ADİL DÜZEN 222
Haftalık Seminer Dergisi 22-23 AĞUSTOS 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 222. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 15-16 Ağustos 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – III
Ben 1960’larda özel teşebbüslerde bulundum. Rüşvet vermeden, hile yapmadan, vergi kaçırmadan hiçbir iş yapamayacağımı anladım ve “Akevler Kooperatifi”ni kurmak istedim. Allah onlardan razı olsun, arkadaşlarım desteklediler ve 1967 yılında kurduğumuz kooperatif sayesinde sosyal ahlâkımı korudum. Rüşvet vermedim. Hile yapmadım. Haklı olan vergiyi kaçırmadım. Defterlere yalan yazmadım. Diğer taraftan ilimde de herkesle tartışabilecek seviyedeyim. İşte bu benim en büyük zenginliğimdir. Dolayısıyla Allah’ıma ne kadar hamd etsem azdır. Mal ve makam edinenlerin başarıları bir seraptır.
Burada mal ve zenginlik yerilmiyor. Bunların kötü olduğu söylenmiyor. Ancak istenen bunların meşru olmasıdır. Kimseyi kandırarak ortak etmeyeceğiz. Kimseyi korkutarak ortak etmeyeceğiz. Kimseye çıkar temin ederek bizimle olmasını temine çalışmayacağız. Onun içindir ki bize katılanlara en küçük maddî menfaat vaad etmiyoruz. Öyle yapsak, o zaman Kur’an’a değil, servete gelmiş olurlar. Helâlinden kazanacağız. Adil Düzen içinde kazanacağız. Adil Düzen dışında servet sahibi olmaya gözümüz olmamalıdır.
Bu husus çok zor görünür. Çünkü aç kalacağımız zannedilir. Onun için ben şu geçiş önerisinde bulunuyorum:
Herkes geçici olarak şimdi yaptığı gibi çalışmaya devam etsin. Ancak zekât kadar miktarı “Adil Düzen İşletmesi”ne koysun. İranlılar gelirlerinin beşte birerlerini koyuyorlar, buna “humus” diyorlar. Mesela, herkes maaşının beşte birini, kazancının beşte birini “Adil Düzen İşletmesi”ne ortaklık payı olarak koysun. Ortak bir işletme kuralım. Mesela, market işletelim. Mesela, ahşap evler yapalım. Mesela, naylon poşet çıkaralım. Buranın usulü ile çalışmayı kabul eden kardeşimizi de burada müteşebbis yapalım. Sonra işimiz geliştikçe yavaş yavaş hepimiz işlerimizi “Adil Düzen İşletmesi”ne çevirelim. Böylece haram kazançtan kendimizi kurtaralım.
Böyle yaparsak Allah diğer kazançlarınızın haramlığını da temizler. Zaten zekât demek temizlik demektir. Yoksa ne mallar, ne de evlatlar bizi Allah’tan gelecek azaptan kurtaramaz. Zahirî başarılarımız bizi “Adil Düzen”e olan ihtiyaçtan da vareste edemez.
Bugün Türkiye’de onlar bizi kendilerinden saymasa da; bizim kendilerini bizden saydığımız başarılı olmuş iki siyasi kuruluşumuz var: Saadet Partisi ve AK Parti. Herkes biliyor ki bunların ellerinde kanuni olan ama şer’an helal olmayan mal varlıkları var. “Adil Düzen İşletmeleri”ne beşte birlerini koysunlar. Allah kalanın da hesabını sormayacaktır. Yoksa faizli işletmeleri içinde ve iktidarları içinde helâk olup gideceklerdir. Diğeri de Kombassan ve Yimpaş’tır. Onlara hakkı tavsiye babında diyoruz ki; İşletmelerinin beşte birlerini “Adil Düzen”e çevirsinler. Biz onlara yardımcı olalım. Biz ücret de talep etmiyoruz. Mallar yine onların olsun. Yoksa yine kanunen meşru ama Kur’an’a göre haram olan servetleri Karun’un malları gibi helâk olup gidecektir…
*HAFTALIK YORUMLAR (52): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)
Bir Âyet:
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ(33)
“Müşrikler kerih görse de, Resulünü hidayet ve hak din ile onu bütün dinlere zahir kılsın diye irsal eden kimse O’dur.” (Tevbe Sûresi[9]; 33)
Adil Düzen: “ADİL DÜZEN”İN DAYANAKLARI
Adil Düzencilerin gerek kişi olarak, gerek topluluk olarak dört dayanakları var: Eşitlik, hakemlik, çıkar paralelliği ve adalet için cihad.
Bir Çözüm: ZALİM DÜZEN
Bir Yorum: MAĞLUP OLACAKLAR
ABD- ABD bunda muvaffak olamayacaktır. ABD’nin varlığını sürdürebilmesi için “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı kabul etmesi gerekir. Tek süper güç olamaz, ama Batı Uygarlığı’nın öncüsü olabilir. Osmanlılar gibi olur. İslâm âlemi çökerken o da çöker ama gücünü korur. Sonunda bundan sonra gelecek kuvvet uygarlığına da aday olabilir. AB- Avrupa Uygarlığı çökmektedir. Daha 500 yıllık ömrü vardır. Üstün varlık gösterebilmesi için “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı benimsemesi ve kendisini ona göre düzenlemesi gerekir.
SERMAYE- Bugün dünyayı Amerika Yahudi sermayesi yönetmektedir. Ekonomiye tam hakimdir… SERMAYENİN bu anlayış doğru değildir. Sermayenin sonu gelmiştir… T.C. Devleti- Türkler tarihte 1000 yıl süper güç oldular. Son 500 yıl Türklerin üstünlüğü içinde geçti… Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “Adil Düzen”i kabul ederse yıkılmadan kurtulur...
Haftalık Aktüalite “ADİL DÜZEN”DE FELSEFE
Bir Öneri: İslâm Konferansı Örgütü aracılığı ile “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” teklifi.
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 222. SEMİNER Tefsir İstanbul, 16 Ağustos 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - III
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
انَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا وَأُوْلَئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِ(10) كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَأَخَذَهُمْ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ وَاللَّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ(11)
قُلْ لِلَّذِينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ إِلَى جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمِهَادُ(12)
قَدْ كَانَ لَكُمْ آيَةٌ فِي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَأُخْرَى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِ وَاللَّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهِ مَنْ يَشَاءُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لِأُوْلِي الْأَبْصَار(13)
اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv)
Bakara Sûresi’nde mü’minleri anlatmış ve mü’minleri iki gruba ayırmıştı. Biri, aklî delilleri ile kendilerini kurtarmak isteyenlerden bahsetmişti, bunu öne almıştı. Diğeri de, naklî delillerle hakkı arayanlardan bahsetmişti. Bakara’daki “Lâ raybe fîh” ifadesini burada açmış ve Kitab’ı ve Furkan’ı tanıtmıştı. Sonra burada da mü’minleri ikiye ayırmıştı. Biri müçtehit olan mü’minleri, diğeri ise tâbi olan mü’minleri anlatmıştır. Tâbi olanları naklî delillere dayanarak kendilerini kurtarmak isteyenler olarak, diğerlerini aklî delillere dayanarak kendilerini kurtarmak isteyenler olarak anlatmış oluyor. Her iki sûrede de “İnnellezîne keferû” diyerek bundan sonra mü’min olmayanları anlatmaya başlamıştır. Böylece iki sûre girişinde bir paralellik ortaya çıkmaktadır.
