ADİL DÜZEN 226
Haftalık Seminer Dergisi 19-20 EYLÜL 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 226. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 12-13 Eylül 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – VII (23-26. ÂYETLER)
*HAFTALIK YORUMLAR (56): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)
Bir Âyet:
وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَاِبْنِ السَّبِيلِ
“Allah’ın yolunda ve yol halkına ayıracaksınız.” [Tevbe(9);60]
Kur’an’da kabile bütçesi ve bucak bütçesi “sadaka” olarak adlandırılmış ve hak sahiplerine dağıtılmıştır. Devlet bütçesi “enfal” olarak adlandırılmıştır ve o da yetkililere bölüştürülmüştür. İl bütçesi hakkında bir bilgi yoktur. Gelirleri olarak tarım gelirleri gösterilmiş olmaktadır. Biz onları dağıtırken yarısını devlet, yarısını da bucak bütçesine göre bölüştürüyoruz. Bu âyetlerde hak sahipleri gösterilirken “yoksullar” ile “yol halkı” her iki âyette de yer almakta, diğerleri ise yalnız onlardan birinde yer almaktadır. Yani yol halkı ile ilgili paylar bütün bütçelerde yer almaktadır. Buna dayanarak tarihte “kervansaraylar” kurulmuştur. Kervansaraylar yolcuları parasız barındırır, onların yeme ve içme ihtiyaçlarını temin eder, hayvanlarını besler. Hasta olan insan ve hayvanları da tedavi ederdi. Bunların gelirleri civardaki öşürden sağlanıyordu. Halk devlete vereceği öşrü onlara veriyor, onlar da bu hizmetleri görüyordu. Bugün bu âyete göre hizmet vermek istesek “Mala-Mal Marketleri” kuracağız. “Mala-Mal Marketleri”nin satışlarına bir pay koyacağız. Bunlarla konaklama sitelerini kuracağız. Halk buradan gelip geçecektir. Market gelirleri ile taşıma masraflarını karşılayacağız. Bu konaklama yerleri neler yapacaktır..
Adil Düzen:
“ADİL DÜZEN”DE DAĞITIM
Bir Çözüm:
“ADİL DÜZEN”DE ULAŞIM SORUNU
İnsanlığın bugün karşılaştığı en büyük sorun ulaşım ve haberleşme sorunudur. İnsanlık artık tek vücut olmuştur. Kan damarları olan “ulaşım” ve sinir damarları olan “haberleşme” ile insanlığın gelişmiş vücudu ayakta kalabilir. Ne var ki, gerek haberleşmeye gerekse ulaşıma mani iki engel vardır. Biri ekonomik nedendir. Tekellerin elinde bulunan haberleşme ve ulaşım halkın birbiriyle görüşmesini ve gidip gelmelerini engellemektedir. Diğeri ise halkı birbirinden uzak tutup sömürebilmek için birtakım siyasi ve bürokratik engeller konmuştur. Gümrükler, vizeler, pasaportlar, harçlar vs seyahati son derece zorlaştırmaktadır. Bu engellerin oluşturduğu rüşvet şebekesi ise bu ulaşımı gün geçtikçe daha da zorlaştırmaktadır… İşte bu engelleri “Adil Düzen” acaba nasıl aşabilir?
Bir Yorum:
“MİLLÎ GÖRÜŞ” VE “ADİL DÜZEN”
“Adil Düzen” “Millî Görüş”ün meyvesidir.
Sayın Erbakan siyaseti “Millî Görüş”e dayamıştır. Bununla iki şey hedefleniyordu. Biri, kendimizin üreteceği bir sistemi ülkemize getirmek idi. Bu kapitalizm veya sosyalizm olamazdı. Bu yeni bir düzen olmalıydı. Ama bu düzenin ne olduğu bilinmiyordu. Parti bu düzeni üretecekti. İzmir’de Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda ilk defa bölge toplantısını yaptık. 1972’lerde MSP İzmir İl Başkanı olarak açış konuşmamda “Millî Görüş”ü şöyle tanımlamıştım: “Yağmurlar yağar, dereler olur, denize varır. Denizden çıkan buharlar yine yağmurlar oluşturur. Fikirler de böyledir. Partimizi bir deniz kabul edin. Halktan gelen fikirler bir fikir gölünü oluşturur. Sonra oradan gerisin geriye giden fikirler yeniden yağmur olur. Böylece devredip durarak yeryüzünün daha çok yeşermesini ve insanların daha çok çoğalarak gelişmesini sağlar. İşte “Millî Görüş” belli bir görüş değildir. Baştan kabul ettiğimiz görüş değildir. Sizin oluşturacağınız görüştür.” demiştim. Aradan onlarca yıl geçti. Parti, daha doğrusu partiler “Millî Görüş”ü oluşturdular. Halkın görüşünü ortaya koydular. Bu da “Adil Düzen” olmuştur. “Adil Düzen” “Millî Görüş”ün meyvesidir. Tük Milleti tarafından oluşturulmuştur. Millî Görüş Partileri içinde oluşturulmuştur. Elbette bu görüş tam olarak ortaya konup da uygulanamamıştır. Ama iskeleti ortaya çıkmıştır. Bu bir “plan” olmuştur. “Akevler”in son çalışmaları ile “proje” hâline gelmiştir. Şimdi “uygulama”yı beklemektedir… Uygulama ve uygulayıcılar…
Bir ağaç dikersin. Senelerce ona bakarak büyütürsün. Sonunda meyve verir. Bu meyveleri toplayarak yersin ve yedirirsin...
Yıllarca beslediğiniz ağaç meyvelerini verince “Bu meyve benim istediğim meyve değildir!” deyip onları toplamaz, yere dökülüp çürümeye bırakırsanız siz bir zavallı olursunuz. İşte “Saadet Partisi”nin içindeki bazı zavallılar veya hainler böyle yapmakta, “Adil Düzen”e ve “Adil Düzencilere” düşman kesilmektedirler… Bunlara Kur’an’ın ifadesi ile “Gayzınızla geberin.” diyorum.
Ve Adil Düzencileri müjdeliyorum: “Zafer sizindir. Yolunuza devam edin. Allah sizinle beraberdir.”
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 226. SEMİNER Tefsir İstanbul, 13 Eylül 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - VII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَى إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ إِلَى كِتَابِ اللَّهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ وَهُمْ مُعْرِضُونَ(23) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ وَغَرَّهُمْ فِي دِينِهِمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ(24) فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ(25) قُلْ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(26)
أَلَمْ تَرَى (EaLaM TaRa) “Re’yetmedin mi? Görmedin mi?”
“Re’yetmek” görmek demektir. “Basar etmek” de görmek demektir. “Nazar” ise bakmak demektir. “Rayet” bayrak anlamındadır. “Basar” göz anlamındadır. Basarda görüntüye birlikte hakim olmak anlamındadır. Reyde ise onu kavramak ve tanımak anlamındadır. Rey etmek, bu anlamıyla bilmek anlamındadır. Görerek kavramak demektir.
Kur’an’da “EaRaEaYTa” ile “EaLaMTaRaV” ifadeleri birlikte kullanılmaktadır. “Eraeytellezî yükezzibu biddiyn”de “Eraeyte” getirilmiştir. Burada ise “Elemtera” getirilmiştir. “Eraeyte”de, sen bunu göremedin, kendin tahlil edemiyorsun anlamı çıkmaktadır. Burada ise sen bunu görüyorsun, biliyorsun, ona göre anla denmektedir. Birinde olaylar bilinmektedir. Diğerinde ise bilinmemektedir. Öğretilmektedir. Birinde olayın kendisi üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Diğerinde ise olayın sonuçları üzerinde düşünülmesi istenmektedir.
Kitaptan nasib verildiği halde yani içtihat yapabildikleri halde, kendileri Allah’ın Kitabı’na davet olundukları halde, ona gelmediklerini görmüyor musun? Onun üzerinde düşün. Kendini ona göre ayarla. Onlara teslim olma. Ne kadar düşündürücü ve çarpıcı ifadeler?
إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا (EiLay elLaÜIyNa EuTUv)
“Kendilerine ita olunan kimseleri re’yetmedin mi?”
“Raeytuhu” ben onu gördüm. “Raeytu ileyhi” ben ona baktım ama aynı zamanda ben onu araştırdım, onun üzerinde durdum demektir. Bir fiil ya harfsiz kullanılır, ya da harfsiz.. Sonra ya insan için kullanılır, ya da eşya için. “Raeytu Ahmede” demek, ben Ahmet’le karşılaştım anlamı çıkabilir. “Raeytu elcibale” derse, dağları gördüm çıkar. Lugat yazılırken böyle bir kelimeye mef’ul kullanarak iki manâ verilmeli ve bunun manâsı anlatılmalıdır.
Bunun dışında cer harfleri ile geldiği zaman taşıyacağı manâlar da ele alınmalıdır. Min, İlâ, Bi, Li, An, Alâ, Fî, Hatta ve Ke harfleri ile geldiği zaman ne manâlar taşıyacağı ele alınmalıdır. Burada “İlâ” harfi ile getirilmiştir. “İlâ” sen bakıyorsun, onları görüyorsun ama onlara senin bir etkin yoktur demektir. Oysa “Alâ” geldiğinde bakışın onları etkiliyor demek olurdu.
