ADİL DÜZEN
Haftalık Seminer Dergisi 25 OCAK 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
*ADİL DÜZEN HABERLERİ
“ADİL DÜZEN”İN İÇYÜZÜ
NECMETTİN ERBAKAN VE 30 YILIN MUHASEBESİ KİTABI -BU AY- ÇIKTI
SÜLEYMAN KARAGÜLLE - Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL
AK-MAL MARKET (Yeni Bosna/ İstanbul) GIDA SATIŞLARI BAŞLADI
AKEVLER İSTANBUL TÜKETİM KOOPERATİFİ (SATILAN GIDALAR LİSTESİNİ DERGİMİZİN SON SAYFASINDA BULABİLİRSİNİZ)
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 193. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 18 Ocak 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK YORUM (24)
“ORDU”NUN YAPTIĞI NEDİR?
ANADOLU MÜSLÜMANLARI NELER YAPTILAR?
AMERİKA’NIN ASIL HEDEFİ “TÜRKİYE” MİDİR?
“İLİM” VE “KUR’AN”A GÖRE NELER OLACAKTIR?
TÜRKİYE KOMADA; TEK DEVASI VAR: “ADİL DÜZEN”
*HAFTALIK TEFSİR
SECDE SÛRESİ(32) 1-3. ÂYETLERİN TEFSİRİ
| SESLİ | SERT | SERT | YUMUŞAK | YUMUŞAK | SERT |
| | TİTREK | SÜREKSİZ | SÜREKLİ | SÜREKSİZ | SÜREKSİZ |
| | | | | H= ه | E= ء |
| | | G= ع | X= ح | | |
ARKA | | | Ğ= غ | P= خ | (Boğaz) | |
KAMERİYE | | | | | K= ك | Q= ق |
| I= ى | | Y= ي | | | C= ج |
| | | W= ض | Ş= ش | | |
ŞEMSİYE | | R=ر | J = ظ | Ö= ص | | Ö= ط |
| | L=ل | Z=ز | S= س | T= ت | D= د |
| A= ا | N= ن | Ü= ذ | Ç= ث | | |
ARKA DUDAK | U= | | V= و | F= ف | | |
ÖN DUDAK | | M= م | | | | B= ب |
بسم الله الرحمن الرحيم
الم (1) تَنزِيلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ(2) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ بَلْ
هُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَا أَتَاهُمْ مِنْ نَذِيرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ(3)
بسم الله الرحمن الرحيم
الم (1) تَنزِيلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ(2) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ بَلْ
هُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَا أَتَاهُمْ مِنْ نَذِيرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ(3)
SECDE SÛRESİ(32) 1-3. ÂYETLERİN TEFSİRİ
Kur’an’da sûreleri gruplamak için harfler kullanılır. 29 sûrenin başında bu harfler gelmektedir. Arapçada telaffuzda 29 harf vardır. Kur’an nâzil olduğunda yazı dilinde 20 civarında harf vardı. Bir harfle birkaç ses birlikte gösterilirdi. Mesela “S” ile “Ş” aynı harfle ifade edilirdi. Arap kültürü bu sesleri ayırd edip yeni bir işaret eklemeye yeterli değildi. Sesli harfler ise hiç yoktu. Kur’an Arap alfabesinin 29 harfe sahip olduğunu tesbit etmişti. Hazreti Muhammed okur-yazar bile değildi.
Her şey çift yaratıldığı gibi sesler de çifttir. A, I, U uzun sesliler bir harf sayılmaktadır. Buna “Nğ” Gunne eklenirse dört olur. Bu harf 29’uncu harftir. Ayrıca “Hemze” başlı başına bir harftir.
“ELM” Kur’an’da 8 defa geçmektedir. Dördü ilk sûrelerde geçer. Birine “R” birine de “M” eklenmiştir. Burada da dört sûrede geçmektedir. Arka arkaya gelen sûrelerdir. Bu sûre (Secde Sûresi) bunların sonuncusudur.
Sûreler aşağıdaki gibi gruplanmıştır:
1+[(2+2+2+2)+ (3+3+3+3) +1+1+1+1+( 3 + 4)+(3 +4)+(3+4) +(3+4)+3]+32+16
Bu sûre, yedilerdeki dörtlü sûrelerin son sûresidir. Bu sûreler Kur’an’ın hikmetlerini anlatırlar.
Bu sûrelerden önce “TS” harfleri ile başlayan üç sûre vardır. Bunlardan sonra Medineli 3 sûre vardır. Bu sûreler Mekkîdirler. Bu sûrelerde Kur’an’ın mucizeleri işlenmektedir.
Ankebut Sûresi insanların imtihan olunacaklarından bahisle başlamakta ve cihad edenlere yol gösterileceği bildirilmektedir. Rum Sûresi’nde Rumların ( Anadolu halkının galip geleceği bildirilmekle başlamaktadır. Allah’ın va’dinin hak oluğu ve beklenmesi gerektiğini anlatmakla bitmektedir. Lokman Sûresi’nde “Kitab”ın delilli olduğu ile başlamakta ve gaybın Allah’ça bilindiği ifade edilmektedir. Secde Sûresi’nde ise Kitapta reybın olmadığı ile başlamakta ve fethin beklenmesini emretmektedir.
الم “ELM” Elif, boğazdan çıkmaktadır. Lam, ortadan çıkmaktadır. Mim, dudaktan çıkmaktadır. Bu sûrenin veya Kur’an’ın bir adı olmaktadır. Allah’tan melek vasıtasıyla âleme veya Hz. Muhammed’e gelmesi ile bu adını almıştır. Mübtedadır. Üç haberi vardır. Kitabın tenzilidir. İçinde retb yoktur. Âlemlerin Rabb’indendir. Bu şekilde manâlandırmak en açık olanıdır. “ELM” başlı başına cümle olarak da alınabilir. Ancak bugünkü kısaltmalarda böyle bir teamül yoktur. O takdirde kitabın tenzili mübtedadır. “Lâ raybe fîh” cümleyi muterizedir veya hâldir. Haber, Âlemlerin Rabb’idir. “Lâ raybe fîh” de haber olabilir.
تَنزِيلُ (TaNZIyLu) Nezle, göçlerin konakladıkları yerdir. Konmak anlamına gelir. Sonra develerden inmek için kullanılmış ve inme manâsını almıştır. Kur’an Allah’tan insanların sahifelerine gelmiş ve yazılmıştır; kâğıtlara konmuştur. Beyinlere de sesleri yerleşmiştir. Anlamı da insan düşüncelerine girmiş ve açıklanmıştır. Seslerden ve kelimelerinden uzak olan Allah’ın kelâmı ses ve şekillere bürünerek bizim anlayışımıza indirilmiştir. “Tenzil” tef’il bâbındandır. Bu bâb teksir içindir. Olayın peyderpey olması içindir. İnzâl, birden oluşlar için gelir. Kur’an 23 sene peyderpey gelmiştir. Yazılması ise adım adım olmuştur. Geliş sırası ile yerleştirilmeyen sûre ve âyetler 23 sene içinde tamamlanmıştır. Kâğıt olmadığı için Kur’an taş, tahta, demir ve deri üzerinde parça parça yazıldı. Sonra ilk halifeler zamanında kitap hâline getirildi. Sonra harekelendirildi. Sonra otuz cüze ayrıldı. Osmanlıların son hattatları onu cüzlere göre ve âyet âyet sahifelendirdiler. Kur’an böylece 600 sahifelik otuz cüz olarak oluşturuldu. Bediüzzaman “Allah” kelimesinin tevafuklu gelişi ile ilgili mucizeyi keşfetti. Besmele, Fatiha ve tüm Kur’an’ın ikili sistemi bulundu. Sonra Amerika’da 19 mucizesi keşfedildi. Kitap “inzâl” değil “tenzîl” olmuştur. Şimdi de bilgisayara yüklendi.
