ADİL DÜZEN 216
Haftalık Seminer Dergisi 11-12 TEMMUZ 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 216. SEMİNER (CUMARTESİ: 09.00-21.00) İstanbul, 04-05 Temmuz 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Caddesi, No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİ BOSNA”; Saat:18.00-21.00)
NÛR SÛRESİ(24); 46-52. ÂYETLERİN TERCÜME VE TEFSİRİ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ أَنزَلْنَا آيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(46) وَيَقُولُونَ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ وَأَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ(47) وَإِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ(48) وَإِنْ يَكُنْ لَهُمْ الْحَقُّ يَأْتُوا إِلَيْهِ مُذْعِنِينَ(49) أَفِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ أَمْ ارْتَابُوا أَمْ يَخَافُونَ أَنْ يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ أُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ(50) إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ(51) وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقِيهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَائِزُونَ(52)
*HAFTALIK YORUMLAR (46): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00)
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Her Cuma günü saat 19.00-21.00 arasında İslâm Medeniyeti Vakfı’nda seminer yapılmaktadır.
Seminerler herkese açıktır. Konular şöyle işlenecektir.
a) 19.00-19.30 arasında “Bir Âyet” açıklanacaktır.
b) 19.30-20.00 arasında “Adil Düzen” anlatılacaktır.
20.00-20.15 arasında “Ara” verilecektir.
c) 20.15-20.45 arasında “Adil Düzene Göre Bir Sorun Çözülecektir.”
d) 20.45-21.15 arasında “Haftalık Yorum” yapılacaktır.
e) 21.15-21.45 arasında “İsteyenlerle Sohbet” yapılacaktır.
I. BİR ÂYET TERCÜME VE TEFSİRİ İBRAHİM SÛRESİ(14); 27. ÂYET
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ
“Allah havl ile iman etmiş olan kimseleri dünya hayatında ve Âhiret hayatında tesbit eder.”
“Allah söz ile inanmış olan kimseleri yakın yaşamada ve ötede tutarlı yapar.”
II. ADİL DÜZEN ADİL DÜZEN NEDİR?
a) “Adil Düzen” demek “İslâm Düzeni” demektir. İslâm düzeni nedir? Barış düzeni demektir...
b) “Adil Düzen” demek “şeriat düzeni” demektir. Çoğulcu sistem demektir…
c) “Adil Düzen” demek “Hak düzeni” demektir. Herkesin yaşamaya hakkı vardır…
d) “Adil Düzen” demek “denge düzeni” demektir. Hukuk düzeni demektir…
III. BİR SORUN – BİR ÇÖZÜM SÖMÜRÜ SORUNU
IV. HAFTALIK YORUM (46) PETKİM SATILDI!
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 216. SEMİNER Tefsir İstanbul, 05 Temmuz 2003
NÛR SÛRESİ(24); 46-52. ÂYETLERİN TERCÜME VE TEFSİRİ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ أَنزَلْنَا آيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(46) وَيَقُولُونَ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ وَأَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ(47) وَإِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ(48) وَإِنْ يَكُنْ لَهُمْ الْحَقُّ يَأْتُوا إِلَيْهِ مُذْعِنِينَ(49) أَفِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ أَمْ ارْتَابُوا أَمْ يَخَافُونَ أَنْ يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ أُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ(50) إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ(51) وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقِيهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَائِزُونَ(52)
لَقَدْ (LaQaD)
Arapçada bazı harfler vardır. Cümlenin başına gelirler. Ondan sonraki cümlelere bazı manâlar kazandırırlar. “QaD” ve “La” harfleri böyle harflerdir. Mazinin üzerine geldiği zaman bu olay geçmişte oldu, hâlen de sürüyor demek olur. “La” harfi de onu teyit eder. “Beyn” kelimesinin son harfinden dönüşmüştür. Çukurun kenarıdır. Dışarıdan yaklaşıldığı zaman yokluk, içeriden yaklaşıldığı zaman varlık ifade eder. Çukuru belirtmek için yokluk için “La” kullanılır. “QaD” da “Kavn”den dönüşmüştür. “Kâne, Kade ve Qade”den oluşmuştur. Bu sûre aile yapısı ile kamu yapısını ele almaktadır. Ancak sûrenin ortasında tabiÎ kanunlardan söz etmektedir. “Allah semâvât ve ardın nurudur.” âyetinde elektrikten sonraki âyetlerde de yağmurdan söz etmektedir. Bununla sûre bir taraftan tekdüze anlatımdan çıkarılmakta, diğer taraftan da sosyal kanunlarla tabiî kanunlar arasında varolan birliktelik iç içe anlatılmaktadır. Aynı düzenin eseri olarak mevcut olduğuna işaret etmektedir. Bugün bu âyetlerin anlattıkları çok önem kazanmıştır. Hâlâ birçok gafiller veya şaşkınlar sosyal kanunları kendilerinin istedikleri gibi yazacaklarını sanmaktadırlar. Oysa biz tabiî kanunları değiştiremeyiz. Tabiî kanunlardan yararlanırız. Sosyal kanunlar da böyledir. İşte tabiî kanunları anlatırken sûrede “Mübeyyin âyetleri inzâl ettik.” denmektedir. Birinci “Lakad” kelimesi “Va” ile geldiği halde, burada “Va”sız gelmiştir. Çünkü o “Lakad” kelimesinin tekrarıdır. Sadece konuları ayırmak ve tekit etmek için gelmiştir. Bu aynı zamanda bize tabiî kanunlarla sosyal kanunların aynı şey olduğunu belirtmektedir.
أَنزَلْنَا آيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ(EaNZaLNAv EaYAvTıb MüBayYıNAvTın) “Mübeyyin âyetler inzâl etmekteyiz.”
Yukarıdaki “Lekad”dan sonra “Size mübeyyin âyetleri inzâl etmekteyiz.” denmektedir. Burada sadece “Mübeyyin âyetler inzâl etmekteyiz.” deniyor. Çünkü yukarıdaki âyetler sosyal âyetlerdi. Onları yalnız mü’minler anlayabilir. Onun için orada “size” denmiştir. Bundan önceki âyetlerde ise tabiî âyetler vardır. Bunu mü’min olmayanlar da anlayacakları için “size” kelimesini getirmektedir. “Enzele” kelimesini kullanmaktadır.
“İnzâl” kondurma manâsınadır. Kervanın konmasına “nezle” denmektedir. İnsanların anlayacağı şekle getirmiş olması inzâldir. Gerçekten bugün insanlığın ulaştığı ilim bu âyetleri görür olmuştur. “Ben indirdim” demeyip “Biz indirdik” demekle de bu inişin diğer varlıkların ve insanların da çabası ile olacağını belirtir. Gerek tabiî âyetleri gerekse sosyal âyetleri açıklayan sûreler insanların çabaları ile anlaşılır olmaktadır. Bir taraftan Müslümanların geliştirdikleri Arapça ve usûl ilimleri, diğer taraftan Batılıların geliştirdiği matematik ve müsbet ilimler yoluyla Allah’ın mübeyyin âyetler olarak indirdiği bu kitap anlaşılır hâle gelmektedir. İnzâlin anlamı budur. Sizin beyninize kondurduk demektir.
“Âyet” bir şeyi açıkça gösteren işaret demektir. Öyle bir işaret ki işareti değiştirmek mümkün değildir. Haritacılar poligon taşlarını koyarlar, bunlar alâmettir. Ama bir de taşlar sökülse bile değişmeyen tepe, yol, nehir gibi şeylerle de o taşları belirlerler. İşte bunlar âyetlerdir. Kur’an değiştirilemez bozulmayacak bir kitaptır. Bu sebeple cümleleri âyettir. Tabiat kanunları da değişmez oldukları için onlar da âyettir. 1400 yıl içinde Kur’an’ın değiştirilememiş tek kitap olduğunu gördüğümüzde bu sözlerin manâsı daha kolay anlaşılır. Yalnız sözlerinde değil manâsında da değişiklik olmadı. Kimse onun yanlışını bulamamıştır.
“Mübeyyin” beyan eden, açıklayan demektir. Âyetler sadece âyet değildir, aynı zamanda kendileri açıklayan âyetlerdir. Sosyal ve tabiî kanunları açıklayan âyetlerdir. Gerek âyetler, gerekse mübeyyinât dişi kurallı çoğuldur. Âyetler bir bütün içinde birbirine dayalı olarak açıklayıcıdırlar. Tüm Kur’an’ı birlikte değerlendirmek gerekmektedir. “Usûl” bu birlikteliği sağlayan ilimdir. Âyetler arasındaki uyuşmayı ortaya çıkarır, ayrılıkları giderir.
وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ (Va elLAHu YaHDIy MaN YaŞAEu) “Oysa Allah dilediğini hidâyet eder.”
Buradaki “Va” hâl harfidir. Türkçe’ye “oysa” diye tercüme edilebilir. “Oysa Allah dilediğini hidâyet eder.” Yani Kur’an açıklayan âyetlerdir ama bu Kur’an etki edip de insanları yola götürmez. İnsanları yola götüren Allah’tır. “Allah” kelimesini burada “topluluk” olarak aldığımızda, insanları yola götüren topluluktur. İstediğiniz kadar Kur’an okuyunuz, bir araya gelip ortak cemaat oluşturmadıkça bu âyetler sizi doğru yola götürmez. Allah’ın bu sûrede emrettiği sosyal yapıyı oluşturmadıkça bu âyetlerin bir etkisi olmaz. Sosyal yapı da iki temele dayanmaktadır: Aile ve topluluk.
Buradaki “Man Yaşau” “Kimi isterse” anlamına gelir; o zaman Allah kimi isterse onu hidâyete götürür demek olur. Bu takdirde toplulukların kendilerine gelenleri kabul etmeme yetkileri vardır demektir. Yahut da isteyeni demek olur, o zaman da toplulukların her geleni kabul etme zorunluluğu vardır demektir. Biz bu iki manâyı şöyle telif ediyoruz. Ortak yerlerde isteyenler gelirler, kimse engel koyamaz. Özel yerlere ise sahiplerinin izni olmadan kimse giremez. Böyle iki manâya gelen âyetleri hâle göre yorumlamak usulde kuraldır.
إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (EiLAy ÖıRAOın MüSTaQIyMin)
“Mustakîm sırât” doğru yol demektir. İki nokta arasında bir doğru geçer ve bu da en kısa yoldur. “Mustakîm sırât” denmektedir. Yönlenmiş ve sağa sola sapmayan yol demektir. Fatiha Sûresi’nde marife olarak gelmiştir. Burada nekre olarak gelmiştir. Bunun iki sebebi vardır. Harf-i tarifle olduğu zaman onun yok olduğu anlaşılmaz. Oysa nekre olduğu zaman yolun tek olduğu nassen tekit edilmiş olur. Bir de bir tek topluluk yoktur. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler çoktur. Her birerlerinin kendilerine özgü müstakîm sırâtları vardır. Nekre gelmesi bunu ifade eder. Ama insanlığın yolu birdir. Yani bir taraftan insanlar bağımsız olacaklar ve kendi kendilerini yönetecekler ama diğer taraftan icmaları ile birleşerek tek yola girecekler. Bir taraftan birleşme, diğer taraftan bağımsızlaşma, işte denge buradadır. “Adil Düzen” de budur.
