ADİL DÜZEN202
Haftalık Seminer Dergisi 05 NİSAN 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
“HİÇBİR HAKKI MAHFUZ DEĞİLDİR!” TEBLİĞ AMACIYLA FOTOKOPİ İLE ÇOĞALTIP DAĞITMAK VE e-mail GÖNDERMEK SERBESTTİR
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 202. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 29 Mart 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK YORUMLAR (33)
HİLMİ ÖZKÖK PAŞA KONUŞTU!
Bu şartlar altında Özkök Paşa neler söyledi?
1- Saddam deniz ötesindeki bir ülkeye tehlike oluşturuyor, ama Türkiye’ye tehlike oluşturmuyor! Bu nasıl mantıktır?
2- Dini, yeri, ırkı ile yabancı olan ABD Kuzey Irak’ta nasıl huzur getirecektir? Huzuru biz getireceğiz, parsayı o toplayacak! Bu nasıl müttefikimizdir?
3- Bu savaş bizim savaşımız değildir. Bizden fazla şeyler istemeyin. Bizim Irak’ta bir emelimiz yoktur. Biz sadece kendimizi savunuruz.
4- Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti bizim savaş sebebimiz değildir.
Biz ne zaman savaşırız?
a) “Bizim askerî birliklerimize saldırı olursa;
b) Oradaki halk huzursuz edilir de ülkemize göç yığını hâline gelirse;
c) Oradaki halk birbirini kırmaya başlar da ABD buna çare bulamazsa” demiştir.
TÜRKİYE KRİZİ ATLATMAK ÜZERE
Türkiye ekonomisinin çökmemesinin dört önemli sebebi vardı:
a) Türkiye “sanayileşmiş” ama “tarım ekonomisi”nden vazgeçmiş değildir. Köylüler, hattâ kentlerde oturanlar köylerine gidip ziraat yapmakta ve ürettiğini kendisi tüketmektedir.
b) Türkiye’de hemen her evde maaşlı bir kişi vardır. Ekmek geliyordu. Açlık yoktu.
c) Türkiye “halk ekonomisi” alanında gelişmiştir. Halk üretiyor ve birbirine satıyor.
d) En önemlisi, Türkiye’de “büyük aile dayanışması” vardır. Köyde üretilenler kentlere destek olarak geliyor. Alınan ücret veya maaşlar aile ve akrabalar arasında bölüşülüyor. Böylece kriz uzadı ve Türkiye yıkılmadı.
Bu kriz Türkiye’ye yarar da sağlamıştı. Önce “halk ekonomisi” gelişmiş ve “Anadolu ekonomisi” doğmuştu. Daha önce üretenler İstanbul’a satar, tüketiciler İstanbul’dan alırlardı. Bundan dolayı Anadolu ekonomisi gelişmemişti. 28 Şubat sonrasında Anadolu İstanbulsuz iç değişmeyi sağlamaya başladı ve “Anadolu ekonomisi” gelişti.
GAZALİ
GAZALİ’NİN FELSEFEYİ KRİTİK ETTİĞİ BAZI KONULAR
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
“HAK GELDİ, BÂTIL ZÂİL OLDU”
İSRÂ SÛRESİ, 77-81. ÂYETLERİN TEFSİRİ
Milli Gazete, Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve diğerleri; Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV ve diğerleri; bugüne kadar olduğu gibi “Geçen Hafta” da “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”na yer ver(e)mediler!.. Hâlâ bu GAZETELERİ okuyor ve bu TV kanallarını izliyorsanız; artık onlara “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”nı hatırlatabilirsiniz!..
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 202. SEMİNER Tefsir İstanbul, 29 Mart 2003
“HAK GELDİ, BÂTIL ZÂİL OLDU”
İSRÂ SÛRESİ, 77-81. ÂYETLERİN TEFSİRİ
BıSMı elLAHı elRaXMANı elRaXIyMı بسم الله الرحمن الرحيم
Allah Kâinat’ı varetti. Kâinat tektir. Birçok kâinatlardan biri değildir. Başka Kâinat olsa bile bu Kâinat ile alışverişi yoktur. Bağımsız başka kâinatlardır. İnsan gibidir. Her insan ayrıdır. Doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Başkasının hayatı benzer ise de, bu hayatla ilişkisi yoktur. İşte bu Kâinat varedilmiş, gelişmeye başlamış, bugün on milyar yılın üstünde bir yaşa ulaşmıştır. Yaşlanmaktadır ve ölecektir. Benzer şekilde mesela Vanlılar doğmuş, gelişmiş, yaşlanmaktadır ve öleceklerdir. İnsanlık da doğmuş, gelişmiş, yaşlanmaktadır ve ölecektir. İnsanlık içinde uygarlıklar doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. “I. Kur’an Uygarlığı” doğmuş ve gelişmiş, şimdi tarihe karışmıştır. “II. Kur’an Uygarlığı” doğmaktadır. “Batı Uygarlığı” doğmuş ve gelişmiş; şimdi yaşlanmakta ve çökmektedir. Bunlar Allah’ın değişmez sünnetidir, değişmez kuralıdır.
(SunNata MaN QaD EaRSaLNAv QaBLaKa) “Senden önce irsal ettiğimiz kimselerin sünneti olarak./ Senden önce gönderdiğimiz kimselerin kuralları olarak.” “Namazı kıl.” Hal fiile takaddüm edebilir. “Kaimen lehu kultu/ Ona iken söyledim” olarak söylenebilir. Bu âyet hâl ayeti olup daha önceki âyetlerde geçen olayların hâli olabilir. Veya bundan sonra gelecek âyettekilerin hâli olabilir. Bunun için “Va” atfedilmiş olmaması gerekir ve ayrı âyet olması gerekir. Her iki manâsı da doğrudur. Biz sonrakine alıyoruz. Takdim etmesinin hikmeti kurallara vurgu yapmadır. “Kad” kelimesi “irsal”in sürekliliğini ifade eder. Hz. Muhammed’den önce gelmiş bütün peygamberleri içine aldığı gibi; eğer “Ke/ Sen” harfini mü’mine veya “nebi” veya “resul”ün halefine gönderecek olursak, bugüne kadar gelen bütün resulleri, nebi olan veya olmayan resulleri içerir. Hazreti Muhammed ve ondan önce gelen peygamberlerin bir kısmı hem nebi hem de resul idiler. Kur’an’dan sonra vahiy alan nebi gelmeyecektir. Dolayısıyla resul-nebi gelmeyecektir. Ama “içtihat”la “nübüvvet”; “emirlik”le de “risalet” devam edecektir. Onların sünneti de aynıdır.
(MiN RuSUvLıNAv) “Resullerimizden/ Elçilerimizden”. “Senden önce gönderdiklerimizin sünneti.” Kur’an’da “Allah ve ulu’l-emre itaat” tâbiri kullanılmaktadır. Demek ki resulleri emirler temsil ederler.
(Va LAv TaCıDu LıSunNaTıNAv TaXVıLAv) “Sünnetimizde bir tahvil vecd edemezsin./ Kurallarımızda değişme olmayacaktır.” Sen ey mü’min, kurallarımızda değişiklik bulamazsın. Hak uygarlığı doğar ve gelişir. Olgunluk çağına ulaşınca karşısında yeni kuvvet medeniyeti doğar. Kuvvet medeniyeti Hak medeniyetinin değişmesi ile oluşur. Bu medeniyeti filozoflar oluşturur. Hak medeniyeti yaşlanınca o kuvvet medeniyetinden doğamaz. Yeni vahye ve resule ihtiyaç vardır. İşte bu Allah’ın sünnetidir. Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecek, Kur’an yeniden yorumlanacaktır. Yeni peygamber de gelmeyecek, mü’minler âlimleri ile birlikte resulün yerini alacaktır. İşte bu sünneti devam ettirecek mü’minler burada anlatılmaktadır. Bunun başka türlü olamayacağı bildirilmektedir.
Bizim başarısızlığımız, burada öğretilen hususları yapamayışımızdır. Baştan böyle bir yolu tutamadığımız için biz ancak hazırlayıcı olduk. Bizden sonra gelen sizler uygulayıcı olacaksınız. Biz bu âyetleri hatırlatmakla o beklenen inkılâba nasıl ulaşacağınızı anlatıyoruz. Belki de sizler de bizim gibi tam yola girmediğiniz için bizim gibi yarım yolda kalacaksınız. Ama sizden sonra gelenler mutlaka başaracaklar. Bu hâl bundan sonra gelen “Namazı kıl” emrini alan kimsedir. Adil düzencilerin her biridir. III. bin yıl inkılâbını yapacak olan mü’minlerden her biridir, her birinin hâlidir.