Burada “İta” fiili getirilmiştir. Diğer âyetlerde kitap verilenler deniyor. Burada kitaptan nasip verilenler diyor. Orada Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an verilenler kastediliyor. Burada ise Furkan verilenler yani Kitap’tan içtihat yapanlar deniyor. Böylece fıkıh usûlüne vâkıf olan topluluklardan bahsedilmektedir. “Gelin, şimdi tedris ettiğimiz usul ilmine göre hükümler çıkaralım, içtihat yapalım.” dediğimizde, onlardan bir fırka itiraz eder.
نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ (NaÖIyBaN MıNa eLKiTAvBı)
“Kitab’dan bir nasib, bir pay verildiğinde onlar itiraz ederler. Bir fırkası itiraz eder.”
“Nusb” dikili taştır. Arazileri böldüklerinde aralarında sınır taşı dedikleri taşlar koyarlar. Sonra “Nasib” pay demek olur. “Kitap’tan bir pay verildiğinde” denmiş olması; Kitap sanki bir arazi imiş de biz bölüşmüşüz, ondan pay almışız gibi gösterilmesi, bu sûrenin getirdiği başka büyük bir hükümdür.
Kur’an ortak bir kitaptır. Ama ondan anlaşılan manâ ise herkes için farklıdır. Bir binanın çevresinde toplansak ve hepimiz binaya baksak, hepimize ayrı cephe düşmüş olur. Bizim nasibimiz o cepheden bakmak olur. Kur’an da böyledir. Herkes kendi cephesinden Kur’an’a bakar ve oradan nasibini alır. İçtihatlardaki farklılıklar buradan gelir. Bu sebepledir ki herkes kendi içtihadı ile amel edecektir.
Sonra yine buradan anlaşılıyor ki mahallî icmalar vardır. Yani aşiretin, kabilenin, şa’bın ve kavmin kendi icmaları vardır. Çünkü burada salim cemin müzekkerlerini kullanmış ve her bir topluluğa kendi nasibini vermiştir. Aynı cepheden bakan insanlar Kur’an’ı aynı yanıyla göreceklerdir.
يُدْعَوْنَ (YuDGaVNa) “Davet olunuyorlar. Çağrılıyorlar.”
Allah’ın Kitabı’na çağırılıyorlar. Önce Kitab’ı yani Kur’an’ı kendimiz okuyacak, Furkan ile yani usûl-ü fıkıh ile onu kendimize göre anlayacağız. Her birimiz kendi anladığımıza göre Kur’an’ı uygulayacağız. Bunu kişi olarak yaptığımız gibi; aşiret içinde aşiret icmaları ile, kabile içinde kabile icmaları ile, şa’b içinde şa’b icmaları ile, kavm içinde kavm icmaları ile, nâs içinde nâs icmaları ile birlikte Kur’an’ı uygulayacağız. İşte herkes buna davet olunmaktadır. Hakka inanmayanlar, ben kuvvetliyim istediğimi yaparım diyenler ayrı; onlarla işimiz sadece savaş olabilir. Kur’an’da bunlara “müşrik” denmektedir. Ama Hakkı kabul ederek teslim olan kimselere, gelin Hakkın gereği olan bu kurallara uyalım dediğimizde, onlardan bir fırka itiraz etmekte ve bunu kabul etmemektedir.
إِلَى كِتَابِ اللَّهِ (EıLAv KiTAvBı ElLAvHı)
“Allah’ın Kitabı’na davet olunduklarında da onlar o Kitap’tan itiraz eder.”
Burada Kitab izhar edilmiş. İleyhi, ona davet olunduklarında yani Kitap’tan kendilerine nasip verilenler ona davet olunduklarında denseydi, zamir nasibe giderdi. Oysa içtihat ve mahalli icmalarda herkes kendi içtihat ve icmalarıyla amel edecektir. Ancak bir araya geldiğimizde Kitap bütünü ile ele alınacak ve herkesin içtihadı ve her topluluğun icmaları arasında denge kurulacaktır. Böylece topluluk var olacaktır. Onun için burada Kitab’ı izhar etmiş yani zamirsiz olarak doğrudan kullanmıştır.
“Allah’ın Kitabı’na” denmesi de topuluğun kitabına yani icmalara denmektedir. Kur’an’a dayalı icmalara çağrılıyor denmektedir. Şeriat içtihatlardan ve sözleşmelerden doğar. “İçtihat” Kitap’tan nasiplerdir. “Sözleşmeler” Kitap üzerinde yapılan icmalardır. “Hüküm” ise içtihatlara göre değil, icmalara göre verilir. “Allah’ın Kitabı” ifadesi Kur’an’ın dışındaki kitapları da içerir .
لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ (Lı YaXKüMa BaYNaHuM) “Aralarında hükmetmesi için Allah’ın Kitabı’na davet olunduklarında onlardan bir fırka itiraz eder. Karşı çıkar. Dinlemez.
Burada “Kitap hükmetsin” deniyor. Oysa Kitap nasıl hükmedecektir? O şahit dinleyemez, bize doğrudan kararları bildiremez. Kitab insan değildir ki bizim aramızdaki davalara baksın. İşte Kitab’ın nasıl hükmedeceği başka âyetlerde belirtilmiştir. Orada Allah ve resulünün hükmü olarak belirtilmiştir. Bu da hakemler sistemi ile açıklanmıştır. Taraflardan biri bir hakem, diğeri bir hakem seçer, iki taraf bir baş hakem seçerler. Bunların verdiği karar Allah ve resulünün verdiği karardır. Bunlar önce bu kararlara uyarlar, sonra haksızlığa uğramışlarsa hakemler aleyhine hakemlere giderler. Bu hakemler Allah’ın Kitabı’na göre yani topluluğun icmalarına göre hükmedeceklerine yemin ederler. İşte bu Allah’ın hükmü olur. Hakemler Kitab’a göre, yani mevzuata göre, kanunlara göre hükmedeceklerdir. Kişilerin sözleşmelerine göre hükmedeceklerdir.
Ekseriyetin aldığı kararlar İslâmî değildir. Anayasada ekseriyet kararı kabul edilmiş ise ve sen de o ülkede yaşıyorsan, o anayasayı kabul etmişsen, o kanunları kabul etmiş olursun, uymak zorundasın. Kanunlarla hükmedilmesine razı olacaksın. Bunun bir istisnası vardır. Eğer yaptıkları kanunlara kendileri uymuyor, sadece seni ezmek için o kanunları ekseriyet gücü ile çıkarıyorlarsa, mahkemelerde onlar niye uymuyor diye kendinizi savunabilirsiniz. Siz hakim iseniz, eğer bir kanuna kimse uymuyorsa, herkesi hapishaneye dolduramayacağınıza göre uymayanları cezalandıramayız. O zaman farklı muamele olur.
ثُمَّ (ÇumMa) “Sonra”
Yani Kitap’tan nasibi verilen kimseler içtihatlarını yaptıktan ve içtihatlara göre hükmedilmesi için davet olunduktan sonra, sonuç işlerine gelmezse o zaman onlar kendilerini sözleşmelere, icmalara ve içtihatlara, kanunlara uyma zorunluluğunda hissetmez ve hakem kararlarından kaçarlar. Kim kendileri tarafından olursa onu tutarlar. Eğer ordu işlerine geliyorsa ordunun yanında olurlar, meclis işlerine geliyorsa meclis dokunulmazdır. Hükümet işlerine geliyorsa o zaman hükümet ne diyorsa o doğrudur. Yok devlet başkanı yanlarında ise onda bütün yetkiler vardır. Millî Güvenlik Kurulu kendilerinin dediklerini onaylıyorsa anayasal kuruluştur, ama hükümet anayasal kuruluş değildir. Yargıtay başkanı hakaret ediyorsa elbette yargı üstünlüğü vardır. Ama ya onların istediği gibi konuşmuyorsa, o kimmiş, herkes haddini bilsin derler. Burada “Sümme” bunun için kullanıldı. Yani baştan işlerine geldiği zaman varlar. Ama işlerine gelmediği zaman, işte o zaman kaçışıyorlar.
يَتَوَلَّى (YaTaVaLAy) “Tevelli eder. Sırtını çevirir. Arkasını döner.”
Yani Kitab’ın hükümlerinde hak edenlerin kararlarına uymak istemez. Keyfî yönetim ister.
Ben hatırlıyorum. 1960’larda Ankara’da bir ulema meclisi toplandı. “İnkılâplar ilimden ve hukuktan daha önemlidir. Bu itibarla ilme ve hukuka aykırı olsa da inkılâbın gereği yerine getirilmelidir.” dediler. İşte bu ifade bu âyetin gösterdiği kimselerdir. Anayasa Mahkemesi dokunulmazlığı kaldırılmayan bir kimseyi muhakeme edemez. Ama onlar ettiler ve milletvekillerini devre dışı ettiler. Kesinleşmiş işlemlerde artık geri dönülmez. Birisi milletvekili seçilip yemin etmiş ve göreve başlamışsa, onun seçilmesi sonra iptal edilemez. Sahte de olsa yeminden sonra yaptığı tüm icraat geçerlidir. Önce Meclis onun dokunulmazlığını kaldıracak, sonra muhakeme edilecek, ondan sonra onun milletvekilliğine son verilebilecektir. Ama artık milletvekilliği iptal edilemez. Bunlar hukukun değişmez kurallarıdır. Geri dönülemeyen kararlardır. Karar alan kararını iptal edemez. Şartlar içinde kararın uygulanması sona erdirilebilir. Ama şimdi Yargıtay karar verecekmiş. Yeniden seçime gidilecekmiş. İşte bütün bunlar bir fırkanın tevelli etmesi demektir. Keyfî uygulama ve yorumlardır.