وَيَقُولُونَ (Va YaQUvLUvNa)
Buradaki “Va” küfretmiş olanların amelleri serb gibidir. İsim cümlesine fiil cümlesi bağlanmıştır. Bunlar îman ettik de demektedirler. Bu kâfirler doğrudan doğruya inkâr da etmiyorlar. Ancak bunlar sözleriyle “evet” ama yaptıkları ile “hayır” içindedirler. Böyle olan kimseleri Allah “kâfir” olarak işaretliyor. Bunlar söz veriyorlar ama sonra onun gereğini yapmıyorlar. “Adil Düzen”i kabul ediyorlar ama adalet yapmıyorlar. “Adalet partisi” diyorlar ama adalet etmiyorlar. Devlet 75 000 lira rüşvet vermedik diye “Akevler”den 40 milyon dolarlık araziyi gasbetmiştir. Tapulu yerimizi gasp etmiştir. Adil iseler hakkımızı versinler. Bunlar sözde adildirler.
آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ (EavManNAv BiEalLAHi Va Bi elRuSUvLi) “Allah’a ve resule îman ettik diyorlar.”
Allah’a îman etmek demek, şeriata îman etmek demektir, hukuka îman etmek demektir, mevzuata îman etmek demektir. Şeriat nasıl oluşur? Şeriatın dört kaynağı vardır. Birincisi, herkesin kendi içtihadı kendisini bağlar, bunlar kendisi için şeriattır. İkincisi, sözleşmelerde sözleşme yapanları bağlar, bu da onların şeriatıdır. Bir topluluğun zamanla oluşmuş toplu kararları o topluluğun fertlerini ve o topluluğun topraklarına giren kişileri bağlar. Uymak istemeyenler o toprakları terk etmek zorundadır. Tarafların seçtiği hakemlerin kararları tarafları bağlar. İşte bütün bunlar şeriattır ve şeriata uymak demek topluluğa güvenmek, Allah’a îman etmek demektir.
Allah’a îman ile resule îman ayrı ayrı zikredilmiştir. “Bi” harfi de iade edilmiştir. Bu da emir komutaya uymak demektir. Yetkililerin yetkileri içindeki kararlarına saygı gösterme demektir. Kişi yetkililerin kararlarına uyar. Haksızlığa uğrarsa hakemlere gider ve mağduriyetini giderir. Şeriattan farkı budur. Şeriatı kişi kendi içtihatları ile uygular. Yönetimde ise yetkililerin kararlarına uyulur. İş bittikten sonra veya orası terk edildikten sonra hak hakemlerin yanında aranır.
وَأَطَعْنَا (Va EaTGNAv) “İtaat ettik.”
Biz Allah ile kendimizi güvene aldık. Başkan ile kendimizi güvene aldık. “Ve itaat ettik.” deniyor. Yani inançla ameli birleştirdik diyorlar denmektedir. İtaat o anda emredileni yapma demektir. O anda verilen karara uyma demektir. Îman ise her yerde ve her zaman o kurallara uymaya karar verme demektir. İnsan kendisine bir başkan seçer, ona itaat eder, bir topluluk seçer, onların içinde yaşar. Beğenmezse değiştirir ama onlarla beraber iken şeriat dışına çıkamaz, emirlere karşı gelemez. Allah’ın bu emri sermayenin hoşuna gitmemektedir. Halk yöneticilere isyan etmeli, sermaye onlara yardım etmeli ki böylece istediğini yaptırsın. Onun için Kur’an’ın bu âyetlerinden hoşlanmamaktadırlar. Tebliğ başka, isyan başkadır.
ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ (ÇümMa YaTaValLAy FaRIyQun MiNHuM) “Sonra onlardan bir fırka tevelli ediyorlar.”
Sonra onlardan bir bölüm sırtlarını döndürüyorlar. Kendi başlarına hareket ediyorlar.
Burada “sonra” ifadesiyle zamanla uzaklaşmayı ifade etmektedir. Bir anlaşma yapılır da uygulamaya başlandı mı başlangıçta herkes ona uyar. Ama zamanla kötü niyetliler hile yollarını ararlar ve sistemi içten kemirmeye çalışırlar. Bu sebepledir ki bir işe başlandığı zaman hile yolları bulunup da onu çürütmeden onun korunma yolları bulunmalıdır. Başlanan bir şey zaman kaybetmeden ikmal edilmelidir. İkmal edilmezse karşı direniş ortaya çıkar ve başarısızlık elde edilir. Yine bu sebepledir ki karşı harekete geçildiği zaman pasif savunmaya geçilmelidir. Beklenmelidir. Karşı tarafın gücü bitince yeniden başlanan işe devam edilmedir. İş öyle planlanmıştır ki beklemeye tahammülü olmalıdır.
“Tevelli etmek” demek, kendi kedini veli yapmak demektir. Yani söz dinlememek demektir. Kurallara uymamak demektir. Başına buyruk olma demektir. Oysa insanlar sözleri ile bağlanırlar, böylece çıkarlarına karşılık hürriyetlerini kısıtlarlar. Böyle bağlantıları kabul etmezlerse topluluk oluşmaz, düzen kurulmaz.
“Ferik” fırka demektir. Ayrılan kısım, ayrılan parça demektir. Bir toplulukta fikrî muhalefet, hukukta ihtilaf meşrudur ve insanlığın çoklu sistemi budur. “Fırka” ise topluluktan grup halinde kopmadır. Hakem kararlarını dinlememektir. Hakem kararlarına uymamaktır. Bu ayrılma çeşitli sebeplerden olur. Bu sebepler nelerdir?
“Minhum/ Onlardan” yani iman ettik diyenler arasından bir fırka tevelli eder.
مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ (MiN BaGDı ÜAvLıKa) “Bundan sonra.”
“Bundan sonra” yani Allah’a ve Resule îman ettik ve itaat ettik dedikten sonra bu sözlerine uymuyorlar, vecibelerini yerine getirmiyorlar. Kişiler söz vermezse bize karşı sorumlu olmazlar, söz verirlerse bize karşı da sorumlu olurlar. Böyle olan kimselere vereceğimiz ceza nöbetli olmaktan ülke topraklarının dışına çıkmalarını sağlamaktır.
وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ (Va MAv EuLAEiKa Bi elMuEMıNIyNa) “Bunlar mü’min değildirler.”
Îmanın alâmeti ameldir. Amele aksetmeyen îman îmandan değildir. Bu sebepledir ki toplantılara katılmayan, mâli imkânlarından topluluklarını yararlandırmayan kimseler mü’min sayılmazlar. Bir olmanın alâmeti toplantılara katılmak ve mâli mükellefiyetlerini yerine getirmektir. Şeriata uymak, yetkilileri dinlemektir. Mü’min böyle olunur. Güven ancak böyle doğar. Burada mü’minler hem kurallı erkek çoğul, hem de marife olarak getirilmiştir. Şeriata göre teşkilâtlanan kimseler demektir.
وَإِذَا دُعُوا (Va EıÜAv DuGUv) “Davet olunduklarında. Çağırıldıklarında.”
“Davet olunduklarında. Çağırıldıklarında.” denmektedir. Kimin çağıracağı burada belirtilmiştir. Davetin kim tarafından yapılacağı hususu önem arzetmektedir. Kişi birine karşı dava açacağı zaman siyasi dayanışma ortaklığının kurucusuna başvurur. Kurucusu kendisini haklı bulursa ona bir hakem seçer. Bu hakem kişinin rızası ile seçilir. Hakemin masrafını dayanışma ortaklığı kurucusu kendisine tahsis edilen fondan öder. Siyasi dayanışma kurucusu davalının kurucusuna başvurarak hakeminin seçilmesini ister. Birlikte davalı hakemi belirlenir. Bu hükümler “feb’asû hakemen” âyetinin uygulamasıdır. İşte hakem seçme davete icabettir. Davet eden dayanışma ortaklıkları başkanlarıdır. Eğer ikisinin dayanışma ortaklıkları aynı ise o zaman iki tarafa da aynı kurucu birer hakem seçtirir. Hakem seçmekten kaçınan kimseyi kurucusu siyasi dayanışma ortaklığından çıkarır. Hiçbir siyasi dayanışma ortaklığı kurucusunun kabul etmediği kimse o bucağı terk etmek zorunda kalır. Dayanışma ortaklığıklarca karşı hakem seçilemiyorsa davacının hakemi karşı tarafın hakemini kendisi seçer.
إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِه (EiLAv elLAHı Va RaSUvLuHu) “Allah’a ve resulüne.”
“Allah ve resulü” tabiri yargı demektir. Yargı hakemlerden ve soruşturmacı şahitlerden oluşur. İnfaz ise bucak başkanı tarafından yapılır. Davalı ve davacı hakemler ise dayanışma ortaklıklarınca tarafların rızaları ile atanır. Burada hem şeriat vardır hem de icra vardır. Şeriat vardır, çünkü sözleşmelerle hükmedilir. İcra vardır, çünkü hakemler olay üzerinde karar verirler. Bu sebepledir ki bu “Allah ve resulü” ile ifade edilmiştir. “Allah ve resulü”nün bir kuruluş olduğu ondan sonra gelen zamirle de açıkça görülmektedir. “Liyaxküm” dememiş, “Liyaxküme” denmiştir.
ِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ (Li YaXKuMa BaYNaHuM) “Aralarında hükmedilmeleri için”
“Aralarında hükmedilmeleri için davet olunduklarında onlardan bir fırka iraz ederler.” Burada Allah ve resul tabirinden yargı olduğu çok açık ifade edilmiştir. “Hükmetme” ifadesi kullanılmıştır. Tensiye zamiri getirilmemiştir. Hükümet etmek iki manâda gelir. “Aleyhim” kelimesi ile kullanıldığı zaman yönetme, hükümet etme demektir. “Beynehüm” dendiğinde davalarına bakıp karar vermek demektir. Karar veren icra etmez. Çünkü onun bir kuvveti yoktur. İcra eden, kuvvetin emrine giren haktır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi de buna dayanmaktadır. Hakemler sadece karar verir ve tebliğ ederler, uyup olmadıklarını düşünmezler.
“İZa CiETa EuKriMuHa” “Bana geldiğinde ikram ederim.” Bana geldiğinde sana ikram etmem bana farz olur demektir. “EuKriMuKa EiZAv CiETa” dersem, “Bana geldiğinde sana ikram ederim” demektir. Bir de fiil cümlesine isim cümlesi gelebilir. “CAvEa Reculun EıZAv EaNa NaEiMun” “Adam geldi, ben o zaman uykuda idim.” Burada zarf olmaktadır. Bir de iki defa “EiZAv” tekrar edilir. “İZAv CaEa ReCuLun EiZAv EaNa NaiMun” “Adam geldiği zaman ben uykuda idim.” O zaman uykuda idim, daha önce değildim anlamı çıkar. Burada da iki defa “EiZAv” tekrar edilmiştir. Davet olunduğunda o zaman iraz eder olurlar. O zamana kadar ses çıkarmazlar demektir. “EiZAv”nın “EiN”den farkı “EiZAv”da bekleme vardır. Olması mukadderdir demektir. Hakemlere davet edilme tabiî olaydır, beklenen olaydır. Mahkemelere yalnız karşı tarafın haksızlığını ortaya koymak için gidilmez. Hukukun ortaya çıkması için gidilir. İnsanlar genellikle haklı veya haksız olduğunu bilemezler. Yönetmekte olduğu mallar zaten kendilerine ait değil. Onun için hakkın geçmemesi için sık sık insanlar hakemlere gitmelidirler. Böylece hakem kararlarına uyma zorunluluğu ortaya çıkar. Bizde herkes konuşur ama hakemlere gitmez. Hakemlere çağrıldığında gelmez. Aramızda hep hakemlere gitme usulünü geliştirmemiz gerekir. Hakemlik yapmayı da öğrenmemiz gerekir. “Adil Düzen” hakemlik üstüne oturur.