Geçen âyetlerde “İnnellezîne keferû” âyetin içinde geçmişti. Şimdi arada bir harf-i atıf getirmeden açıklamaya başlamıştır. Bundan önce bir “Emmâ” getirilmişti, ama ikinci “Emmâ” getirilmemiştir. İkinci “Emmâ” “Va er-rasihuna”da hazf edilmiş olabilir, burada da olabilir. İşte eğer bir “Emmâ” ikisine de gitsin istenirse hazfedilir. “Ya Ahmet gelsin, Mehmet konuşsun, Cemal yazdırsın.” Vurgu ile bunları öyle söylersiniz ki; “Ya Ahmet gelsin, ya da Mehmet konuşsun ve Cemal yazdırsın.” anlarsın. Veya “Ahmet gelsin ve Mehmet konuşsun, ya da Cemal yazdırsın.” Burada Kur’an bu sanatı icra etmiştir.
Kalplerinde zeyğ olanlar ile rasih olanları ayırmış ve kâfirleri rasihlere eklemiştir. Çünkü küfür ancak rusuh sahipleri tarafından icra edilir. Küfür kararlılık isteyen ve bilen kimselerin yapacağı işlerdir. Uyanlar ise kim iktidarda ise ona uyarlar. Dolayısıyla mü’minlerin tâbileri gibi onların tâbileri vardır. İşte bu sebepledir ki Allah bize küfrün eimmesiyle cihad yapmamızı emrediyor. Çünkü halk sonra kendiliğinden bize tâbi olur.
Bu nokta çok önemlidir. Bizim halkla uğraşmamamız gerekir. Önce biz rasihler olarak hazırlanmalıyız. Karşı tarafların rasihleri ile çatışmalıyız. Onlar mağlup olunca halk sonra kendiliğinden bize uyar. Şimdi Allah bizi onlarla karşılaştırmıyor, çünkü henüz tam hazırlıklı değiliz.
“Emmâ”nın “Ve’r-rasihun”da hazfedildiğini kabul edersek manâ böyle, burada “Ellezîne keferû”da hazf edildiğini farzedersek o zaman da kalblerinde zeyğ olanlar da rasihler de mü’mindirler. Cennete gidecekler demektir. Kâfir olanlar için yenilme ve cehennemden bahsedilmektedir. Bu iki tasnif de doğru olduğu için ikinci “Emmâ” hazf edilmiştir. Küfredenler demek, bile bile hakkı gizleyen ve yanlış yola gidenler demektir. “Ellezîne keferû” sığası hem kâfirleri tanımlıyor, hem de küfrü tanımlamış oluyor. Küfür reddetmektir. Hakkı bile bile reddetmek demektir.
لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ (LaN TuĞNIYa GaNHuM) “Onlardan iğna edemez. Onlardan savamaz.”
“Ğanam” koyun demektir. Sonra “M”nin “Y”ye dönüşmesi ile zenginlik anlamını kazanmıştır. Türkiye’de köylerde “mal” deyince koyun, keçi ve sığır anlarlar. Sonra da varlık anlamındadır. Zenginlik çobanlık zamanında da anlaşıldığı için “sürüsü var” demek, varlığı var, zengindir demektir. Mal insanların ihtiyaçlarını gideren eşyadır. Ekonominin temel tanımıdır. İğna etmek demek, onu zengin bırakmak demektir. Yani muhtaç etmemek demektir.
“Anhum” kelimesinden, onlardan ihtiyacı gideren şeyden zengin bırakmaz. Allah’tan yani Allah’a muhtaç olmaktan, yahut Allah’tan geleceklerden anlamına gelir. İnsanlar mallarına ve canlarına güvenirler ve bize ölüm yok derler. Yenilmeyeceklerini sanırlar. Bu bir küçük kabile veya topluluk için böyle olduğu gibi büyük devletler için de böyledir.
Şimdi biz Akevler camiası zannederiz ki paramız olsa, bir de kalabalık olsak sorunlarımız çözülecektir. Artık bir şeye ihtiyacımız kalmayacak. Zengin olmak isteyenler bu cemaatlere gelirler; ancak paraları olunca da artık buraya gelemezler. İktidar olmak isteyenler bu cemaatlere gelirler; ama iktidar olduktan sonra buralara ihtiyaçları kalmaz. Sanırlar ki artık biz Kur’an’a ve Allah’a muhtaç olmayacağız. Oysa insanlar ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar yüksek makam işgal ederlerse etsinler, onların o kadar daha çok Allah’a ve Kur’an’a ihtiyaçları vardır. Humeyni İran’ın dini lideri olduktan sonra da “Nasara–Yansuru” okutmaya devam etmiştir. Eski usul öğrenciler gelir ve medrese usulünde ondan ders görürlerdi.
أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ (EamVAvLuHuM va EaVLAvDuHuM) “Malları ve evlatları da”
Kur’an’da mal ve evlat tabirinden ise maddî varlık, insan varlığı anlaşılmaktadır. Devletler için bunlar nüfus ve topraktır, servettir. Partiler için para ve oydur. Zenginler için ise sermayedir, ortak sayısıdır. İnsanlar beyinlerinde hep bunları çoğaltırsak bizim işimiz tamamdır derler. Başarı ölçüsü olarak; kaç kişisiniz, neyiniz var, o halde siz büyüksünüz derler. Acaba biz bu anlayıştan kurtulabildik mi?
İnsanlar için dört değer vardır: İlim, ahlâk, makam ve zenginlik. Kuvveti üstün tutan topluluklar, siyasi gücün yani insan sayın ne kadar, ona bakarlar; servetin ne kadar, ona bakarlar. Oysa Hakkı üstün tutanlar ilminiz ne kadar, ahlâkınız ne kadar diye bakarlar. Türkler “ahlâk” deyince yalnız kişisel ahlâkı anlarlar. Kişi zina yapmazsa, kumar oynamazsa, içki içmezse, yalan söylemezse bunu ahlâklı sayarlar. Elbette ahlâk için bunlara da ihtiyaç vardır. Ama bunlar kadar önemlisi sosyal ahlâktır. Rüşvet vermeyecek, vergi kaçırmayacak, verdiği sözünde duracak, topluluğun malını üzerine geçirmeyecek. İşte Hakkı üstün tutan topluluklar bunlardır. Bunlar mal ve canlarla değil yani nicelikle değil, nitelikle sevinmelidirler. Diğer insanlarla temas ederken onlardan bilgili misiniz? Siz konuşurken cevap vermekte sıkıntı çekiyor musunuz? Hayır. Öyleyse siz Allah’ın büyük nimetine eriştiniz demektir. Gerek kişisel gerek sosyal ahlâkınızı koruyabiliyor musunuz? O zaman da siz yüksek insanlarsınız. Bunu yapabilmeniz için de iş hayatınızı “Adil Düzen”e göre düzenlemelisiniz.
Ben 1960’larda özel teşebbüslerde bulundum. Rüşvet vermeden, hile yapmadan, vergi kaçırmadan hiçbir iş yapamayacağımı anladım ve “Akevler Kooperatifi”ni kurmak istedim. Allah onlardan razı olsun, arkadaşlarım desteklediler ve 1967 yılında kurduğumuz kooperatif sayesinde sosyal ahlâkımı korudum. Rüşvet vermedim. Hile yapmadım. Haklı olan vergiyi kaçırmadım. Defterlere yalan yazmadım. Diğer taraftan ilimde de herkesle tartışabilecek seviyedeyim. İşte bu benim en büyük zenginliğimdir. Dolayısıyla Allah’ıma ne kadar hamd etsem azdır. Mal ve makam edinenlerin başarıları bir seraptır.
مِنْ اللَّهِ (MiNa ElLAHı) “Allah’tan bir şeyi iğna edemez.”