فَرِيقٌ مِنْهُمْ (FaIyQuN MiNHuM) “Onlardan bir fırka.”
Yani kendilerine Kitap’tan pay verilenler, yani içtihat yapanlar, icmalar yapanlar Allah’ın Kitabı’nın aralarında hükmetmelerinden kaçarlar. Ona uymak istemezler. “Onlardan bir fırka” denerek hepsinin aynı olmayacağı, içlerinde Hakka teslim olanların bulunacağını da bildirmiş olmaktadır.
Baştan ‘görmediniz’ demedi de ‘görmedin mi’ dedi. Çünkü her mü’minin nasıl davranması gerektiğini burada anlatmaktadır. Bu tür davranışlar seni korkutmasın. Onların hepsi aynı değildir. Onların içinde senin yanında yer alacaklar bulunacaktır. Sakın ha, sen onlardan olma. “Ferikun minhum” denmekle onların ayrılacağını ve Hakkı tutan kimselerin yanımızda yer alacaklarını bildirmektedir.
وَهُمْ مُعْرِضُونَ (Va HuM MuGRıWUvNa) “Onlar itiraz etmiş olarak tevelli ederler.”
“Arz” yatay engel demektir. Arz ve tul daireleri buradan gelmektedir. Yargı kararlarına engel koyarak kendilerine verilen nasib içinde kalmazlar. İcma ve içtihatlarına göre hareket etmezler. Bunlar öyle kimselerdir ki kendileri ahitlerine ve sözleşmelerine uymazlar. Bu yetmiyormuş gibi sizin uymanıza da mâni olurlar.
İşte bu kimseler sizin Kur’an kurslarınıza, sizin imam-hatip okullarınıza, sizin ilâhiyat fakültelerinize de karışırlar. Onları yapmanızı da istemezler. Şiir okursun, hapse atarlar. Bunlar topluluğun benimsediği kanunlara da karşıdırlar. Çünkü işlerine gelmemektedir. Ancak bunların içinde de Allah’a inanan, Furkan’la yani hukuk düzeni ile hareket edenler de vardır.
ذَلِكَ (ÜAvLıKa) “O”
Bu yani onların itiraz ederek tevelli etmeleri, engellerle karşı çıkmaları. Onların seçkin kimseler olduğunu, dolayısıyla ceza çekseler bile az çekeceklerine inanmalarıdır. Burada “Za” denmesi gerekirken “Zalike” denmiş olması yani ‘bu’ deneceğine ‘o’ denmiş olması, olayların uzun bir devre içinde oluştuğuna işaret içindir. Sonra cümlenin kavramlarına işaret edildiği için kavramlar da gaip olduğu için görünürler için kullanılan işaretler kullanılmaz.
بِأَنَّهُمْ قَالُوا (Bi EanNaHuM QAvLUv)
“Çünkü onlar kavlettiler. Onlar söylediler. Dediler. Birbirine öyle aktardılar.”
Onlar seçilmiş kimselerdir, mü’minlerdir. Onlara göre kendilerinden başkaları iyi kimseler de olsalar Allah onları cezalandıracak, kendileri ise kötülük yapsalar da onlar birkaç gün cehennemde kaldıktan sonra tekrar çıkıp cennete gideceklerdir. Bunu Yahudiler böyle söylediler, Hıristiyanlar böyle söylediler, mü’minler de böyle söylüyorlar. İman ettin mi, yeter! Hem de Kur’an’a iman ettin mi yeter! Amel etmesen de olur. Çünkü cezanı çekersen cennete gidersin. Bu söylentiler insanların Hakkı gördükten sonra ondan iraz etmelerine sebep olmaktadır. Ahirete inanmayanlar ayrı, ama ahirete iman edenler de işte böyle söylüyorlar. Mü’min olmayanların hep cehennemlik olduğuna, mü’min olanların ise birkaç günden başka cehennemde kalmayacaklarına inanıyor ve o sebepledir ki zulüm yapabiliyorlar.
لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ (LaN TaMasANAv elNAvRu)
“Nar bize temas etmeyecek. Ateş bize dokunmayacak.
Bütün dinlerde cin ve melek, cennet ve cehennem kavramları vardır. Cinlerin ateşten yaratıldıkları bildirilmektedir. Gelişmiş olan bugünkü ilimlerde atomlar arasında iki türlü çevrimin var olduğu görülmektedir. Biri oksijen kömürüyle birleşmekte ve ısı vermektedir. Güneş ışığı etkisi ile kömür oksijenden ayrılarak tekrar havaya dönmektedir. Diğeri de Güneş’in içinde cereyan etmektedir. 12 ağırlıklı karbon atomu 14 ağırlıklı karbona kömüre dönüşmektedir. Sonra tekrar 12 karbonlu atoma dönüşmektedir. Bu arada hidrojen helyuma dönüşmekte ve ışık enerjisi ortaya çıkmaktadır. Cinler bundan yararlanarak yaşarlar. Biz ise bu ışığın etkisiyle kimyasal olaylarla yaşarız. Cinlerin bedeni ile insanların bedeni arasında DNA’lar bakımından benzerlik vardır. Ancak onlar sıcağa dayanabildikleri halde biz dayanamamaktayız. İnsan ruhu o bedenle de ilişki kurabilir ve yaşar. İşte o ateş onun için hayattır. İnsan için sıkıntılı hayattır.
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların her biri kendilerinin ateşe gitmeyeceklerine inanır, başkalarını ise oradan hiç çıkarmazlar! “Len” kelimesi hiçbir zaman anlamını taşır. İlk defa cehennem azabı çekseler bile, sonra çıkacak ve artık ebediyen cennette kalacaklardır. Bu inanış bunları dinde gevşekliğe götürmektedir. Oysa Allah’ın esas istediği iyi insan olmaktır.
إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ (EilLAv EayYAvMan MaGDUvDATin) “Yalnız magdut günde,
sayılı günlerde, birkaç günde, üç dört günde ateşte kalırız diyorlar.”
“Eyyâm” çoğuldur. “Ma’dud” sayılı demektir. Dişi salim çoğuldur, asgarisi dörttür. Müphem ifadelerde asgarisi alınır. Onların iddiası, birkaç günlük tek basamaklı rakamları kastediyorlar.
Cehennem bir eğitim yeri olacaktır. Herkes cezasını çekecektir. Kur’an’ı içtihat ve icmaları ile anlayıp tatbik erdenler bu dünyada başarılı olacakları gibi ahirette de kurtulmuş olacaklardır.
وَغَرَّهُمْ فِي دِينِهِمْ (Va ĞarRaHuM FIy DIyNıHıM)
“Ve dinlerinde onları mağrur etti. Onları dinlerinde yanılttı.”
Bu sözleri onları dinlerinde yanılttı. Söylediklerinde yanıldılar. Dinlerinde öyle bir şey yoktur, onlar kendileri uyduruyorlar. Dinlerinde de hataya düşüyorlar.
Müslümanların da böyle hatalı inanışları vardır. Kur’an’da böyle bir şey olmadığı gibi; tam tersine Kur’an aksini çok açık bir şekilde ifade ettiği halde; onlar hâlâ biz cennete diğerleri hep cehenneme gidecekler şeklinde inanmaktadırlar. Asıl olan içtihat ve icma düzenine inanmaktır. Yani yerinden yönetim sistemidir. Buna inanan ve buna göre amel edenler cennete gideceklerdir. Çünkü farklılık bakılan yüzün farklılığından gelmektedir. Kimse kimseye baskı yapmayacak, herkes icmalara uyacak, hakem kararları hakim olacak. İşte böyle bir düzende bu esaslara uyanlar cennete gideceklerdir. Hiçbir dinde ‘biz cennete - siz cehenneme’ ilkesi söz konusu değildir.
مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (MAv KAvNUv YaFTarUvNa) “İftira ettikleri onları dinlerinde yanılttı.”
Uydurdukları ‘biz cennete - siz cehenneme’ kuralı onları yanılttı.
Topluluk bazı şeyleri tartışmasız kabul eder. O bâtıl varsayım üzerinde tüm düşüncelerini ve hayatlarını oturturlar. İslâm devleti özleminde imişiz. Şeriat devleti özlemi içinde imişiz. Böyle olsak ne olur? Olmazmış! Neden? Çünkü lâikliğe aykırı imiş. Önce lâikliğin iyi bir şey olduğu ispatlanmalıdır. Sonra İslâmiyet’in lâikliğe aykırı olduğu ispatlanmalıdır. Hayır! Her ikisi de varsayıma dayalı ve hepsinin sonuçları kötü. İşte böyle ispatsız uydurulan şeyler insanları dinlerinde de yanıltır. İslâmiyet’te demokrasi yoktur, lâiklik yoktur ifadeleri böyledir.