الْكِتَابِ (eLKıTABı) Kendi sırımı ile çift dikişle dikilmiş deridir. Yazı ona benzediği için “ketebe/ yazdı” demektir. Çift dikişli bağ oluşturduğu için de kural koymak sözleşmeleri yazmak demektir. Kitap sahifelerden farklıdır. Kitap hükümleri içerir. Roman kitap değil sahifedir. Allah’ın gönderdiği Kitaplar mü’minler ile Allah arasında bir sözleşmedir. Burada harf-i tarifli gelmiştir. Bu Kur’an’dır. Tek kitaptır. Oysa bu sûre Mekke’de nâzil olmuştur. Mekkeliler onu okuyor ama henüz yazmıyorlardı. Özel kâtipler yazıyordu, henüz kitap olmamıştı. Ama adı “Kur’an” olarak geçmektedir. Kur’an böylece kendisinin geleceğini haber veriyordu.
لَا رَيْبَ فِيهِ “İçinde reyb yoktur./ İçinde bir karışıklık yoktur.” Reyb, bulanık su veya bozulmuş süt, anlamımdadır. Kur’an’da bir yanlışlığın veya bozukluğun olmadığını ifade etmektedir. “Fîhi/ içinde” demekle; hiçbir kelimesinde ve harfinde bir yanlışlık veya bozukluk yoktur demektir. Kur’an Allah’ın sözüdür, içinde bir reyb olamaz. Daha önceki kitaplar da Allah’ın kitaplarıdır. Ancak o kitaplarda sonra bozulmalar olmuştur. Allah tek kitabı insanlar için hâkim kılmak için önceki kitapların değiştirilmelerine izin vermiştir. Kur’an’da da bizim anlamadığımız veya yanlış anladıklarımız vardır. Bunlar müteşabihtir. Hata Kur’an’da değil de bizim anlayışımızdadır. Kur’an bütün olayları içermektedir. Oysa bizim beynimiz sınırlıdır. Bizimle ilgili olmayan hususları kavrayamaz. Binli yıllardan sonra tamamen icma ile belirlenmiş bir hacmi vardır. 1400 yıldır şark da garb da Kur’an ile meşguldür. Her asırda kendisinin eşsizliğini kanıtlanmaktadır.
مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Âlemlerin Rabb’indendir.” ELM veya kitabın tenzili âlemlerin Rabb’indendir. O’nun tarafından gönderilmiştir. Kur’an Allah’ın sözüdür. Bundan önceki sûrede onun delilleri ortaya konmuştur. Bu sûrede ise içeriği ile içinde şüphe yoktur. Âlemlerin Rabb’i tarafından indirilmiştir. Onu ortaya koyan ve indiren, yaratılan değil yaratandır. Rab kelimesi rabvetten dönüşmüştür. Tepecik demektir. Tümseğe benzeyen çöl ağaçlıklarıdır. Gelişmesine fiil olmuştur. Rabvet etmek, zamanla oluşma ve gelişmedir. Terbiye etmek mastarı buradan oluşmuştur. Halk etmek, birden var etmektir. Terbiye ise küçükten büyümektir. İnsan anne karnında bir hücre iken gelişerek doğmakta, sonra çocuk büyüyerek olgunlaşmaktadır. Allah Kâinatı böyle bir evrim içinde var etmiştir. Canlılar da böyle oluşmuştur. İnsanlar zamanla gelişerek bugünkü duruma ulaşmıştır. Kitaplara bu gelişme içinde ulaşılmıştır. En son gelen Kur’an ise kitapların son halkasıdır. Hepsini içermektedir. Kıyamete kadar olan evrimlerin de kaynağı olacaktır. Çünkü o âlemlerin Rabb’i tarafımdan âlemlere rahmet olsun diye indirilmiştir.
الْعَالَمِينَ (EelGAvLaMIyNa) Âlem; var edilen, var edeni gösteren işaretler demektir. Sivri dağdır. Oraya bakarak insanlar nerede olduklarını bilirler. Sonra bayrağın adı olmuştur. Âlemin çoğuludur. Topluluk çoğuludur. Topluluğu gösterir. “eL” istiğrak içindir. Yani, bütün âlemlerin, bütün toplulukların Rabb’i olarak söylenmektedir. Allah ilk insan olarak Adem peygamberi yarattı, sonra çoğaldılar. Kabileler olarak dağıldılar. Uzun zaman ayrı yaşayan göçebe toplulukların dilleri farklılaştı. Ayrı ayrı diller oluştu. Tanrının adları da değişti. O’nun sıfatlarından biri öne çıktı. Kimi güneşin, kimi ışığın, kimi dağın, kimi annenin Rabb’i olarak onu adlandırdı. Zamanla o dilde tanımlayan tamlayan yerine geçti. Güneş tanrı olarak anıldı. Kelimeler çıkış manâlarını kaybetti. Sonra insanlar yerleşik düzende tekrar bir araya gelince, herkes başkalarının putlara taptığını sandı. Onları tekfir etti. Kendisini kurtulmuş görerek kendi tanrısının başka tanrı olduğuna inanmaya başladı. Putperestlik doğdu. Peygamberler geldi ve insanları bu putperestlikten kurtarmak istedi. Son olarak son noktayı Kur’an koydu. Kur’an âlemlerin Rabb’inden geliyordu. O herkesin Rabb’i idi. O ne Arabın, ne Türkün, ne de Rumun tanrısı idi; herkesin tanrısı idi. O ne Hıristiyanın, ne Budistin, ne mü’minin tanrısı idi; O bütün insanların ve toplulukların Rabb’i idi. Dolayısıyla bütün insanlara rahmet ve hidayet idi.
أَم “Em” “Yoksa onlar iftira etti mi diyorlar?” “Em” kelimesini, “Ahmet mi, yoksa Hasan mı geldi?” dediğimizde olduğu gibi; hangisinin geldiğini sormak için kullanırız. “Sen gelecek misin, yoksa hasta mısın?” dediğimizde olduğu gibi; aksini belirtmek içindir. Burada soru vardır. “Lâkin”de ise soru yoktur. “Bel”de ise tashih vardır. Bu kitap âlemlerin Rabb’i tarafından inzâl olduğu halde; onlar o uydurdu diyorlar. İnsanların böyle düşünmemeleri gerekirken; böyle düşünüyor mu diyorlar. Söylenenlere kuşku ile yaklaşıyorlar.