Burada mal ve zenginlik yerilmiyor. Bunların kötü olduğu söylenmiyor. Ancak istenen bunların meşru olmasıdır. Kimseyi kandırarak ortak etmeyeceğiz. Kimseyi korkutarak ortak etmeyeceğiz. Kimseye çıkar temin ederek bizimle olmasını temine çalışmayacağız. Onun içindir ki bize katılanlara en küçük maddî menfaat vaad etmiyoruz. Öyle yapsak, o zaman Kur’an’a değil, servete gelmiş olurlar. Helâlinden kazanacağız. Adil Düzen içinde kazanacağız. Adil Düzen dışında servet sahibi olmaya gözümüz olmamalıdır.
Bu husus çok zor görünür. Çünkü aç kalacağımız zannedilir. Onun için ben şu geçiş önerisinde bulunuyorum. Herkes geçici olarak şimdi yaptığı gibi çalışmaya devam etsin. Ancak zekât kadar miktarı “Adil Düzen İşletmesi”ne koysun. İranlılar gelirlerinin beşte birerlerini koyuyorlar, buna “humus” diyorlar.
Mesela, herkes maaşının beşte birini, kazancının beşte birini “Adil Düzen İşletmesi”ne koysun. Ortak bir işletme kuralım. Mesela, market işletelim. Mesela, ahşap evler yapalım. Mesela, naylon poşet çıkaralım. Buranın usulü ile çalışmayı kabul eden kardeşimizi de burada müteşebbis yapalım. Sonra işimiz geliştikçe yavaş yavaş hepimiz işlerimizi “Adil Düzen İşletmesi”ne çevirelim. Böylece haram kazançtan kendimizi kurtaralım. Böyle yaparsak Allah diğer kazançlarınızın haramlığını da temizler. Zaten zekât demek temizlik demektir. Yoksa ne mallar, ne de evlatlar bizi Allah’tan gelecek azaptan kurtaramaz. Zahirî başarılarımız bizi “Adil Düzen”e olan ihtiyaçtan da vareste edemez.
Bugün Türkiye’de onlar bizi kendilerinden saymazsa da; bizim kendilerini bizden saydığımız başarılı olmuş iki siyasi kuruluşumuz var: Saadet Partisi ve AK Parti. Herkes biliyor ki bunların ellerinde kanuni olan ama şer’an helal olmayan mal varlıkları var. “Adil Düzen İşletmeleri”ne beşte birlerini koysunlar. Allah kalanın da hesabını sormayacaktır. Yoksa faizli işletmeleri içinde ve iktidarları içinde helâk olup gideceklerdir. Diğeri de Kombassan ve Yimpaş’tır. Onlara hakkı tavsiye babında diyoruz ki; İşletmelerinin beşte birlerini “Adil Düzen”e çevirsinler. Biz onlara yardımcı olalım. Biz ücret de talep etmiyoruz. Mallar yine onların olsun. Yoksa yine kanunen meşru ama Kur’an’a göre haram olan servetleri Karun’un malları gibi helâk olup gidecektir.
شَيْئًا (ŞaYeEan) “Hiçbir şeyi kendilerinden savamaz.”
Yani ilme ve kişisel ve sosyal ahlâka dayanmadan gelecek olan her türlü kötülükleri savamaz. Bizim oyumuz var, bize ölüm yok; bizim paramız var bize bir şey gelmez demesinler. Çünkü onları bekleyen kötü akıbeti ancak Kitap, Kur’an ve Furkan yani helal ve haramın ayırımı sağlayabilir. Buradaki “Şey” umumidir. Daha çok dünyada bizi bekleyen kötülüklerdir. Bu yalnız iktidarda olanlara ve zenginlere söylenen sözler değildir. Bize de söylenmektedir. Zenginleşeceğiz, başarılı olacağız, çoğalacağız ve kurtulacağız zannedilmesin. Kur’an ve Furkan’a göre olmayan ne zenginlik, ne de çokluk bir şey ifade etmez. Ancak Kur’an ve Furkan’a dayalı servet ve kalabalık ortaklık bizi selamete ulaştırır. Yaptıklarımıza asla yalan ve haramı karıştırmamalıyız.
وَ (Va)
Buradaki atıf “Ve”si; mal ve evlatları, dünyada hiçbir şeyleri Allah’tan gelecekleri savamaz ile ahirette olacak Allah’ın azabından hiçbir şey savamaz, yahut ahirette de cennet kazandırmaz anlamında olup, bunların ayrı ayrı olduğuna işaret etmektedir. Çünkü insanların çoğu Allah’a ve ahirete inanmaktadır ama dünyada Allah’ın karışmadığı görüşündedirler. Evet, ahirette cehennemde yanarız ama bu dünyada faizle de başarılı oluruz, rüşvetle de başarılı oluruz zannederler. Oysa bunlar yanılıyorlar. Dünyada da Allah vardır ve Hak gelmiştir, bâtıl zâil olmuştur.
Başka kimseler de yalnız dünya var, ahiret diye bir şey yok derler. Dünyadaki sıkıntılarına sabrederlerse ahiretteki derecelerinin yükseleceğini unutur, başlarına bir sıkıntı geldi mi ümitsizlik içinde göçüp giderler. Oysa Allah asıl muhasebeyi ahirette yapacak ve asla kimseye zulmedilmeyecek. Bugün başkalarının çalışmaları üzerinde kurulup hakkı unutanlar, “Adil Düzen”i sırtlarının arkasına atanlar, yarın ateşin üzerinde oturmuş olurlar. Bu dünyada ücretlerini alamayanlar ahirette kat kat ecirlerini alacaklardır. İşte “Va” bunları ifade eder.
أُوْلَئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّار (EuLAEıKa VaQUvDu elNAvR)
“İşte onlar narın vakududur. İşte onlar ateşin yakıtıdır.
Kur’an cennet ve cehennemden bahseder. Cehennemi ateş olarak, cenneti de bahçe olarak tasvir eder. Önce cennet ve cehennem haktır. İnsanlar oralarda buralarda olduğu gibi yaşayacaklardır. Yiyecekler, içecekler, nefes alacaklardır. Yani bedenleri bu bedenlerinden faksızdır. Tek fark, bu beden ölümlüdür, o beden ise ölümsüzdür. Vücutta yenileme olsa bile cennette hastalık yoktur.
“Cehennem” kelimesine gelinirse, yakıtı insandır deniyor. Oysa yakıt yanar ve tükenir. Halbuki insan ölmeyecektir. Öyleyse insan nasıl yakıt olur? Taştır deniyor. Oysa taş zaten bir yanıktır. Bir daha yanamaz. “Hicare” marifedir. Yani bildiğimiz taştır deniyor. Taş ise yanmaz. Öyleyse buradaki “Nâr”ı gerçek ateş olarak almamız mümkün değildir. Mecazi manâsındadır. “Vakûd/Yakıt” kelimesi de mecazi manâdadır. Yani insanların kendilerinin tutuşturduğu ateşte yanarlar demektir. İnsanlar kendileri nasıl ateş yakarlar? Geçimsizlik ve kavga ateş olur. Önce servetlerin çekişmesi onlara ateş olur. Servet bizzat ateşin yakıtı haline gelir. İktidar çekişmeleri de bizzat ateş olur. Mal ve evlat peşinde koşanlar birbirine hasım olur ve ateş yakarlar. Oysa ilim ve ahlâk peşinde koşanlar iyilikte yarışırlar. Alimler birbirleriyle tartışırlar ama birbirlerini severler. Kendileri çekişmez, fikirleri çekişir. Ahlâklı olanlar başkalarının mallarını kendilerine çekme yerine, kendi imkanlarından başkalarını yararlandırmaya çalışırlar. Aralarında sevgi doğar. Maddî varlıkları yoktur ama huzurları vardır.