فَكَيْفَ (FaKaYFa) “Nasıl oluyor?”
Onların bu hükümleri nasıl oluyor? Onlar o zaman ne yapacaklar? Onları bir araya getireceğiz ve herkese yaptığının karşılığını hiçbir zulme uğramadan vereceğiz. Onlar şimdi bu kötülüğü yapmaktadırlar. Yarın bunun cezasını ödeyecekler. Onlara zulmedilmeyecektir. Bu sebepledir ki onlar gerçekten daimi cehennemde kalmayacaklardır. Cezalarını çektikten sonra çıkacaklardır. Ancak bu hüküm yalnız kendileri için değil, bütün insanlar için geçerlidir. Allah’ın Kitabı’na ait hükmü kabul etmeyenler, diğerlerinin haklarını yedikleri için cezalarını çekeceklerdir. Bugün bu küçük sıkıntıya katlanamayanlar, yarın verdikleri sıkıntıların karşılığını nasıl ödeyeceklerdir? Bugün çok kolay savacağın bir şeyi sonra bazen hayatınla ödüyorsun.
إِذَا جَمَعْنَاهُمْ (EiÜA CaMaGNAvHuM) “Onları cem edeceğiz.”
Zulmedenlerle zulmolunanları cem edeceğiz. Allah’ın insanların delâletine ihtiyacı yoktur. Hiç kimse yaptığı kötülüklerle Allah’a bir zarar veremez. Allah kendi hukukunu insanlara bırakmıştır. İnsanlara zulmedenler Allah’a zulmetmiş olurlar. İnsanlara iyilik edenler Allah’a iyilik etmiş olurlar. Bu dünyada muhakeme edilip beraat edenler mahkeme adaletle hükmetmiş ise ahirette de beraat etmiş olurlar. Muhakemede yalan ve hile görülmemişse bu böyledir. O sebepledir ki bir mü’min mahkemeye gittiği zaman şüpheli şeyler konuşmaz. Yoksa hesap ahirete kalır ve orada buradan çok daha acı sonuçlarla karşılaşılır.
لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ (LıYaVMın LAv RaYBa FIyHı)
“İçinde rayb bulunmayan bir yevm için onları cem ettiğimizde.”
Ahirette bütün insanları bir araya getirecektir. Böylece herkes herkese cevap vermek zorunda olacaktır. Biz bir kötülük yapmış ve bu kötülükle biz farkında olmadan başka insanlara zarar vermişsek, onlardan her biri ayrı ayrı bizden davacı olacaktır. Mesela, yolun ortasına taş attın, araba geçerken o taşa çarptı. Oradaki kişiler sarsıldılar. Araba sarsıldı. Kaza oldu. İşte burada verdiğin zararı ve sıkıntıyı ödeyeceksin, yani onun hesabını vereceksin. Bazen yapılan kötülük çok küçük olur, ama sonuç çok büyük olabilir. Bir kibrit çakarsın. Fiil çok küçüktür. Ama bir ormanı yakarsın. Zarar çok büyük olur. O gün bütün yaptıklarımızın hesabını teker teker verme durumundayız. Bu yevmin içinde karışıklık yoktur. Hereksin hesabı nettir. Değerlendirilmesi nettir.
وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ (Va VufFıYaT KulLu NaFSın) “Her nefse ifa olunacaktır.”
Yani hakkı verilecektir. Allah’ın Kitabı’ndan anladıklarına uymayanlar verdikleri bütün zararları öderler. Allah’ın Kitabı’na uyanlar zarar vermiş olsalar bile Allah onları affedecek, karşı tarafa da cennette daha yüksek yer vererek mağdur etmeyecektir. Dikkat edilirse burada “her nefse” denmektedir. Yani Yahudi, Hıristiyan, Budist, Müslim; Şii, Hanefi herkes, kim olursa olsun, ne yapmışsa onun karşılığını alacaktır. Dolayısıyla başkalarının haklarını teslim ederken çok daha dikkatli olmanız gerekecektir. Allah’ın Kitabı’na göre hükmedilmeniz için davet olunduğunuzda kaçmayın. Onlar da kaçmasınlar. Hakem kararlarına teslim olsunlar.
مَا كَسَبَتْ (MAv KaSaBaT) “Ne kesbetmişse o ona ifa edilecektir.”
Kesbedilen şey iyilikse o ona ifa edilecektir. Kötülükse de o ona ifa olunacaktır. İnsanlar eğer kendi içtihat ve icmaları ile hareket ederlerse, hata etseler bile karşılığında yine ücret bulacaklardır. Oysa İçtihat etmeyip içtihat ve icmalara göre hareket etmezlerse, onun karşılığı da onlar için azab olacaktır. Hakem kararları insanların can simididir. Ne yapalım, hakemler böyle karar verdi der, gerçekten kurtuluş yolunu ararsın.
وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (Va HuM LAv YuZLaMUvNa) “Onlara zulüm olunmaksızın
hepsini bir araya getirerek birden kendilerini cezalandıracağız.”
Kimseye zulmedilmeyecektir. Herkes adil bir şekilde muhakeme olunacaktır. Belki bu muhakeme dönemi insan ömrü kadar uzun olacaktır. Çünkü herkes dünyada yaptıklarının hesabını saniye saniye verecektir. Kısa zamanda bu hesap nasıl görülecektir? Gerçi melekler de bilgisayar kullanacaktır. Ama ince hesaplar bilgisayara geçmez. İnsanlar bu sebeple bir araya gelecekler ve hesap vereceklerdir.
İçtihat, icma ve bunlara dayalı olarak hakemler sistemi ile alınan kararlar sizi o günün hesabında koruyacaktır. Herkes Kitab’a dayalı olarak içtihat yapacak ve ona göre hareket edecek. İcmalara herkes uyacak. Çıkacak ihtilaflar hakemlerce bu içtihat ve icmalara dayalı olarak halledilecektir.
İşte sade ve içinden çıkılacak Hak düzeni budur. Yoksa insanın ömrü boyunca okuyup bitiremeyeceği kanun sisteminde sorunlar nasıl çözülecektir? İnsanlar bu kanunlarla nasıl muhakeme edilip mahkum edileceklerdir? “Adil Düzen”i kabul etmeyenler zulüm düzeni içinde yuvarlanıp gitmektedirler.
قُلْ (QuL) “Kavl et.”
Bu sûre baştan “Sana tenzil etti.” ifadesiyle tekil olarak başladı. Çünkü içtihat şahsidir. İstişare ve icma değildir. Kişi önce herkesi dinleyip deliller toplayacak, başkaları ile tartışarak yahut istişare ederek kararlar alacaktır. Sonra amel edecektir. Daha sonra da diğerlerinin görüşlerine uyan kısımları tesbit edip icma ile olan ilişkisini tesbit edecektir. Bütün bu görevler kişiye verilmiştir. Bütün bunlar yapılırken siyasi iktidara gerek yoktur. Önce tebliğ safhası vardır. Sonra da davet safhası vardır. Tebliğ sadece duyurmadır. Davet ise işbirliğine çağırmadır. Bütün bunlarda siyasi otoriteye gerek yoktur. Mekke döneminde yapılacaklardır. Medine döneminden farklı onlar içtihat yapacak durumda değildirler. Çünkü onlarda Kur’an ve Furkan yoktur. Onun yerine peygamber vardır. Kur’an da nâzil oluyordu. Bizde peygamber yoktur ama onun yerine Kur’an ve Furkanımız yani fıkıh usûlümüz vardır. İktidara gelince, siyasi güce gelince, o bizim işimiz değildir. Biz gerekeni yaparız. Allah isterse Hazreti Musa ve Hazreti Muhammed’de olduğu gibi siyasi güç verir, yahut da Hazreti İsa’da olduğu gibi onu başkalarına bırakır. İşte bu âyet bize bunu öğretmektedir.
Mülkün maliki sensin. İstediğine verirsin, istediğinden alırsın.
اللَّهُمَّ (elLAHumMa) “Allahım.”
“Allah” kelimesi “ilâh” kelimesinden türetilmiş kabul edilebilir. Mezopotamya’da Allah’ın adı “Enlil”dir. Ancak biz Allah kelimesini ilâhtan değil de ilâh kelimesini Allah’tan getiriyoruz. “Allah” “Besmele”nin oluşmasında oluşan kelimedir. “Hu” “O” demektir. Kâinat varolmadan önceki addır. “Lehu” her şey O’nun demektir. Melekût âlemidir. Vahdet dönemidir. “Billah” her şey Allah sebebiyledir, her şey O’nundur demektir. İşte buradan “B” harfini yani zâhir âlemi kaldırırsanız “Allah” kelimesi kalır. Varedici’nin Kânat’ı yaratmadan önce adı “Huve”dir. Kâinat’ı yarattıktan sonra O’nun adı “Allah”tır. Onda “Lehu”daki “Lam” var. Bir de “Billah”daki ikinci “Lam” daha vardır. Şimdi bundan sonra sonunda eklenen “Umma” ekinin anlamı nedir, acaba? “Ya Rabbi” derken “Ey Rabim” deriz. Bu da “Ya Allah” demektir. Başına “Ya” getireceğimize sonuna “Umma” getiriyoruz. “Ya” “Va” olarak düşünülebilir. “V” da “M”ye dönmüştür. “Ya” sona alınmış demek oluyor. “Ey Allah” anlamı çıkar. “Va” harfi ben anlamındadır. Tükçe ve Farsçada “Men” yahut “geldim” dediğimizdeki “m” aynı anlama gelmektedir. Sonunda “Allahumme/ Ey Allah’ım” demektir. Sonundaki “m” ben demektir. Diğeri de “ya”dan dönüşmüştür. “Ey Allah’ım” diye dua et deniyor. Yani biz bize düşeni yapacağız. Sonrasını Allah’a bırakacağız. Biz iktidar olduk veya olmadık söz konusu olmayacaktır. Biz servet sahibi olup olmadığına bakmayacağız. Biz sadece görevimizi yapacağız.