يَقُولُونَ(YaKUvLUvNa) “Diyorlar.” Kelâm etmek, herhangi bir şekilde iddiasız söylemektir. “Kavl” ise sonunda tarafları ilzam eden sözdür. Âlemlerin Rabb’inden geldiğini söylediğinizde onlara teklifte bulunuyorsunuz; geliniz sizin de Rabb’inizin sözüne siz de uyun diyorsunuz. Onlar karşı koyarak bunun Rab’dan gelmediğini söyleyerek o iftira etti diyorlar. Kur’an’a inanmayanlar Allah’a inanmıyorlar, Kur’an’ın ilâhi söz olmadığını söylüyorlar. Onlara işaret etmektedir.
افْتَرَاه “O iftira etti diyorlar.” İftira, kendi kendine uydurmak demektir. Yani, bu âlemlerin Rabb’i tarafından değildir. O kendisi düzenlemiştir. Kendisi söylemektedir. Buradaki “o” kimdir? Kur’an’ı getiren kimsedir. Hazreti Muhammed’dir. Kur’an yalnız Hz. Muhammed’e hitap etmediği için “o” diyor. Yoksa sen uydurdun demiş olurdu. Hazreti Peygamber’den sonra da âlimler gelecek, müsbet ilme dayanarak Kur’an’ı açıklayacaklardır. Onlar hata etmiş olabilir ama çoğu doğrudur. Onlar için de Kur’an’ın böyle manâsı yoktur; o uydurdu diyeceklerdir. O zaman “o”dan maksat çağlarının müçtehididir, alimidir. Kur’an bütün yorumcu olmayan mü’minlere de hitap ettiği için “o” zamirini kullanmıştır. Bütün mü’minler râsih olmazlar, fakîh olamazlar, ehl-i zikr olamazlar Onun için Kur’an’da; “Bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” denmektedir. Kur’an’dan içtihat yapanlara Kur’an manâsı ile nâzil olmaktadır. Lafzan da eski alimlerden ona nazil olmuştur. Herkes râsih olmaya çalışacak; olamazsa fakîh olacak; o da olamazsa zâkir olacaktır; o da olmazsa mü’min olacaklar. Herkes içtihat edecek ve zâkirini seçecek, zâkirler fakihlerini bulacak, onlar da içtihat edecek râsihlerini bulacak, râsihler de içtihat edecek. Kitabını bulacak. İnsan ancak böyle hidayete erer, böylece topluluk oluşur. Bu dört sûrenin birincisinin sonunda; “Kim bizim yolumuzda cehd ederse elbette biz ona yolumuzu gösteririz.” diyor. Hata ederse sorumlu değildir.
بَلْDoğrusu daha önce söylenen sözün doğru veya yanlış olduğu bir yana kişi hata etmiş olabilir. Ama o yani Kur’an haktır. Kitap haktır. Ben yanlış söyleyebilirim. Ama benim başvurduğum ve size aktarmakta olduğum Kur’an haktır. Siz yorumlayacak ve daha doğrusunu anlayacaksınız. Benden daha iyi bilenlere baş vuracaksınız. Öyle yapmayıp Kur’an’ı ve bu âyeti anlamaya çalışmazsanız işte o zaman dalâlette olursunuz. Bu sebepledir ki burada “bel” kelimesini kullanmıştır. Size Kur’an’dan bahsedenler hata etmiş olabilirler, ama Kur’an haktır, ona başvurun demektir. Buradaki “Bel” Hz. Peygamber’in de yanıldıkları olabileceğini göstermektedir. Ama Kur’an haktır ve onda reyb yoktur.
هُوَ Burada “Bel”den sonra “O” gelmiştir. Buradaki “O” kitaptır. Âlemlerin Rabb’i tarafından indirilen kitaptır. Kur’an; “Ondan başka mültehad yoktur.” diyor. Sünnet Kur’an’ı anlamak içindir. İlk örnektir. Sahabeler ve ilk müçtehitler onu bize lafzı ve manâsıyla ulaştırmışlardır. Müsbet ilmin yollarını ve kıyası öğretmişlerdir. Onlarda eksiklik ve yanlışlık olabilir. Ama o haktır, içinde asla reyb yoktur.
الْحَقُّ(elXaQQu) “O haktır.” Dolu kovadır. Kovanın içindekidir. Boş kova ise delvdir. Bu sebeple hem hak yani pay anlamına gelir, hem de içindeki gerçek anlamındadır. Kur’an haktır. Dışarıda karşılığı vardır. Bir haritada işaret buluruz. Bir kavşağı göstermektedir. Eğer arazide oraya vardığımızda kavşağı bulursak o işaret hak olur. Yoksa hayal olur. Bâtıl olur. Yalan olur. Kur’an’ın hak olduğu ifade edilmiştir. Haritayı okuyan yanlış okuyabilir. Ama haritada hata yoktur. Doğru olan tektir. Hak olan tektir. Yer ve zamana göre değişik görünür. İçtihat farkı ya hatadandır ya da şarttandır. Kur’an’ın dilini iyi bilebilmemiz için uygulamalar yapmalıyız. Haritada bir işaret görsek ve ne anlamda olduğunu bilemesek, o işaretin bulunduğu yere gideriz ve orada neyi bulursak o işaret odur. Kur’an’ın müteşabihlerini ilim bize öğretecektir. Sünnet ve eski müçtehitlerden öğrendiklerimize ek olarak bugün bulunmuş şeyleri ancak bugünkü ilim öğretebilir. Bu sebepledir ki, Kur’an ancak müsbet ilimle anlaşılabilir. Her asırda yeni ilimlere göre yeniden anlamalıyız.
مِنْ رَبِّكَ (Min RabBıKa) “Rabb’inden./ Yetiştirici’den haktır.” Seni yetiştirmekte olan kimse Kur’an’ı sana hak olarak göndermiştir. Kur’an herkese inmiştir. Herkese yolunu göstermektedir. Onun için burada “sen” denmiştir. Mü’minlerin hepsine hitaptır. “O iftira etti” dendiği halde; “Rabb’inden haktır.” denmektedir. Gaye ferttir. Topluluk fert içindir. Allah’ın ibadete ihtiyacı yoktur. Her mü’minin vazifesi öğrenmek, yapmak, sonra uyarmaktır.
لِتُنذِرَ (Lı TuNÜıRa) “İnzar etmen için tenzildir.” Yahut haktır. Burada o uyarsın değil de, sen uyarasın demesiyle hitap peygambere değil bizleredir. Her birimize uyarmamız farzdır. Kur’an bunun için inmiştir. Yalnız bizim amel etmemiz için değildir. Kur’an’ı anladığımız kadar anlatmak da görevimizdir. Nitekim bu seminer notlarını biz yazıyoruz. Sizlere anlatıyoruz. Eksikliklerimizi tamamlamak ve yanlışlarımızı düzeltmek sizin görevinizdir. Sizin ikinci göreviniz de; imkânlarınız nisbetinde bu görüşleri ve notları yayacaksınız. İnternete yerleştiriyoruz. Okuyucular da yanlışlarımızı düzeltecek, eksikliklerimizi tamamlayacak. İnternetten çekip almak ve yaymak da onların görevidir. İşte bu emri böylece yerine getirmiş oluyoruz. İşimiz bitmiyor. Hedefimizi büyük tutmak zorundayız. Dua ederceğiz. Başaracağız.