فَرِيقٌ مِنْهُمْ (FaRIyQun MiNHUM) “Onlardan bir fırka.”
“Onlardan bir fırka” yani kâfirlerden bir fırka denmektedir. Burada iki gerçek ifade edilmiştir. Hakem kararlarını kabul etmeyenler kâfirdirler, sonra kâfir oldukları halde hakem kararlarını kabul edenler vardır. İşte bunlar mü’min değilseler de müslimdirler. Hakem kararlarına uymayanlar müslim değildirler. Kur’an bunları müşrik olarak vasıflandırmaktadır. Hakem kararlarını kabul etmeyenlerle birlikte yaşanma zorunluluğu yoktur. Bugünkü hukukumuz da hakem kararlarını kabul etmektedir. O halde müslimler aralarında çıkan nizaları hakemler yoluyla çözmelidirler. Haklarda şüpheye düştüklerinde hakemlere gitmelidirler. Âhirete mütereddit olarak gitmemelidirler.
مُعْرِضُونَ (MUGRıWUvNa) “İraz ederler, yan çizerler” demektir.
“Amık” derinlik, “Arz” ise yanlama uzaklıktır, endir. Kâinat’ın boyutlarına da arz denmektedir. “Tul” yerin boyuna çizgileridir, “Arz” ise enine çizgileridir. “İraz etmek” demek, yana sapmak, yola gelmemek demektir. Mahkeme kararlarına razı olmamak demektir. Genel olarak bunlar topluluk halindedirler. Anadolu halkımızda mahkemeye gitmeme işbirliği vardır. Şoförler trafik görevlilerine karşı ittifak etmektedirler. Burada vatandaşlardan çok sistemin etkisi vardır. Mü’minleri böyle yargıdan soğutan ve uzaklaştıran düşünceyi ortadan kaldırma tedbirleri almak zorundayız.
وَإِنْ يَكُنْ لَهُمْ الْحَقُّ (Va EiN YaKuN LaHuMu elXaqQu) “Hak onlarda ise o zaman koşarak gelirler.”
Kâfir olan kimse benim hakkım kimseye geçmesin, ben hakkımı kimseye yedirmeyeyim der ve bunun için uğraşır. Ama başkasının hakkını kendisi yerse bu onun için kazançtır. Bu sebeple hakemler eğer onu haklı çıkaracaklarsa o zaman onlara koşar, ama hakemler onu haklı çıkarmayacaksa kâfir olan hakemlerden kaçar. Müslim ise ben kendi hakkımı alayım ama kimsenin hakkı da bana geçmesin diye düşünür, o hakka teslim olur, her zaman hakemlere gider. Haksızlığa uğrarsa o bucağı, o ili, o ülkeyi terk eder ama hiçbir zaman hakemlerden kaçınmaz. İslâm düzeni budur. İnsanlar haklarına razı olacaklardır. Mü’minler ise daha da ileri giderler. Onlar başkalarının hakkı bana geçmesin diye hakemlere giderler. Mallar kendilerine emanet olduğu için çarçur etmezler, yoksa kendilerine yapılacak haksızlıklardan onların korkusu yoktur.
يَأْتُوا إِلَيْهِ (YaETuv EiLaYHi) “Ona ety ederler. Ona varırlar.”
Burada işaret edilen “o” yargıdır, mahkemedir. Allah ve resul tabiri ile yargı kastedilmiştir, müessese kastedilmiştir. O sebeple “onlara varırlar” demiyor da “ona varırlar” diyor. Her dilde isimleri fiil yapan fiiller vardır. Türkçede böyle fiiller çoktur. “Ona müz’inîn olarak varırlar.”
مُذْعِنِينَ (MuZGıNIyNa)
“ÜaGN” “ZaQN” çene demektir. Başı öne doğru uzatıp çene ile gidilecek yeri hedefleyip koşma anlamına geldiği gibi; “İz’an” mantıklı olma, uygun konuşma anlamındadır. “Zihin” kelimesi ile de akrabadır. “Muz’inîn” koşarak anlamında olduğu gibi; savunarak, haklarını isteyerek koşarlar demek olmuş olur. Bunlar bir grup topluluk oluşturup haklarını birlikte korurlar. İnsanlar Allah’a teslim olmalıdırlar. Kendileri çalışıp çabalamalıdırlar. Ama hayrın ve şerrin de Allah’tan geldiğine inanıp onlara hayıflanmamalıdırlar. Gelecek için kader yoktur, irade vardır. Geçmiş ise kaderdir, kimse onu geri çeviremez. Geçmişte yapılan bir haksızlık varsa o gelecekte düzeltilmelidir. Aslında yargı da budur. Geçmişteki mağduriyetlerin giderilmesi için gelecekte yapılacakları tesbit etmek yargıdır. Yargı gelecekte yapılacaklarla ilgilenmez. Olmayan olaylar hakkında karar vermez. Tarafları olmayanın da yargısı olmaz.
أَفِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ (Ea FIy QuLUvBıHıM MaRaWun) “Yoksa onların kalblerinde maraz mı var?”
“Kalbler” merkez demek, santral demektir. Gelip geçilen yer demektir. Garaj demektir. “Yürek” de o manâdadır. Yürümek anlamındadır. Oradan gelip geçilir demektir. “Kalb” de çevirmek, döndürmek demektir. İnsanda kanı taşıyan kalb vardır. Bir de bilgi taşıyan kalb vardır. Buna baştaki kalb denmektedir. Onların beyinlerinde bir hastalık mı vardır? “Merad” hastalık demektir. Haksızlık ise sakametle gösterilir. Hasta kimseler sıkıntı içinde olurlar, sağlıklı iş yapamazlar. Beyni hasta olanlar da sağlıklı düşünemezler. Onlar kendilerini herkesten akıllı ve kabiliyetli sanıp başkalarının haklarını yiyerek başarılı olacaklarını sanırlar. Oysa haram mal sonunda kusulur; kendileri kusmasa torunları kusar. Âhirette verilecek hesap da başkadır. Nice servet sahipleri vardır ki sanki zengin değilmiş duruma gelmektedirler. Mü’minler ise eve haram lokma girmesin diye uğraşırlar.
أَمْ ارْتَابُوا (EaM EıRTABUv) “Yoksa irtiyab içinde midirler?”
“Reyb” bulanıklık demektir. “İrtiyab etmek” kendi kendine bulanmak, karışıklık içinde olmak demektir. Hakem kararlarını kabul etmemek, yoksa irtiyab içinde olmalarından dolayı mıdır? Kur’an yeryüzüne indiği zaman Arabistan’da mahkemeler yoktu. Arabistan’da yargı sistemini Kur’an tesis etmiştir. Bugün her yerde yargı sistemi var ama adalet sistemi yoktur. Para ile savunulan bir hukukta adalet olur mu? Paran çoksa davayı kazan, yoksa kaybet, daha çoksa rüşvet ver yine kazan. Bugün on yıllarca süren davalar vardır. O sebepledir ki bir türlü huzur yoktur. “Maraz olmak”, diğer taraftan “irtiyab etmek”. Acaba bunlar arasında ne gibi bir fark vardır? Bir bilgisayarı düşünelim. Bilgisayarda arıza olur. Bilgisayar sağlıklı çalışmaz. Bir de program kötü işletilir. Yani çalıştıranlar onu çalıştıramaz. Sonuçta ikisi de isteneni vermez. İşte ya insanların beyin yapılarında bozukluk olur; bunu bugün nöroloji dalı tedavi ediyor. Yahut ruhi bozukluğu olur; bu da psikiyatrinin konusudur. Kur’an işte bu ikisine işaret etmektedir. Hakemliği kabul etmeyenler için bu iki arızadan biri olmalıdır. Çünkü başka türlü birlikte yaşamamız mümkün değildir. İlkel hayatta yaşansa bile ileri hayatta bu mümkün olmaz.
أَمْ يَخَافُونَ (EaM YaPAvFUvNa) “Yoksa havf mı ediyorlar? Yoksa korkuyorlar mı?”
“Havf” ileride olacak bir kötülüğü şimdiden duyup endişelenmek demektir. Ona göre korkup kaçmaktır. Mesela bir canavarı görüp saldıracağından korkup kaçmaktır. Düşük sesle konuşmak da hifettir. “Hafiyen” gizli demektir. Bunların salim erkek cemi ile ifade edilmesi korkunun da utanma gibi sosyal olay olduğunu ifade eder. Savaşta topluluk cesur hâle gelir. Eğer topluluk oluşmuşsa onlarda ortak duygular oluşur. Bugün Saadet Partisi’nden veya Hareket Partisi’nden insanların kopmamış olması onların cemaat hâline gelmiş olmaları sebebiyledir. İnsanları bir araya getiren ve aynı duyguları besleten ibadetler veya sosyal faaliyetlerdir. İlim ve ticaret insanları topluluk hâline getirmez. Çünkü ilimde tartışma vardır, ticarette de kazanç çekişmesi vardır. Din ve siyaset de ne ilimsiz ne de kazançsız olabilir.
Adil düzencilerin çözmesi gereken sorunun başında bu gelir. Müsbet ilmi akılları ile oluşturacaklar. Ekonomiyi akılları ile kuracaklar. Sonra siyaset ve din yapacaklar. İşte o zaman “Adil Düzen” kurulmuş olur. Yoksa 365 milletvekiliniz olur ama “Adil Düzen”i kuramazsınız. Çünkü ilminiz yok, çünkü paranız haram.
أَنْ يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ (EaN YaXIyFa elLAHu GaLaYHıM)
Bu kelime Kur’an’da bir yerde geçmektedir. “XFF” ve “XFY” kökleri geçmektedir. Türkçede hayıflanma olarak kullanılmaktadır. “Hayf” bir vadinin kıraç yanıdır, yani kullanılmayan yamacıdır. “Hayfetmek” kenara atmak demektir. İlgilenmemek, hakkını hukukunu korumamak demektir. Allah’ın onları kenara atacağını mı sanıyorlar? Onların aleyhine taraf tutacağını mı sanıyorlar? Müslüman olmayanlar mü’minleri de kendileri gibi sanırlar, mahkemelerinin adil olmayacağından korkarlar. Oysa şeriat mahkemeleri bütün insanlar için adaletle hükmeden mahkemelerdir. Çünkü hakemlerden oluşur, bağımsız soruşturmacılardan oluşur. Hakemler de soruşturmacılar da seçilmiş kimselerdir. Atanmışlar değildir. Yargıyı dengede tutan dayanışma ortaklarıdır. Kendi seçtikleri hakem kendileri aleyhinde nasıl hüküm verecektir?
وَرَسُولُهُ (Va RaSUvLıHı) “Resulünün de mi yan tutacağından korkuyorlar?”
Burada Allah ve resul kelimesi birlikte kullanılmıştır. Ayrı ayrı tarafgirlik yapacaklarından mı korkuyorlar? Oysa şeriat mahkemesinde taraflı karar çok zor alınır. Bunun için şu tedbirler alınmıştır:
a) Hakemler dayanışma ortaklıklarınca güvence verilmiş kimselerdir. Haksız karar vermeleri başka hakemlerce sabit olunca dava feshedilmez. Eski karar uygulanır, bunlara tazmin ettirilir. Dolayısıyla bir hakem haksız karar verdiği zaman kendi aleyhine vermiş olur.
b) Hakemler listesini devlet belirlemektedir. Ancak kişi ve dayanışma kurucusu istediği hakemi seçmektedir. Baş hakemi de hakemler seçmektedir. Böylece paralı avukatlar yerine tarafların hakemleri vardır. Hakemlerin ücretlerini devlet ödemektedir.
c) Soruşturmada serbest meslek olarak soruşturmacılar yapmakta, polisler yapmaktadır. Şahitlikleri hakemler kabul etmektedir. Tesbitlere göre karar verilmektedir. Hatalı tesbit için üst hakemlere gidilebilmekte ve sonuç aksi çıkarsa eski karar bozulmuyor, soruşturmacıları dayanışma kurucuları tazmin ediyor. Dolayısıyla kişi haksız tesbit yaparsa kendi aleyhine tesbit yapmış olur.
d) En önemlisi yargılama vakanın olduğu bucakta ve vaka ikame tarihinde hemen yapılmakta, bir hakem heyeti o davayı bitirmeden başka davaya hakemlik yapamamaktadır. Bucaklarda herkes birbirini tanıdığı için soruşturma ve muhakeme halkın denetimi içinde yapılmaktadır.
Bu tedbirler sebebiyle hakem kararlarında haksızlık hemen hemen hiç olmaz, olsa bile her zaman hakemler veya soruşturmacılar aleyhine üst hakemlere gidilebilir. Hakemlik kendi kendisini denetleyen bir kurumdur.
بَلْ (BeL) “BeL” atıf harflerindendir. Kendisinden sonraki cümle veya kelimeyi kendisinden öncekine bağlar. Ancak birincisini iptal etmez, teyit de etmez. Yani gerçekten böyle adaletsizlikten korkuyorlar da onun için mi hakemliği kabul etmiyorlar, yoksa kendileri zalim midirler? Kendilerinin zalim oldukları kesin de, korkup korkmadıkları belirsiz.
أُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (EuLAEıKa HuMu el jJAvLıMUvNa) “Asıl zalim olanlar onlardır.”
Allah ve resul yani yargı zalim değildir. Bugünkü atanmış hakimler bile zulmetmiyorlar. Baskı onları korkutmuyor. Geç karar alıyorlar. Çünkü taraflar onlara baskı yapıyor, avukatlar onlara baskı yapıyor, savcılar onlara baskı yapıyor, hükümet onlara baskı yapıyor, basın onlara baskı yapıyor, rüşvet mafyası onlara baskı yapıyor. Onları koruyan ise Allah’tan başkası değildir. Adil yargı düzeni kurulduktan sonra zalim olmayanlar asla zulüm görmezler. İşte İslâm devleti budur. “Adil Düzen” budur.
إِنَّمَا (EınNaMAv) Buradaki “Ma” tahsis “Ma”sıdır. “La” ve “Ma”lar hem tekit hem de nefy için kullanılırlar. Yarın ağızlarıdır. Dışarıdan giderken uçuruma gitmedir. Dışarıdan çıkarken uçurumdan kurtulmadır. “Ma” geçmiş için, “La” gelecek için kullanılır. “BayN”de önce “B” vardır. Tahsis ifade edilirken ya istisna kullanılır, ya da “İnnema” kullanılır. “MA Caeni İLLA Zeydun.” dersen, “Zeyd’den başkası bana gelmedi.” demiş olursun. Zeyd’in gelmediğini değil de, başkalarının gelmediğini vurgulamış olursun. “Einnema Caeni Zeydun/ Bana yalnız Zeyd geldi.” demiş olursun. Burada da Zeyd’in geldiğini vurgulamış olursun. Bundan sonra söylenen cümlenin oluşumu tekit olduğu için “İnnema” getirilmiştir. Mü’minler hakemlere çağrıldıklarında “Semi’nâ ve eta’nâ” derler. Başka bir şey yapmazlar yahut yalnız mü’minlerin kavli böyle olur.
كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ (KAvNa QaVLa elMuEMiNIyNa) “Mü’minlerin kavli oldu.”
Beyinlerinde hükmetmesi için Allah ve resulüne davet olunduklarında sem’ ettik ve itaat ettik diye kavletmeleri mü’minlerin kavli oldu. Burada kavl kelimesi ilk görünüşte ötreli olmalıydı. Hz. Ali ve başkaları bu şekilde okumuşlardır. Ancak cumhurun kıraati üstünlüdür. “Kâne”nin faili mü’minlerin kavli değil, “İşittik ve itaat ettik.” demeleridir. Böyle söylemek mü’minlerin işidir. Böyle söz ancak mü’minlerin olabilir. Bunun iki manâsı vardır. Biri, mü’min olmayanlar söyleyemezler, böyle söz ancak mü’minlerin ağzından çıkar. Diğeri de, bunu söyleyen mü’mindir. Hakem kararlarını kabul etmenin îmanın şartı olduğunu söyleyip duruyoruz. İşte burada bir hareke bizi teyit etmiş oluyor. Kur’an’ın bir harfi değil, bir harekesi bile değiştirilemez. Bu bizim için müslim olmanın şartı olarak yargı üstünlüğünü benimsemiş olma demektir. Burada mü’minin kavli demeyip de mü’minlerin kavli deyince, mü’minlerin görevi yargı kararlarını icra etmekten ibarettir. Ordu yani silahlı gücün görevi yargı kararlarına uymayanları hizaya getirmekten ibarettir. Devlet budur. Bizim üstümüzde bizi yöneten bizim sözleşmelerimiz ve bağlantılarımızdır.
إِذَا دُعُوا (EıÜAv DUvGUv) “Davet olunduklarında.”
Kur’an bir deyime ıstılahi manâ vermişse onu tekrar ederek mü’minlerin dikkatini çeker. Bu sûrede de “davet olunduklarında” ifadesini burada iki defa kullanmıştır. Bir de soruşturmacıların şahitliklerine getirmiştir. Çağrı yargıda çok önemli bir müessesedir. Herkes gelişigüzel mahkemelere çağrılamaz.
Biz bu daveti ve soruşturmayı bugünkü imkânlarla şöyle yapıyoruz:
a) Soruşturma kayıt cihazını alır, soracağı kimsenin ayağına gider, müsait zamanında onu rahatsız etmeden sorular sorar ve cevapları kaydeder.
b) Sonra soruşturmacı değerli bulduğu soruları yazılı olarak sorar ve yazılı olarak cevap ister.
c) Yeter derecede cevap alamamışsa bucak başkanından duruşmalı sorulması için izin ister. Başkan ifadeye davet eder. Gelmezse zorlayamaz, ama bucağından sürebilir. Duruşmalı soruşturma alenidir. Eziyetsiz yapılır.
d) Karakol soruşturması ancak hakem kararları ile olur. İşkence yapılırsa tazmin olunur.
Davete icabet etmeyen açık davete tâbi tutulur ve gıyabında mahkum edilir. Hukuki infaza kişi kendi ayağı ile gelir, kovalama yahut tutuklama yoktur. Gelmezse o zaman askeri infaza havale edilir. Hukuk düzeni orada sona erer.
إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ (EiLAy elLAHı Va RaSUvLiHi) “Allah ve resulüne.”
Allah ve resulüne davet olunduklarında aynı tabir tekrarlanmaktadır. Çünkü bu hakemlerden oluşmuş yargı kurumudur. Mü’min demek bu müesseseyi kurup çalıştırmak demektir. Hazreti Muhammet bunu Medine’de uygulamıştır. Savaşta ihanet etmiş Yahudilere hakemin verdiği ceza uygulanmıştır. Kararı aynen infaz etmiştir. Yahudiler Hendek Harbi’nde müşriklerle beraber oldular. Tarafların seçtiği bir hakemin kararı ile savaşçılar öldürülmüş, kadın ve çocuklar esir edilmiştir. Tevrat’ın hükmü uygulanmıştır. Hakem kararları kesindir.
لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ (Lı YaXKuMa BaYNaHuM) “Aralarında hükmetmek için davet edildiğinde.”
“Hakem” atın ağzına takılan gemdir. At onunla sağa sola çevrilir. Direksiyon demektir. Hüküm etmek buradan gelir. Diğer manâsı da teraziyi dengeye getirme demektir. Yani davacıların arasını bulma demektir. O zaman “Beynehüm” kelimesi kullanılır. Yukarıdaki tabiri burada aynen tekrarladı. Çünkü bunların ıstılahi manâsı vardır. Duruşma, savunma, ikrar, red, sonunda karar. Kararın infazı, af, vesaire bu hükmetme içinde yer alır.
أَنْ يَقُولُوا (EaN YaQUvLUv) “Kavletmeleri.”
Yani kâfir olan kimselerin böyle söylemeleri mü’minlerin kavlidir. Buradaki zamir mü’minlere değil kâfirlere gitmektedir. Kavl kelimesi ötreli olsaydı o zaman mü’minlere giderdi. Böyle diyorlarsa işte o mü’minlerin sözüdür. Bunu ancak mü’min olanlar söylerler. Böyle diyenlere aksi sabit oluncaya kadar mü’min gözü ile bakacaksınız. Buradan şunu anlıyoruz ki mü’minlik asıldır. Müslimlik arızidir. Hiçbir şeyi beyan etmeyen kimse müslim olmuşsa mü’min olmuştur demektir. Sadece ben zimmiyim diyorsa zimmi olur.
سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا (SaMıGNAv Va EOaGNAv) “Sem’ ettik ve itaat ettik.”
Yani daveti duyduk ve davete icabet ettik demeleri mü’min sözleridir. Sem’ etmek, kulak vermek demektir. Dediğini anlamak demektir. İtaat etmek ise emredileni yerine getirme demektir. Buradaki başka ince nokta ise, söyleyen mü’min olmasa da söylenen mü’minin sözüdür. O sebeple biz ona mü’min muamelesini yaparız. Daha önce yaptıkları ile daha sonra yapacakları bizi ilzam etmez.
وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ (Va EuLAEıKa HuMu elMuFLıXUvNa) “Ve işte onlar müflihlerdir.”
“Falah” tarımcılıktır. Tarım ekonomide en garantili bir üretim biçimidir. Diğer bütün üretim biçimlerinde geçim garanti değildir. Oysa tarlayı ekersin, uygun tohum seçersen, sulamasını yaparsan, bakarsan garanti olarak ürün verir. Bu sebepledir ki tarımcılara nisbeten refaha felah denmektedir. Sosyal güvenlik de ancak hakemlere dayanan adil yargı ile sağlanır. Buradaki “EuLAEKa” “Bel”deki işte onlar zalimlerdire karşı söylenmektedir ve bunlar aynı zamanda müflihlerdir. Zengin olacaklar da bunlardır. Refah toplumunu da bunlar oluştururlar. Sosyal güvenliği sağlanmış topluluğu bunlar kurarlar. “Va” harfi genel güvenliğe atıf içindir. Hakemlik genel güvenlik içindir ama bu aynı zamanda sosyal güvenliği de getirir. Mü’minler mutlaka hakemlik sistemini canlandırmalıdırlar. Bunlar şunu yapacaklar:
a) Her türlü anlaşmalarda mutlaka hakemlik maddesini eklemelidirler.
b) Çıkan nizalarda mutlaka karşı tarafa hakemlik önermelidirler. Hakemliği kabul ettiği takdirde katiyen mahkemeye gitmemelidirler.
c) Hakemlik maddesini kabul etmeyen kimselerle ticari ve sosyal ilişkileri kesmelidirler. Sadece kültürel ve ilmî ilişkileri sürdürmelidirler.
d) Ortak avukatlık bürolarını oluşturmalı ve hakemliği kabul etmeyenin davasını haklı ise bu avukatlar karşılıksız savunmalıdırlar. Bunu yaparsak refah topluluğuna ulaşırız.
وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ (VaMaN YuOIyGu elLAHa Va RaSUvLaHu)
“Allah ve resulüne kim itaat ederse onlar kurtulmuşlardır.”
Burada “Men” kullanılmıştır. “Men” ile topluluk kastediliyorsa her bir ferdin onunla mükellef olduğunu gösterir. “Ellezine Yutıgune” olsaydı ortak itaat yeterli olurdu. “Men Yutıgu” dendiğinde her ferdin ayrı ayrı itaat etmesi gerektiğini ifade eder. Yargı kararlarına herkes itaat etmelidir. Burada yine Allah ve resulü tabiri deyim olarak geçmektedir. Kur’an’da bu tabir pek çok yerde geçmektedir.
وَيَخْشَ اللَّهَ (Va YaPŞa elLAHa)
“Haşyet etmek” demek çekinmek demektir, saygı duymak demektir. Onu kırmamak, onu üzmemek için korku duymak demektir. Bu çekinme korkudan çok saygıdan dolayıdır. Huşu ise saygıdır. Huşu çatlama anlamındadır. “Dağları Allah’a saygısından çatlamış görürsün.” denmektedir. “Hud’” fiilen teslim olmak demektir. Topluluğa saygı duyarak ona karşı gelmemek demektir. Ona karşı davranıştan çekinmek demektir.
وَيَتَّقِيهِ (Va YatTAQıHı) “Ona ittika ederler.”
Onun şeriatı içinde kendilerini güven altına alırlar. “Vıkaye” korumak demektir. “İttika” korunmak demektir. Canavardan veya yıldırımdan korunmak için kulübeye girmek demektir. Hakem kararlarını dinlemek ve uygulamak ancak hedef topluluğun hukukunu korumaktır. Hakem kararları olmadan da topluluğun haklarına sahip çıkmak gerekmektedir. Ve davranışları şeriat içinde yapmaktır. Kendi içtihadıyla hareket etmektir. Hakem kararları niza halinde geçerlidir. Oysa nizasız durumlarda insanlar içtihat yaparak yaşarlar. Bu arada aldıkları kararların da topluluk çıkarları ile paralelleştirilmesi gerekmektedir. Öyle bir şeriat ki orada topluluk çıkarı ile kişinin çıkarı beraber olmalıdır. Bunu da kendi çıkarı için yapar. Burada üç fiili de müfret kullanmıştır. Çünkü bu hepsine ayrı ayrı farzdır.
فَأُوْلَئِكَ (Fa EuLAEıKa) “İşte onlar faizdirler.”
Yukarıda “Va” ile işte onlar müflihtir denmiştir. Burada “İşte onlar faizdir.” denmiştir. “Va” harfinden sonra gelen kural kıyasla genişletilebilir. “Fa” harfinden sonra kural geneldir. Kıyasa gerek kalmadan geniş olarak uygulanır. Kâfirlerden işittik ve itaat ettik demeleri felah için yeterlidir. Başkalarına da bu hüküm kıyas ile uygulanır. Burada ise Allah ve resulüne itaat edip haşyet ve ittika edenler mü’minlerdir. Mü’minler ise kıyasa gerek kalmadan fevz içindedirler. Böylece yukarıda “Kavl”ın üstünlü olarak verdiğimiz manâsı burada “Fa” harfi ile teyit edilmektedir.
هُمْ الْفَائِزُونَ (HuMu eLFAvEıZUvNa)
“Favz” selin getirdiği bereketli topraklardır. Bir işte elde edilen kazançtır. “Felah” ekonomik refahtır. “Favz” ise sosyal saadettir. Mü’minler daha çok saadete ererler, servetleri az olur. Mü’min olmayan ama adil düzeni kanun edinenler daha çok refaha ulaşırlar. Hazreti Muhammed zengin olmamıştır. Ebu Bekir gibi muhacirin en zengini olanlar da sonra ortalara gelmişlerdir. Mü’minler Allah’ın yoluna koyuldukları zaman zenginliğe veda etmek zorunda kalabilirler. Müslimler ise hem zengin olur hem de cennete giderler. Mü’minler için geçimlik yeterli olmalıdır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
“Onlar bütün sözlere kulak verirler,
en iyisine uyarlar.”
(Kur’an; 39/18)
“Bölgemiz dış güçlerin müdahalesi ile siyasi ve iktisadi bakımından istikrasızlığa itilmiş ve bölgemizin haritası yabancı güçler tarafından değiştirilmek istenmektedir.
Bu durum karşısında bilgilerimizi bir araya getirerek ortak çözümler üretmeliyiz”
(ESAM Başkanı RECAİ KUTAN, 02/07/2003)
İnsanlığın Sorunları ve Çözüm Önerileri
Elek. Yük. Müh. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Adil Düzen Teorisyeni
İNSANLIKTA EVRİM
YÖNETİMDE EVRİM
Kişi Yönetimi
İnsanlar on binlerce yıl göçebe olarak yaşadılar. Yemiş yediler, avcılık yaptılar ve sürüleri beslediler. Kabileler hâlinde yaşıyor ve başkanlar tarafından yönetiliyorlardı. Bir ailede anne baba nasıl evi kuralla değil şahsen yönetiyor idiyse, onlar da öyle yönettiler.
Kurallı Yönetim
İnsanlar bundan onbin yıl önce tarım dönemine geçtiler. Yerleşip kentler kurdular. Yeni uygarlığa uyamadılar. Uyarıları kabul etmediler. Bunun üzerine Nuh Tufanı oldu ve kurtulanlar kurallı yönetim ile yönetildiler. Kuralları yöneticiler koyuyordu ama halk kurallara uyuyordu. Geniş ülkeler ancak böyle yönetilebildi.
Şeriat Yönetimi
Uygarlık gelişti ve uluslararası ticaret başladı, gidip gelmeler başladı. Uluslararası kural olmadığı için kralların kuralları yetmedi. Hazreti Musa geldi, Tevrat’ı getirdi ve şeriat yönetimi doğdu. Krallar artık kurallar koymuyor, Tevrat’ın kurallarını bütün insanlar uyguluyordu.
İçtihat Yönetimi
Uygarlıklar gelişti. Ekonomik ve sosyal reformlar oldu. Tevrat’ın hükümleri insanlık için yeterli olmadı. Tevrat günün sorunlarını çözemiyordu. Kur’an geldi. Kur’an kuralları getirmedi, kuralların nasıl konacağını öğretti. İçtihat ve icma müessesesi oluştu. Herkes kendi yaşayışının kuralını koyacak ama ona uyacak. Herkes istediği sözleşmeyi yapacak ama sözleşmelere uyacak. Herkes kendi başkanını seçecek ama başkana yetki verdiği hususta aldığı karara uyacak. Çıkan nizalar kendi seçtiği hakemin de katıldığı hakemlerce çözülecek ama buna uyacak.
İçtihat Yönetimine Geçiş
Kur’an bu ideal hukuk sistemini getirdi. Hz. Peygamber bunu arkadaşlarına uygulattı ama insanlık daha hazır olmadığı için tam uygulama 20. yüzyılı bekledi. Başlangıçta hanedanlar yönetiyordu. Çünkü yöneticileri yetiştirecek okul yoktu. Sonra medreseler kuruldu, yöneticiler yetişti. Hanedanlık son buldu, dikta rejimleri ortaya çıktı. Çünkü halk daha kendi kendini yönetmeye hazır değildi. Sonra çok partili sisteme geçildi. Parti başkanları yönetmeye başladı. Bundan sonra ne olacak? Bundan sonra ‘Adil Düzen’ gelecek, halk kendi kendilerini yönetecektir. Bu nasıl olacak? İşte bugün burada bunu tesbit etmek için toplandık.
EKONOMİDE EVRİM
Daha önce “Adil Düzen” yayınlarında anlatıldığı gibi insanlık toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık aşamalarından sonra pazar mübadelesi, tüccar mübadelesi ve emek mübadelesi dönemlerini geçirdi. Para olarak yemiş, deri, yün, tahıl, gümüş, altın ve kâğıt para kullanıldı. Karşılıksız ve sadece faizle tanımlanan bu paranın ömrü dolmuştur. Bundan sonra nasıl bir para gelecektir? Faizsiz mal senetleri karşılığı çıkarılan “kaydî para” kullanılacaktır. Bu nasıl işleyecektir? İşte bunu tesbit için buraya toplanmış bulunuyoruz.
DİNDE EVRİM
Hz. İbrahim’den önce din insanlığın bütün yanlarını yönetiyordu. Hz. Nuh uygarlığında müspet ilim ortaya çıkmıştı. Hz. İbrahim Peygamber dini müspet ilim mantığı ile savundu. Böylece ilim dinden ayrıldı. Sonra Hz. Musa Peygamber geldi. Topluluklar her gün alınan kararlarla değil, gönderilen kitaplarla yönetildi. Hukuk ve yönetim dinden ayrıldı. Sonra Hz. Davut Peygamber geldi. Ekonomi kurallarını dinden ayırdı. Devletçi bir ekonomiyi kurdu. Böylece ekonomi de dinden ayrıldı. Hz. İsa geldi. Dini yönetimden tamamen ayırarak lâikliği getirdi. Yönetim dine karışmayacak, dinde de zorlama olmayacaktı. Son Peygamber Kur’an ile bu dört bağımsız kuruluşları dayanışma ortaklıkları şeklinde çoklu sistemde organize etti ve bunların birleşmesinden şeriat devleti, hak devleti, İslâm devleti ve adil devlet modelini getirdi. Batılılar bunlardan İslamiyet’e “sosyal devlet”, şeriata “demokrasi”, Hak düzenine “lâiklik”, Adil Düzene de “liberal” dediler. Bugün dinler kenara itilmiştir. Geleceğin dinleri müsbet ilimle arındırılacak ve dinlere çoklu sistemde uyarma yani denetleme görevi verilecektir. Bunu nasıl yapacağız? İşte bu çalışmalar bunu nasıl yapacağımızı bize öğretecektir.
İLİMDE EVRİM
İnsanlar meyve toplarken görenek yoluyla, avcılık döneminde mağaralarda resimlerle yaptıkları derslerle, sonra Mezopotamya’da şekil yazısıyla, sonra İbranilerde harf yazısıyla öğrenim yapmaya başladılar. Kur’an’la insanlar üniversitelere kavuştular. Üniversiteler serbest öğrenim sistemidir. İçtihat dönemi bu öğrenimi zorunlu kılar. Bundan sonra ne olacaktır? Serbest tedris sistemine ortak sınav sistemi eklenecektir. Okullar diploma vermeyecekler, imtihanlara hazırlayacaklar. İmtihanlar ortak sorularla yapılacaktır. Bununla ilgili kuralları da burada tesbit etmiş olacağız.
TARİHTE EVRİM
Medeniyetler iki medeniyetin sentezinden doğar. Canlılarda olduğu gibi iki medeniyet eşleşerek yeni medeniyet oluşur. Bu medeniyetlerin ömrü biner yıldır. İlk uygarlık Mezopotamya’da doğmuştur. Kuzeyden gelen Sümerlerle yerli halk birleşerek ilk kent uygarlığını oluşturdular. Bu uygarlığı Hazreti Nuh başlatmış oldu. Sonra İbraniler ikinci uygarlığı kurdular. Bunu Hazreti Musa başlatmış oldu. Üçüncü uygarlık Hıristiyanlıktır. Bunu Hazreti İsa başlatmıştır. Dördüncü uygarlık Kur’an uygarlığıdır. Hak uygarlığı 500. yılında en yüksek seviyeye ulaşır. Bu esnada batıda kuvvet uygarlığına dönüşmeye başlar. Mısır, Yunan, Bizans ve Avrupa medeniyetleri bunlardandır. Bunların ömürleri de biner yıldır. Şimdi “I. Kur’an Medeniyeti” son bulmuş, “II. Kur’an Medeniyeti” başlamak üzeredir. IV. kuvvet uygarlığı en yüksek seviyededir ve çökmeye başlamıştır.
III. BİN YIL UYGARLIĞI
“III. Bin Yıl Uygarlığı” Avrupa Uygarlığı ile I. Kur’an Uygarlığı’nın sentezinden doğacaktır. İşte “Adil Düzen” bu iki uygarlığı sentez çalışmalarından başka bir şey değildir. Eski uygarlıkları peygamberler kurdular. “III. Bin Yıl Uygarlığı” ise peygambersiz kurulacak ilk uygarlıktır. Tarihte biz de ilklerden olacağız. Bundan sonrakiler bizim yolumuzu izleyeceklerdir. Görevimizin ne kadar zor ve kutsal olduğunu takdir etmelisiniz.
TÜRKİYE’DE EVRİM
TARİHTE TÜRKLER
Uygarlığa Türklerin Katkısı
Tarihte bütün uygarlıklar Ortadoğu’da kurulmuştur. Mezopotamya ile Roma arasında kalmıştır. Türkler kuzeyde Orta Asya ve Kafkaslar’da yaşamışlardır. İlk göçü Sümerler yapmışlardır. İkinci göçü Azeriler yapmışlardır. Kur’an’da geçen İbrahim’in babası Azer adı öz adı değil, ırk adıdır. Öz adı Tarih’tir. Böylece İbrani Uygarlığı doğmuştur. İslâm dini Arabistan’da Kureyşliler arasında ortaya çıkmıştır. İslâm Uygarlığı ise Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri ile başlamıştır.
Gelecek Uygarlığa Türkiye’nin Katkısı
1000 tarihlerinde Selçuklular kurulmuş ve 1071’de Bizans fethedilmiştir. Bizans’ın çökmesi bir ırkın diğer ırkı yenmesi şeklinde olmamıştır. Sadece yönetim değişmiştir. İki uygarlık 1923’e kadar birlikte yaşamıştır. İşte bu durumda İslâm Uygarlığı ile Batı Uygarlığı’nın sentezine Türkiye beşik olmuştur. Hazreti İbrahim ile Hazreti Davut arasında da bin yıl geçmişti. Demek ki “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın sentezi 1071’de başlamıştır.
Anadolu’da Devlete Bağlı Din
İSTANBUL’u fetheden Fatih Sultan Mehmet İslâm Uygarlığı’nı zirveye çıkarmıştır. Kanunnameleri ile yönetimde sentez başlatmıştır. Bu sentezin ortak noktası devlete bağlı din anlayışıdır. Roma’da ise tersine dine bağlı devlet vardı. Gerek Bizans gerek Osmanlı dine son derece saygılıdır, ama din adamları devlet başkanına bağlıdırlar. Bu anlayış hâlâ devam etmektedir. Türkiye’ye özgü lâiklik anlayışı Bizanslılardan gelir.
BUGÜN TÜRKLER
Hak Uygarlığına Hazırlık
Hak uygarlıkları “Milat”la tarihlenebilirler. Ancak uygarlığı hazırlayan peygamberler ise birkaç asır önce gelirler ve hazırlık yaparlar. Hazreti Nuh M.Ö. 3300 yıllarında geldi. Hazreti Musa M.Ö. 1200 yıllarında geldi. Kur’an Milattan sonra 600 yıllarında indi. Yani birkaç yüzyıl önceden gelen peygamberler uygarlıkların doğmasına hazırlık yaptılar. Hazreti İsa’dan önce Hazreti Yahya ve Hazreti Zekeriya gelmişlerdi.
“III. Bin Yıl Uygarlığı”na Türkiye’nin Hazır Olması
Şimdi soru şudur: Acaba “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kim yapacak, hangi kavim yapacaktır?
İslâm Uygarlığı ile Batı Uygarlığı’nı kim sentez edecektir? Hangi kavim buna hazırlanmıştır?
Türk tarihine baktığımızda bu görev Türk Milletine verilmiştir. Şöyle ki:
Anadolu’nun fethi, İstanbul’un alınması, Viyana’lara kadar gidilmesinin yanında, Türkiye 1800’lerden beri Batı’yı öğrenmeğe başlamıştır. 1800’lerde Batı tipi ordu kuruldu. Sonra Tanzimat Fermanı ile Batı benzeri kurumlar getirilmeye başlandı. II. Abdülhamit Batı tipi üniversiteler kurdu. Bir asır böyle geçti. 1900’lerde II. Meşrutiyet geldi, İslam düşmanlığı ortaya çıktı. İçtihat sistemini Müslümanlar diriltmek zorunda kaldılar. 1910’larda Osmanlı yıkıldı, Kuvva-yı Milliye ortaya çıktı. Bu Hakimiyet-i Milliyenin başlangıcıdır. 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve Anadolu İslâmiyet bakımından saflaştı. 1930’larda Mustafa Kemal resmen “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı hedefledi. “Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meş’ale müspet ilimdir.” dedi. 1940’larda Türkiye çok partili sisteme geçti ve halka kendi tercih imkanı verildi. 1950’lerde halk İslâmiyet’i tercih etti. Menderes “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.” dedi. Arapça ezana bütün ulusça dönülmesiyle bunu tescil etti. 1960’larda Müslümanlar örgütlenmeye başladılar.
1933’lere kadar İslâm düşmanlığı vardır. 1933 ile 1967 arasında Müslümanlar beklemede oldular. 1967’de ise Müslümanlar atağa geçtiler. 1970’lerde Müslümanlar iktidara ortak oldular. 1980’lerde Kenan Evren Türk devletinin siyasetini İslâmlaştırdı. 1990’larda Müslümanlar iktidar olup koalisyon kurdular. 2000’li yıllarda Müslümanlar Anayasa ekseriyetini aldılar.
1960’larda atağa geçen Müslümanlar Akevler’de ilmî faaliyete başlamıştır. Nur şakirtleri dinî ekoller kurmaya başladılar. Millî Görüşçüler siyaset yaptılar. Daha sonra Anadolu holdingleri oluştu. 1960’larda Türkiye uygarlıkta en geride iken, bugün kendisini göstermiş durumdadır. 1960’larda Türkiye’de Müslümanlar en geri durumda iken, bugün en ileri seviyededir. Dinde, siyasette, ilimde ve halk ekonomisinde başa güreşiyorlar. İşte bütün bu gelişmeler Türk Milletinin “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmakla görevli olduğunu gösterir. Mehmet Akif’in, “Asrın idrakine Kur’an’ı söyletmek.” Mustafa Kemal’in, “Müspet ilmin meşalesinde muasır medeniyetin fevkine çıkmak.” sözleri Türkiye’de söylenmiştir. Bunun okulunu Bediüzzaman kurmuştur.
Türkiye Şimdi “Adil Düzen” Arifesinde
2000’li yıllara gelmeden önce Müslümanlar Batı Uygarlığı içinde İslâmiyet’i yaşamak istediler. Kendileri “Adil Düzen”i uygulamadılar, çünkü kendileri bilmiyordu. Şartlar da müsait değildi. 2000 yılından sonra artık “Adil Düzen”e göre müesseseler kurulacaktır. 21. yüzyılın ilk yıllarında Türkiye “Adil Düzen”e geçecektir. Bu tarihin gelişi nedeniyle böyledir. İlâhî takdir böyle olduğu için böyledir. 21. yüzyıla girerken Türkiye’nin bütün halkı İslâm ile barışık haldedir. Artık İslâm düşmanı ne parti vardır, ne de bir grup. Tek tük çıkan çatlak sesler dışında tüm Türk halkı şunda ittifak etmiştir: Türkiye Batı Uygarlığı’nı alacaktır. Türkiye Müslüman kalacaktır. Yani Türkiye Batı-İslâm sentezine hazır demektir. Asrın idrakine Kur’an’ı söyletip müspet ilmin meş’alesinde muasır medeniyetin fevkine çıkmaya hazır demektir. Ben burada “Müslüman” deyince yalnız namaz kılanları kastetmediğim gibi, yalnız Kur’an’a inananları da kastetmiyorum. Hakkın üstünlüğünü kabul eden herkes “Müslüman”dır. Bu kimse Budist de olsa böyledir.
Batı Modeli Türkiye’nin Ömrü
Türkiye’de müsbet ilme dayalı ilk ekolü Bediüzzaman kurmuştur. Sonra Fethullah Gülen tarafından geliştirilerek bugün dünyada örgütlenmiştir. Eksiklikleri vardır. Bu ekol Kur’an öğretilerine göre çalışmıyor. Sonra İzmir’de “Akevler” kuruldu. Müsbet ilmin idraki ile söyletilen Kur’an muasır medeniyetin fevkine çıkma yolunda ilmî faaliyetlere başlamıştır. Hâlen bu faaliyetler sürdürülmektedir. Kur’an metodu ile çalıştığı için henüz yaygınlaşamamıştır. Sonra Necmettin Erbakan 1969’da siyasi organizasyona geçti. Dünyaya etki ederek bugünkü duruma gelindi. Eksiği, bunlar da partilerini “Adil Düzen”e göre yönetmediler. O zaman öyle gerekiyordu. Ama artık o sistemin ömrü sona erdi. Sonra Yimpaş ve Kombassan ekonomide büyük başarılar elde ettiler. Bunların da eksiği Batı modeli içinde ortaklık kurmak olmuştur. O zaman öyle gerekiyordu. Artık o sistemler Türkiye’de ömrünü doldurmuştur.