مَالِكَ الْمُلْكِ “Mülkün mâliki olan, Sen mülkü dilediğine verir, dileğinden alırsın.”
“Allahumme”deki “Allah” mensubdur. Çünkü “Ya”nın muhatabıdır. Üstünlü olması haber olmadığına delâlet eder. “Ey mülkün mâliki Allah’ım, Sen mülkü dilediğine veriyorsun.”
Mülk, bilek kelimesi ile akrabadır. İki manâsı vardır. Güçlü demektir. Bileği bükmek, yenmek demektir. Diğer taraftan emek demektir. Çamuru yoğuran kimselere denir. Emekle toprağa mâlik olunur. İşgal menfaatin, ihya mülkiyetin kaynağıdır. Mülk kelimesi hem toprağa sahip olmak anlamına gelir, hem de iktidar olma anlamına gelir. Yeryüzü Allah’ındır. O halde yeryüzünün mâliki O’dur. Topraklar O’nundur. O da kendisine halife kıldığı insanlara onu vermiştir. Bunun diğer anlamı iktidar olmak yani hükümet olmaktır. İnsanlara hükmetmek demektir. Melik demektir. İşte muktedir olan melik yine O’dur. Yine hükümranlığı da Allah kendisine halife kıldığı topluluğa vermiştir. Anayasamızda “Yeryüzü insanlığındır.” dediğimizde bunu ifade etmiş oluyoruz. İçtihat ve icma müesseseleri de böyle doğuyor. Demokrasi bu demektir. Beş yılda bir yapılan ve ekseriyet sistemine dayanan bir sistemde demokrasi olmaz. Demokrasi her şeyden önce içtihat sistemi demektir. Herkesin kendi içtihadı ile amel etmesi, mezhebi ile ilzam olunması demektir. Demokrasi icma demektir. İttifak edilen hususlara uyulması demektir. Demokrasi demek yerinden yönetim demektir. Kişinin topluluğunu değiştirebilmesidir. Demokrasi, hakem kararlarına uyma, yargı üstünlüğünü tanıma demektir. Bu mülkiyet kişinin mal ve arazi mülkiyetine kadar iner. Kişi içtihatları ile hareket ettiği gibi kendi mülkünü de kendisi yönetir. Özel mülkiyetin olmadığı yerde içtihat olmaz, kamu mülkiyetinin olmadığı yerde de icma olmaz.
Toprak mülkiyeti ile kamu iktidarı Arapçada aynı kelime ile ifade edilmiştir. Çünkü yerinden yönetimde merkezlerin taşralara karışma ve emretme yetkileri yoktur. Merkez ortak toprakları yönetir, taşra kendi toprağını kendisi yönetir. Merkez hadimdir, hakim değildir. Merkezin kanunlarını taşranın temsilcileri yapar ve yalnız merkezde uygulanır, taşra ise kendi kanunlarını kendisi yapar. Merkezde yapılan kanunlar taşrada geçerli değildir.
تُؤْتِي الْمُلْكَ (TuETıy eLMuLKa) “Mülkü ita edersin.”
Burada mülk kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü Allah’ın mülkiyeti ile özel mülkiyet farklıdır. Allah’ın mülkiyeti mutlak mülkiyettir. Oysa insanlara verilen mülkiyet sınırlı mülkiyettir. Mülkün şeriata göre yönetilmesi gerekir. Kişiler veya topluluklar onu istedikleri gibi kullanamazlar. Biz anayasamızda bu sebeple “Yeryüzü insanlığındır. İnsanların onu tahrip edemezler.” diye yazdık.
Burada “Temlikü’l-mülke” denmemiş de “Tü’ti’l-mülke” denmiştir. Çünkü mülk devredilmiyor, sadece kullanılmak üzere veriliyor. Nasıl bir vilayete atanan vali o vilayetin sahibi değilse, sadece yönetmekle görevli ise ve yönetmesine göre ücret alma hakkına sahipse; yeryüzünün toprakları da topluluklara ve kişilere böyle verilmiştir. O topraklara baksınlar ve onun karşılığında ondan yararlansınlar. Vali nasıl vilayeti başka ülkeye devredemezse, onu tahrip edemezse; insanlar da kendilerine verilen mülkü tahrip edemezler, şeriata aykırı işleri oralarda yapamazlar. Onun için “Verirsin” denmektedir.
Bu verme işi nasıl olmaktadır? Verme işi iki şekilde olmaktadır.
Biri hukuk kuralları içinde hakemlerden oluşan yargı denetiminde olur. Kaynağı işgal ve ihyadır. Devredebilmedir. Mirastır. Alışveriştir. Bu muamelelerde çıkan ihtilaflar hakemlerce çözülür. Bir ocağın, bir bucağın, bir ilin ve bir devletin barış yoluyla nasıl kurulacağı anayasamızda yer almıştır. Topraklar madem bütün insanlarındır, bunu işgalle bölüşeceklerdir, ihya ile mâlik olacaklardır. Ülkeler dış güvenliği sağladıkları yerlere sahip olurlar. İller ise iç güvenliği sağladığı yerlere mâlik olurlar. Bucaklar hukuk düzeni kurarlar, ocaklar birlikte yaşamayı gerçekleştirirler. Kişi ise asıl hak sahibidir. Dilediği ocağa, bucağa, ile ve ülkeye göç etme hakkına sahiptir. Kendi hakkını da alıp götürebilir. Birleşen insanlar kendi ocaklarını, bucaklarını, illerini ve ülkelerini kurabilir ve kendilerine düşen toprakları alabilirler. İşte bu hukuk düzenidir. Ekonomik kanunlarla kişilerin özel mülklerini alıp vermektedir. Sosyal kanunlarla da kamu mülklerini ve iktidarlarını alıp vermektedir. Şeriat içinde kişiler mâlik olmaktadırlar.
Diğeri savaşla elde edilen mülkiyettir. Zorla elde edilen iktidardır. Hakem kararlarına uymayanlara karşı uygulanacak askeri sistemdir. Savaş düzenidir. İhtilallerle elde edilen iktidarlar da böyledir. Bunların hepsini düzenleyen Allah’tır. Allah iktidarı istediğine verir.
مَنْ تَشَاءُ (MaN TaŞAvEu) “Kime istersen ona servet verirsin veya siyasi iktidar verirsin.”
Buradaki “Men”e kişiler dahil olduğu gibi tüzel kişiliği olan topluluklar da dahildirler. Kişi olarak cenin dahil kadın erkek her insan dahildir. Mirasının taksimine kadar özel mülke sahiptir. Kişilerin mamelekleri vardır. Onlar onlara verilen mülktür. Hukuk kuralları içinde buna sahip olurlar. İçtihat ve icmalar bu hukuk kurallarını ortaya koyar. Kişi içtihat yaparken ve topluluklar icma ederken Allah’ın halifesi olarak bu içtihat ve icmaları yaparlar. Sonra o kararlara uyarken de bir kul olarak uyarlar.
Buradaki Allah’ın meşieti o içtihat ve icma esnasında Allah’ın yaptığı ilhamlardır. İnsanlara öyle kararlar aldırarak o düzeni kurmaktadır. Bunların bir kısmı Allah’ın razı olduğu kararlardır. Bir kısmı ise sadece Allah’ın iradesi ile olan kararlardır. İster hukuk düzeni ile ister askeri düzenle elde edilen sonuçlar olsun, hep Allah’ın iradesi ile olmaktadır.
Allah bize bunları niye söyletiyor? İnsan için sadece çalışma vardır. Sonuçlar ise tamamen Allah’a aittir. Biz çalışarak mülk edinmek isteriz. Ama O ne kadarını isterse o kadarını verir. Verdiklerine şükrederiz. Biz siyaset yaparız, hizmete talip oluruz, ama O ne kadarını isterse o kadarını verir, istediğine verir.
Ocak yönetimi, bucak yönetimi, il yönetimi, ülke yönetimi, insanlık yönetimi birer hizmettir. İstediğine verir. Askeri metotla vermiş olsa bile biz ona itaat ederiz, yahut göç ederiz. Biz çalışmaktan sorumluyuz, sonuçlar ise Allah’a aittir. Kaderimizde ne ise ona rıza gösteririz
وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ (Va TaNZıGu elMuLKa) “Mülkü nez’ edersin.”