Başarmak için neler yapacağız?
a) Bir “Mala-Mal Marketleri” kurup orada uygulamalarımızla bunları göstermeliyiz. “Ahşap Ev Siteleri” kurarak Kur’an’a göre siteler oluşturmalıyız.
b) Değişik ülkelerde “Mala-Mal Marketleri” ve “Ahşap Ev Siteleri” kurarak oralarda kendi dillerinde Kur’an’ı tercüme etmeliyiz. Böylece bütün insanlara tebliği ulaştırmalıyız.
c) Dergi, kitap ve her türlü neşriyat ile her dilde eserler yayınlamalıyız.
d) Radyo, televizyon ve bilgisayarla yayınları çoğaltmalıyız.
قَوْمًا“Bir Kavmi uyarmak için.” Kavim, burada nekiredir. Buradaki emir sadece Hz. Peygamber’e olsaydı kavim kelimesi marife gelirdi. O’nun kavmi Araplar idi. Buradaki emir her müminedir. Her mümin elinden geldiğince bir kavmi uyarması gerekir. O da kendi kavmidir. Kendi topluluğudur. Başka âyetteki “Yakın akrabaları uyar” âyetiyle bu açıkça görülür. Önce kendi aşiretimizi uyarmalıyız. Sonra kabilemizi, sonra şa’bimizi, sonra da kavmimizi uyarmamız gerekir. Bütün insanlara hitap yoktur. Onun için her kavimden uyarıcılar getirilir, ona Kur’an öğretilir, o ülkesine döner ve uyarır. Onun için “kavmen” denmiştir. İl, bucak ve ocak evleviyetle uyarılma konusu olur.
مَا أَتَاهُمْ مِنْ نَذِيرٍ(MAv EaTAyHuM MıN NaÜIyR) “Onlara bir nazır gelmemiş olan kavmi uyarman için.” Burada menfi cümle nekire kavme sıfat olmuştur. “Mav” Mevsule olabilir. O zaman kendilerine uyarıcılardan gelmiş bulunan kavmi uyarman için anlamı çıkar. Herkes Hz. Adem’in çocukları olduğuna göre, herkese uyarıcı gelmiş demektir. Burada bahsedilen uyarıcı, halkın kendi bilinçleri içinde uyarıcıları olup olmadığıdır. Bugün aralarında bulunan uyarıcıdır. Bu, bir toplulukta uyarıcılar varsa onların birleşmeleri gerekmektedir. Bir uyarıcının çevresinde teşkilatlanmaları gerekir. Bunun anlamı Kur’an’ı birlikte tedris etmeleri ve içtihat ve icmalarla birlikte hareket etmeleri demektir. Bir aşiret içinde iki uyarıcı olamayacağı gibi; bucak içindeki uyarıcıların da bir başkan çevresinde istişare ederek birlik olmaları gerekir. İçtihatlar farklı olacak ama icmalar bir olacaktır. Halk icmalara dâvet edilecek, müçtehitlerden birini seçmeleri istenecektir. Bucaktan il merkezine gidip zikri öğrenecekler. İlden ülke merkezine gidip fıkhı öğrenecekler. Ülkeden insanlık merkezine gidip rusuhu öğrenecekler. Ama asıl inzar hep bucaklarda Cuma cemaati içinde olacaktır. Fakihler ehl-i zikrin, râsihler fakihlerin müşavirleri olacaktır.
مِنْ قَبْلِكَ “Senden önce” “Mâ” olumsuz kabul edildiği halde, senden önce onların içinde uyarıcı gelmiş ise orada sen uyarıcı olma manâsı çıkar. Eğer mevsul kabul edilirse, o zaman da; senden önce uyaranlar neyi yapmışlarsa sen de onu yap demektir. Yani, diğer uyarıcılarla sohbet et ve icmalarla sabit olan hususlarda uyarılarda bulun. Burada bize düşen görev; önce aşiret hâline gelip bir uyarıcının etrafında Kur’an’ı öğrenmeye çalışmak ve icmalarla sabit olanları yaymaktır, sonra bucaklarda bir ehl-i zikri oluşturmaktır. Bunlar ilimde ilerlemiş kimseler olacaktır. Cemaatin onları kendilerine müçtehit seçmeleri ile oluşur. Orada bir başkan seçilecektir. O başkanın nezdinde istişare edilerek şeriat oluşacaktır. Kurallar ortaya çıkacaktır. Kimse yoksa sen imamsın; ezan okur ve namazı kıldırmaya başlarsın. Ezan okunmuşsa gidersin. O cemaata katılırsın. Başlangıçta ilk ezan okuyan imam olur. Sonra içinizden ehil olan imam olur. Beş vakit namaz böylece kılınır. Sonra halk kendilerine ehli zikri seçerler. Onlara tâbi olurlar. Onlar da kabile içinde bir imam nasb ederler. Böylece bucak teşkilatı oluşur. Doğrudan yönetim doğar.
لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ “İhtida etsinler diye.” İhtida etmek demek, yol bulmak demektir. Gidilecek yeri bilsinler diye uyarman için bu kitap inzâl olunmuştur. Ona inzâl olunmuştur. Sana da ulaşmıştır. Ona göre uyarıcılık görevini yap. Görülüyor ki; bu âyetler bir taraftan bize Kur’an’ı anlatırken, diğer taraftan bizim nasıl teşkilâtlanmamız gerektiğini bildirmektedir. İnsanlık bunalım içindedir. Sorunlarını çözememektedir. Kur’an’a başvurulması hâlinde sorunlar çözülecektir. Yalnız buradaki bu dört sûrenin ilk sûresinde mü’minlerin imtihan olunacakları bildirilmiştir. Cihad yapanlara yollarının gösterileceği söylenmiştir. Burada da “ihtida etsinler” denmektedir. Bundan elli sene önce tarikatlar yalnız zikir yapar, Kur’an ile meşgul olmazlardı. Bugün bütün tarikatlar Kur’an üzerinde durmaya başlamışlardır. Bugün tarikatı yönetenler artık yüksek tahsillidirler. Artık akademik kariyer yapanlar şeyh olmaya başlamıştır. Gelecekte Kur’an ile müsbet ilme sarılan cemaatler başarıya ulaşacaklardır. İslâmiyet’ten sonra Yahudi havraları dinlerini yeniden gözden geçirdiler. Kilisedeki reformlar hep Kur’an’ın etkisi ile oldu. Dünya dinleri de Kur’an’ın izini sürerek ilmîleşeceklerdir. İlmîleşen mezhepler hayatta kalacak, diğerleri elenip gidecektir. Dinlerin ilmîleşmelerine giden yolu ancak Kur’an açabilmektedir. Onlar da metinler içinde müteşabih kabul edip ilimle yorumlayacaklardır. Bizler bu yolda ilk örnek ve öğretici adımları atmış oluyoruz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 193. SEMİNER İstanbul, 18 Ocak 2003
YORUM - 24
“ORDU”NUN YAPTIĞI NEDİR?
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmaya karar verenler, Osmanlılara önce Cezayir ve Tunus’ta saldırmış, Trakya cephesini boşalttırdıktan sonra “Balkan Savaşı”nı çıkarmışlar ve İstanbul’a kadar dayanmışlardı. Burada Osmanlıların gücünü ölçen Batı, sonra “II. Cihan Savaşı”nı çıkarmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmıştı.