Seminer günlerimizde burada hep birlikte yediğimiz karpuz-ekmek bizi hem sağlıklı kılmakta hem de bize huzur getirmektedir. İmkanı olanlar katkıda bulunuyor; olmayanlar da diğerlerine sevap kazandırıyor. Katkıda bulunanlar; Allah bize verdi, O’nundur, harcıyoruz, sevap kazanıyoruz diyorlar. Katkıda bulunamayanlar da; bunun Allah’tan geldiğini bildikleri için ben yapamadım diye hiçbir sıkıntı duymazlar. Herkes huzurludur.
İşte burada yokluk içinde cennet var. Diğer tarafta; o bunu yaptı, ben niye yapamıyorum diye ateş var. Öbür taraftaki o ateşi yakanlar yine kendileridir. Onun için ateşin yakıtlarıdır denmektedir. Marife geldiğine göre bu ahiret ateşidir. Ama bu dünyada bunların aynı ateş içinde olacaklarına işaret vardır. Marife olması ahd-i zihni iledir. Yanı biz cehennem ateşini bilmiyoruz ama onun varlığını biliyoruz. Buna da harf-i tarif gelir. “Dün bir adamla karşılaştım. O adam ölmüş.” dersen, ikincide adam kelimesi zihnen maruftur. O ile marife olmuştur.
كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ (Ka DaEBı EAvLı FıRGaVNa) “Firavun âlinin de’bi gibi.”
“Firavun” far kelimesinden gelir. Dal anlamındadır. Sülale demektir. Genel olarak miras çocuklar arasında bölüşülür. Krallık ise babadan oğluna intikal eder ama birisine intikal eder. Bölüşülmez. Mezopotamya’da kent devletleri vardır. Şûra başkanlarını seçer. Babadan oğluna bir kuralla değil de seçimle intikal eder. Şart da değildir. Eğer çok başarılı başka kimse yoksa kralın oğlunu tercih ederler. Mısır’da ise merkezi devlet vardır. Belli kural veya vasiyetle krallık devam eder. Hz. Musa peygamberin sülalesine “Fıravn” denmektedir. “Âli” de onun çevresi demektir. “Evl” ilk demektir. Evvelûn, sabıkûn mukarrabûn âldir. Ölümünden sonra onun müessesesini devam ettirenler de âldir. “Muhammed’in ümmeti” dediğimizde, hayatında kendisini başkan yapmış cemaat olur. “Muhammed’in milleti” dediğimizde, ölümünden sonra onun yoluna gidenler dahil herkestir. “Âl” ise hayatında ve ölümünde onun yanında yer alan heyet demektir.
“De’b” ise debelenmek olarak Türkçe’de kullanılır. Çabaları gibi tercüme edilebilir. “Dâbbe” yürüyen hayvan demektir. Ay ve Güneş için Kur’an “Daibeyn” kelimesini kullanmaktadır. Firavun âlinin çabaları nasıl Allah’tan bir şeyi savamamışsa, küfretmiş olanların mal ve evlatları da Allah’tan bir şey savamayacaktır. Firavun’un çok büyük zenginliği vardı. Çünkü onların o teknoloji ile yaptıkları ehramları bugün dikecek servet sahibi değiliz. O zamanın en güçlü devleti idi. Diğer ülkelerdeki devlet feodal devletti. Hititler dahil merkezi tek devlet yalnız Mısır devleti idi. Hatta tarih boyunca merkezi o büyüklükte tek devlet belki hiç olmamıştır. Mısır Uygarlığı M.Ö. 2500 tarihlerinde başlamıştır. M.Ö. 500 yıllarına kadar varlığını sürdürmüştür. 2000 yıllık bir uygarlıktır. Aynı dili konuşmuş ve aynı yazıları yazmıştır.
وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ (Va elLaÜIyNa MıN KabLıHıM)
“Ve kabillerinden önce olanlar. Kendilerinden önce olanlar.”
Bunlar kimlerdir? Bunlar Mısır’ın Hz. Musa döneminden önce gelen Firavun sülaleleri olabileceği gibi, kendilerinden önce gelmiş olan Mezopotamya halkları da olabilir. Kur’an’da tarif edilen, dolayısıyla bilinen Hz. Yusuf Peygamberin hanedanları olabilir. Bunlar dörtyüz yıl önce gelmişlerdir. Yahut Nuh, Ad, Semud kavimleri olabilir. Hepsi için ifade doğrudur. Bunlar mallarına ve sayılarına güvenerek yaşama çabalarını göstermişler ama hepsi tarih olmuşlardır.
Bugün de “Adil Düzen”i kabul etmeyerek, faizli sistemde başarıya ulaşacaklarını sananlar yanılıyorlar. Süper güç iddiasında olanlar, başta Amerikalılardır. Sonra Avrupa Birliği’dir. Sonra Rusya ve Çin’dir. Bunlar nüfuslarına ve zenginliklerine güvenerek varlıklarını sürdürüyorlar. B.M. Güvenlik Konseyi’nde birleşerek dünya hakimiyetini sürdüreceklerini sanıyorlar. Kur’an indiği zaman da dünyaya Bizans ve Persler hakimdi. O zaman da Çinliler uzakta varlıklı idiler. Ama İslâmiyet dünyaya kısa zamanda hükmetti. Müslümanlar ise küçük topluluk idiler, fakir bir topluluk idiler. Şimdi de Adil Düzenciler böyle yoksul ve az bir topluluktur, ama onların elinde Kur’an vardır. Buna sahip çıkacaklar ve dünyaya hakim olacaklar. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracaklar. Firavun’u misal vermesi, Firavun ehramlarının hâlâ varolması, onları tarihten silen İbranilerin hâlâ varolmasıdır. Kimler galip geldiler? Az kimseler, yoksul kimseler mi; yoksa çok kimseler, servet ve saman sahibi olan kimseler mi? Firavun’u Hz. Musa boğmadı, kendisi boğuldu. Mısır’ı İbraniler yıkmadı, Allah yıktı.
كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا (KazZaBUv Bi EaYAvTıNAv) “Âyetlerimizi tekzib etmişlerdi.”
Firavun hangi âyetleri tekzib etti? Tekzib ne demek? Kabul etmemek demektir. Yoksa Firavun sopanın yılan olmasını tekzib etmedi. Ne var ki, onun sonucunda İsrail oğullarını katma önerisini kabul etmedi. Biz de bugün, “Gelin “Adil Düzen işletmeleri”ni kuralım.” diyoruz. “Artık faizsiz kredileşme sistemini kuralım.” diyoruz. “O yanlıştır!” demiyorlar; “Olmaz!” diyorlar. İşte bu tekzibdir. Göreceksiniz, yaşayanlar görecekler; Adil Düzen dışındaki bütün çabalar serap olacaktır. Ancak Adil Düzenin yolcuları başarıya ulaşacaklardır.
فَأَخَذَهُمْ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ (Fa EaPaÜaHuMu elLAHu Bi ÜuNUvBiHiM)
“Onları zunublarından dolayı Allah ahzetti.”
Burada “Fa” harfi gelmiştir. “Tekzib etti” dendikten sonra Mısır’da 20 yıl geçmişti. “Fa” harfi kullanılmıştır. Çünkü tekzib devam etmişti. Tef’il bâbı da bunu gösterir. Defalarca tekzib ettiler denmektedir.
Şimdi bizi de bu yorumlarla tekzib ediyorlar, mallarının ve iktidarlarının onları kurtaracağını sanıyorlar. Oysa günahlarından dolayı, faizli sistemi yürüttüklerinden dolayı ve hakemlik sistemini uygulayıp adaleti dağıtmadıklarından dolayı Allah onları ahzedecek. Demek ki bugünkü Müslümanların açık günahları nelerdir?