“Nez’ etmek” çekip çıkarmak demektir. Bir fidanı kökünden sökmek demektir. “Neza” sökülen şey anlamındadır. “Mülkü nez’ edersin” deniyor. “Mülkü ahz edersin” demiyor. Çünkü insanlar mülk sahibi olmak isterler ama edinmeseler de o kadar dert etmezler. Ama edindikleri serveti veya makamı kaybettiklerinde çok sıkılırlar. Onun için mülkü almak “nez’” kelimesi ile ifade edilmektedir.
Hukukta mükteseb hak bu vetireden doğmuştur. Akdi yapanlar, yahut tasarrufta bulunanlar artık geri dönemezler, ben pişman oldum diyemezler. Hele yargıda bu tamamen geçerli kuraldır. Kişi hakemini tayin ettikten sonra artık onu azledemez. Tanık şehadet ettikten sonra dönemez. Dönerse hüküm iptal edilmez. Şahit tazmin eder. Hakemler verdikleri karardan geri dönemezler. Yanlış yaptık deseler de artık verdikleri karar iptal edilmez. Bir işin devamı iptidasından esheldir. Yanı iptida için gerekli şartlar devamı için gerekmez.
İşte bütün bunları “nez’” kelimesi bize anlatmaktadır. Hukukun temel kuralıdır. Hata da olsa yargı kararları kesin olup dava kazanan kesin kazanmış olur. Artık onun haklarında tereddüt kalmaz. Mağdur olan hakkını borçludan değil başka yerlerden arar. Hata yapanlarda arar.
مِمَّنْ تَشَاءُ (Mim MaN TaŞAEu) “Kime meşietin olursa. Kimden istersen.”
Burada “Min” kelimesini kullanmıştır. Kişinin iktidara gelmesi veya kaybetmesi, servet sahibi olması veya yoksul olması kişiliğinde herhangi bir değişiklik yapmaz. Makam ve servet kişinin kişiliğinde bir yüceltme ve düşürme yapmaz. Görev farkları dolayısıyla yetki farkları, sorumluluk, ücret gibi farklılıklar, mal varlığı üzerindeki eder kendi kişiliğine etki etmez.
وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ (Va TuGızZu Man TaŞAEu) “Meşiet ettiğini aziz edersin.”
“İzzet” demek topluluk içinde sözü dinlenir adam olmak demektir. Saygın olmak demektir. Herkes ona itaat eder, söz geçirir demektir. Topluluk içinde kredisi olan kimse demektir. Bir insanın izzetli olması için şeriat kurallarına uyan kimse olması gerekir. Şeriatın insandan istediği nedir? Yalan söylememek, kimsenin hakkını yememek, verilen sözde durmak, ihsan sahibi olmak demektir. İhsan sahibi demek, elinden geldiğinde herkese iyilik etmek demektir. Kur’an bunları dört noktada toplamıştır:
a) Her söze kulak verirler. b) Kendilerini sevmeyenleri de severler. c) İyilikte yardımlaşırlar, kötülükte yardımlaşmazlar. d) Yalnız Allah’tan çekinirler, dedikodulardan korkmazlar.
وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ (Va TuÜilLu Man TaŞAEu) “Ve meşiet ettiğini de zelil edersin.”
“Zeyl” etek demektir. “Zelil” alçaltılmış, aşağılanmış kimse demektir. Ta’zizin karşılığı olarak getirilmiştir. Ta’ziz, söz geçiren; tezlil ise söz geçiremeyen şeklinde ifade edilir. Aslında iktidar böyle doğmaktadır. İnsanlar onun sözünü dinlerlerse aziz olurlar, dinlemezlerse zelil olurlar. Biri imam olur ve namaz kıldırır. Cemaat ona uyar. O kimseye yapılan itaat makam itaatidir. Toplulukta bulunan alimi ise ilminden dolayı dinlerler, sözleri etkin olur. İsmet İnönü böyle sözü dinlenen kimse idi. Sonra Adnan Menderes böyle kimse oldu. Ondan sonra Necmettin Erbakan sözü dinlenir kimse haline geldi. Hasımları bile sonunda onun dediğini yapıyorlardı. İşte Allah topluluklar içinde böyle sözü dinlenen kimseleri var eder.
Hayvan topluluklarında da böyle iki çeşit başkan vardır. Biri başkandır, nasıl hareket ederse sürü öyle hareket eder. Diğeri sürü içinde alelade bir üyedir. Ama o ne tarafa meylederse başkan ona uyar. İşte nebi aziz olan kimsedir. Resul ile melik yerinde olan kimsedir.
Burada hep “Men Teşau”ları tekrar etti. Zamir göndermedi. Çünkü kastedilen kişiler hep farklıdır. Bu âyetler aynı zamanda yetkili olan kimselerin kendi içtihatları ile hareket edeceğini, kendilerini atayanların içtihatları ile hareket etmeyeceğini gösterir. Çünkü atayan hilafeten atamıştır. Atayana atama yetkisini Allah yani topuluk vermiştir ama herkes şeriata göre hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla kendisini atayana değil içtihadına uyacaktır. Sorumluluk da üstüne karşı değil hakemlere karşı olacaktır. Kur’an’ın resmî yorumlayıcısı yoktur. Herkes kendine göre yorumlayıp uygulatacaktır. Nizalar hakem yoluyla çözülecektir.
بِيَدِكَ الْخَيْرُ (Bi YaDiKa elPaYRı) “Hayır senin yedindedir.”
“Va” harfi getirmeden “Hayır senin elindedir” diyerek mülkün verilmesinin, alınmasının, taziz edilmesinin, tezlil edilmesinin hep hayır olduğunu ifade etmiş olur. Evet, zenginlik de hayırdır, yoksulluk da hayırdır. İktidar, yönetici olsan da hayırdır, yönetilen olsan da hayırdır. İmam ile cemaatin sevabı aynıdır. Cemaat olmanın sevabının ise 27 kat fazla olduğu hadislerde zikredilmiştir. Kapıcı ol, önemli değildir. Yeter ki o görevini iyi bir şekilde götür. İşte mü’min buna inanır ve kendisine verilen görevleri yapar. Sonra ne olursa hayır ve şer Allah’tandır der ve kendisi eğer muttaki ise onun için mutlaka hayır olduğunu bilir.
“Elindedir” demek, sen istediğine verir, istediğinden alırsın demektir. O halde işlerin hepsi hayırdır. Sadece kötüler için şerdir. İyiler için hepsi hayırdır.
إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (EınNaKa GaLAv KulLı ŞaYEın QaDıYRun) “Her şeye kadir sensin.”
Yani biz niyet ederiz. Yapmak isteriz ama asıl yapan sensin. Dolayısıyla yapılanın hepsi hayırdır ve senin iradenle olmuştur. Biz içtihat ve icmalarımızdan ancak ona göre amel etmiş olup olmadığımızdan sorumluyuz, sonuçlardan sorumlu değiliz. Sonuçlardan dolayı değil, davranışlarımızdan sorumluyuz. Bu hukuk düzeninin ana kuralıdır. Askeri düzende sonuçlardan sorumluluk olduğu halde, hukuk düzeninde davranışlardan sorumluluk vardır. Çünkü sonuçları oluşturan biz değil, Allah’tır. İçtihat ve icmalarımızda da samimi olup olmadığımıza göre sorumluyuz. İhmal edip etmediğimizden sorumluyuz. Yoksa hata etmiş olsak da sorumlu değiliz. Hatalardan dolayı bu dünyada başarılı olmamış olabiliriz. Ama o da Allah’ın takdiridir. Hata etmemiz mutlaka hayırlı olmuştur. Kadere rıza göstermek budur.
“Sen” kelimesinin başa alınmış olması tahsisi ifade eder. Yani, her şeye yalnız sen kadirsin denmektedir. İçtihat ve icmalardaki isabetimiz de senin elindedir.
“Kudret” ölçülü demektir. Aynı zamanda enerji demektir. Enerji sakımı kanunu 19. asrın sonlarında keşfedilmiştir. Oysa Arapçada kudret ölçülü demektir. Enerji ölçülü olduğu gibi her şey ölçülüdür. Mukadderdir. Kader değiştirilemez. Ancak kaderde tercihler vardır. Nasıl otobanda yürüyen arabalar otobanın dışına çıkmazlar ama şerit değiştirebilirlerse, biz de ancak hayat otobanında şerit değiştirebiliriz. Yoksa otobanın dışına çıkamayız. “Kadir”in nekire olması, bizim de cüz’î irademizin olduğunu ifade eder.
“Şey” meşiet edinilmiş demektir. Sen neyi meşiet ediyorsan onu yapmaya muktedirsin. Başka bir ifade ile, muktedir olduğunu meşiet edersin. Bir ikinci ilâhı var etmeyi meşiet etmezsin.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 226. SEMİNER Yorum-56 İstanbul, 12 Eylül 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Bir Âyet:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَاِبْنِ السَّبِيلِ
“Allah’ın yolunda ve yol halkına ayıracaksınız.” [Tevbe(9);60]
Kur’an’da kabile bütçesi ve bucak bütçesi “sadaka” olarak adlandırılmış ve hak sahiplerine dağıtılmıştır. Devlet bütçesi “enfal” olarak adlandırılmıştır ve o da yetkililere bölüştürülmüştür. İl bütçesi hakkında bir bilgi yoktur. Gelirleri olarak tarım gelirleri gösterilmiş olmaktadır. Biz onları dağıtırken yarısını devlet, yarısını da bucak bütçesine göre bölüştürüyoruz.