“Adil Düzen”in Başlama Yeri
Şimdi ne olacak? Tarihi gelişme bize göstermektedir ki İnsanlığa “Adil Düzen” gelecektir. İnsanlığı “Adil Düzen”e götürecek ilk hareket Türkiye’den başlayacaktır. Çünkü bu iki uygarlığı sentez edecek başka bir ulus yoktur. Harf inkılâbını yapmış başka bir İslâm ülkesi yoktur. Bu “III. Bin Yıl Uygarlığı” 21. yüzyılın ilk yıllarında ortaya çıkacaktır. Türkiye “Adil Düzen”e istese de istemese de geçecektir. Bu ilâhî takdirdir, tarihî zorunluluktur.
TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN TEHLİKE
“Adil Düzen”i Halk Kurar
Şimdi şu sorulacaktır. Acaba “Adil Düzen”e nasıl geçilebilir? Bunun için iki yol vardır. Biri, halkın “Adil Düzen”e geçmesidir. Sağlıklı yol budur. Yani halk önce ekonomik işletmeleri ile “Adil Düzen”e geçmelidir. Sonra buradan gelecek imkanlarla “Adil Düzen”de ilmî çalışmalarını tamamlamalıdır. Programı projelendirmelidir. Sonra dinî cemaatler vasıtasıyla bunu halka anlatmalı ve inandırmalıdır. Ondan sonra halk kendi siyasi partilerini zorlayarak “millî mutabakat hükümeti” ile devlet çapında “Adil Düzen”e geçilmelidir. Sağlıklı yol budur. Bizim partiye ihtiyacımız vardır. Ancak bu parti iktidarı hedeflememelidir. Bu parti halkı organize edip “Adil Düzen işletmeleri”ni kurmalarına yardımcı olmalıdır. “Adil Düzen”de ekseriyet iktidarı yoktur. “Adil Düzen”i benimseyen parti bu düzende iktidar olamaz. Olursa orada duramaz, iner. “Adil Düzen”i benimseyenler zalim düzende zalimane işlere devam edemezler.
Tarihte Yahudilerin Etkisi
Bununla beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrü biçilmiştir ve şimdi kurban edilmek istenmektedir. Bunu iyi anlamak için yine tarihe dönelim. Allah İbranilere tarihte görev vermiştir. İnsanlığı fesatları ile de olsa dürtmek ve uyarmak, böylece ileriye götürmek onların işidir. Mısır Uygarlığı Yusuf Peygamber’in uyarıları ile ileri uygarlığa ulaşmıştır. Roma Uygarlığı Kıbrıslı Zenon adı verilen bir Yahudi’nin kurduğu Stoa ekolünün eseridir. Hıristiyanlık sonradan Hıristiyan olan bir Yahudi olan Pavlus’un etkisiyle oluşmuştur. Bugünkü Avrupa Uygarlığı da Yahudi uygarlığıdır.
Yahudilerin Tek Devleti
Yahudiler ticaretle geçinen yoksul, düşük, oradan buraya sürülen bir kavim idiler. Amerika’nın keşfi ile Avrupa’da ticaret gelişti. Meslekleri olduğu, İslâmiyet’i bildikleri ve dünyada her yerde yayılmış oldukları için ticareti ellerine geçirdiler. 1500 yıllarından sonra Avrupa’yı onlar yönetiyor. Önce krallıkları icat ederek derebeyliği ortadan kaldırdılar. Sonra cumhuriyeti getirip krallıkları bertaraf ettiler. Sonra kapitalizm ve sosyalizmle cumhuriyetleri de bertaraf ederek bir dünya devleti kurma çabasındadırlar. Onlara göre diğer insanlar ne yapsalar, Yahudi değilseler cennete gidemeyeceklerdir. Onlara göre diğer insanlar birer hayvan durumunda olduğu için onların aileye, dine, milliyete ve mülkiyete ihtiyaçları yoktur. Kreşlerde büyüyen birer canlı olarak onların fabrikalarında çalışacak, yevmiyelerini alacak ve geçinecekler. Yahudiler ise dünyayı yönetecekler. Paraları ile yönetecekler. İşte bunların hedefleri budur.
Türkiye’ye Biçilen Ömür
Bu hedefe ulaşmak için 1897’de Basel’de akdettikleri kongrede şu kararları aldılar: Birinci Cihan Savaşı çıkarılacak ve İmparatorluklar yıkılacak. Böylece İsrail devletinin kurulması için yurt ayarlanacak. Bu arada Türkiye’de bir ateist devlet kurulacak ve bu bir asır yaşayacak. 1997’de yıkılacak ve topraklarının bir kısmı İsrail imparatorluğuna verilecek. Rüşvet olmak üzere Kuzeyde Pontus devleti kurularak Ruslar susturulacak, Batıda Bizans imparatorluğu kurularak Batı susturulacak. Türkiye o zamana kadar yaşatılacak, çünkü böyle yapılmazsa sonra bu topraklar Hıristiyanlardan zor alınır. İkinci Cihan Savaşı çıkarılacak ve Yahudiler İsrail’e göçe zorlanacak. Yoksa oraya göç toplamak mümkün olamazdı. Bu savaşta Türkiye tarafsız kalacaktır.
Türkiye’nin Yok Edilmesi
Türkiye’nin güçlenip de sonra zorluk çıkarmaması için önce ateist tek parti, sonra da on yılda bir sistematik darbelerle geri bırakılan bir Türkiye yaşatılmalıdır. 1997 yılında Türkiye’yi yıkmak için neler yapılmalı idi? Türkiye’nin ekonomisini IMF formülleri ile çökertmek, halkı Müslüman-lâik, Şii-Sünni, Kürt-Türk, Kemalist-antikemalist, ilerici-gerici gruplara bölüp çatıştırmak ve orduyu bölüp iç savaşı çıkarmak. 28 Şubat bu planın bir adımı idi. Ekonomisi ve iç savaşları ile zayıflatılan Türkiye’yi Müslüman komşuları ile savaştırmak. Bunun için önce İran Irak’a katılacak ve güçlü Irak Türkiye’ye saldıracaktı. Bunu başaramayınca da Türkiye ile İran’ı kapıştırmayı hedeflediler. Teskere hikâyeleri işte bu savaşı çıkarmak idi. Hâlâ da ABD bu planların peşindedir. Çünkü biliyor ki ABD ne Türkiye’yi ne de İran’ı kendi ordusuyla yenemez. Türk Ordusunun iz’anı ile bu badireleri atlatarak buraya kadar geldik.
Dünyanın İkiye Bölünmesi
Şimdi ABD ne istiyor? Ortadoğu’daki büyük devletler yıkılacak, her biri on milyonun altında silahtan arındırılmış federe devletler olacaktır. İsrail en modern silahlarla teçhiz edilecek ve Ortadoğu’da bir İsrail Devletler Birliğini kuracaktır. İşte Körfez Savaşları’nın hedefleri budur. Sonra Orta Asya, Afganistan ve Belucistan yoluyla dünyayı doğu ve batı olarak ayıracaktır. Bu arada Müslüman ülkeleri de ikiye bölüp oralarda eritecektir. Böylece Anadolu’dan haraç kesecektir. Hakimiyetini böylece tesis edecektir. Amerikan kuleleri bunun için yıkıldı. Hedefi Amerikan Yahudilerini Ortadoğu’ya taşımaktır.
Bu plan başarıya ulaşacak mıdır? Bunun cevabı önemlidir. Bu planın merkezinde Türkiye ile İran vardır. Türkiye ve İran sıkı sıkıya birbirine bağlanır ve ortak savunmaya geçerlerse ABD’nin bu hedeflere varması mümkün değildir. Bunun için “Adil Düzen”in hemen uygulamaya konması gerekir. Yoksa 18 milyon işsizi olan, 200 milyar dolar dış borcu olan, yargısı işlemez olmuş, medyası Türkiye aleyhinde olan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlığını sürdürmez. Türkiye “Adil Düzen”i kabul ederse İran onun yanında yer alacaktır. Avrupa Birliği onları destekleyecektir. Rusya ve Çin de bu tarafta yer alacaktır. Türkiye Devleti yıkılmaktan kurtulacaktır.
Türkiye’nin Akıbeti
Türkiye Devleti “Adil Düzen”i kabul etmezse Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılacaktır. Bu müsbet ilmin ve Kur’an’ın açıkça bildirdiği sonuçtur. Allah görevlendirdiği ulusun keyfine göre hareket etmesine izin vermez. Allah Türkiye’yi “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmakla görevlendirdi. Türkiye bunu yapmak zorundadır. Ama bugünkü Türkiye Cumhuriyeti bunu yapar mı? Yapmazsa yıkılıp gider. Yeni Türkiye Cumhuriyeti o işi yapar.
Evet, “Adil Düzen” kanla da olsa, kansız da olsa gelecektir. Bu kanı Adil Düzenciler akıtmayacak, Adil Düzen düşmanları akıtacaklardır. Adil Düzenciler de kusurları nisbetinde zarar göreceklerdir.
TÜRKİYE’NİN KURTARILMASI
Türkiye “Adil Düzen”le Kurtulur
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti yıkılmadan “Adil Düzen” nasıl gelebilir?
Bunun gerçekleşmesi için Allah bu millete her şeyi vermiştir.
AKP
“Adil Düzen”i AKP getirebilir. Bunun için Adil Düzencilerle işbirliği yapmaları yeterlidir. Neler yapılması gerektiğini bu çalışmalar belirleyecektir. ESAM daimi araştırma merkezini kurmalı ve AKP’ye tebliğ yapmalıdır.
CHP
“Adil Düzen”i CHP getirebilir. Bunun için CHP’nin Adil Düzencilerle işbirliği yaparak kendine göre de olsa bir “Adil Düzen”i oluşturup ana muhalefet partisi olarak Meclise getirirse AKP bunu reddedemez. Yine Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılmadan “Adil Düzen” gelir.
SP
Saadet Partisi “Adil Düzen”i getirebilir. Şöyle ki; ESAM’ın hazırlayacağı “Adil Düzen”i kendisine program yapar. Türk milletine anlatır. Yeni uygarlık heyecanını duyan halk yerel seçimlerde Saadet Partisi’ni birinci yapar. Bu durumda 100 kadar milletvekili Saadet Partisi’nde görev alır, zorunlu olarak “Millî Mutabakat Hükümeti” kurulur ve “Adil Düzen”i Türkiye’ye getirebilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılmaktan kurtulur.
Ordu
Türk Ordusu “Adil Düzen”i Türkiye’ye getirebilir. Bunun için Harp Akademisi’nde bir kürsü kurmalıdır. “Adil Düzen Kürsüsü” olmalıdır. Burada “Adil Düzen” ordunun katkıları ile son şeklini almalıdır. Millî Güvenlik Kurulu’nda hükümete tavsiye etmelidir. Partilerin ve Milletin Türk Ordusuna güveni vardır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkılmaktan kurtarabiliriz. Bunun için Adil Düzencilerle Ordunun işbirliği yapması gerekir. Ordu bizi dinlesin. Sorunlar çok kolay çözülecektir. Ama kendi milletinden kaçan ordu, ona hasmane tavırlar takınan ordu, başörtüsü ile, Kur’an kursu ile millete karşı takdim edilen ordu devletini koruyamaz.
ACİLEN YAPILACAKLAR
Acilen neler yapılmalıdır?
Halka kredi ile işsizlik;
a) Halka kredi ilkesiyle üç ay içinde işsizlik bitirilebilir.