Aralarında karz-ı hasen müessesesini çalıştırmıyor ve faizli işlere devam ediyorlar. Bu paranın kendisi faiz belgesidir. Mala-Mal Marketleri ile faizden kurtulabilirler. Hakemlik sistemini aralarında uygulayacaklarına avukatlara koşuyorlar. İktidarlar faizli düzen içinde çözüm arıyor. Erbakan bile hâlâ faizli sistemde medet umuyor. Çünkü orada mal sahibi olmuştur, orada oy almıştır. Tayyip bütün imkânlara sahip olduğu halde; ne faizsiz sistemi getirmeye çalışıyor, ne de hakemlik sistemini uygulamaya girişiyor. Firavun’un zunubuna benzer zunub bunlar. Burada birçok ince hususlar vardır.
a) Günü geldiğinde hemen helâk gelir. O zamana kadar tekzib devam eder. Tekzib ile helâk arasında fetret devri geçmez. O halde Adil Düzencilerin tebliği de devam edecektir.
b) Zenblerinden dolayı ahzetmiştir. Yoksa küfürlerinden dolayı ahzetmemiştir. Küfür fikrî suçtur. Zenb ise fiilî suçtur. Allah kâfirleri küfürleri sebebiyle değil, günahları sebebiyle ahzetmektedir. Bizim günahları ortaya koyup da onlara izah etmemiz gerekir.
c) Helâk edecek olan mü’minler değildir, Adil Düzenciler değildir. Allah’tır. Allah’ın sosyal ve tabiî kanunlarıdır. Bunları da onlara gösterip; bak, siz bu sebeple helâk edileceksiniz dememiz gerekiyor. Adil Düzenciler bunu yapıyorlar.
d) Helâk olacaksınız; çünkü ülkenin üçte biri işsiz ve açtır. Bunun çaresi varken, “çalışana kredi sistemi” ile bunu halletmek mümkün iken, etmiyorlar. Faizli borçlar içinde boğulmak büyük günahtır. Allah ve resulü ile harptır. Bunun çaresi borcu iştirake çevirmek, faizsiz borca çevirmek varken; küfürlerinde inat ederek zenblerine devam ediyorlar. Hakemlik sistemi varken, onlarca yıl sürmekte olan hakimlik sisteminde avukatlar sömürüsüne devam edip duruyorlar. Medya kooperatiflerini kurup yazarları serbest hale getirmek varken; sermaye tekelinde millî basını mefluç hale getiriyorlar.
İşte bunların günahları bunlardır.
وَاللَّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ (Va elLAHu ŞaDIyDu elGıQBı) “Allah ıkabı şiddetli olandır.”
“O ıkabı şiddetlidir.” denmemiş de; “Allah ıkabı şiddetlidir.” denmiştir. Çünkü yukarıda “Allah bu dünyada onları ahzetti.” diyor. Dünyevî kanunlarla, sosyal ve tabiî kanunlarla ahzetti diyor. Ahirette ise Allah herkesi ayrı ayrı hesaba çekerek cezalarını verecektir. Bu sebeple izhar etti.
قُلْ (Qul) “Kavlet, söyle.”
Kime emirdir? Burada söyleyecek olan kimdir? Bu sözler kıyamete kadar söyleneceği için söyleyecek olan her mü’mindir. Yahut topluluğu temsil edenlerdir. İmamlardır. Cemaat başkanlarıdır. Mesela; Erbakan söylemelidir, Tayyip söylemelidir. Ama onlar söylemiyorlar. O halde biz Adil Düzenciler söylemeye çalışmalıyız. Allah’ın huzuruna vardığımızda; “Söylemeye çalıştık. Senin verdiğin gücü kullandık. Ondan fazlasına sahip değildik. Daha fazlasını söylemeye gücümüz yetmedi.” diyerek mazeret beyan ederiz.
لِلَّذِينَ كَفَرُوا (Lı elLaÜIyNa KaFeRUv) “Küfretmiş olanlara söyle, mağlub olacaklar.”
Burada küfredenlere söyle deniyor. Onlara söyle denmiyor. Çünkü kalbleri zeyğde olanlara söylenmiyor. Kimdir kalbleri zeyğde olanlar? Aslında kâfir değildirler ama Kur’an’ın galip geleceğine bir türlü inanmayanlardır. Bunlar münafık da değildirler. Ama bilgileri yetmediği için ne yapacaklarını bilmeyenlerdir.
Adil Düzeni kabul etmeyen Müslimlerin hali budur. Bize emredilen kâfirlere söylemektir. Kimdir bunlar? Dünyayı sermayeye sömürtmek isteyen, Batı sermayesi ile dünyayı silahın esiri haline getirmek isteyen kuzey sosyalistleridir. Biri mağlup oldu. Diğeri de mağlup olmak üzeredir. Türkiye’de de din düşmanı lâiklerle, din düşmanı komünistlerdir. Lâiklerdir demiyorum, sosyalistlerdir demiyorum. Din düşmanı olanlar kâfirdirler. Dine inanmayanlar kâfir değildir. Ama din düşmanı olanlar; haza kafirdirler. 500 yıldır Batı sermayesi din düşmanlığı yapmaktadır İşte onlara söylüyoruz. Bunlar Yahudiler değildir. Yahudiler içinde din düşmanı olmayanlar ve dindarlar vardır. Bunlar Amerikalılar değildir. Amerikalılar içinde din düşmanı olmayanlar vardır. Belki de çoğu dindardır. Ruslar da öyledir. Ama bugün hakim olan sömürücü sermaye ile onun oluşturduğu saldırıcı silah sözünü öttürtüyor. İşte biz onlara söylüyoruz, söylemeye emrolunuyoruz.
سَتُغْلَبُونَ (Sa TuĞLaBUvNa) “Yakında mağlub olacaksınız.”
“Ğalaba” demek, çoğalmak demektir. “Mağlub olmak” demek, azalmak demektir. “Kalabalık” kelimesi buradan gelen kelimedir. Savaşta galip gelenler sonra çoğalırlar, mağlup olanlar ezilip giderler.
Batı mağlup oluyor çünkü nüfusu azalıyor. İslâmiyet galip geliyor çünkü nüfusu çoğalıyor. Din düşmanı olanlar; açıkça ihtar ediyoruz ki mağlup olacaksınız. Mağlup olacaksınız, mağlup olacaksınız. Hem de yakında, yakında, yakında. Mü’minlere bundan daha güzel müjde olur mu? Bundan 40-50 yıl önce dünyada küfür en şiddetli bir şekilde gelişmişti. Allah onlara hitap ediyordu; “Mağlup olacaksınız.”
Azametli sosyalizm mağlup oldu. Şimdi de kudurmuş kapitalizm mağlup olacaktır. Mağlup olacaktır. Mağlup olacaktır. Ama onları zalim Saddam elbette mağlup etmeyecekti. Dünyada barışı sağlamak için Türk Ordusuna baş vuruyorlar. Org. Çevik Bir bile bulunduğu yerde barışı sağladı. Evet, din düşmanları mağlup olacaklardır. Azgın sömürücü sermayenin fitnesi sönecektir. İşte bu Allah’ın müjdesidir.
وَتُحْشَرُونَ إِلَى جَهَنَّمَ (Va TuXŞaRUvNa EiLAv CaHanNaMa)
“Ve cehenneme haşrolunacaksınız. Ve cehenneme götürülüp toplanacaksınız.”