سُنَّةَ مَنْ قَدْ أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْوِيلًا(77)
(EaQıMı elÖaLAvta) “Salâtı ikama et./ Toplantıyı yap.” “Toplantıya katıl” denmiyor; “Toplantıyı yap” diyor, “İkama et” diyor. Allah, mü’minler îman ettikten sonra başka hiçbir görev vermemiştir. Sadece okumayı emretmiştir. “Oku” emriyle işe başlamıştır. “Salât” kelimesi pişme anlamındadır. Mü’min namazlara devam ederek pişer ve olgunlaşır. Toplanılıyor ve Kur’an okunuyor. Hazreti Musa da İbrani Medeniyeti’ni Tevrat’ı okutarak başlatmıştır. İbrani Uygarlığı bununla doğduğu gibi; sonra İyonya’da Anadolu’nun Ege Bölgesi’nde İyonyalılar İbranileri taklit ederek lâik okullar kurdular. Sonra Kur’an da Tevrat gibi okunmaya başlandı. Allah daha ilk sûrelerin birinde, “Size Musa gibi resul gönderiyoruz.” demiştir. Şimdi biz de aynı şeyi yapacağız; asrımızın müsbet ilimleri ile Kur’an’ı anlamaya çalışacağız.
(Lı DuLUvKı elŞaMSı) “Şemsin dulukinden” yani “Güneş battıktan sonra namazı kıl.” Bu akşam namazıdır. Toplantıyı yap. “Min” demesi gerekirken “Li” demiştir. Çünkü vakit namazın yalnız zarfı değildir, aynı zamanda sebebidir. O zamanı Allah bize ihsan ettiğinden dolayı bizim o zaman içinde namaz kılmamız gerekir. O sebeple “Li” kullanılmıştır. Akşam namazından sonra toplantı yapıp Kur’an’ı birlikte öğrenmeye çalışacağız.
(EiLAy ĞasaQı elLaylı) “Ğasakı leyl/ Gecenin çökmesi yani kararması” anlamındadır. Güneş battıktan sonra ışığı havadan bize aksetmeye devam eder. Sonra oradan da çekilir. İşte bu vakit akşam namazı vaktidir. Buna kıyasla sabah namazı da şafağın sökmesi ile Güneş’in doğmasına kadar geçen zamandır. Kendi mahallemizde oturacak olursak, akşam namazında mescide geleceğiz ve namazı kılıp sohbete devam edeceğiz. Sabahleyin de sabah ezanı ile toplanıp Güneş doğuncaya kadar devam edeceğiz. Namazın her biri yarım saat kadar olsa, günde üç saat eder. Bu da zaman olarak günün sekizde birini tutmuş olur. Şimdi biz de üç saat yapıyoruz.
(Va QuRANa elFaCri) “Ve facr Kur’an’ı.” Tan okuması var. Burada sabah vaktini akşama kıyas edeceğiz. Akşam yapacaklarımızı da sabaha kıyas edeceğiz. Yani toplanmayı, Kur’an’ı okumayı ve anlamayı yapmış olacağız. Mü’minlere ilk emredilen namaz budur. Bu öğrenme zamanıdır.
(EınNa QuRANa elFaCrı KAvNa MaŞHUvDAn) “Fecrin Kur’an’ı meşhud bulunmaktadır.” Sabah namazındaki çalışma Allah tarafından görülür. İnsanlar tarafından görülür. Sonuç alınır.
Biz bunu başlatabilmek için siteler kurduk. Her bloka mescit koyduk. Ama buna inanan makamı mahmuda gidecek kişileri bulamadık. Bu işler sizlere kalmıştır. Fecr Kur’an’ını yaşatamadık ki biz hedefimize ulaşalım. Şikayetçi değiliz. Bu kadar yapmamızı Allah’ın nasip etmesine şükrediyoruz. Biz bu konuyu sadece bundan sonra yapacakların nasıl yapacaklarını anlatmak için yazıyoruz.
(EaQıMı elÖaLAvta Lı DuLUvKı elŞaMSı EiLAy ĞasaQı elLaylı Va QuRANa elFaCrı EınNa QuRANa elFaCrı KAvNa MaŞHUvDAn
أَقِمْ الصَّلَاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا(78)
(Va MıNa elLayLı) Leylde de Kur’an var. Gecede de leyl vardır. Burada “Fi Leyli” demeyip “Min Leyli” demiş olması; gecenin bir bölümü, belli bölümü için bu Kur’an’ı okuma vardır. Müzemmil Sûresi’nde bu tanımlanmıştır. 12 saatlik gecenin yarısında kalkılacak. Sabah 2, yatsı 2 saat kıyamda geçeceğine göre; 12 saatin yarısı olan 6 saatin 2’sini doldurmak için 4 saat daha Kur’an okumakla geçecektir. Diğer sabah ve akşam vakitlerindeki namaz ve okuma bütün müminlere; bu 2 saat ise Mahmut Makama ba’s olunacaklara emrolunmuş bulunmaktadır.
(Fa TaHacCaD BıHı NaFıLatan LaKa) “Bunu kendi başına nafile olarak evinde teheccüt et.” Buradaki zamir Kur’an’a rücu etmektedir. Kur’an teheccüt edilecektir. “Hacada”yı “Cehede” olarak anlayabiliriz. Arapçada böyle kalbler vardır. Bu da “içtihat yapma” demektir. Oturup Kur’an’ı kendi başınıza yorumlamak demektir. Kur’an ile baş başa kalıp onun üzerinde düşünmeye başladınız mı, yazmaya başladınız mı; daha önce okuduklarınızda aklınıza gelmeyen manâlar gelmeye başlar. Kur’an televizyon ekranı gibidir. Sizi merkezle yani Allah’la buluşturur. O’ndan ilham alarak O’nu anlamaya başlarsınız. Bu ancak Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmış kimseler üzerinde gerçekleşen bir hâldir. İşte Allah bu hâle gece geçilmesini emretmektedir. Çünkü leylde neşet edenler eşettir ve kavlen akvamdır. Namaz Kur’an’ın talimi ve tedrisi içindir. Bu âyetler bize bunu göstermektedir. Kıyam, rüku, secde ve kade; tesbih, tekbir, tahmid ve istiğfar; beden ve zihnin sıhhati için ve çevreden uzaklaşarak Allah’a daha çok yaklaşmak içindir. Bütün dünya dinlerinde bu tür hareket ve dualarla icra edilen ibadetler vardır.
(GaSAy EaN YabGaSaKa RabBuKa) “Belki de seni Allah’a ba’sedecektir.” Allah faydalı olan şeylerde pek çok yarışçı çıkarır. Onların içinde en çok başarılı olanlar hedeflerine ulaşırlar, geri kalanlar da yararlanırlar. Herkes Makam-ı Mahmuda ulaşmak için çalışır. Bu çalışmadan yararlanır. Cennete gider. Kendisi feyz alır. Ama bunlardan biri veya birkaçı ise Makam-ı Mahmuda getirilir. Kimdir bu Makam-ı Mahmuda getirilenler? Bu dünyanın Makam-ı Mahmudu, cemaati oluşturmadır. Kendi istekleri ile insanların birilerini baş seçmeleri, önder seçmeleridir. Önce ocak başkanı veya bucak başkanı olmaktır. Bunlar cemaatin rızası ile olursa, cemaat onu severek ve isteyerek getirirse Makam-ı Mahmud olur. İşte namaz kılıp Kur’an okuyan cemaat böyle bir cemaattir. Kendileri severek ve isteyerek başkanlarına biat ederler. Bu bucak taşra bucağı olabileceği gibi; il, ülke veya İnsanlık Bucağı da olabilir. Geleceğin “Adil Düzen”i böyle Makam-ı Mahmudlarda oturanların yönettiği bir dünya olacaktır. Bismark Almanya’yı bu usulle oluşturdu. Bugün Avrupa Birliği de böyle oluşmaktadır. Tarihte bütün peygamberler cemaatlerini böyle oluşturdular. İkinci tür Makam-ı Mahmud ise dinde, ilimde, siyasette ve ekonomide halkın severek ve isteyerek katıldığı cemaatlerin oluşmasıdır. Çoklu sistem bunun için gereklidir. Böylece herkes sevdiği ve istediği partisini, şeyhini, hocasını ve patronunu seçsin. Seçilenler Makam-ı Mahmudda otursun. Bu da ancak Kur’an okumakla olmaktadır.