Bu âyetlerde hak sahipleri gösterilirken “yoksullar” ile “yol halkı” her iki âyette de yer almakta, diğerleri ise yalnız onlardan birinde yer almaktadır. Yani “yol halkı ile ilgili paylar” bütün bütçelerde yer almaktadır. Buna dayanarak tarihte “kervansaraylar” kurulmuştur. Kervansaraylar yolcuları parasız barındırır, onların yeme ve içme ihtiyaçlarını temin eder, hayvanlarını besler. Hasta olan insan ve hayvanları da tedavi ederdi. Bunların gelirleri civardaki öşürden sağlanıyordu. Halk devlete vereceği öşrü onlara veriyor, onlar da bu hizmetleri görüyordu.
Bugün bu âyete göre hizmet vermek istesek “Mala-Mal Marketleri” kuracağız.
“Mala-Mal Marketleri”nin satışlarına bir pay koyacağız. Bunlarla “Konaklama Siteleri”ni kuracağız. Halk buradan gelip geçecektir. Market gelirleri ile taşıma masraflarını karşılayacağız.
Bu konaklama yerleri neler yapacaktır?
Bir “Konaklama Sitesi”nde tek odalı elli kadar ev olacaktır. Bu odalarda çift çekyat bulunacaktır. Herkes kendi çarşafını ve terliğini kendisi getirecek yahut orada satın alacaktır. Mutfakta kendi yemeğini pişirecektir. Banyosunu yapacaktır. Arabaların bakımı yapılacaktır. Sadece parça parası alınacaktır.
İşte zekâtın, humusun ve öşrün gelirleri buralarda harcanacaktır. Üçte bir bunlara ayrılmış olacaktır.
Adil Düzen:
“ADİL DÜZEN”DE DAĞITIM
“Adil Düzen”de “Dağıtım Şirketleri” vardır. Bunları halk kurmuştur. “Adil Düzen”de dağıtım şirketleri şöyle çalışırlar. Üretici ürettiği malın dağıtım çevresini gösterir. Sadece bu ilçe içindeki bucaklara kadar ulaştırılacaktır. Diyelim ki bunun için ürünün %2’si dağıtım şirketine verilir; pay belgesi olarak verilir. O onu istediği bedelle satarak gelirini temin eder. İkinci kademede il içinde dağıtılmasını ister ve %4 alır. Bölge içinde dağıtılmasını ister ve %6 alır. Ülke içinde dağıtılmasını ister ve %8 alır. Kıta içinde dağıtılmasını ister %10 alır. Tüm dünyaya dağıtılmasını ister ve %12 alır.
Bu ürün dağıtılacak yerlerden sipariş geldi mi dağıtıcıya bildirilir ve dağıtıcı bunu adresine ulaştırır. Artık dağıtıcı herhangi bir ücret almaz. Yakına götürdüğü ile uzağa götürdüğü için aynı ücreti almış olur. Yani birbirini sübvanse ederek hitap ettiği alanda mal aynı bedelle satılmış olur. Nasıl vücudumuzda tansiyon her tarafta aynı ise fiyat da her tarafta aynı olur.
Dağıtıcı rakip firmalar oluşturulur ve dağıtım payı mala göre yükseltilir ve düşürülür.
Bu geçici bir çözümdür. İleride bu “Genel Hizmet” olarak ortaya çıkacak ve bütün mallar için ortak bir pay verilecektir. Bu paylar %1’ler civarında olacaktır. Şöyle ki, nakliyecilerin konaklama yerleri, yakıtları, tamirleri hep karşılıksız yapılacağı için ulaşım son derece ucuzlayacaktır. Ayrıca taşıma hep dolu olacağı için maliyet çok az olacaktır.
Böyle biri dağıtım mekanizması küçük üreticileri de aynı rahatlıkla çalıştıracaktır.
Bir Çözüm:
“ADİL DÜZEN”DE ULAŞIM SORUNU
İnsanlığın bugün karşılaştığı en büyük sorun ulaşım ve haberleşme sorunudur. İnsanlık artık tek vücut olmuştur. Kan damarları olan “ulaşım” ve sinir damarları olan “haberleşme” ile insanlığın gelişmiş vücudu ayakta kalabilir. Ne var ki, gerek haberleşmeye gerekse ulaşıma mani iki engel vardır. Biri ekonomik nedendir. Tekellerin elinde bulunan haberleşme ve ulaşım halkın birbiriyle görüşmesini ve gidip gelmelerini engellemektedir. Diğeri ise halkı birbirinden uzak tutup sömürebilmek için birtakım siyasi ve bürokratik engeller konmuştur. Gümrükler, vizeler, pasaportlar, harçlar v.s. seyahati son derece zorlaştırmaktadır. Bu engellerin oluşturduğu rüşvet şebekesi ise bu ulaşımı gün geçtikçe daha da zorlaştırmaktadır.
Mesela, Kırgızistan’da altı sene evvel bir TIR birkaç yüz dolar rüşvetle içeri girebiliyordu. Şimdi bu rüşvet birkaç bin dolara yükselmiş. Böylece insanlık içinde “Adil Düzen”in oluşmasına en büyük engel teşkil etmektedir. Birkaç gün içinde Kırgızistan’a varacak olan TIR, bu durumda birkaç hafta içinde varabilmektedir.
İşte bu engelleri “Adil Düzen” acaba nasıl aşabilir?
Uluslararası çözüm merkezi çözüm olamaz. Bunları halk organizasyonu aşacaktır. Bir örnek vermek istiyorum.
Bişkek-İstanbul arasında bir iletişim ve ulaşım kanalı tesis etmek istiyoruz. Bunun için şunu yapıyoruz. “Akevler”de bir odalı ahşap evler yapıyoruz. Bu evlerin maliyeti 2000 dolardır. Kırgızistan’da tek odalı evler vardır. Bunlar işletilmektedir. Ben gecede 15 dolar vererek böyle bir yerde yattım. Bunu biz en çok 5 dolara indirebiliriz. 5 dolarla bizim “Ahşap Evler” 400 günde kendisini amorti edecektir. Beş senelik amorti düşünürsek bunun ne kadar kolay mümkün olduğunu görürüz. Bir odada iki kişi yatacağına göre, demek ki bir yıl bile gerekmeden amorti edilmiş olacaktır.
Bu evleri 500 kilometrede bir yerleştiririz. İstanbul-Bişkek 5000 kilometredir. Demek ki yirmiden az yerde böyle “Konaklama Siteleri” kuracağız. “Konaklama Siteleri”nde şoförlerimiz aileleri ile kalacaklardır. Şoför arabayı alacak ve 250 kilometre götürüp gelen şoföre teslim edecektir. O onun arabasını alıp kendi konaklama yerine getirecektir. Böylece günde 500 kilometrelik bir yolculuk yapacaktır. Bu yolu da sekiz saatte alabilecektir.
Yolcular aynı biletle isterlerse devam edecekler, isterlerse o gün veya akşam kalıp ertesi gün yola devam edebileceklerdir. Arabaların bakımları bu “Konaklama Siteleri”nde yapılabileceği gibi; yolcuların mallarını da bunlara refakat edecek TIR’lar taşıyacaktır. Konaklama yerleri arasında telsiz haberleşmesi sağlanarak haberleşmelere de katkıda bulunulacak, kargo ve posta süratle çalışmış olacaktır. Sekiz saatte 500 kilometreyi alan araba günde 1500 kilometre yol alacaktır. Demek ki Kırgızistan’a dört günde varabilecektir. Gönderilecek disket yerine zamanında ulaşmış olacaktır.
Şimdilik İstanbul, Samsun ve Batum’da kuracağımız 20 evlik siteler yani 120 000 dolarlık bir yatırım bu işin başlanmasına yeterli olacaktır. İşte “Adil Düzen”e inanan yatırımcılar ortaya çıktıkça bu sorunun çözümüne başlanacaktır demektir. Bu ulaşım sonra “Mala-Mal Marketleri Zincirleri”ni oluşturacaktır.
Bir Yorum:
“MİLLÎ GÖRÜŞ” VE “ADİL DÜZEN”
“Adil Düzen” “Millî Görüş”ün meyvesidir.
1950’lerde Demokrat Parti iktidar olmuştu. Bilinçli inanmışlar Demokrat Parti’yi değil de Millet Partisi’ni destekliyorlardı. Halk iktidarı MP’ye vermeyeceklerini bildiği için oyunu Demokrat Parti’ye verdi. Sonunda Başbakan Menderes’i Türkiye’yi kalkındırdı diye astılar. Bundan sonra inanmış okumuşlar yeni çıkış yolu aradılar. Kimi yeraltı faaliyeti öneriyordu. İzmir’de Remzi Güres, Süleyman Karagülle, Fethullah Gülen ve Necmeddin Erbakan ise legal çalışma gerektiğine inanmışlardır. Biz Ahmet Tahir Satoğlu ile birlikte “Akevler”i kurduk. Fethullah Gülen ve arkadaşları “Akyazılı Vakfı” nı kurdu. Necmettin Erbakan da “Millî Nizam Partisi”ni kurdu. Konularımız farklı idi ama hedefimiz birdi. Batı Uygarlığı ile İslâm Uygarlığı’nı sentez ederek yeni “Kur’an Uygarlığı”nın kurulmasına hizmet etmek.