Türkler o zamana kadar Anadolu’da Rum ve Ermeniler ile birlikte yaşıyorlardı. Batı artık son icraata karar vermişti. Rum ve Ermenilere silah dağıtmıştı ve “Anadolu Müslümanları”nı yok etmeye girişmişti. İspanya (Endülüs) ve Amerika’da yaptığı soykırımı Anadolu’da da gerçekleştirmek istemişti. Türklerin/ Müslümanların devletini yıkmıştı. Şimdi hedefi halkını da yok etmekti; göç etmeye bile imkân vermeden yerinde yok etmek. Çünkü Türkler göç ederse sonra oradan yeniden saldırabilirdi. Rum ve Ermenilere silah verildi ve onlar da Müslümanları camilere doldurup ateşe vermeye başladılar. Operasyon 1919 yılında başlamıştı.
ANADOLU MÜSLÜMANLARI NELER YAPTILAR?
a) Önce, halk Allah’a inanıyordu. Başlarında azimli din adamları vardı. Bunların inancına göre; düşmana teslim olmakla yalnız dünyalarını kaybetmekle kalmayacaklar, savaşmadıkları için cehenneme de gideceklerdi. Yapacakları iş savaşmaktır; kazanırlarsa ülkelerini kurtarırlar, ölürlerse şehit olur ve cennete giderlerdi. Nasılsa öleceklerdi. Onlar için cennete gitmek önemli idi, yaşamak önemli değildi.
b) Osmanlı yönetiminde halk ikiye ayrılmıştı: Müslimler ve zimmiler. Zimmiler cizye öderler ve savaşa gitmezlerdi Müslimler ise savaşa gider ve ülkeyi korurlardı. Müslimler silah taşır, zimmiler ise silah taşıyamazlardı. Her Müslim daha çocukken köyünde veya mahallesinde askerî eğitim görürdü. Devamlı olarak silah atışları yapılırdı. Silahlı olan Anadolu Müslümanları, eski ama uzun zamandır kullandıkları silahlarla, yeni ama kullanmayı bilmeyen silahları olan Rum ve Ermeniler ile kıyasıya boğuşmaya başladılar. Ölümü göze alan Müslümanlar köy köy ülkelerini savunmaya başlamışlardı.
c) Anadolu hâlâ “tarım dönemi”ni yaşıyordu. Halk kendi ekiyor, biçiyor ve yaşıyordu. Devletleri yıkılmıştı ama ekonomileri çökmemişti. Ekonomik krizler onları aç bırakmamıştı. Yoksulluk fazla yaygınlaşmamıştı. Esnaf el ele verdi. Silahlanan çeteleri desteklemeye başladı. Din adamları topladıkları malzeme ve giysileri çete başlarına veriyor, onlar dağlara çekilerek Rum ve Ermenileri taciz ediyorlardı. Anadolu kendi kendine iç savaşın içine girmişti.
d) Anadolu halkının bu direnişi Batılıları rahatsız etmiş, bunun üzerine “Padişah Hükümeti”ni sıkıştırmışlardı. “İstanbul Hükümeti” Anadolu halk hareketini durdurmalı idi. Yoksa ne yapacakları belli idi. Bugün de İslâmî hareketler için aynı tehdidi yapmaktadır. Anadolu’daki bu kıyamı durdurmak için Mustafa Kemal görevlendirildi ve Anadolu’ya yollandı. Samsun’a çıkan Mustafa Kemal; Anadolu halkının din adamları, çeteleri ve esnafı ile nasıl kenetlendiğini gördü ve kararını verdi; “İstiklâl Savaşı kazanılır.” “Samsun Tamimi” ile tüm askerlere emir verdi: “Millet kendisini kendisi kurtaracaktır.” “Ya istiklâl ya ölüm” parolasını verdi. Komutanlar ve yöneticiler itaat ettiler. Askerler de inanmış kimselerdi. Hem Batıyı hem de İslâmiyet’i iyi biliyorlardı. Böylece başlayan yeni devletin kuruluşu ve savaşın kazanılması ile bugün 70 milyonluk “Türkiye Cumhuriyeti” oluştu.
Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz zaman örgüt olarak iki şey anlaşılmalıdır: Din adamları ve esnafı ile Türk halkını temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi. İstiklâl azmiyle örgütlenen bu halk “Erzurum Kongresi” ile başlayarak Ankara’da “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ni oluşturarak devletin demokratik düzenini kurmuştur. “Kuvva-yı Milliye” ile örgütlenerek “Türk Ordusu” oluşturuldu.
Demek ki, “Türk halkı”nı “Türk din adamları” ile “Türk esnafı” temsil etti. “Türk devleti”ni de “Türk Ordusu” ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi” temsil etmiştir. İşte bunu gören Batılılar, Türkiye’yi yıkmak için son derece plânlı bir savaşa giriştiler. Türkler bu oyunlara geldiler gibi görünürse de; Türkler de karşı oyunlar oynadılar ve bugün varlıklarını korudular.
Batı bütün oyununu “lâiklik” ile oynamaya başlamıştır. Batı “lâiklik” adı altında Türklerin dayandığı dinî birlik ve inancı yok edecek, insanlar dinsiz ve inançsız hâle geldikten sonra artık ülkeleri için savaşmayacak, ölümü göze almayacak ve cennet ümidi olmayınca onları savunmaya sürükleyen hiçbir şey kalmayacaktı. Bunun için çok güzel senaryolar ortaya koydular.
1- 1920’lerde hilafet kaldırıldı, medreseler kapatıldı. Şapka giydirildi, peçe kaldırıldı. Dinine saldırı yapıldığını kabul eden halk isyan etmeye başladı. İsyanı bastırmak için halkın elinden silah alındı. Böylece bir daha çeteler kurarak kendilerini savunma imkânı ellerinden alındı. Ama bu arada Anadolu’da Rum ve Ermeniler kalmadığı için bu tedbir fazla tehlikeli görülmedi. Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri böyle düşündüler.
2- 1930’lara gelindiğinde devletin dindarlardan temizlenmesi gerekiyordu. Dindar bürokratlar memleketlerini severler. Rüşvet almazlar, yolsuzluk ve hortumculuk yapmazlar. Böylece devlet gelişir. Bunu önlemek için önce devlet yönetiminde inanmış kimseler olmamalıdır. Ahlâksız ve inançsız insanlar kadroları doldurmalıdırlar. Bunu başarmak için bir metot geliştirdiler. Sakal ve başörtü yasağı, içki ve balo gibi dinen haram olan işleri yapmayanlar devletten uzaklaştırıldı. Böylece devlet kadroları ahlâksızlarla doldu. Öyle ki, 1939’da o zamanın “Başbakan”ı; “Yönetim A’dan Z’ye kadar bozuktur!” demiştir. İsmet İnönü de; “Namuslular namussuzlar kadar cesur olmadıkça ülkeyi yaşatamayız.” demiştir. Akıllı insanlar; “İşte bunu siz kendi elinizle yaptınız. İnançsız insanları kadrolara doldurunca elbette böyle olacaktı.” Bugün aynı fahiş hatayı “ordu” yapmaktadır. İnanmışları ordudan temizliyor. Çünkü vatan için onlar savaşırlar. Bir taraftan dindarları ordudan temizliyor; ondan sonra da savaşa hazırlanıyor!..