(MaQAMan MaXMUuDAn) “Makam-ı mahmud.” Mahmud, hamd edilen makam demektir. Hamd kelimesi, cümle kapısı demektir. İlk insanlar çardaklarda yaşıyorlardı. Kabileler hâlinde yaşıyorlardı. Aşiret veya kabile başkanları vardı ve bunların çardakları özeldi. Burası toplanma yeri olurdu. Dışarıdan bakanlar onun mescit çardağı olduğunu anlarlardı. Kabile reisi burada otururdu. Halk hacetini burada arz ederdi. Bunun girişine “hamd” dendiği gibi herkesin hamd ettiği yer olurdu. Hamd demek, iyiliklerini anlatmak ve onu görmek demektir. Makam-ı Mahmud, başkanlık makamıdır. Ancak halkın isteği ile zorlamasız oluşmuş makamdır. Çoklu sistemde kişiler ilmî, dinî, meslekî ve siyasî önderlerini kendileri seçerler, değiştirebilirler, yeter sayı bulurlarsa kendileri kurarlar ve Makam-ı Mahmuda ulaşırlar. Ocak ve bucaklar için de hicret konmuştur. İsteyenler istedikleri bucağa gidip oradaki başkana isteyerek ulaşabilirler. Bunun için hicret imkânları sağlanmalıdır. Hicret edeceklerin gayrimenkullerini değerleriyle kamu satın almak zorunda olmalıdır. Gittikleri yerde de aynı değerle alabilmelidir. İşte bu makama ulaşmak için Kur’an okunmalıdır. Kur’an diğer insanların gönlünü ısındırır ve kendi istekleri ile bu sayede cemaatler oluşur. “Makam-ı Mahmud”da biri oturur, onun çevresinde “mukarrabun”lar bulunur. Onların çevresinde “ashab-ı yemin” bulunur. Onların çevresinde de “müellefe-i kulub” bulunur. Onların çevresinde de bütün “nâs” bulunur. Böylece derece derece Makam-ı Mahmudda olurlar. Ama meb’us olan Makam-ı Mahmud merkezdir. Milletvekilleri bugün olduğu gibi ekseriyetle seçilmeyecek, yeter sayıyı dolduran kimseler milletvekili olmuş olacaktır. Milletvekilliği de bir Makam-ı Mahmud olacaktır. Erler komutanlarını seçeceklerdir.
Va MıNa elLayLı Fa TaHacCaD BıHı NaFıLatan LaKa GaSAy EaN YabGaSaKa RabBuKa
MaQAMan MaXMUuDAn
وَمِنْ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا(79)
(Va) Buradaki “Va” “EQıM/ Kıl” sözüne atfetmektedir. “Kıl ve söyle.” Namazda Kur’an okuma farz olduğu gibi, bir de dua etmek farzdır. Tahiyyata oturup dua ettiğimiz gibi, Fatiha da duadır. Her mü’min bu âyette emredilen duayı da yapmakla mükelleftir. Nedir bu dua? Mü’min Makam-ı Mahmuda erişmek için çaba sarfeder. Ama Makam-ı Mahmuda oturmayı dua edemez. Kimse beni başkan yapın diyemez. Başkanlığı talep edemez. Ama herkes Makam-ı Mahmudda oturanlardan birine biat etmekle mükelleftir. Salâtı kılıyorsun, ama bir de daha üstün makam sahibini de arıyorsun.
(QuL RabBı) Namazda sabah ve akşam Kur’an okurken, namaz kılarken ve geceleyin makam-ı mahmud için kalkarken Rabb’ine dua et. Beni bana uygun cemaata kavuştur. Bana benim sevebileceğim, benim tahmid edeceğim başkanı buldur. Dua etmek demek; o hususta gayret göstermek, çalışmak, ondan sonra Rab’den ihsan etmesini istemek demektir.
(EaDPıLNIy MüDPaLa ÖıDQın) “Beni sıdkın müdhali ile idhal et./ Beni doğru bir girişle sok.” Bu dua bir kimsenin bir cemaata katılması demektir. Herkes bir cemaata katılmalıdır. Bunun için sadece sadakat içinde katılmalıdır. Yani, oraya münafıklık ve bozgunculuk içinde girmemelidir. Orada iken başkanını sevmeli ve saymalıdır. O kadar ki; eğer bu savaş komutanı ise onu korumak için canını verebilmelidir. Türkiye’de yaşayanlar komutanları için böyle olmalıdır. Komutanlarını kendileri seçmelidir. Ama komutanını seçtikten sonra artık ona ölesiye itaat etmelidir. Bu hicret ocak ve bucaklarda başlar, il ve ülkelere kadar gider. Ayrıca ilmî, dinî, meslekî ve siyasî sosyal gruplara da katılınılacak ve onlarla dayanışma ortaklıkları oluşturulacaktır. İnsanlar buraya isteyerek sıdk içinde katılacaktır. Sadakat, samimi bağlılıktır. Bu sebepledir ki bucak başkanlarına verilen vergi sadakat vergisidir. Yani; ben senin başkanlığını kabul ediyorum, seni güçlendiriyorum, iyi başkanlık yapabilmen için gönül rızası ile sadakamı yani vergimi veriyorum. Bu sebepledir ki, İslâmiyet’te vergilerin icra yoluyla toplanması yoktur. Karı-koca arasında da sadakat mihir ile ödenir. Koca karısına mihri vererek ona sadık olduğunu ve onun hukukunu koruyacağını taahhüt eder. Onun koruyucusu olur. Onun geçimini sağlar. Yine bu sebepledir ki müeccel mihirlerin icra ile tahsili yoktur. Boşanma olursa akile yoluyla tahsil edilir, yani yakınları birlikte öderler.
(Va EaPRıCNIy MuPRaCa ÖıDQın) “Ve beni muhraca sıdk ile ihraç et./ Ve beni sadakat içinde çıkar.” Bu hicret demektir. Cemaat içinde olduğun müddetçe oranın yönetimine ve kurallarına sadık olacaksın. Ama eğer daha iyi bir cemaat bulursan oraya gideceksin. Ama ayrılırken de eski cemaatine hasım olmayacaksın. Onlar aleyhinde bulunmayacaksın. O cemaatten kötü olduğu için değil, daha iyisini bulduğun için ayrılacaksın. İslâm düzeninde ekseriyetle başkanı değiştirme yoktur. Başkan ancak değiştirmekle yenilenir. Yeni “ocağ”a taşınırsın, yeni “bucağ”a taşınırsın, yeni “il”e taşınırsın, yeni “ülkey”e taşınırsın. İşte başkanını böyle değiştirebilirsin. Yahut şu ilmî, dinî, meslekî veya siyasî dayanışma ortaklıklarından ayrılıp başkalarına katılabilirsin. Böylece cemaati yeter sayının altına düşen kimse makam-ı mahmuddan inmiş olur. Batı’nın “ekseriyet demokrasisi” yerine İslâm’ın “hicret demokrasisi” bu âyetle ikame edilmiş olur.
(Va EıCGaLNIy MıN LaDuNKa SuLOANan NaÖIyRAn) “Bana ledunınden nasır bir sultanı ca’let.” İşte bu âyet bize biatı emretmektedir. Herkesin bir başkanı olacaktır. Siyasi başkanı olacaktır. Siyasi başkan demek, siyasi hakları koruyan kimse demektir. Makam-ı Mahmud için çalışılacak ama hiçbir zaman talip olunmayacaktır. Makam-ı Mahmudda oturup güçlü olan bir başkanın olması için herkes dua edecektir. Bunun sağlanması için komutanlar olacaktır. Halk komutanları seçecektir. Ama komutanlar da başkomutan seçeceklerdir. Böylece bir çevrenin bir başkomutanı olacaktır ki o da “başkan”dır. Ocakta ocak başkanı, bucakta bucak başkanı, ilde il başkanı ve ülkede ülke başkanı olacaktır. Bekçilik ocakta, koruma bucakta, güvenlik ilde, savunma da ülkede sağlanacaktır. Sultan, güçlü demek, padişah demek, hükümdar demektir. Osmanlılara “sultan” denmekte idi. Nasır, yardım eden veya yardım olunan kimse demektir. Kişilere yardımcı olan, ama tebası tarafından yardım edilen bir sultan. Allah’ın da nusretine uğrayan bir sultan.
Böylece bu âyetler bir İslâm devletinin nasıl oluşacağını anlatmaktadır. Önce mü’minler gece namazlarına başlayacaklardır. Böylece Kur’an’ın öğrenilmesi ile makam-ı mahmudları oluşacak, sonra gönüllü biatlarla bir örgüt oluşacaktır. Türkiye’de adil düzenciler böyle oluşacaklardır. Önce aşiretlerini oluşturacaklardır. Bu aşiret bir mahallede toplanmaları ile başlayacaktır. İnşa edecekleri bir apartmanda toplanacaklardır.