“Haşere” yumurtadan çıkıp toplanan böcekler demektir. Bir yere toplanmaya haşr olmak dendiği gibi; dirilmeye de haşr denmektedir. Allah kıyamet gününde insanların dirilip toplanmasını haşr olmakla ifade etmektedir. Değişik zamanlarda da olsa yumurtalar konur, sonra belli sıcaklık veya ısı yumurtaları yavruya dönüştürür. Mezara gömülen her insan yumurtaya benzetilmektedir. Günü gelince hep birlikte haşr olacaklardır. Yumurtadan çıkıp toplanmış olacaklardır. İnsanın ömrü anındaki durum dondurulmaktadır. Ruhtan ayrılmış olarak tarih içinde sağlanmaktadır. Çürüyen bedenimiz ölüm anındaki beden değildir. O beden orada durmaktadır. Ondan sonra oynanan film tabiî kanunların değişmezliği gereğidir. İnsan ruhu oradan ayrılmıştır, gene oraya dönecektir. O beden, ölüm halindeki beden, günü gelince harekete geçecektir. İnsan o bedenle gelecektir. Yaşlanmışsa, süratle gerisin geriye gidip kendi yaşayacağı yaşa ulaşacaktır. Eğer çocukken ölmüşse süratle ilerleyip ebedi yaşayacağı yaşına ulaşacaktır. Bu filmi süratle ileri sarmak veya geri sarmak şeklinde olacaktır. İşte bu durumu haşr ifade etmektedir. Bundan sonra cennete veya cehenneme götürülecektir. Bedenler başka bir değişme ile cennette yaşayabilecek veya cehennemde kalabilecek şekilde yeniden oluşup kalacakları yere gideceklerdir. Bugün de kurbağalar suda doğarlar, gelişirler, sonra vücutlarını karada yaşayacak şekilde değiştirirler. Böcekler yerde sürünürken krizalit devreden sonra kanatlanıp uçarlar. İnsanlar ahirette bir araya getirilecek, cehennemde de bir araya geleceklerdir. Sosyallik ahirette daha gelişmiş bir şekilde devam edecektir. Cehennem, fırın demektir, maden fırını demektir. İnsanları yetiştirmek için Allah onları oraya alacaktır. Ne var ki, uzaya giden kimseler nasıl elbise giyerlerse, ahirete giden kimseler de öyle elbiseler giyerler ve ona göre dayanacak durumda olurlar. Bu deri atma şeklinde olacaktır. Yılanlar için de durum böyledir. Deri atarlar.
وَبِئْسَ الْمِهَاد (Va BıESa eLMıHAvDu) “Mihad bi’sedir.”
“Biese” “Beise”den dönüşmüştür. Çokça kullanıldığı için fiil kalıbında olmayan bir kalıba girmiştir.
“Be’s” bedeni zarardır. “Zarar” ise maddî zarardır. Ancak birbirlerinin yerine de kullanılmaktadır.
“Mhd” beşik demektir. Çocuğun büyümesi için hazırlanmış özel yerdir. İstirahat yeridir.
Allah dünyayı beşiğe benzetmektedir. Çünkü insanların yaşayabilecekleri şekilde varetmiştir. Cehennem de bir beşiktir. O da insanların eğitilip yetişmeleri içindir, ancak kötü bir beşiktir. Bununla beraber kıyas yoluyla onların da yurtları olacak, bu memlekette yaşamalarına imkan verilecek ama beis bir yurt olacaktır. Hapishane de yurttur ama kötü bir yurttur.
قَدْ كَانَ لَكُمْ آيَةٌ (QaD KAvNa LaKuM) “Sizin için bir âyet vardır.”
Burada “Ve” harfi ile atıf yapılmamıştır. Allah bizlere hitap etmektedir. Yani söylenecekler içinde değildir. Bununla beraber kemal-i ittisalden dolayı da “Va” gelmemiştir. O zaman da bizim sözlerimizin içindedir demektir. Vardır, devam etmektedir. “Kad” kelimesi şimdi vardır anlamındadır. Artık onu biliyorsunuz demektir. Savaş genellikle kuvvetler dengesine dayanır. Karşılıklı hesap yapılır. Kimin asker sayısı fazla ise ve güçlü ise o galip gelir gibi görünür. Savaşın kuralları vardır. Bunlar dört tanedir:
a) İlk davranan galip gelir.
b) Yenilik yapabilen galip gelir.
c) Birlik gösteren galip gelir. Eğitimle ilgilidir.
d) Nihayet cesur olan galip gelir.
Elbette sayı üstünlüğünün de rolü vardır. Silahlanmış olmanın da üstünlüğü vardır. Ancak sayı üstünlüğü iki mislinden fazla değilse etki etmez. On mislinden fazla olursa da diğer etmenler etki etmezler. Silahlanmada yeni silah bulmuş olma çok önemlidir. Eğitimle silahı kullanabilme savaş için çok daha önemlidir. Tarihte bildiğimiz savaşların belki çoğu azın çoğa galibiyeti ile olur. Hazreti Peygamber’in savaşlarında -hemen hemen hepsinde- daha az askere sahiptiler ama yendiler. Talas ve Malazgirt’te daha az kuvvetle galip gelinmiştir. Bizim İstiklâl Savaşımız da böyledir. Mal ve can üstünlüğünü galibiyet için yeterli görenlere bu âyetle tarihten ders almaları istenmektedir. Âyet demek, delil demektir. Açıkça görülüp anlaşılabilen şey âyettir.
فِي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا (FIy FiEaTaYNı EiLTaQaTAv) “İltika eden fietlerde sizin için ibretler vardır.”
Burada “Fiet” birlik demektir. Savaş meydanında karşılaşan iki ordu birer fiettir. Savaş anı canlılar için çok önemlidir. Geyiğin peşine koşan kurt ya geyiği yakalamak ve onu öldürerek yaşamak zorundadır; yahut kendisi açlıktan ölmek zorundadır. İnsanlar arasındaki savaş da böyledir. Galip gelenler yaşayacak, mağlup olanlar yok olacaklardır. İnsanlık içinde denge böyle kurulmuştur. Kişiler de savaşlarda elenirler. Beceriksizler ölürler, sağlamlar ise kalırlar. Böylece savaşla hem insanlık içinde topluluklar ayıklanmış olur, hem de topluluk kendi içinde ayıklanır. Yenilmemek şartı ile savaş topluluklar için çok yararlıdır. Uzun zaman savaşmayan topluluklar dejenere olurlar. Allah insanlara öyle psikoloji vermiştir ki karşılaşan askerler şunu düşünürler; “Bu savaşta sonunda ben nasılsa öleceğim. Yenilirsem düşmanlar beni öldürecek, savaşırsam savaşırken öleceğim. Sağ kalma ihtimalim var.” der ve karşılıklı savaşırlar. Karşılaşan ordular savaş psikolojisine girerler. Artık onlar için ölmek ve öldürmek var. Yaşamayı şans olarak kabul ederler. Burada iki “Fiet” kelimesi nekire olarak getirilmiştir. Genel savaş oluşumu anlatılmaktadır. Savaş psikolojisi savaş meydanında doğar. Savaşa girmeden bu psikolojiyi hissetmek mümkün değildir. Türk ordusu savaşa girmeden çok korkaktır, daima savaştan kaçar. Ama bir defa girdikten sonra artık yenilerek çıkmayı düşünmez. Ya ölüm, ya zafer vardır onun defterinde.
فِئَةٌ تُقَاتِلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FiEatun TuQAvTiLu FIy SaBıLı elLAHi)
“Bir fiet vardır, Allah yolunda savaşır.”