3- 1940’lara gelince Batı lâiklik oyununa devam etti. Köylerde hâlâ imamlar vardı. Köylü hâlâ dindardı. Yeni bir “Sevr” olsa, yine o din adamları halkı ayağa kaldırabilirdi. Bunların karşısına dikmek için “Köy Enstitüleri”ni kurdu. İmamların karşısına ateist öğretmenleri yerleştirdi. Onlar ekonomik olarak desteklendi. Halk yoksulluk kaynağı olan imamlardan çözülüp öğretmenlerin yanında yer alacak, böylece dinsizleştirilecekti. Artık devlet için ölecek insan kalmayacaktı. Bunun farkına varan CHP bunları kapattı, ama kötü bir şey yaptı. Köyleri kalkındıracak olan enstitüler ortadan kalktı. Yani, bunları kapatanlar da yine Batıdır. Çünkü dinsizleştirmeye başlamışlardı ama kalkınmaya da başlamışlardı. Batı için o da tehlikeli olmuştur.
4- 1950’lerde lâiklik adına yine Batı bir adım attı. Mustafa Kemal’in ilkelerini tarihe gömdü. “Hakimiyet-i Milleye”yi, “Kuvva-yı Milliye”yi, “Vahdet-i Kuvva”yı ve “Müsbet İlim” ilkelerini, “Altı Ok”unu ayaklar altına aldı; ama Mustafa Kemal’i tanrılaştırdı ve Türk halkını zorla Mustafa Kemal’e taptırmaya başladı. Böylece hem dinini bozdu hem de Türk milletini devletine düşman etti. Batı için kötü bir şey oldu. Türkiye “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçti ve güçlenmeye başladı. İşte bunun için “1960 Müdahalesi” oldu ve Başbakan Adnan Menderes asıldı. Başbakanın tek suçu vardı; Türkiye’yi kalkındırmak!..
5- 1960’larda halk ikiye ayrıldı. İnanmış olanlarla inanmamış olanlar sokaklara döküldü. Türkiye’de devletin desteklediği bölücülük devam etti. Hem Müslümanlar örgütleniyor, hem Müslüman karşıtları örgütleniyor ve iç çatışmalar geliştiriliyordu. Böylece askerî müdahaleler yapılıyordu. Bununla bir taşla iki kuş vuruluyordu. Bir taraftan bu yolla ekonomik gelişmeler sekteye uğruyor, diğer taraftan Türk halkında ordu düşmanlığı geliştiriliyordu.
6- 1970’lerde halk silahlanıyordu. 1960’lardaki silahsız çatışma 1970’lerde silahlı çatışmaya dönüşmüştü. Yine ordu müdahalesi ve yine ekonomik çöküntü. Ordu dinsizliği temsil ediyor ve her seferinde halkın nefretini kazanıyordu.
7- 1980’lerde sokak çatışmasını devlet içine sokmuş, Ül-Der, Pol-Der gibi devlet güçleri karşı karşıya getirilmişti. Yine ordu müdahalesi, yine ordunun dine saldırısı, yine ekonomik çöküntü. Bu dönemde önemli bir olay oldu. Kenan Evren görünüşte dine karşı hareket etti, inanmışları hapsetti ama devleti dindar hâle getirdi. Ekonomiyi dindar Turgut Özal’a teslim etti.
8- 1990’larda Kenan Evren ve Turgut Özal’ın dayanışması sayesinde ordu müdahalesi olmadı. Ama başka oyun oynandı. 1994’te “Tansu Çiller’in Ekonomi Darbesi” oldu. Yetmedi; 1997 “28 Şubat Darbesi” oldu. Ordu yine İslâmiyet’e ve demokrasiye karşı gösterildi.
9- 2000’lerde ise Batı yeni operasyona girişmiştir. 1997 darbesiyle oluşan ve halkın oylarına dayanmayan “acayip bir koalisyon hükümeti” ile Türkiye ekonomisi çökertilmiştir. İktidarda olanlara “hortumculuk ve rüşvet olayları” ile suç işletmiş ve korkularından istifa edememişlerdi. Türkiye ekonomisi tamamen çökme durumuna getirilmişti. Yetmedi! ABD bir “Genel Vali” atayarak ekonomiye son darbeyi vuracaktı. Başaramadı. Türk ekonomisini çökertemedi. Çünkü Türk ekonomisi “halk ekonomisi”dir. Başka bir operasyon kararı aldı; Türk ordusunu tasfiye etmek. Bunun için Mesut Yılmaz’ı görevlendirdi; MHP’siz hükümet kurulacak ve 30 Ağustos 2002’de “Türk Ordusu”nun yönetim kademesi tasfiye edilecek, yeni atamalarla Türk Ordusu birbirine düşürülecekti. Çünkü Türkiye’de ne yaparsanız yapınız, sonunda ordu müdahale ediyor ve Türkiye kurtuluyor. “Ordu”yu birbirine düşürmek ve iç savaş çıkarıp çökertmek gerekir. Onun için bugünkü güçlü “Ordu”yu tasfiye etmek gerekir. Ordu bunu haber alınca “3 Kasım 2002 Seçimi”ni ortaya koydu. Çetin bir savaş başladı. Batı seçim istemiyordu; Batının temsilcisi olan “sermaye ve basın” seçim istemiyordu. Ama ordu galip geldi ve seçim oldu.
10- Türkiye’deki dindarlar (muhafazakâr demokratlar) “Anayasa ekseriyeti”ni aldılar. Muhalefet de din düşmanlığından vazgeçmiştir. Dışarıda kalan partilerde de dindarlar hakim olmaya başladılar. Artık dindarların ve milliyetçilerin bir mazereti kalmamıştır. Bundan son derece rahatsız olan Batı şimdi Türkiye’yi Irak ile savaşa sokarak çökertmek istiyor.
AMERİKA’NIN ASIL HEDEFİ “TÜRKİYE” MİDİR?
a) Amerika’nın Irak ile olan savaşının tek gayesi vardır; Türkiye’yi yıkmak. Bu savaşın başka bir hedefi yoktur, manâsı da yoktur. Gelişmekte ve millileşmekte olan Türkiye devletini gelişmeden yıkmak. Yoksa, “Irak Savaşı” kimseye başka bir fayda sağlamaz. ABD Türkiye’siz de Irak’ı pek çok cepheden çökertebilir; Körfez’den, Arabistan’dan, Ürdün’den çok daha kolay girebilir. Ama; “ABD’nin asıl hedefi Türkiyedir”. Türkiye’yi Irak ile savaşa sokacak, Bağdat’a atılacak bombaların bir kısmı Ankara’ya düşecek. Türkiye de kendisini savunacak. 1974 “Kıbrıs Çıkarması”nda bizim gemiyi yanlış istihbaratla bize batırtmışlardı. Yine böyle oyunlar planlıyorlar...
b) Türkiye’nin her tarafını öğrenecek; ileride Türkiye bombalanacaksa nasıl ve nerelerde bombalanacaktır? Bunu öğrenmek için bu savaşı bahane yapıp Türkiye’yi çökertmek için hazırlık yapmaktadır. Kendisi bombalamazsa bile; ileride İran veya Irak’la kapıştırdığı zaman onlara koordinatları verecek, silahları verecek ve bizi vurdurtacaktır. Tabii ki bize de onların koordinatlarını verecek, füzeleri verecek ve Tahran veya Bağdat’ı bombalatacaktır.
c) İşte -20. yüzyılın başında- Türkiye Cezayir ve Tunus’ta savaşırken nasıl “Balkan Savaşı” çıkarmışsa; şimdi de -21. yüzyılın başında- biz İran veya Irak’la savaşırken, yahut Suriye ile boğuşurken; arkadan Yunanlılar, Bulgarlar, Gürcüler, Ermeniler vuracak ve Türkiye yıkılacak, halkı soykırımına tâbi tutulacaktır. Bunlar “senaryo”dur. Doğru değilse; siz de “Irak Savaşının Senaryosu”nu bana anlatın. Gücünüz yetiyorsa bir senaryoyu da siz yazın. Dünyada 100’den fazla güçlü devlet var. Irak bu devletlerin içine bile girmez. Onların silahları kimseyi tehdit etmiyor. 10 yıldır ambargo uygulanan Irak ne yapabilir ki? Petrol bahanesi çok saçma bir bahanedir. Petrol zaten Amerikan firmalarının elinde değil mi?
d) Arkasından yeni dünya düzeni kurulacak. Ortadoğu’da İsrail’den büyük devlet olmayacak. Hepsinin nüfusu 10 milyondan aşağı olacak. Irak, İran, Türkiye ve Suriye küçük devletler hâline getirilecek. Dünyanın hiçbir yerinde Amerika’dan büyük yani 100 milyondan büyük devlet bırakılmayacak. “Sovyetler Birliği” dağıtılmıştır. Rusya parçalanacaktır. Çin parçalanacaktır. Hindistan parçalanacaktır. Onlara göre “dünyada tek sermaye yönetimi” kurma hedeflenmektedir.
Bu yeni dünyada Türkiye’nin yeri yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılmalıdır. Bu yetmez; Türk halkı soykırımı ile yok edilmelidir. Çünkü bu dünya düzenini kurmada en önemli engeldir. Çünkü Türkiye güçlüdür:
1- Türk Milleti, inkılâpları ile öğrendiği Batı kültürü ile İslâmiyet’i sentez etmiştir ve “Adil Düzen Projesi” ile çağın üstünde bir uygarlık kurma yolundadır. Mustafa Kemal’in hedef olarak gösterdiği; muasır medeniyetin fevkine çıkma yolundadır. Bu millet dünya sömürü sermaye yönetimine giden yolun önündeki en büyük tek engeldir. Bu halkı imha etmedikçe geri götürmek mümkün değildir.
2- Türkiye dünyanın merkezindedir. Türkiye’de kim oturursa, sonunda dünyanın süper gücü o olur. Çünkü Türkiye batı ile doğu arasında, kuzey ile güney arasında köprüdür. Sermaye dünya yönetimi kurulacaksa, er veya geç bunun merkezi İstanbul olacaktır. Washington veya Kudüs olmayacaktır.
3- Türk ırkının bir özelliği vardır; inkılâpçıdır. İyi ve yeni bir şey görünce onu benimser. Göktürkler monoteist idiler. Sonra Uygurlar Manihaizmi benimsemişler, sonra Müslüman olmuşlardı. Yarın sermayeye dayalı tek global devlet kurulsa bile, sonunda bunu Türkler işgal ederler. Güçlü savaş kabiliyetlerini bu yönde kullanırlar. Onlar yönetici olurlar. Bugün Amerika’daki 200 “Yahudi Patron”un yarısının “Hazar Yahudileri”nden olduğu söylenmektedir. O halde Türkiye Türklere bırakılamaz.
4- “Türkiye Cumhuriyeti” Osmanlı İmparatorluğunun varisidir. Osmanlı İmparatorluğu iki asır önce dünyanın tek süper gücü idi. Bu süperliği 300 veya 400 yıl sürmüştü. Türkiye’nin güçlenmesi ve yeniden süper güç olması kaçınılmazdır.
MÜSBET İLMİN VE KUR’AN’IN BİLDİRDİKLERİNE GÖRE NE OLACAKTIR?
“İnsanlık Tarihi”nde Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâmiyet olmak üzere dört “Hakkı Üstün Tutan Uygarlıklar” geldi ve geçti. Bunların ömürleri biner yıl olmuştur. Bugün IV. İslâm/ I. Kur’an Uygarlığı son bulmuş; yenisi doğmaktadır. Buna karşılık tarihte Mısır, Yunan, Bizans ve Avrupa olmak üzere dört “Kuvveti Üstün Tutan Uygarlık” gelmiştir. Bunların ömürleri de yine 1000 yıl olmuştur. Hak medeniyetlerini 500 yıl sonrasından takip etmiştir. Bugünkü “Avrupa Medeniyeti” İstanbul’un Fethi ve Amerika’nın Keşfi ile 500 yıl önce başlamış, bugün zirveye ulaşmış ve çökmeye başlamıştır. Avrupa Medeniyeti 500 yıl daha varolacaktır. Ama artık daha fazla gelişmesi ve ilerlemesi sözkonusu olmayacaktır.
İnsanlık hiçbir zaman tek bir yönetime girmemiştir. Bundan sonra da girmeyecektir. İnsanlık tek yönetimini kurmak isteyenler beklenmedik yönden darbe yemişlerdir. Sasani-Bizans boğuşmasında beklenen, bunlardan birinin galip gelmesi ve sonra da Çin ile yapılacak bir savaş sonrasında dünyada tek imparatorluk kurulması hayal edilmiş; ama darbe hiç beklenmeyen Arap Yarımadası’ndan gelmiştir. Sonra dünyaya Müslümanlar hakim olmuş; artık durduracak gücün olmadığı sanılırken Moğolistan’dan çıkan güç tüm dünyayı istilâ etmişti. Oysa bunu kimse düşünmüyordu. Bugün de dünyaya “Sömürü Sermayesi”nin hakim olacağı sanılırken; beklenmeyen bir yerden darbe gelecek ve “III. Bin Yıl Uygarlığı” “Hakkı Üstün Tutan Uygarlık” olarak kurulacaktır.
Her Hak uygarlığı doğmadan önce hazırlık yapılmıştır. “İbrani Medeniyeti” Hz. İbrahim’in torunu Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf ile başlamış ve öylece doğmuştu. “İslâm Uygarlığı”nı da yine Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in uzak torunu Hz. Muhammed ortaya çıkarmıştır. Hz. Musa Fiaravun’un sarayında yetiştirilmiş, Medyen’de (kayınpederi olan) bir din büyüğünün yanında eğitim görmüş ve ondan sonra “İbrani Uygarlığı” kurulmuştu. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmak için de “Anadolu Türkleri” hazırlanmıştır.
-Tanzimat döneminde “Türk Ordusu” kurulmuştur.
-I. Meşrutiyet döneminde “Batı tipi okullar” açılmıştır.
-II. Meşrutiyet döneminde 1000 yıldan beri kapalı olan “içtihat kapısı” açılmıştır.
-1910’larda mağlubiyetten sonra “Kuvva-yı Milliye” doğmuştur.
-1920’lerde İstiklâl Savaşı” kazanılmış, Anadolu’da Müslümanlar saflaşmışlardır.
-1930’larda batlılaşmayı tamamlamış ve muasır medeniyetin fevkine çıkma azmine girmiştir.
-1940’lerde “demokrasi”yi yani “şeriat düzeni”ni getirmiştir.
-1950’lerde Türkler İslâmiyet’in yanında yer almış; “Türkiye Müslümandır ve Müslüman kalacaktır” sözü ile hedefini göstermiştir.
-1960’lerde dindarlar örgütlendiler; -1970’lerde iktidara ortak oldular; -1980’lerde Kenan Evren İslâmî tedrisatı anayasalaştırdı; -1990’larda dindarlar iktidar oldular; -2000’lerde ise anayasa ekseriyetini aldılar.
Her medeniyet iki medeniyetin sentezinden doğar. “III. Bin Yıl Medeniyeti” “İslâm” ve “Avrupa” medeniyetlerinin sentezinden doğacaktır. Bunu bugün başaracak tek ulus “Türkiye’deki Türkler”dir.
-1900’lerden önce İslâmiyet tartışılmamıştır.
-1900’lardan sonra İslâmiyet tartışılmaya başlandı.
-1933’e kadar hep İslâmiyet’e saldırıldı.
-1933’de Mustafa Kemal son noktaya koydu;
“Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.”
-Ondan sonra 1967’ye kadar “din düşmanlığı” bırakıldı, dindarlar devre dışı tutuldu.
-1967’den sonra dindarlar atağa geçer; “dinde, ilimde, ekonomide ve siyasette” en altta iken, en üste çıktılar. Yalnız bunların büyük bir eksiklikleri vardı. Bütün yaptıkları “batı modeli” içindedir. “Kuvveti Üstün Tutan Uygarlık” kuralları ile “Kuvvet Uygarlığı”nı geçeceklerdi. Böyle bir şey olamazdı. Bugün bulundukları tehlikeli durum budur. Bugün ne yapılacak?
Dindarlar hakim olarak kalmayacaklar, “Adil Düzen” içinde sorunları çözeceklerdir.
Bunlar ilâhî takdirdir. Hiçbir güç bu oluşu durduramayacaktır.
TÜRKİYE KOMADADIR; TEK DEVASI VARDIR: “ADİL DÜZEN”
Türkiye Komadadır. “Genel Kurmay Başkanı” bunu açıkça ifade etmiştir. Türkiye’nin komadan çıkması gerekiyor. Ordu dört şey istiyor. Bizim kadar açık söylemiyor; başörtüsü adı altında açıkça söylüyor:
a) Türkiye’de medya özgürlüğü yoktur. Basın özgürdür, ama yazarlar özgür değildir. Dış sermaye ve hortum esasına bağlı basına esir medya çalışanları; isteseler de istemeseler de dış güçlerin esiri olarak ülke aleyhinde yalan haberler yayınlıyor ve yorumlar yapıyorlar. Bu sorun çözülmelidir. Medya çalışanları özgür olmalıdır. Başka bir kötülük de; basın organlarının kamplara ayrılmış olmasıdır. “Cumhuriyet” gazetesi okuyanlar “Vakit” gazetesini okumuyor; “Vakit”i okuyanlar da “Cumhuriyet”i okumuyor. Bu durum ülkede düşman halklar oluşturuyor. Kötü tarafı; ordu da hep dinsiz yayını takip ediyor, Halk ise dindar oluyor. Böylece ordu ile halk düşman kamplarda yer alıyor. Bu sorun çözülmelidir. Yazar özgür hâle getirilmeli, basın organlarının kamplaşması önlenmelidir.
b) Türkiye’de hakimler bağımsız değildir. Yargı bağımsızdır, ama hakim bağımsız değildir. Hakimler; avukatların, rüşvet mafyalarının, Adalet Bakanlığı’nın, Yargıtay’ın, Hakimler Kurulu’nun baskısı altındadır. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargının kurulması gerekir. Dışarıdan soruşturma ve hakemlik sistemi getirilmelidir. Soruşturmacıların ve hakemlerin güvenliği sağlanmalıdır.
c) Türkiye dış borçların esiri olmuştur. Hükümetler düşmanlarımız ne isterlerse onu yapmak zorunda kalmaktadır. Kendi dinimize ve işimize karışmakla kalmıyor, komşularımızla zorla savaştırma durumu ile karşı karşıya bırakıyorlar. Türkiye dış borçlarını hemen tasfiye etmelidir. Etmezse; “Duyun-u Umumiye”de olduğu gibi Türkiye yok olmaya mahkumdur. Dış borç iç borca çevrilmelidir. Dolar borcu mal borcuna çevrilmelidir. Borç iştirake çevrilmelidir. Nihayet; TL konvertibl yapılarak faizsiz halka borç hâline çevrilmelidir.
d) Türkiye açlık sınırı içindedir. Halk birbirini yağmalayacak hâle gelmiştir. Herkese iş bulunmalıdır. Bulunmazsa; diğer hiçbir sorun çözülemez. Ne borç ödenir, ne savaş kazanılır, ne adalet tesis edilir, ne de millî basın oluşturulabilir. “Çalışana Kredi Sistemi” ile bu sorun çok kolay çözülebilir.
“Ordu” “Hükümet”e işte bunları hatırlatmış ve bunları çözdükten sonra bizden değişmeyi isteyiniz demiştir. “Sen hiçbir sorunu çözmemişsin; gelmiş benim 7 kişiyi ihracımı konu edinmişsin. Oysa ben bu konuda da büyük adım attım. 140 civarındaki dosyayı 7’ye indirdim.”
Bakınız! “Adil Düzen”de yukarıdaki sorunların çözümü vardır:
-Üç ay içinde işsiz kalmaz.
-Altı ay içinde yazarlar özgür olur.
-Bir yıl içinde de yargı özgür olur.
-İki sene sonunda bir dolar borcumuz kalmaz.
Bunları ilim söylüyor; Kur’an söylüyor. Gelin tevbe edin, iman edin, Müslim olun, mü’min olun da “Adil Düzene Göre” sorunları çözmeye yönelin. O zaman ne olur bilir misiniz? Kuvvet komutanları resmi üniformalarla başı örtülü hanımları ile Kocatepe Camii’ne gelir, hanımlar mahfilinde hanımları, müezzin mahfilinde de kendileri Cuma namazı kılar ve ordularına dönerler. Bütün bölücü dinî sorunlar son bulur.
Ama böyle yapmaz, gaflet ve dalâlet, hattâ hıyanet içinde inatla devam ederseniz; batmakta olan Türkiye’yi Allah başkalarının eliyle kurtaracaktır.
Türkiye “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni kurmakla görevlidir.
Allah Musa’yı denizden geçirecek, Firavun’u denizde boğacaktır.
Sizin hakkınız da muhtıra değil; dikenli çingene sopasıyla dövülmek olacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
AK-MAL MARKET FİYAT LİSTESİ
CİNSİ MİKTARI FİYATI
GIDALAR
PİRİNÇ (Baldo) 1 Kg 1.600.000 TL
MERCİMEK(Kırmızı) “ 950.000
MAKARNA 0,5 Kg 550.000
TOZ ŞEKER 1 Kg 1.650.000
K. FASULYE “ 1.450.000
BULGUR “ 750.000
1. ÇAY/DESEN (filiz) 0,5 Kg 2.250.000
2. “ AKFA “ “ 1.800.000
3. “ NURÇAY “ “ 1.800.000
4. “ ANZER “ 0,2 Kg 750.000
KİTAPLAR
DERGİLER