Biz “İzmir Akevler”de bu apartmanları yaptık. Ama orada makam-ı mahmud için bir çalışma yapamadık. Başarımız bu kadar olmuştur.
Şimdi “İstanbul Yeni Bosna”da toplanmak için yola koyulduk...
Sonra ne yapacağız? Sonra “bin hanelik bir bucak” oluşturacağız. Bugün bunu ancak bir “dinlenme sitesi” olarak oluşturacağız. Evlerimiz orada olacak. Gündüz iş yerlerimize geleceğiz, gece ise oraya gideceğiz. Kooperatifimize ortak olanlar sıdk ile gelecekler, çıkmak isteyenler de sıdk ile çıkacaklar.
Sonra ne yapacağız? “Mala-Mal Marketleri” kuracağız. İstanbul’da 200 e yakın “Mala-Mal Marketi” kuracağız. Sonra bu marketleri ülke içinde yayacağız. Hattâ dünya üzerinde 1000 yerde “Mala-Mal Marketimiz” olacaktır.
İşte bu şekilde adil düzenciler güçlenince siyasi partiler arasında uzlaşma sağlayacak ve “Adil Düzen Anayasası” gelecektir. “İnsanlık Anayasası”na göre Türkiye kurulacaktır. Eğer bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti buna izin verirse varlığını sürdürecektir. Bu devlet böyle bir adil düzen devletinin kurulmasına izin vermezse kendiliğinden yıkılacaktır. Ancak Adil Düzenciler yıkmayacak; düşmanları ABD’liler veya AB veya Ruslar veya Çin yıkacaktır. Yıkanlardan sonra Türkiye’de fetret dönemi başlayacak, 1920’lerde olduğu gibi Adil Düzenciler Kuvva-yı Milliyenin başına geçip Türkiye’yi kurtaracak ve II. Cumhuriyeti kuracaklardır. İşte o güne hazırlık için bir Kur’an aşiretini kurmalıyız.
Allah’a îman edenler bu yola koyulurlar.
Elbette atalarının dinlerinde olanlardan böyle bir şey beklenemez.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لِي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصِيرًا(80)
(Va) Burada “Va” daha önceki “Kul” ile bu “Kul”u birbirine bağlamaktadır Birinci “Kul” insanın Rabb’ine söylediği yani kendi kendisine söylediği sözlerdir. Kendisinin doğru yolu bulması için Allah’a nasıl iltica etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Buradaki “Kul” ise muarızlara veya bu hususu kabul etmeyenlere söylenen sözlerdir. Dalâlet içinde olanlara söylenecek sözdür. “Adil Düzen”e önem vermeyip ona kulak vermeyerek zalim düzende yani bâtıl düzende adaleti arayanlara söylenecek sözlerdir. Bu da bize tebliğ görevini vermektedir. Bir taraftan kendi kendimizi hakkın yoluna koyacağımız gibi; aynı zamanda bu hususu çevremize duyurmak zorundayız. Hepimiz çevremizde bunları anlatma durumunda olacağız. Hak gelmiştir. Hakkı üstün tutan düzen gelmiştir. Şeriat düzeni gelmiştir. İslâm düzeni gelmiştir. Adil düzen gelmiştir.
(QuL) “Kavlet./ Söyle.” Adil düzeni kabul etmeyenlere söyle. Boş yere çırpınmasınlar. Hak gelmiştir. Bâtıl zail olmuştur. Sadece günü beklenmektedir. Hamile kalan kadın daha çocuk doğurmamıştır, ama doğuracaktır. Adil düzenin tohumu ekilmiştir. Büyüyecek ve devşirilecektir.
(CAvEa eLXaqQu) “Hak ciet etmiştir./ Hak gelmiştir.” Allah bin yılda bir hakkı yeniden getirir. Hazreti İsa’dan sonra 2000 yıl geçti. I. Kur’an Medeniyeti gelip geçti. Şimdi II. Kur’an Medeniyeti gelecektir. Buna Türkler ve Adil Düzenciler memur edilmişlerdir. Gerek son 200-300 yıllık dönemdeki oluşum, gerek 20. yüzyılın son sülüsünde (33 yılda) ortaya konan “Adil Düzen Çalışmaları” hakkı getirmiştir. Hakkın tohumunu atmıştır. Işık yanmıştır. Karanlıklar kaybolacaktır. Hak, hukuk düzeni demektir. Zulmün ortadan kalkması demektir. Bugün Irak’ta bombalar yağıyor. Çünkü Saddam zalimdir. Çünkü Bush zalimdir. Onlar birbirini yiyecekler. Onlar birbirini yok edecekler ki yeryüzüne “Adil Düzen” gelsin, “İnsanlık Anayasası” gelsin.
(Va ZaHaQa eLBAvOıLu) “Bâtıl zuhuk edecektir./ Bâtıl çökecektir.” Sinecektir. Bâtıl yok olmayacaktır. Çünkü ilerde yine ortaya çıkması gerekecektir. İnsan vücudunda da aynı durum vardır. Mikroplar vardır. Sağlık zamanında sinerler ve etkisiz hâle gelirler. Beklerler. Vücut zafiyet içinde olduğu zaman ortaya çıkarlar. Böylece vücut sağlıklı kalır. Vücut sağlıklı kalmazsa hastalanır ve ölür. Topluluktaki bâtıl da böyledir. Siner. Zafiyet olursa ortaya çıkar ve topluluğu uyandırır. Zulüm düzeni bu sebeple ortaya çıktı. Ateizm bundan dolayı ortaya çıktı. Gerek Hıristiyanlar, gerekse Müslümanlar bozulmuşlar, değişmişler ve bâtıla doğru meyletmişlerdi. Allah bu âfetlerle onları uyandırdı. Şimdi dünyada her tarafta din uyanmakta ve bütün dinler Hakka doğru yönelmektedir.
(EınNA elBaOıLa KAvNa ZaHUvQAn) “Bâtıl zahuk bulunmaktadır.” Yani, bâtıl her zaman olacak, ama hiçbir zaman hakim olmayacaktır. Her zaman hak hakim olacaktır. Aynen vücuttaki hastalık gibi. Esas olan sağlıktır. Hastalık geçicidir. Hasta insanlar olabilir. Ancak hasta medeniyetler olmaz. Bu sebepledir ki medeniyetler daima çifttir. Hakkı üstün tutan medeniyetler üstün olurlar. Sonra kuvveti üstün tutan medeniyetler de genelde hakkı koruyarak varlıklarını geliştirirler.
Bu sözler 1400 sene evvel daha Müslümanlar sayı olarak yüzler civarında ve Mekke müşriklerinin korkunç baskıları altında iken söylenmişti. Kadın ve erkeği ile sadece yüz kişi civarında olan insanlar arasında söylenmişti. “Hak ciet etmiş ve bâtıl zuhuk etmiştir.” diyordu. Çünkü diyordu ki; bâtıl her zaman zuhuk edecekti. O zamanın mü’minleri o şartlar altında inandılar. Sonra ne oldu? Medine’ye göç ettiler. On yıl içinde Arabistan’da Hak ışığı aydınlandı. Arkasından daha dört halife zamanında Suriye, Irak, Mısır ve İran’ı fethetmiş ve buraları da hakikatle aydınlatmıştı. Daha ilk asırda Çin yenilmiş ve İspanya’da İslâm Uygarlığı parlamıştı. O zaman “Hak geldi, bâtıl zahık oldu” sözüne inanmak için sahabi olmak gerekir. Ancak bugün de “Hak geldi, bâtıl zahık oldu.” âyetini okuyup; “Adil Düzen” geldi, zulüm düzeni son bulacaktır diye inanan insanlar vardır. Bunların içinde bir peygamber yoktur. Ama onun getirdiği Kur’an vardır. O kaynağı doğrulayan tarih vardır. Geçmişte gerçekleşmiştir denen bir haber vardır. Bugün buna inananlar asrımızın sahabesidir.
(Va QuL RabBı EaDPıLNIy MüDPaLa ÖıDQın Va EaPRıCNIy MuPRaCa ÖıDQan Va EıCGaLNIy MıN LaDuNKa SuLOANan NaÖIyRAn)
وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا(81)
بسم الله الرحمن الرحيم
سُنَّةَ مَنْ قَدْ أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْوِيلًا(77) أَقِمْ الصَّلَاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا(78) وَمِنْ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا(79) وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لِي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصِيرًا(80) وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا(81)
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 202. SEMİNER Yorum-33/ B İstanbul, 29 Mart 2003
TÜRKİYE KRİZİ ATLATMAK ÜZERE
1897’de Bazel’de akdedilen ilk “Siyonizm Kongresi”nde kesin bir plan yapıldı:
I. Cihan Savaşı çıkarılacak ve imparatorluklar yıkılacak, Türkiye’de bir ateist devlet kurulacak, Rusya’da sosyalizm getirilecek, Almanya’da ise faşizm oluşturulacaktı.