Sayın Erbakan siyaseti “Millî Görüş”e dayamıştır. Bununla iki şey hedefleniyordu. Biri, kendimizin üreteceği bir sistemi ülkemize getirmek idi. Bu kapitalizm veya sosyalizm olamazdı. Bu yeni bir düzen olmalıydı. Ama bu düzenin ne olduğu bilinmiyordu. Parti bu düzeni üretecekti. İzmir’de Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda ilk defa bölge toplantısını yaptık. 1972’lerde MSP İzmir İl Başkanı olarak açış konuşmamda “Millî Görüş”ü şöyle tanımlamıştım: “Yağmurlar yağar, dereler olur, denize varır. Denizden çıkan buharlar yine yağmurlar oluşturur. Fikirler de böyledir. Partimizi bir deniz kabul edin. Halktan gelen fikirler bir fikir gölünü oluşturur. Sonra oradan gerisin geriye giden fikirler yeniden yağmur olur. Böylece devredip durarak yeryüzünün daha çok yeşermesini ve insanların daha çok çoğalarak gelişmesini sağlar. İşte “Millî Görüş” belli bir görüş değildir. Baştan kabul ettiğimiz görüş değildir. Sizin oluşturacağınız görüştür.” demiştim.
Aradan onlarca yıl geçti. Parti, daha doğrusu partiler “Millî Görüş”ü oluşturdular, “halkın görüşü”nü ortaya koydular; bu da “Adil Düzen” olmuştur. “Adil Düzen” “Millî Görüş”ün meyvesidir.
“Adil Düzen” Tük Milleti tarafından oluşturulmuştur. Millî görüş Partileri içinde oluşturulmuştur. Elbette bu görüş tam olarak ortaya konup da uygulanamamıştır. Ama iskeleti ortaya çıkmıştır. Bu bir “plan” olmuştur. “Akevler”in son çalışmaları ile “proje” hâline gelmiştir. Şimdi “uygulama”yı beklemektedir…
“Milli Görüş” içinde “Adil Düzen”in oluşmasında yalnız Millî Görüşçülerin katkıları olmamıştır. Erbakan’la koalisyon yapan bütün partilerin katkısı olmuştur. Ecevit, Demirel, Özal, Türkeş, Çiller ve Evren büyük katkılarda bulunmuşlardır. Diğer asker cumhurbaşkanları hep “Adil Düzen”in oluşmasında yardımcı olmuşlardır. Şimdi zavallı veya hain Millî Görüşçüler vardır. Bunlar “Adil Düzen”e karşıdırlar. Adil Düzencileri de “Millî Görüş”e karşı gösterme hainliği gayretindedirler. Oysa “Adil Düzen” “Millî Görüş”ün meyvesidir.
Bir ağaç dikersin. Senelerce ona bakarak büyütürsün. Sonunda meyve verir. Bu meyveleri toplayarak yersin ve yedirirsin. Yıllarca beslediğiniz ağaç meyvelerini verince “Bu meyve benim istediğim meyve değildir!” deyip onları toplamaz, yere dökülüp çürümeye bırakırsanız siz bir zavallı olursunuz.
İşte “Saadet Partisi”nin içindeki bazı zavallılar veya hainler böyle yapmakta, “Adil Düzen”e ve “Adil Düzenciler”e düşman kesilmektedirler. Bunlara Kur’an’ın ifadesi ile “Gayzınızla geberin.” diyorum;
Ve Adil Düzencileri müjdeliyorum: “Zafer sizindir. Yolunuza devam edin. Allah sizinle beraberdir.”
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KIRGIZİSTAN SEYAHATİ NOTLARI
1 Eylül 2003 Pazartesi günü Kırgızistan’a gittim. 8 Eylül Pazartesi günü döndüm.
Kırgızistan’da kurduğumuz bir vakıf vardır; “Kırgızistan Mescit ve Kalkınma Vakfı”. Osman Yumakoğulları arsanın parasını vermiştir. Gürsoy Erol ve arkadaşları da mescit proje parasını vermişlerdir. Reşat Erol’un delâleti ile Ahmet Bey de 7500 dolar vermiştir. Mescit arsasının yanında 1200 metrekarelik arsa vardır. Mescit arsasını AMGT’ına verdim. Ancak onlar orada değil, başkasının tapulu yerinde mescit yaptılar. Ayrıca Kızılasker’de Reşat Erol’un parası ile alınmış bir arsa vardır. Bunun dışında Kadıköy Grubu’nun Fırına yatırdıkları paralar vardır. Bunlar da 30 000 dolar civarındadır. Fırın ve bir ev yanındadır.
Beş yıl kaldıktan sonra 1996 yılında Kırgızistan’dan ayrıldım. Vakfın mühürlerini Hüseyin Kayahan’a bıraktım. Hüseyin Kayahan da Türkiye’ye dönüş yapınca mühürleri getirdi. Gidip durumu yerinde öğrenmek istedim. Hasan Hacıbektaşoğlu 2000 dolar verdi. Bunun 300 doları pasaport almaya gitmiştir. 500 dolara bilet alınmıştır. Oradaki masrafım da 300 dolar civarında olmuştur. 1100 dolarlık masraf yapılmıştır. Kalan meblağ ile de İran’a gidilmesi planlanmıştır. Telefon masrafları bunun içinde değildir. Faturası gelince belli olacaktır.
Kırgızistan Devleti’nde herhangi bir gelişme olmamıştır. Daha büyük yolsuzluk şebekeleri oluşmuştur. Bir taraftan eski küçük firmaların bir kısmı iflas edip çekilmiş, bir kısmı ise gelişerek büyümüştür. Şehrin merkezinde Türkiye’de olduğu gibi kendiliğinden canlanma başlamıştır. Evler eski değerini almamışsa da gelişmiştir. Şehirdeki evlerden zararlı değiliz. Taşdöbek’deki fırın ve evler ise hâlen eski düşük değerini korumaktadır. İş bulanlar 100 dolar civarında maaş almaktadırlar. İş bulamayanlar aylık olarak 15 dolara çalışmakta ve çalarak yahut dolandırarak geçinmektedirler. Vakfın faaliyeti için şartlar daha müsait hâle gelmiştir.
Vakfın aşağıdaki sorunları vardır:
a) Altı senedir kongre yapılmamıştır. Yeniden masraflar yapılarak kongre yapılacaktır.
b) Vakfın binaları boş bulunmaktadır. Harab olmaktadır. Fırının malzemesi çalınmaktadır. Ne var, ne yok, belli değildir.
c) Nasılsa bunların sahipleri yoktur diye sahiplenenler var. Sahte tapular çıkaranlar var.
d) Vakfın yöneticileri yok olmuş.
Vakıfla ilgili olarak aşağıdaki tedbirleri aldım:
a) Vakfın Yöneticiliğine benim yerime tam yetkili olarak İbrahim Bayraktarof’u atadım. İbrahim, Tükçe’den Rusça’ya çeviriler yapan çalışkan ve takva sahibi biridir. 500 sahifeden fazla “Adil Düzen” ile ilgili tercümeler yapmıştır.
b) İşleri takip etmeye de Mansur Hanzayef’i görevlendirdim. Vakfın tapu işlerini o takip etmişti.
c) Vakfın döküment eşyalarını Suat Akpınar’a bıraktım. Suat şimdiye kadar olan dökümentleri (evrakları) koruyan kimsedir.
d) Kızılasker’deki evin vakfın merkezi olarak yapılmasını önerdim. Her hafta Pazar günü orada toplanacaklar. Üsküdar’daki seminerlerimizin özeti gönderilecek ve onlar orada okuyacaklardır. Onların da bir görüşleri ve istekleri varsa buraya göndereceklerdir.
“suat akpınar & yahoo.com” adresinden haberleşilecektir.
Osman Yumakoğulları ile görüştük. Vakfın adını değiştirmeyi teklif etti. Ben de Fatih Ramazanoğlu adının kaldırılmasını önerdim. Vakıfla ilgileneceğine söz verdi.
Bahşayış’taki arazi 200 000 dolar değeri ile kabul olunmuştur. 200 000 dolarlık altyapı yapılacaktır. 40 ortağa paylaştırılıp arsa olarak verilecektir. Eski ortaklardan 100’er demir-çimentoluk beş arsa getirene verilecektir. 10 000 doları dolduran “Ahşap Ev Ortakları”na da “Bir Arsa” verilecektir. Kırgızistan’daki payların da buraya aktarılmasına çalışılacaktır. Kırgızistan’daki vakıf orada vakıf olarak kalacaktır.
Kırgızistan’da yapılacak işler nelerdir?
a) Kırgızistan’da kaldığım günlerde bir odalı evde yattım. Geceliğine 15 dolar verdim. 2000 dolara “Ahşap Evler” yapılır ve güvenli bir yere konursa vakfa büyük bir gelir getirir.
b) Tek odalı ahşap ev imal edilirse iyi bir şekilde pazarlanabilir.
c) Naylon torba imal edilirse pazarı vardır.
d) Türkiye’den “Otobüs Turizmi” düzenlenebilir. Yollarda konaklaya konaklaya gidilir. 15-20 günde gidilip gelinebilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE