SEMİNER Yorum-56 İstanbul, 26 Eylül 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
BİR ÂYET:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَإِنْ جَاءُوكَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ أَوْ أَعْرِضْ عَنْهُمْ وَإِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْئًا
وَإِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ [Mâide(5);42]
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ
إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا [Nisâ(4);58]
“Hükmedecek olursan kıst ile hükmet.” [Mâide(5);42]
Yani insanlar arasında ayrılık gözetme. Herkes için aynı kuralları uygula. Kimine böyle, kimine şöyle hükmetme. Yere ve zamana göre hüküm verme. Onlar yalanları dinlerler. Bile bile yalana kulak verirler. Onlar hep suht yerler. Helal ve harama bakmazlar. Onlar sana hükmetmek için gelirlerse hükmet veya hükmetme. Hükmedecek olursan kıst ile hükmet diye emrediyor bu âyet. “Kıst”, taksit kelimesinin köküdür. Eşitlik içinde hükmet. Hazreti Peygamber; “Siz benim nazarımda tarak dişleri gibi birbirinize eşitsiniz.” demiştir. Bir ceza uygulanacaksa herkese uygulanacaktır. Herkese uygulanamayacaksa, o takdirde hakim hüküm vermekten vazgeçecektir. Herkes yapıyor, ben bunu cezalandıramam diyecektir. Burada “İn” ile getirilmiştir. Çünkü hükmetmek herkese farz değildir.
“Nâs beyninde hükmedecek olursanız adaletle hükmedin.” [Nisâ(4);58]
Burada “İza” getirilmiştir. Yani, devlet nâs arasında hükmetmek zorundadır. Bütün nâs arasında eşitlik içinde hükmedecektir. Adaletle hükmedecektir. Yani hüküm kişiye göre değişmeyecektir. “Beynennâs” demekle bütün nâs arasında, sadece iki kişi arasında değil. Dolayısıyla eğer bir toplulukta bir kanun herkese uygulanamıyorsa kimseye uygulanmayacaktır demektir. Allah’ın öğretmesi ile bu emirleri peygamber belv-i umumi ile belirtmiş, müçtehitler de buna göre içtihat etmişlerdir. Kanun ya herkese uygulanır, ya da kimseye uygulanmaz.
“ADİL DÜZEN”E GÖRE BİR SORUNUN ÇÖZÜMÜ:
“BELV-İ UMUMΔ YANİ “UMUMİ BEL”
Kur’an Cebrail tarafından Hazreti Muhammed’e indirilmiştir. Mekke’de okunmaya başlanmıştır. Medine’ye gelindiğinde Kur’an uygulanmaya başlandı. Yine Cebrail geliyor, Muhammed’e nasıl uygulanacağını öğretiyordu. Hazreti Muhammed ölünce yerine halifeler geçti. Bunlara Cebrail gelmediğinden uygulamalarını Kur’an öğretisine dayanarak istişare ile yapmaya baladılar. Halifeler istişare ediyor. Sonunda içlerinden doğan ilhamla karar veriyorlardı. Halifeler hem takva sahibi hem de bilgili kimseler olduğu için halk peygamberleri dinler gibi onları dinliyorlardı. Sonra hilafet saltanata dönüşünce, halk sultanlara güvenmediği için kendisine müçtehit aramaya başladı. Böylece “içtihat devri” doğdu. İçtihat demek, Kur’an’ı ilimle anlamak demektir.
Müslümanlar Kur’an’ı anlamak için sekiz ilim geliştirdiler:
a) Önce “Tecvid” dedikleri ses ilmini oluşturdular, böylece Kur’an’ın okunuşunu ilmîleştirdiler.
b) Sonra Kur’an’daki kelimeleri ele alıp lügatler yaptılar, “Lügat ilmi” doğdu.
c) Sonra köklerden kelimemler türetme ve kelimelerin cümledeki durumlarına göre değişmesi ilmini geliştirdiler, buna da “Sarf” dediler.
d) Sonra cümle yapısını ele aldılar ve cümlenin kuruluşunu ilmîleştirdiler. Kurallarını ortaya koydular. Buna “Nahiv” dediler.
e) Cümlelerin delâlet ettiği manâları ortaya koydular ve bunu da ilmîleştirdiler. Buna da “Maani” dediler.
f) Yeni kavramları anlatabilmek için kelimelere yeni manâlar yükleme veya yeni kelimeleri üretme tekniğinin ilmini ortaya koydular. Buna “Beyan” dediler.
g) Sözün etkili olması için güzelleştirme sanatının ilmini ortaya koydular. Buna da “Bediiyat” dediler.
h) Nihayet kelimelerin ve cümle kurallarının ilmen tanımlanmasını sağlayan muhakeme yürütme ilmini geliştirdiler. Buna da “Mantık” dediler. Bunların hepsini Kur’an’ı anlamak için yaptılar.
Bunun yanında oruç, hac ve namaz vakitlerini belirlemek, kıbleyi tayin edebilmek için astronomi ve coğrafya ilimlerini ele aldılar. Bu sorunları çözmek için hesap ilmini, cebri, geometri, küresel geometri gibi ilimleri geliştirdiler. Zamanı ölçmek için saati geliştirdiler. Kıbleyi bulabilmek için pusulayı yaygınlaştırdılar. Mirasın taksimi ve bölüşme, onları matematiğin hesap ve cebir kısmına yöneltti. Pis ve temiz olanları ayırabilmek için fizik ve kimya ilimlerine, yiyeceklerde helal ve haramı ayırmak için biyoloji ve zeoloji ilimlerine yöneltti. Eğitim onları ruhiyata, ibadetler onları sosyal ilimlere yöneltti. Böylece Kur’an felsefenin dışında müsbet ilmin metotlarını insanlara öğretti. Bunun son ürününü İbni Haldun verdi. Bugünkü Batı müsbet ilmin tümevarım metotlarını İslâmiyet’ten yani Kur’an’dan öğrendi. Bugünkü seviyeye böyle ulaştı.
Bütün bu ilimleri birleştirip bir ilim oluşturdular. Düşünme yöntemi anlamında “fıkıh usûlü” diye bir ilim ortaya koydular. Bütün ilimler sonradan lâikleşti; yani Kur’an dışında da o ilimler uygulandı. Usul ilmi ise lâikleşemedi. Hâlâ dinî ilim olarak görülmektedir. Oysa usul ilmi de tamamen lâik bir ilimdir. Hükümlerde dinî vecibelerin yerine sosyal vecibeler olarak ele alabiliriz. Tamamen lâik olur. Zaten fıkıh böyledir. Alışveriş, evlilik, savunma zaten lâik kavramlardır. Sadece ibadetler dini kavramlar olarak görülür. Oysa;
Namaz, toplantıları; Zekât, vergileri; Oruç, yasakları; Hac, seyahati düzenleyen lâik kuralları içerir. O halde hükümlerde dinî bir şey yoktur. Deliller de dörttür:
a) Kitab: Bir ifadenin doğruluğu söyleyenin doğru söylemesine dayanıyorsa o kitaptır. “İstanbul’da iki boğaz köprüsü vardır.” cümlesi böyledir.
b) Sünnet: Eğer bir ifadenin doğruluğu söyleyenin doğru söylemesine dayanıyorsa, biz onu tahkik edemiyorsak, bu da sünnettir. “İstanbul’u Fatih fethetmiştir.” sözü böyledir.
c) Kitap olsun, sünnet olsun, biz her şeyi kendimiz tahkik edemeyiz. Söylenenlere inanmak zorundayız. İhtilâfsız gelen bilgilere “icma” diyoruz.
d) Bize ihtilaflı gelen bilgilere de “içtihat” diyoruz. “Kıyas” yoluyla bunlar arasında tercih yaparız.
İşte bugün bizim yapacağımız iş; usûlü lâikleştirmek ve insanlığın hizmetine sunmaktır.
Şimdi usulden bir konuyu ele alıp usûlü size tanıtmak istiyorum.