Sonra II. Cihan Savaşı çıkarılacak ve Sovyetler güçlendirilecek, Türkiye savaş dışı tutulacak, Faşizm tarihe karıştırılacak ve faşizmin baskısı ile Yahudiler İsrail’de devlet kurup Yahudilerin oraya göç etmelerine zorlanacaktı.
Sonra 1998’de ise Türkiye yıkılacak; Kuzey Anadolu’da Pontus, Batı Anadolu’da Bizans imparatorlukları kurulacak; böylece “İsrail İmparatorluğu”nun önü açılacaktır. İşte bu projenin uygulanması için 28 Şubat 1997’de harekete geçilmiştir. Ordu bölünecek, iç savaş çıkarılıp Türkiye kısa zamanda sonuç elde edilecekti. Ordu birtakım manevralarla bu krizi atlattı. “28 Şubat”ta ordu birbirine girmedi, halk ordusuna saldırmadı.
57. Hükümet devam ederken, IMF bile bile yıkıcı politikası ile Türkiye ekonomisini çökertecek ve açlık sebebiyle Türk halkı birbirine girecekti. Baba Bush uluslararası emlak spekülatörü Saros ile Türkiye’ye gelmiş ve “Türkiye daha olgunlaşmamış!” demiştir. Yaptıkları plâna göre, Türkler teslim olup bedava olarak Türkiye’yi Yahudi sermayesine satacaklardı. Ama Türkiye kendi varlığını korumuştu. Türkiye ekonomik bakımdan çökmemişti.
Türkiye ekonomisinin çökmemesinin dört önemli sebebi vardı:
e) Türkiye “sanayileşmiş” ama “tarım ekonomisi”nden vazgeçmiş değildir. Köylüler, hattâ kentlerde oturanlar köylerine gidip ziraat yapmakta ve ürettiğini kendisi tüketmektedir.
f) Türkiye’de hemen her evde maaşlı bir kişi vardır. Ekmek geliyordu. Açlık yoktu.
g) Türkiye “halk ekonomisi” alanında gelişmiştir. Halk üretiyor ve birbirine satıyor.
h) En önemlisi, Türkiye’de “büyük aile dayanışması” vardır. Köyde üretilenler kentlere destek olarak geliyor. Alınan ücret veya maaşlar aile, hattâ akrabalar arasında bölüşülüyor. Böylece kriz uzayıp durdu ve Türkiye yıkılmadı.
Bu kriz Türkiye’ye yarar da sağlamıştı. Önce “halk ekonomisi” gelişmiş ve “Anadolu ekonomisi” doğmuştu. Daha önce üretenler İstanbul’a satar, tüketiciler İstanbul’dan alırlardı. Bundan dolayı Anadolu ekonomisi gelişmemişti. 28 Şubat sonrasında Anadolu İstanbulsuz iç değişmeyi sağlamaya başladı ve “Anadolu ekonomisi” gelişti.
Bu dönemde başka bir şey daha oldu. Daha önce krizler çıkarılır, Batı sermayesinin temsilcilerine sıra gelince krize son verilirdi. Oysa “28 Şubat”ta hedef Türkiye’yi yıkmak olduğu için; sıra Avrupa sermayesinin temsilcilerine geldiği halde krize son verilmedi. Bunun üzerine sermaye de artık düşünmeye başladı. Bundan dolayı eskiye nazaran Anadolu ve İslâm düşmanlığından vazgeçer oldular.
Bu arada 28 Şubatçılar Türk Müslümanlarına saldırdılar. Orduyu yanlarına alarak son darbeyi vurmaya çalıştılar. Yargıçlar onları ayakta alkışladılar. Hukuk ve kural demeden, namaz kılan siyasiler siyasi haklardan mahrum edildiler. Ne var ki, ekonominin kötü gitmesi sebebiyle halk İslâmcı siyasileri destekledi. Halk yalnız İslâmî ibadetleri yapanları desteklemekle kalmadı, bütün partileri ister istemez İslâm sempatizanı yaptı. Türkiye’de gerçek demokrasi oluştu. Halk yılmadan demokrasiye sahip çıktı. İşbirlikçi siyasileri tasfiyeye karar verdi.
İşte tam bu durumda iken Batı Türkiye’de demokrasiyi kaldırmak istedi. Önce ordu tasfiye edilecekti. Sonra halk isyan edecek ve halk kanlı şekilde bastırılarak yeni diktatörlük veya hanedanlık tesis edilecekti. Ondan sonra Türkiye yıkılacaktı. Bunu yapabilmek için Mesut Yılmaz görevlendirildi. Tansu Çiller ile bir olacak, Hareket Partisi devre dışı bırakılıp ordu tasfiye edilecekti. Ordu bunu anladı ve MHP’yi harekete geçirerek “3 Kasım Seçimi”ni ortaya koydu. Çetin mücadeleler oldu. Seçimi bertaraf etmek için SP dahi kullanıldı. MHP ve Ecevit’in tutarlı siyaseti, Meclis’in orduya kulak vererek seçimleri yenilemesi, Meclis Başkanının azimli tutumu sonunda seçim oldu. Ordu artık müdahale etmedi. Tevbe etti ve millî iradeye uydu.
Seçimden sonra da tehlike geçmedi. “Gül Hükümeti” kuruldu. R. Tayyip Erdoğan başbakan olamadı. İkilik doğdu. Tam bölünme arifesinde iken, R. Tayyip Erdoğan’ın dirayetli siyaseti bölünmeyi önledi. Gül’ü başbakan yaptı. Yapmasaydı parti bölünürdü. Sonra “Irak Savaşı”nda aynı şekilde bölünme konusunda uçurumun kenarından dönüldü. Gül savaşa girseydi Türkiye artık hükümeti değiştiremezdi.
Tezkere geçmedi.
Siirt Seçimleri ve Gül’ün başarısızlığı Amerika’yı kuşkuya düşürdü. R. Tayyip Erdoğan’ı destekleyip belki onunla destek alacaktı. Bunların hiçbirisi olmadı ve AK Parti her yönüyle iktidar oldu.
Türkiye gerektiğinde savaşa da girmiştir. Türkiye her zaman sözünde durmuştur. Türkiye her zaman meşruiyeti aramış, kimse meşruiyetin ötesinde savaşa evet dememiştir.
ABD meşruiyet şartını yerine getirmemiştir. Birinci tezkerenin sonuçsuz kalması onun bu eksiğinden dolayı gerçekleşmiştir.
O halde bundan sonra ne yapmalıyız?
1- Türkiye Irak’ta tarafsız kalmalıdır. Türkiye Irak’a girmemelidir. Oradan gelen bütün göçleri kabul etmeli ve onlara mülteci muamelesi yapmalıdır. Irak’ta hangi devlet kurulursa kurulsun karışmamalıdır.
2- Türkiye Irak’tan çekilmelidir. Avrupa Birliği’ne bırakmalıdır. Kıbrıslıları da mülteci olarak kabul etmelidir.
3- Türkiye, Amerika ile Avrupa Birliği arasında çıkacak III. Cihan Savaşı’nda tarafsız kalmalıdır. II. Cihan Savaşı’nın siyaseti uygulanmalıdır.
4- Gelecekte Türkiye komşuları ile savaş altında bırakılmak istenecektir. Türkiye bütün komşularıyla barışçı ilişkileri tesis edecek şekilde paktlar içine girmelidir.
5- Rusya, Çin ve Hindistan’la da anlaşma yaparak dünyada “barış cephesi”ni oluşturmalıdır.
Bunlar Türkiye’nin dış siyasetinde uygulanacaktır.
Bu siyasetin yanında içteki siyasetini de acilen düzeltebilir.
Türkiye ayrıca içte de önemli değişiklikler yapmalıdır:
1- “Çalışana Kredi Sistemi” ile üç ay içinde Türkiye’de işsiz insan kalmamalıdır.
2- Altı ay içinde “Hakemlik Sistemi” ile “Yargı Bağımsızlığı”nı “Yargıç Bağımsızlığı”na dönüştürüp tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıyı kurmalıdır.
3- Bir sene içinde yazarları devlet kadrosuna alarak, “medya”yı değil “yazarları” özgür hâle getirmelidir. Böylece özgür ve aynı zamanda millî basın oluşturulmalıdır. “Türk basını” yabancı sermayenin baskısından kurtarılmalıdır.
4- Türkiye toprakları, dinlenme yerlerini ve KİT’leri halka “senetler”le satarak borçlarını tasfiye etmeli ve “faizsiz sistem” getirmelidir. Altına kote adilmiş “Kaydî Para” ile TL konvertibl hâle getirilmelidir.
Bunları yapabilmek için;
1- “Devlet Plânlama Teşkilatı” “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne bağlanmalıdır. Bütün mevzuat DPT tarafından hazırlanmalıdır. Ülkemizi bürokratların tercüme mevzuatından kurtarmalıyız.
2- Üniversiteler bağımsız hâle getirilmeli, mâli bakımdan DPT’ye bağlanmalıdır. Devlet bütçesinden DPT’ye sorunları çözme karşılığı tahsisat verilmelidir. “Üniversiteler” ülkemizin gelişmesi için seferber edilmelidir.
3- Orduda “akademiler” “üniversiteler” hâline getirilmelidir. Dış siyaset ve güvenlik konularında akademiler/ üniversiteler Meclis’e ve Cumhurbaşkanına danışman olmalıdır. Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığına bağlanmalıdır.
4- Devlet siyasetini hükümetler değil; eski cumhurbaşkanları, başbakanlar ve genelkurmay başkanlarından müteşekkil “Devlet Danışma Kurulu” belirlemelidir. “Danışma Kurulu” kararlarını Cumhurbaşkanının başkanlığında almalıdır. Cumhurbaşkanları asker olmalıdır.
Biz “Akevler” olarak bu hususlarda hizmette bulunmaya hazırız.
“DPT Sekreterliği”ni “Akevler” yapabilir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 202. SEMİNER Yorum-33/ A İstanbul, 29 Mart 2003
HİLMİ ÖZKÖK PAŞA KONUŞTU!
Ulusal Gücü (Kuvva-yı Milliyesi) olmayan bir devletin Ulusal Egemenliği (Hakimiyet-i Milliyesi) yoktur. Böyle bir topluluk da “devlet” değildir. Devletin ulusal gücü ise “ordu”dur. Demokrasi devlet varolduktan sonra vardır. Devletin varlığı tehlikeye girince artık “demokrasi”den söz edilmez. Ordu gerektiğinde konuşmalı ve “Ben varım!” demelidir. Ordu iç işlerine karışmamalı, başörtüsüne karışmamalı, başbakana zorla içki içirmeye kalkışmamalıdır...
ABD bizim elli senelik dostumuz imiş! Bize neler yapmıştır? ABD’nin iyiliklerini(!) sayalım:
1- II. Cihan Savaşı sonunda Yalta’da yaptıkları gizli toplantıda ABD Türkiye’yi kendisine ilhak etmiştir. Bunu başarabilmesi için Sovyetler’e Batum, Kars ve Ardahan’ı istemiş, ayrıca Boğazlar’da hak iddia ettirmiştir. Bunun üzerine Türkiye ABD’nin müttefiki olmuştur. Askerlerimiz savaşmak için Kore’ye gitmiş, ABD Türkiye’de savunma amacıyla konuklandırma haklarını elde etmiştir.
2- Türkiye’de “Kemalizm ilkeleri” rafa kaldırılmış, “Atatürkçülük” adı altında putperestliğe başlanmıştır. Türkiye yeniden borçlandırılmış, “yabancı sermaye”nin istilasına uğratılmıştır. ABD can dostu “Demokrat Parti”yi iktidardan indirmiş ve “Türkiye’yi kalkındırdı” diye başbakanı astırmıştır.
3- Süleyman Demirel’i iktidara getirmiş ama onu da sözünü dinlemediği için başbakanlık binasında dövdürmüş, yedi-sekiz defa darbelerle uzaklaştırmış, on senede bir yaptırılan askerî müdahalelerle ülkeyi geri bırakmıştır.
4- “Millî Görüş”e karşı takındığı tavırla durmadan partileri kapattırmış ve yıllarca suçsuz insanları hapishanelere sürüklemiştir. Türkiye CIA sayesinde huzurlu gün görmemiştir.
5- En önemli husus; IMF’yi Türkiye’ye musallat etmiş ve bugün IMF politikaları sayesinde Türkiye’yi borç bataklığına batırmıştır. Türkiye ise bütün olanlara rağmen ABD’nin jandarmalığını yapmıştır.
İşte “Müttefikimiz ve dostumuz ABD!” budur. 1950’lerdeki pazarlık bugün başka mecralara dönmüştür:
1- Sovyetler yıkılmış ve ekonomi bakımından çökmüş zannedilirken, SNG’de halk ekonomisi doğmuş, Rusya ve müttefikleri varlıklarını ve güçlerini sürdürmektedir. Silah zoru ile değil, barış yoluyla birliğini korumaktadır.
2- Avrupa Birliği oluşmuş, barış içinde güçlü devlet ortaya çıkmıştır.
3- Çin sosyalizmi bırakmamakla beraber liberalleşmeye başlamış ve ekonomide dünya pazarlarında görülmeye başlamıştır. 1,5 milyar nüfus ile ABD ile boy ölçüşecek hâle gelmiştir.
4- Ortadoğu’da Türkiye ve İran 70’er milyonluk nüfusları ile güçlü devletler olmuşlardır. Bunlar arasında kurulacak işbirliği ABD güçlerini Ortadoğu’dan defedecek güçtedir. ABD’nin silah üstünlüğü vardır. Ancak bölgeden uzaklığı ve istilacı olması onu buralardan kovabilir. “Irak halkı”nın direnişi Arap devletlerinin muhalefet seslerinin yükseltecektir. Böylece “Güçlü Ortadoğu”nun ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
5- ABD’nin marifetleri burada kalmamıştır. PKK’yı oluşturdu ve “Çekiç Güç”ü ile destekledi. 20 yıldır bunlarla bizi boğuşturdu. 30 bin vatandaşımız şehit oldu. Sonunda “Abdullah Öcalan”ı yani “Terörist Başı”nı güvenceye aldı, bize ağırlatıyor! Gelecek PKK hareketlerine çıban başı olarak hazır bulunduruyor.
Gerçekten, amma da sadık müttefikimiz varmış!
Bu şartlar altında Özkök Paşa neler söyledi?
5- Saddam deniz ötesindeki bir ülkeye tehlike oluşturuyor, ama Türkiye’ye tehlike oluşturmuyor! Bu nasıl mantıktır?
6- Dini, yeri, ırkı ile yabancı olan ABD Kuzey Irak’ta nasıl huzur getirecektir? Huzuru biz getireceğiz, parsayı o toplayacak! Bu nasıl müttefikimizdir?
7- Bu savaş bizim savaşımız değildir. Bizden fazla şeyler istemeyin. Bizim Irak’ta bir emelimiz yoktur. Biz sadece kendimizi savunuruz.
8- Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti bizim savaş sebebimiz değildir.
Biz ne zaman savaşırız?
a) “Bizim askerî birliklerimize saldırı olursa;
b) Oradaki halk huzursuz edilir de ülkemize göç yığını hâline gelirse;
c) Oradaki halk birbirini kırmaya başlar da ABD buna çare bulamazsa” demiştir.
Nihayet Türkiye’nin aklı başına gelmiştir. ABD Kuzey Irak’ta “Kürt Devleti”ni kuracaktır.
Kürtlere diyecek ki; “Ben olmazsam Türkler sizi işgal eder! Ben ne dersem onu yap!”
Türkiye’ye de diyecek ki; “Bak, Kürtler ülkenizi fethedecek! Ben ne dersem onu yap!”
Özkök Paşa bu beyanatı ile Türkiye’nin bu gafletten uyandığını ilân etmiştir.
Gaflet ve dalâlette olan, hattâ ihanet içinde bulunan “medya” hâlâ bunları duymamakta ısrar ediyor.
“Bir dernek başkanı” çıkıp devletimize saldırıyor. “İstiklal Savaşı”ndan önce Anadolu Rum ve Ermenileri de böyle yaptılar. Şimdi adları bile yok. Ama İstanbul Rum ve Ermenileri sadık kaldılar; hâlâ yerlerinde oturuyorlar. Derneklerinizin size mezar olmaması için aklınızı başınıza getiriniz. Eden bulur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 202. SEMİNER Yorum-33/ C İstanbul, 29 Mart 2003
GAZALİ
Mekke’de Kur’an nâzil olmaya başladığında; Kur’an insanları önce bu sözlerin ilâhî sözler olduğuna inanmaya çağırdı.
Bunun anlamı; Hz. Muhammed Allah’tan haberler getiriyordu.
Buna niçin inanacaklardı? Kur’an’ın bir insan tarafından söylenemeyecek derecede üstün belâgatı ve içeriği vardı. Önce, Allah’ın bir olduğunu söylüyor, yaptıkları resim ve heykellerin tanrı olmadığını açıklıyordu. Sonra da, öldükten sonra dirilmeden bahsediyordu.
Hz. Muhammed Aleyhisselâma 6 senede 40 kişi inandı. Sonraki 7 yılda inananların sayısı 150’ye çıktı. Korkunç zulümler ve baskılardan sonra Medine’ye hicret ettiler.
Medine’de Kur’an sadece bir okuma ve ibadet kitabı değildir. Sadece îman kitabı değildir. Örgütlenme ve amel etme kitabı olmuştu. “Başkan” olarak “Hz. Peygamber”in yönetiminde Müslümanlar “devlet yönetimi”ne geçtiler. Daha önce Arabistan’da bir “kent başkanı” yoktu, “yargı” yoktu, kabile çatışmaları dışında düzenli bir “ordu” yoktu. Arabistan Yarımadası devlet öncesi dönemini yaşıyordu. Sosyal denge kabile kavgalarına ve kan gütmelere dayanıyordu. Hz. Peygamber Aleyhisselâm ne derse arkadaşları onu Allah’ın bir buyruğu kabul ediyor ve ona uyuyorlardı.
Resulün ölümünden sonra; Müslümanlar onun yerine kendilerine bir “başkan” seçtiler. Bunlara “halife” denmektedir. “Hz. Peygamber”in yerinde oturan anlamındadır. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) kendilerini “Hz. Peygamber”in yerine koydular; onun yaşadığı gibi yaşamaya ve yönetmeye gayret gösteriler. Artık “vahiy” gelmiyordu. Vahyin yerini “istişare” almıştı. İleri gelenlerden oluşan “şûra”da sorunlar ortaya konuyor ve istişare sonunda başkan orada kararını veriyordu. Halk da başkanın en çok bilen samimi mü’min olduğuna inandığı için onun sözlerini de peygamberin sözleri gibi sayıyor ve Allah’ın bir hükmü olduğunu kabul ediyorlardı.
Dört halifeden sonra; saltanat “Emeviler”in eline geçti. Emevi sultanları hem bilgisiz hem de güvenilir kimseler olarak görüldüler. Halk fitne olmasın diye onlara itaat etti. Ama kendi özel hayatlarında ve yerel yaşayışlarında onlara danışmadılar ve verdirdikleri fetvaları da benimsemediler. Halk kendilerine “bir bilen” aradı. Böylece halk içinde “fıkıh alimleri” ortaya çıktı. Bunlar önce “hadisler”i halka aktardılar. Hadisler yetmeyince kendileri kendi görüşleri olarak “fetva” vermeye başladılar. Ne var ki, fetvalar arasında ve rivayet edilen hadisler arasında çelişkiler vardı. Bu çelişkiler “ekoller”i doğurdu. İlk ekol Medine’de “Malik’in medresesi” oldu. Malik yazdığı “Muvatta” adı verilen eserinde hadisleri ve geçmiş ulemanın görüşlerini topladı. Bu arada Irak’ta Ebu Hanife ortaya çıktı. Malik hadislere ve Medine örfüne dayanarak ileri bir fıkıh oluşturdu. Ebu Hanife ise kendine ulaşmış olan sahih hadislerle Kur’an’ı yorumlamayı temel almıştı. Bu da yepyeni bir ilmi ortaya koydu; “Fıkıh İlmi”; yani, bir metni yorumlama ilmi demektir. Ebu Hanife bu yolla yeni bir “mantık ilmi”ni oluşturuyordu. Şöhreti gittikçe arttı. Şafii onun öldüğü yıl doğmuştu ve Medine ekolüne mensuptu. Kendisine Ebu Hanife’nin “benzetme metodu”nu çürütmesi görevi verildi. Şafii bu sefer her iki mezhebi öğrendi. “İçtihat ilmi” demek olan “Fıkıh Usûlü”nü yazdı. Böylece Ebu Hanife’nin uygulamaları bir “metodoloji ilmi”yle ilmîleşti. Artık İslâm âlemi insanlığa yeni bir mantık hediye ediyordu. Bu mantık sonra İslâm âleminde “İslâm Uygarlığı”nı oluşturmaya hizmet edecekti. Bununla kalmayarak Avrupa’ya sıçrayacak, “tümevarım metodu” haline gelecek ve bugünkü “Avrupa Uygarlığı”nı doğuracaktı.
Emeviler zamanında başlayıp Abbasiler zamanında zirveye ulaşan “Fıkıh” ve “Usûl-ü Fıkıh” ilimleri yanında, Abbasiler zamanında Arapça son derece gelişti. Bugün dahi ulaşılması mümkün olmayan çok ileri bir dil oldu. Dünyanın diğer dillerinde yazılan her eser kolayca Arapçaya tercüme ediliyordu. İşte bu kolaylıktan dolayı önce Hıristiyan Nasturiler’de bulunan Rumca eserler tercüme edilmeye başlandı. Bu tercüme faaliyeti sonra bütün dünya dillerinden yapılmaya başlandı. Bunu Müslüman olan diğer dildeki halkların yanında, Arapçayı öğrenen ama Müslüman olmayan alimler de yapmaya başladı.
Abbasi halifelerinin desteklediği bu tercüme furyasında Yunan kültürü hakim oldu. Önce Farabi Yunan felsefesini diğer dünya kültürü ile sentez ederek Arapça içinde en ileri seviyeye götürdü. Farabi artık en büyük filozof olmuştu. Bunu İbni Sina takip etti. İbni Sina aynı zamanda doktor olduğu için tıpta bugünün tıbbının benzeri kitaplar yazan bir müsbet ilim alimdir. Şöhreti fazla yayılmış ve halk kendisine itibar etmeye başlamıştır. Eserler yazanlar artık Ebu Hanife ve Malik gibi ona da itibar etmeye başlamışlardır.
Gazali işte bunlardan sonra gelen bir düşünürdür. Bu dönemde fıkıhla felsefe arasında çatışma başlamıştır. Halkta Kur’an ve İslâmiyet’ten soğuma alâmetleri ve dinsizleşme başlamıştır. Buna karşı çıkan ekoller oluşmuştur.
GAZALİ DÖRT ANA EKOLLE KARŞI KARŞIYA KALMIŞTIR:
a) Yunan felsefesini benimseyip Kur’an ve Sünnet üzerinde durmayan gruplar. Bunlar “Farabi ve İbni Sina Ekolü”nü oluşturuyordu.
b) Sünneti ve geleneği benimseyen talimiyeciler. Bunlara göre, Hz. Peygamber’in öğrettiklerinin dışında akılla hiçbir şey anlaşılmaz. Ancak masum imamlar Kur’an’ı bize tefsir edebilir. Felsefenin kötü rüzgarından böyle korunmayı deneyenler vardı.
c) Fıkıhçılar. Bunlar fıkıh ve usûl-ü fıkıh metoduyla yapılacak tefsirler sayesinde dalâletten kurtulunabileceğini ileri sürmüşlerdir. Razi gibi alimler tefsirleri ile felsefî düşüncelerden yanlış olanları yıkmaya çalışmışlardır.
d) Mutasavvıflar ise hakikatin “akıl” yoluyla değil, “sezi” yoluyla bulunacağını; bunun insan tarafından inziva, ibadet, ahlâkî tezkiye ve teslimiyetle elde edileceğini ileri sürmekte idiler.
GAZALİ ŞU YOLLARI İZLEMİŞTİR:
1) Önce fıkıhçıları öğrendi. “İhyau’l-Ulûm” adlı teferruatlı bir fıkıh ansiklopedisini yazdı. Sonra “Mustesfa” diye fıkıh usûlünü yazdı. Gerek ilmiyle gerek ameliyle Müslümanlar arasında hürmet edilir kişi oldu.
2) Talimiyecileri tetkik etti. Fıkıhçılarla yani içtihatçılarla karşılaştırdı. Onların hatalı yolda olduklarını ortaya koydu.