Allah yolunda savaşmayı anlayabilmek için önce İslâm ve imanı öğrenmemiz gerekmektedir. İslâm demek, barış içinde yaşamak demektir. Yani diğer insanlarla çatışmak değil, birleşme içinde yaşamaktır. Çıkar çatışması değil, çıkar beraberliği içinde olmamız gerekir. Bu nasıl mümkün olacaktır?
a) Herkes kendi yaşama kurallarını kendisi koyacak ama bunları diğerlerine duyuracak ve sonra da kendi koyduğu kurallara kendisi uyacak.
b) Herkes başkaları ile sözleşme yapacak, yaptığı sözleşmelere taraflar uyacaklardır.
c) Herkes yeryüzünün ortak kısmında bir yer işgal edecek ve orası kendi mülkü olacak, başkasının mülküne karışmayacak. Ortak işleri görmek için başkan seçecekler, başkanın ortak işler hakkında verdiği kararlara herkes uyacak. Uymayanlar o yeri bırakacak.
d) Kişilerin arasında çıkan ayrılıkları tarafların seçecekleri hakemler çözecek. Hakem kararlarına herkes uyacak.
İşte bunları kabul edenler müslimdirler.
Mü’mine gelinirse; Müslim olması yetmez, İslâm düzenini yaşatmak için dayanışma içine girmiş olması gerekir. Yani hakem kararlarına uymayanları uzaklaştırmak, onları topluluk dışında tutmak, işte bu imandır. O halde insanlar gruplanacaklar, en üst seviyede gruplanacaklardır. Böylece ancak bu sayede bir ordu oluşturabilirler. Bunun için de ortak dil bilmek gerekmektedir. Dengenin bozulmaması için de savaşabilecek devlet sayısı 100 civarında olmalıdır. Yoksa 10 civarında olurlarsa gruplanırlar ve ondan sonra tekel oluşur. Allah öyle düzen kurmuş ki belli büyüklüklere ulaşınca birlik dengesini kaybederler. Bu sebepledir ki Sovyetler başarılı olamadı. Çin geridir, Hint geridir. Oysa bunlar sayıca çok fazladırlar. ABD bunun için başarısız olacaktır. AB de başarıya doğru gitmiyor. Bir devletin nüfusu 30 ile 100 milyon arasında olmalıdır. Toprağı da karaların yüzde biri kadar olmalıdır. Türkiye’nin toprakları buna çok yakındır.
İşte Allah yolunda savaşmak demek, barış düzeni için savaşmak demektir. Allah insanları yaratmış ve kendi iradeleri ile doğru veya eğri yol tutsunlar istemiştir. Bir başkası insana müdahale edecek olursa kopya verilmiş olur. Sonunda başarısı ortaya çıkmaz. İşte Allah yolunda savaşmak demek, Allah’ın ortaya koyduğu serbestlik düzenini yaşatmak için savaşmak demektir. Buna neden Allah yolu denmiştir? Çünkü insanlar serbest iradeleri ile yaptıkları amellerle Allah’a giderler. Baskı altında yapılan ameller iyi de olsa insanları Allah’a götürmez. İşte Allah yolunda savaşmak demek, Allah yolunu açık tutmak demektir. İnsanlara olan baskıyı kaldırıp kendi iradeleri ile Allah yoluna gidecek imkanları hazırlamak demektir. İleride Adil Düzenciler iktidar ettiklerinde insanlığın barış içinde yaşaması için savaşacaklardır.
Bu hususu Müslümanların iyi anlamaları gerekir. Türk milleti saltanatı yıkıp yerine cumhuriyeti kurmadı. Saltanat kendisi yıkıldı. Çöken devlet yerine yeni devlet kuruldu. Cumhuriyete kadar saltanat devam etti. Adil Düzenciler mevcut düzeni yıkmazlar, mevcut düzen kendisi yıkılır, onun yerine yeni düzen kurarlar, “Adil Düzen” kurarlar. Kötü de olsa, düzeni değil, fitneyi ortadan kaldırıp düzeni oluştururlar. Bugün benzer çalışmayı mafya yapıyor, devlet senet tahsil etmeyince kendileri eşkıyalıkla tahsil ediyorlar. Mü’minler bunu yapmaz. Ama senet ödemeyenlerin avukatlığını dayanışma içinde yapabilirler. Danışman avukatlarınız olur. Onların ücretlerini biz öderiz. Var olduğu halde ödemeyenler aleyhindeki davayı avukatlar bedelsiz yaparlar.
وَأُخْرَى كَافِرَةٌ (Va EuPRAy KaFi Rat) “Aherleri kâfir idiler.”
İki ordu düşünün. Sovyet ordularını nazarı itibara alın. Korkuları askere gitmiş. Hiçbir inançları yok. Diğer tarafta Afganlıları düşünün. Onlar da ülkelerini savunuyorlar. Allah’a inanıyorlar. Allah için savaşıyorlar. Sonunda ne oluyor? Sovyetleri yalnız ülkelerinden kovmuyorlar. Dinsizlik anlayışını da dize getiriyorlar. Gorbaçov din düşmanlığından vazgeçiyor. Yahudi sermayesi dünyayı ikiye bölmüştü. Bunları savaştırıyor, kendisi istediği gibi yönetiyordu. Afganistan’daki mağlubiyetle Sovyetler çöktü ve yıkıldı. O da yetmedi, dünyadaki sol-sağ çatışması ortadan kalktı. Bunun sonucu olarak çift kutuplu denge ortadan kalktı. 500 yıllık Yahudi sermayesinin çöküşü oldu.
Şimdi oraları Amerika işgal etti. Ne yaptı? Afganlılar çekildiler. Savaşa girip halkı kırmadılar. Şimdi esaret altında yetişiyorlar. Kukla hükümetler Afganistan’da ne zaman hakim oldu ki şimdi olsun? Amerika oradan çekilmek zorunda kalacaktır. Irak’ta daha Müslümanların savaşı başlamadı. İran ile Irak arasındaki savaşı kim kazandı? İnananlar mı, çıkarcılar mı? İnananların dayanakları var. Allah yolunda öldüklerinde cennete gideceklerine inanıyorlar. Onları sindirmek ve yok etmek sanıldığı kadar kolay değildir.
I. Cihan Savaşı’ndan sonra dağılan İslâm camiası şimdi ayrı devletler halinde oluşuyor. Çöken kiliseler canlanıyor. Kur’an’ın dediği gibi; Hıristiyanlarla Müslümanlar birleşecek ve dinsizlik gülünç hale gelecektir.
يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِ (YaRaVNaHuM MisLa el GaYNı) “Aynın re’yi ile kendilerini onların iki misli re’yediyorlardı. Yahut onları kendilerinin iki misli re’yediyorlardı.”
Önce Allah iki orduyu savaştırmak için kendilerini karşılarındakilerden iki misli güçlü gösterir. İki taraf da kendisini güçlü görür, yeneceğini sanır ve savaşa o suretle girer. Yoksa yenileceğini bilen asker kaçar. Ama tarihte hep savaşlar olmuştur. Bu da insanın biz galip geleceğiz inancından doğar. Allah başka âyetlerde bunu bildirmektedir. Savaş psikolojisi budur. Akılla hareket edilse kimse evlenmez, çünkü evlilik bir yüktür. Kimse çocuk yapmaz, çünkü çocuk gereksiz iş almaktır. Ama insanlar hep evleniyor ve herkes çocuk yapıyor. Akılla hareket edilse kimsenin TL’yi kullanmaması gerekir. Çünkü gerçekte hiçbir işe yaramaz. Ama herkes kullanıyor. Çünkü Allah öyle akıl veriyor. Akılla olsa kimse savaşmaz. Herkes gücünü ölçer ve zayıf kuvvetliye teslim olur. Ama Allah gözleri kör ediyor, ben galip geleceğim diyor ve savaşa giriyor. Saddam böyle kör gözle girmedi mi? Hiç belli olmaz; Irak bu sebeple petrolüne sahip güçlü bir devlet olabilir. Amerika’da çökme olur. Irak galip gelir.
Savaşa girdikten sonra Allah kimi galip göstermek isterse onların gözünde kendilerini güçlü göstertir ve cesurane harekete götürür. Mağlup etmek istediğine de karşı tarafı iki misli göstererek korkutur. Böylece sonuç Allah’ın dediği şekilde olur. Bozguna uğrayan orduların birden karşı gelmeden teslim olmaları bu sebeple olmaktadır. Böylece bu âyette iki çeşit manânın ikisi de doğrudur. Savaşa girmeden kendilerini karşılarındakinden iki misli fazla görürler. Savaşta ise yenecekler iki misli fazla görürler, yenilecekler iki misli fazla görürler. İşte bu âyet bize savaşın nasıl kazanılabileceğini öğretmektedir. Allah kimi isterse bu çok basit psikolojik halle galip getirir. Seçimlerde de galibiyet böyledir. Allah insanların kalbine bu kazanacak diye ilham eder, sonra o galip gelir. Öbür taraf ise panik içinde silinir. Mü’minlerin hesabı ise büsbütün başkadır. Galip gelsek de mağlup olsak da önemli değil. Yeter ki biz Allah’ın rızasını kazanalım. İşte böylece inanmış olan kimseler hak bildikleri yerde kalırlar. Zaferlerini beklerler. Diğerleri ise galiplerin yanına koşarlar. Onların hezimetleri arasında kendileri harap olup giderler.
وَاللَّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهِ مَنْ يَشَاءُ (Va elLAHu YyaEayYuDu Bi NaSRıHı MeN YeŞaEu)
“Allah dilediğini nasrı ile teyit eder.”
Allah bir şeyin olmasını istediği zaman ona “Ol” der, o da olur. İnsanlık tarihi iki şey üzerinde kurulmuştur. Biri evliliktir; bu insanın özel hayatını düzenler. Diğeri de savaştır; bu da sosyal hayatı düzenler. İnsanları yaratan Allah onlar neye muhtaç ise onu da vermiştir. Mikropları yaratmıştır. Ama mikropları yenecek akyuvarları da varetmiştir. Savaş insanların mikropları ile insanların akyuvarları arasında olmaktadır. Allah insanlığı kıyamete kadar yaşatacaktır. Dolayısıyla mikroplar hep yenilecektir. Mikropların yaşattığı bir beden hiçbir zaman varolamaz. İşte buradaki Allah’ın teyidinden kasıt budur. Tarih savaşlarla yazılır. Ama kader ne ise sonunda o olur. Allah galip getirmek istediği kimselere her zaman yardım etmiş ve onları galip getirmiştir.
Adil Düzen Çalışanlarının da galip geleceğinden kimsenin şüphesi olmasın.
“Nasr” kelimesi düşmana karşı yardım anlamındadır. “Avn” ise işte yardımdır. Allah kime isterse ona yardım eder. Kur’an’ı Kur’an’ın istediği usullerle okuyanlara Allah yardım edecektir. Düşmanlarına karşı muvaffak kılacaktır. Allah insanların Kur’an’ı nasıl okumaları gerektiğini Bakara Sûresi’nin ilk âyetinde belirtmiştir. Peşin hükümlü olmadan ittika etmek üzere okumak ve rusuh ile onu tevil ederek okumak. Yani ittika ve içtihat ile okumak. Böyle yapanlara Allah yardım edecektir. Hasımlarını mağlup edecektir. Yenileceksiniz demenin manâsı budur.
إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً (EinNA ÜAvLıKa La GıBRaTün) “Bunda gerçekten ibret vardır.”
Âyetin başında “Sizin için âyet vardır.” denmişti. Burada da “Ebsar sahipleri için ibret vardır.” denmiştir. Âyet, delil demektir. Usulcülerin nass dedikleri delil demektir. Doğrudan doğruya hükmü göstermektir. İbrette ise kıyas yoluyla hüküm çıkarılmaktadır. Âyeti herkes anlar. İbreti ise basiret sahipleri anlar. İbret, Türkçe’de kullandığımız ibre gibidir. İbre bize oluşu gösterir. Kendisi devre içinde değildir. Âyette ise kendisi de devre içinde olabilir.
Ubur, taşlara basarak derenin bir yakasından öbür yakasına geçmektir. Şarap gibi asılda bulunan haramlık hükmünü sarhoşluk taşlarına basarak esrara da taşımaktır. Kur’an bunu “fetva” kelimesi ile de anlatmaktadır. Fetv, kefe demektir. Terazinin bir tarafına aslı, diğer tarafına fetvi koyup illet ibresiyle dengeyi kurmadır. Usulcüler bunları beyan ilmiyle oluşturdular. Kur’an’da bunlara ait açık âyetler vardır. Nisa Sûresi’ndeki miras istiftası bundandır.
Bakara Sûresi ittikayı, Âl-i İmrân Sûresi te’vili, Nisâ Sûresi ise kıyası öğretmektedir. İttika, nassı doğru anlama, peşin hükümsüz anlamadır. Te’vil ise mecaz ve kinayeleri ortaya çıkarmadır. Kıyas ise tümevarım metodu ile hükümleri genişletmedir. Maide Sûresi ise sözleşmelerle ortaya çıkan hükümleri anlatmaktadır. Kamu sözleşmelerinden bahsetmektedir.
لِأُوْلِي الْأَبْصَارِ (Lİi EuLi eLEaBÖARı) “Basiretliler için bunda ibret vardır.”
Basiretliler ibret alınız emri başka yerde geçmektedir. Yani kıyas basiretle olur. Sem’, bir sözü işitip onu beyinde saklamaktır. Sem’de sıra bakışı vardır, zaman içinde bakış vardır. Basarda ise mekâna bakış vardır, birden bakış vardır.
Kıyas yapabilmek için genel bakışa ihtiyaç vardır. İnsanlık tarihine genel bakış yapmadan, sadece günün olaylarını belirlemekle ibret alınmaz. Uygarlıkların nasıl doğup battığını, her bin yılda bir yenilendiğini, kuvvet medeniyetleri zirvede iken çökmeye başlayıp yeniden hak medeniyetlerinin doğduklarını…
Dolayısıyla Batı Medeniyeti çökmeye başlamıştır. Kur’an’ın II. Hak medeniyetinin de doğmaya başlamış olduğunu tarihten bilmezsek, Kur’an’dan bilmezsek “Adil Düzen”in 2000 yıllarının başlarında doğacağını söyleyemeyiz. Uygarlıkların iki zıt uygarlığın sentezinden oluştuğunu, bunu sentez edecek topluluğun iki üç asırlık bir çalışma sonucu ortaya çıkacağını bilmezsek, “Adil Düzen”in Türkiye’den dünyaya yayılacağını göremeyiz. İşte “Basar” budur.
İçtihat âyetlerinden sonra kâfirlerin durumu ele alınmış ve sonunda onların mağlup olacaklarını Adil Düzencilerin bilmekte olduğunu burada beyan etmiştir. 1970’lerde liderlere mektup yazmış ve onların Hak düzenine gelmelerini istemiştik. Şimdi o liderlerin hepsi gittiler. Onlar “Adil Düzen”i getirmediler, ama “Adil Düzen”in daha iyi anlaşılması için vesile oldular. AK Parti uygulamasının hüsranı insanları ister istemez “Adil Düzen”e getirecektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92