Usulde “belv-i umumî” veya “genel belâ” denen bir müessese vardır.O da şudur. Eğer bir suç halkın beşte birinden fazlası tarafından işleniyorsa o belv-i umumidir ve artık suç olmaktan çıkar. Hele bu %90’ların üstüne yükselmişse tamamen suç sayılamaz olur. Neden, aslında suç olduğu halde suç sayılamaz olur?
a) Halkın çoğunu hapishaneye koyamayız. Buna ne gücümüz yeter, ne de yerimiz. Hukukta eşitlik kuralı vardır. Kimini cezalandırıp kimini cezalandırmamak ise onu hukuk kuralı olmaktan çıkarır. Öyleyse hepsini cezalandıramadığımıza göre, ayrımcılık yapıp bir kısmını cezalandıramayız.
b) Hukuk halka dayanır. Halkın kendi kendisini cezalandırması mümkün değildir. Yani böyle bir suçu cezalandırma gücümüz olmaz. Buna güç yetirdiklerini sananlar kendilerini kandırırlar.
c) Herkesin suç işlemesi demek, onları suç işlemeye zorlayan bir etki var demektir. Onu ortadan kaldırmadıkça yapılacak her tülü tedavi sonuçsuz kalacaktır. Biz tedavi etsek bile o yine nüksedecektir.
d) Herkesin suç işemesi demek, suç şebekeleri oluşmuş ve örgütler olmuş demektir. Nasıl savaş mahkemelerle kazanılmamışsa, belv-i umumilerde cari hukuk kuralları ile bertaraf edilemez. Sıkıyönetim bunun için vardır. Her silaha benzeri ile karşı konabilir. Bu sebepledir ki silah zoru ile bunları yenmemiz mümkün değildir. Bunlar ancak karşı kurumlarla ortadan kalkar.
Yukarıda anlattığımız kısımlar fıkhın hikmet kısmıdır.
Şimdi belv-i umumilerin kaldırılması için fıkıh ne gösteriyor, onu ele alalım:
a) Başta belv-i umumî olmuş fiiller ceza kanunda suç olmaktan çıkarılmalıdır. Mesela, rüşvet almak ve vermek suç olmamalıdır. Fiil kumar gibi hukuken korunmayacak ama ceza da verilmeyecek. Yetkililerin yaptığı işlerin hukuka uygunluğu ile denetim sağlanmalıdır.
b) Hizmetlerde seri işlemler yerine paralel hizmetler getirilmelidir. Bir iş için on tane imza istenmemeli, bir imza yeterli olmalıdır. Ve bu bir imzayı atacak yetkili de çok olmamalıdır. Dolayısıyla yolsuzluk serbest rekabetle durdurulur.
c) Dava açma hakkı da tekelden çıkarılmalıdır. Yanlış karar alan yetkilinin kararına karşı savcıların yanında siyasi partinin ilçede ilçe, ilde il, ülkede genel başkanlar avukatları aracılığı ile dava açabilmelidirler.
d) Hakimler ne soruşturma yapmalı, ne de karar vermelidir. Hakimler sadece muhakemeyi yürütmelidirler. Soruşturmayı partilerin finanse ettikleri serbest kuruluşlar yapmalıdırlar. Kararları ise hakemlerden oluşan yargı vermelidir. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargı sorunları çözebilir.
Bütün bunları gerçekleştirebilmemiz için önce lâikleştirilmiş hukuk usûlü ilminin yargıda görev görecek kimselere, görevlilere öğretilmesi gerekir. Bunun için şöyle bir yol izlenecektir:
a) Yarışma usulü ile 10 sahifelik metin, 100 sahifelik açıklama ve 1000 sahifelik tartışmaları içeren bir “usûl ilmi kitapları” hazırlatılmalıdır. Adalet Bakanı bunu yaptıracaktır. Bu yarışmaya herkes katılabilecektir. Sıralamayı siyasi partilerin atadıkları ilim adamları yapacaktır.
b) Bu usûl ilmi kitaplarından isteyenler imtihana girecekler ve bunlar adli mekanizmada yer alabileceklerdir. Bu ilimde ehliyet almamış olanlar, yeniden ne avukatlık, ne hakemlik, ne savcılık, ne polislik, ne de bilirkişilik yapabilecektir. Eskiler ve buradan diploma almayanlar terfi edemeyeceklerdir. Adalet Bakanlığı imtihanları sık sık yapacaktır.