3) Ondan sonra felsefeyi öğrendi ve felsefe ile ilgili kitaplar yazdı. Onların dediklerini sistematize etti. Felsefeyi ilmileştirdi ve kolay anlaşılır hâle getirdi. O kadar ileri gitti ki, alimler felsefeyi Gazali’den öğrenmeye başladılar. Gazali’nin İbni Sina kadar, hattâ ondan daha fazla felsefe bildiğine kani oldular. Mü’minler bunu tenkit etmeye başladılar. Bunun üzerine “Teâhafutü’l-Felâsife”yi yazdı. Öyle bir şekilde onları yıktı ki, ondan sonra Felsefe belini doğrultamadı. Endülüs’te İbni Rüşd İbni Sina’yı savunmaya çalıştı ise de diriltemedi. İslâm âleminden felsefe silinip gitti. Avrupa’da başlangıçta İbni Rüşd’ün tesiri ile canlanmaya başladı ise de, İbni Haldun’un “Mukaddime”si ile felsefe Avrupa’da da görünmez oldu. Felsefenin yerine Doğu Müslümanlarının ilmî eserleri tercüme edilerek “müsbet ilim” olarak gelişti. Felsefe artık sadece tarih olarak ele alınmaktadır. Bugün Sokrat, Aristo, Eflatun ile doğan ve sonra İslâmiyet’te Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd tarafından geliştirilen düşünceler tamamen ortadan kalktı.
4) Gazali bundan sonra tasavvufla meşgul olmuş ve onu benimsemiştir. Aklın ulaşamadığı sahalarda sezi ile sonuca varıldığını bizzat yaşayarak gördüğünü söylemektedir. Bu görüş de Doğu’da yani Müslümanlar arasında çok etkili olmuştur. Tarikat ve şeriat çatışmaları uzlaştırılmıştır. Bugün bütün Müslümanlar hem “tarikat”ı hem de “şeriat”ı birlikte benimsemektedirler. Bu anlayış “Gazali Ekolü”dür.
GAZALİ’NİN FELSEFEYİ KRİTİK ETTİĞİ BAZI KONULAR
Gazali yirmi noktada Felsefeyi kritik etmiş ve Kur’an ile çatışır bulmuştur.
Biz burada bunların sadece beş tanesini ele alacağız.
A) Filozoflara göre Kâinat’ın başlangıcı yoktur, sonu da olmayacaktır. Hep vardır ve varolmaya devam edecektir. “Bu nasıl olur?” diyenlere de filozoflar çok sade ve kesin cevap vermişlerdir. Siz Allah’ın evveli ve ahiri yok demiyor musunuz? İşte Kâinat da böyledir. Ayrıca, Kâinat sonra yaratılmış ise; daha önce Allah hâlik değil miydi, sonradan mı yaratıcı oldu? Oysa Allah değişemez. Çünkü O’nu kim değiştirecektir?
Gazali buna verdiği cevapta; Allah, Ebu Hanife’nin dediği gibi zaman ve mekân dışıdır. Geçmişi ve geleceği yoktur. Zamanı ve mekânı da o var etmiştir. Onlar da mahluktur şeklinde cevap vermiştir. Bu görüş 20. yüzyılda izafiyet nazariyesi, çok boyutlu uzay, Kâinat’ın büyümekte olması, Kâinat’ın on milyar yıl önce yaratıldığı ve Kâinat’ın ölüme gittiği sonuçları ile ilmen ispatlanmıştır. Artık kıdem nazariyesi dediğimiz Kâinat’ın ebedî ve ezelî olduğunu savunan kalmamıştır. Beş boyutlu uzay olan arşın yaratıldığı Kur’an’da söylenmemektedir. O kadim olabilir.
B) Filozoflar öldükten sonra dirilme yerine, ölünce ruhların daha yüksek bir hayata gitmesini öne sürmüş, bedenî dirilmeyi reddetmişlerdir. İyi insanların iyi ruhlara katılmasını kabul etmişler ancak, bu dünya hayatındaki amellerin alt alta yazılıp hesaba çekilmeyi benimsememişleridir.
Gazali ise Kur’an’a dayanarak, insanların bu bedenleri ile tekrar dünyaya geleceğini ve bu dünyadaki amellerinin muhasebesi sonunda bedenleri ile cennete gideceklerini ortaya koymuştur. İnsan yalnız ruh değildir, yalnız beden değildir. İnsan beden ile ruhun birleşmesinden oluşan bir varlıktır. Arabaların seyri için araba ve şoföre ihtiyaç olduğu gibi; insan da beden ve ruhtur. Bedensiz bir ruhun bir şey yapacağını bugünkü biyoloji kabul etmez. Çünkü tüm ruhsal olayların, bilinç dahil bedende ve beyinde cereyan etmekte olduğu bilinmektedir. Sadece ruhtan ibaret olan bir hayatın yaşamasını bugün hiçbir filozof kabul etmemektedir. Bedenin yeniden dirilmesi dört ve beş boyutlu uzay ile çok kolay açıklanmaktadır. Ruhun varlığı da kesinleşmiş durumdadır. Ancak ruh bedenle ilişki kurarsa varlığını göstermektedir.
C) Filozofların en önemli bir iddiaları da, Allah’ın küllü bilemeyeceğidir. Allah ancak genel kanunları bilir, o kanunların sonunda cereyan eden olaylardan haberi olmaz. Oysa Kur’an’a göre olayların bir kısmı kanunlara göre cereyan etmez. Bilhassa insanın yaptığı işlerde insan iradesi vardır. Yaratıcının bunları bilmesi o kimselerin iradesini ortadan kaldırır. Kelamda bu konu çözülmemiştir. Makroda kanunlar vardır. Mikroda tesadüfler vardır. Bilinemez.
Gazali yine Kur’an’a dayanarak demiştir ki; bizim için tesadüf olan Allah için tesadüf değildir. İhtimaliyat hesabının bulunması ve hata kanunları hep insan için sözkonusu olacaktır. İrade Allah’ın iradesi içinde geçerlidir.
D) Filozoflara göre Allah’ın dışında Allah’ın da zorunlu olarak bağlı olduğu kanunlar vardır. İyi ve kötü olanı da bunlar ortaya koyarlar.
Gazali’ye göre Allah’ın dışında her şey yaratılmıştır. Aklı yaratan da O’dur. Akla o kanunları öğreten O’dur. O bir şeye iyi dediği için iyi olmuştur, kötü dediği için kötü olmuştur. Bugünkü dönem müsbet ilim dönemidir. Akıl varsayımlar üzerinde düşünür. Akıl varsayımları varedemez, varsayımları sezer. Bir varsayıma göre iyi olan başka varsayıma göre kötüdür. Varsayımların doğruluğu bizi istediğimiz sonuca götürüp götürmemsine bağlıdır. Denemeye dayanmayan aklın doğruluğu iddia edilemez.
E) Filozoflar Kâinat’ı hamur ve hamurun aldığı biçimle açıklarlar.
Kelamcılar ise Kâinat’ı parçacıklar ve parçacıklarla örülen yapılar olarak görürler.
İşte bu tartışma atom ve dalga teorisi olarak günümüze kadar sürmüştür. 20. yüzyılda fizik ve biyolojide her şeyin atomlardan oluştuğu öğrenilmiştir. Zaman ve mekân da atomlardan oluşur. Böylece zafer kelamcıların yanında sona ermiştir.
Hâsılı, kelamcılar felsefeyi Kur’an’a dayalı varsayımlarla kurarak yepyeni bir dünya görüşünü getirdiler. Bu durum İslâm âlemindeki karışıklığa son verdi. İnsanlar aynı doğrultuda düşünmeye başladılar. Yunan felsefesini mezara gömdüler. Avrupa’yı uyandırdılar. Gazali’yi izleyen Dekart (Descartes) Avrupa Uygarlığı’nın oluşması usullerini ortaya koydu. 20. yüzyıl ise kelamcıların zaferi ile son buldu.
Kelamcıların üstadı da Gazali olmuştur.
İbni Rüşt Endülüs Uygarlığı’nı tarihten silen düşünceler içine gömülmüştür. İnsanlık eğer Gazali’nin değil de İbni Rüşd’ün arkasından gitseydi; şimdi -kendi tabirleri ile- Ortaçağ karanlıklarında olurdu.
Burada bir hususa işaret etmekte yarar görüyoruz.
Gazali filozofları cerhetmektedir. Burada tamamen haklıdır. Sonuç olarak bugünkü ilimler Gazali’yi onaylamıştır. Gazali bu arada filozofları tekfir etmiş ve cehennemlik yapmıştır. Bu görüşü doğru değildir. Onların çoğu samimi idiler. Hata yaptılar. Ama kasden yanlış bir şeyi iddia etmediler. Allah’a ve âhirete inandılar. Dolayısıyla mü’mindirler ve cennete gidebileceklerdir. Gazali burada yanılıyor. Tabii ki Gazali de hata yapıyor, küfrü düşünmüyor.
Biz hepsi için dua ederiz. Ama bizim üstadımız Gazali’dir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92