c) “Hukuk Usulü Muhakeme Kanunu”nda çok küçük bir değişiklik yapılacaktır. “Sözleşme veya mevzuatta aksi belirtilmemişse taraflar hakemler yoluyla nizalarını çözmekle yükümlüdürler.” hükmü getirilmelidir.
d) Hakemler anayasanın değişmez maddelerine aykırı olmayan mevzuat ile hukukun genel ilkelerine aykırı bulursa, yahut kanunun lafzı kanunun tedvin maksadı ile çelişiyorsa; onu tevil ederek anayasanın değişmez maddelerine uydurarak yorumlarlar. Mevzuatın maksadı ile çelişen hükümleri uygulamayabilirler. Adalet Bakanlığı usul kanununda bu hükmü de ekletmelidir.
“ADİL DÜZEN”E GÖRE BİR YORUM:
“ADİL DÜZEN”E GÖRE SORUŞTURMA
Almanya’da “Kürt Konseri” verilmiştir. Konsere bir sanatçı ve bir parti başkanı katılmıştır. Konserde PKK bayrakları sallanmıştır. Cumhuriyet Savcısı soruşturma açmış, sonunda gözaltına alınanlar yargılanmıştır. Mehmet Ali Birand ta bunu “Manşet” programına konu yapmıştır.
Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur. Çünkü Türkiye’de Kürtler ve Türkler aynı haklara sahiptirler. Hattâ Türkiye’de başbakan ve cumhurbaşkanı olanların sayısı, Türklere nisbetle Kürtler daha fazladır. Kürt sorunu Batılıların İslâm âlemini parçalamak, Türkiye’yi bölmek için kullanılan bir araçtır. Bu konser de onlara hizmet amacıyla yapılmıştır. Katılanlar da istihbarat amacıyla katılmamışlarsa bu amaçla katılmışlardır.
Önce şunu belirtmeliyiz ki; bunların göz altına alınması hukuki bir olay değil, tamamen siyasi bir olaydır. Burada devletin kendisini korumaya geçmesi normaldir. Ancak bunu bir savcının takdirine bırakmak, polisin zorla celbetmesi hatalı bir olaydır.
Soruşturma “Adil Düzen”e göre şöyle yapılacaktır:
a) Sözlü Soruşturma: Kişi teyp veya kamera alarak sanık ve tanıklara şifahi sorular sormalıdır. Bunları değerlendirdikten sonra gereklilerden yazılı bilgi istenecektir.
b) Bunun için yazıları yazacak, eline teslim edecek, cevap istenecektir. Bu sorulara yazılı cevap verdikten sonra, soruşturmacı kanaat getirirse hükmünü belirleyip şikayetçi olana bildirecektir.
c) Şayet soruşturmacı bazı hususlarda yeterli bilgi alamamışsa, soruşturmacı hakime başvurup duruşmalı soruşturma istenebilir. Kendisine müsait zamanı sorulur. Bir haftayı geçmemek üzere hangi saatte ve hangi gün isterse hakimin huzurunda soruşturmacı istediğini sorar. Duruşmalı soruşturma alenidir. Kendisi isterse gizli yapılabilir.
d) Bazı hususlarda cevap alınamıyor, ama cevap da ulus için hayati öneme sahipse; başka mahkemede savunması alındıktan sonra karakol soruşturmasına karar verilebilir. Bu tamamen istisnai durumdur.
İşte soruşturmanın yapılması son derece normal olaydır. Çünkü oraya katılmak elbette sadece konser dinlemek için değildir. Ama soruşturma şekli yanlıştır ve yararı değil zararı vardır. Soruşturmaya siyasi parti başkanlarından biri karar vermelidir. Yoksa savcının takdirleri ile soruşturma açılamaz. Siyasi partilerin üstünde bir güç kabul etmek yanlıştır. Eğer ordu hakkında soruşturma isterse, sıkıyönetim ilan edilir ve o zaman soruşturma askerî metotlarla olur.
Soruşturmacıların takdirleri karar için yeterli olup mahkemeler soruşturmanın içeriğine giremezler
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92