Faizsiz borçlanma ile dış borç;
b) Dış borcu iç borca çevirmek, nakit borcu mal borcuna çevirmek, borcu iştirake çevirmek ve TL’yi uluslararası para hâline getirmek suretiyle dış borç iki yıl içinde sıfırlanabilir.
Hakemlikle yargı;
c) Yargıda hakemlik sistemini getirerek adil yargı düzeni altı ay içinde tesis edilebilir.
Medya kooperatifleri ile medya.
d) Basın işletmeleri yazarlara verilecek kredilerle kurulacak medya kooperatiflerine dönüştürülür. Nasıl bankalar için anonim şirketi olma zorunluluğu varsa, basın kuruluşları için de basın kooperatifleri olma zorunluluğunu getirir ve millî basın kurulmuş olur. Bu iş de bir yıl içinde tamamlanır. Serbest millî basını olmayan bir ülke yaşayamaz.
ESAM NE YAPMALI?
BEKLEYECEĞİZ
Öğrenecek, yapacak, anlatacak ve bekleyeceğiz.
Şimdi Kur’an bize ne diyor? Kur’an diyor ki; “Adil Düzen”i öğrenmeye, uygulamaya, tebliğ etmeye devam edin. Ondan sonra bekleyin, siz hiçbir şey yapmayın, biz onların hesabını görürüz. Hazır iseniz biz sizi iktidar ederiz. Sizin iktidara talip olmaya hakkınız yoktur. Çünkü o zaman düzen değil de kişiler savunulmuş olur.
HAZIRLANACAĞIZ
Şimdi ESAM ne yapacaktır? Asıl konuya geldik.
Biz bizden sorumluyuz. Başkalarının yaptıkları bizi ilgilendirmez.
Dergi Çıkaracağız
1) ESAM haftalık bir dergi çıkarmalıdır. Dergi bütün vatandaşların alabileceği ucuzlukta olmalıdır. Gazete olmaz, çünkü gazete hem saklanamıyor hem de pahalı oluyor. Dergi satışından gelen meblağların ¼’ü matbaaya, ¼’ü yazarlara, ¼’ü dağıtanlara ve ¼’ü de ESAM’a kalmalıdır. ESAM bunu abone bulma karşılığı almalıdır. Dergi 32 sahife olmalıdır. Her sahife sorumlu bir yazara verilmelidir. Sayfa sorumluları değişik görüşleri paylaşmalı, yazarlar yazıları onlara göndermeli, onlar yetkili olmalıdır. Okuyucular bir sorumluyu seçmelidirler. Aboneleri arttıkça sayfa ve pay o nispette artmalıdır. ESAM üyeleri dergiye abone olmalıdır. Aldığı dergiyi komşularına okutup abone olanları abone etmelidir. Abone olmayanlardan dergiyi geri alıp başkasına okutmalıdır. Bu bizim birinci vazifemizdir. Bilgilerimiz bir araya böyle gelir. “Adil Düzen’in İlmî Çalışması” ülke çapında başlamış olur.
Mala-Mal Marketini kuracağız
2) ESAM Dergi aracılığı ile Adil Düzen girişimcilerini bir araya getirerek “Konsinye Satış Mağazaları” ile “Mala-Mal Market Mağaza Ortaklıkları” kurmalarına yardımcı olmalıdır. Ülke çapında “Mala-Mal Marketleri”ni kurduğumuz zaman, birikecek halk sermayesi ile kasalar dolar ve altınla dolacaktır. Kısa zaman sonra dış borçları biz öder, devletin yağmaladığı KİT’leri ve hazine topraklarını halk ortaklıklarına aldırarak kurtarabiliriz. Türkiye canlı iken parçaları kesiliyor.
Sosyal yardımlaşmayı sağlayacağız
3) ESAM kurduğu “Mala-Mal Marketleri”nin gelirleri içine sosyal fon koyacaktır. Bu sayede aç olan insanların ülke çapında doymalarına yardımcı olacaktır. Her mağaza kendi müşterilerinden yoksul olanları tesbit edip destekleyecektir. Böylece bu uygulama sayesinde âfet ve savaş zamanlarında da dayanışmayı sağlayacaktır.
Siyasi partileri sermayenin esaretinden kurtaracağız
4) Nihayet ESAM siyasi partilerin hepsine dergide sahifelerini açtığı için onların görüşlerini ortaya koyma, kritiklerden yararlanma, taraftarlarına ulaşma ve dergiye ortak üyeleri sayesinde ESAM’dan yararlanma imkanı verilerek “Millî Mutabakat Hükümeti”ne doğru giden siyasete yardımcı alacaktır. Bir partiye değil, bütün partilere istihkakları nisbetinde yardımcı olacaktır. Uzak olmayacaktır. Siyasi partiler “Mala-Mal Marketleri”nden üyelerine göre pay alacaklardır.
ESAM bir ilmî kuruluş olacaktır
ESAM bir partinin yan kuruluşu görünümünden gerçekten kurtulmalıdır. Bunu Saadet Partisi’nden uzaklaşmak şeklinde değil, tam tersine diğer partilere de aynı derecede yaklaşmak suretiyle yapacaktır.
Tek şartımız vardır: Biz onları seviyoruz, onlar da bizi sevsin. Biz hayırda herkesle işbirliğinde varız, şerde herkesten uzağız; onlar da hayırda bizimle olsun, şerre bizi ortak etmesinler. Biz her söze kulak verir, en iyisine uyarız. Onlar da bizi dinlesinler, onlara göre iyi değilse bize uymasınlar. Ama dinlesinler, bize de söyletsinler.
Çalışmak bizden, başarı Allah’tandır.
“ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI” adına
Elek. Yük. Müh. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 216. SEMİNER Yorum 46 İstanbul, 4-5 Temmuz 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Her Cuma günü saat 19.00-21.00 arasında İslâm Medeniyeti Vakfı’nda seminer yapılmaktadır.
Bu Vakıf, Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR / İSTANBUL adresindedir.
Seminerler herkese açıktır. Konular şöyle işlenecektir.
f) 19.00-19.30 arasında “Bir Âyet” açıklanacaktır.
g) 19.30-20.00 arasında “Adil Düzen” anlatılacaktır.
20.00-20.15 arasında “Ara” verilecektir.
h) 20.15-20.45 arasında “Adil Düzene Göre Bir Sorun Çözülecektir.”
i) 20.45-21.15 arasında “Haftalık Yorum” yapılacaktır.
j) 21.15-21.45 arasında “İsteyenlerle Sohbet” yapılacaktır.
I. BİR ÂYET TERCÜME VE TEFSİRİ
İBRAHİM SÛRESİ(14); 27. ÂYET
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ
“Allah havl ile iman etmiş olan kimseleri dünya hayatında ve Âhiret hayatında tesbit eder.”
“Allah söz ile inanmış olan kimseleri yakın yaşamada ve ötede tutarlı yapar.”
Topluluklar “bir söz” çevresinde, “bir kelime” üzerinde toplanırlar. Bir göldeki su gibi kişiler sürekli gelip geçerler. Ama göl yerinde kalır, varlığını korur. Eğer göl şeklini korumazsa artık su orada duramaz ve göl de yok olur. Topluluklar da bir söz etrafında toplanırlar. O onların adı olur. O söz onlar için bir kazık gibidir. O kelime ile bir merkeze bağlanmış olurlar. Bu sebepledir ki bütün peygamberlerin bağlandıkları bir kelime vardır. O da Allah’tır. Allah’a inanmış olan kimseler Hazreti Adem’den kıyamete kadar tek cemaat olacaklardır. Bununla beraber insanlar Allah’a inanırlar, böylece birleşmiş olurlar, ama bu yeterli değildir. Daha küçük gruplar da oluşturmalıdırlar. İşte bu sebeple bütün dinlerin bir peygamberi vardır. O peygamber onları bir arada tutar. Müslümanları, Hıristiyanları, Yahudileri birbirinden ayıran husus peygamberleridir.
Bütün Hak dinler Bir Allah’a inanırlar; “Lâ ilâhe illallah” demekle Hak dinde olurlar. Ancak bu Allah’ın emirlerini tebliğ eden kitaplar ile peygamberler farklıdır Onun için her dinde olan bir peygambere de uyar. Müslümanlar “Muhammedün Rasulullah” demektedirler. Bu âyete dayanarak müçtehitler, başta İmamı Azam Ebu Hanife demektedir ki; “Bir kimse inansa, kalbiyle tasdik etse, ama ağzı ile bunu açıkça söylemezse mü’min olmaz.” Başka âyette de “Îman ettik deyin.” diye emir vardır. İnanmak yetmez, inandık demek gerekir.
Şeytan taifesi bunu bildiği için inanmış olan kimselerin inançlarına saldırmazlar. Çünkü Hak inanca çatmak mümkün değildir. Sadece o inancı temsil eden kelimeye çatarlar. Ona hücum ederler. Bilirler ki, eğer bu isimden vazgeçerlerse onları birbirine bağlayan ortak kulp kopmuş olur. Bir daha bir araya getirmek çok zor olur. İslâm düşmanları lâikliği tahrif ederek, İslâmiyet’teki “Dinde zorlama yoktur.” prensibini ters çevirip dinde zorlamaya âlet yaptılar. “Sen İslâmiyet’ten bahsetme, o inanmayanlara baskı olur! Din vicdanlarda kalsın!” dediler. Müslümanlara “Ben Müslümanım.” demeyi bıraktırdılar. “İslâm Düzeni”ni anlatmayı bıraktırdılar. Böylece Müslümanlar dağıldılar.
Müslümanlar “İslâm” yerine “şeriat” kelimesini kullanmaya başladılar. “Bu kelime de yanlıştır! İslâm dinini çağrıştırıyor.” dediler ve ondan da vazgeçirdiler. Müslümanlar yeni kelime kullanmaya başladılar. “Hak düzen, hukuk düzeni” dedikler. Bu da suçtur dediler. Sebep; çünkü “Hak” “Allah”ın ismidir, olmaz! “Peki, ne yapalım, biz de “Adil Düzen” kelimesini kullanırız.” dediler. “Olmaz! O da dinlerin kullandığı bir sözdür! Allah adildir.” Böylece Müslümanları bir kelimede birleştirmemek için sık sık partilerini kapatıyorlar, kelimelerini ellerinden gelirse yasaklıyorlar.
Allah bize emrediyor. Sizi bir kelime ile dünya ve âhirette sabit tutar. O halde sözünüzü değiştirmeyin. Bu sebepledir ki biz “Akevler” ismini değiştirmiyoruz. Başka kelime etrafında toplanmayı ve olmayı istemiyoruz. Biz “Adil Düzen”i de değiştirmiyoruz. Biz zalim düzenin peşine koşacak değiliz.
II. ADİL DÜZEN
ADİL DÜZEN NEDİR?
e) “Adil Düzen” demek “İslâm Düzeni” demektir. İslâm düzeni nedir? Barış düzeni demektir. Müslümanlar din, ırk, mezhep, meslek, servet ve soy ayırımı yapmadan barış içinde yaşarlar. İnsanlığa 14 asır bu öneri ile geldiler ve bu öneri içinde imparatorluklar kurdular. İnsanlar serbestçe istedikleri gibi inandılar ve yaşadılar. Sapmalar olmamış mıdır? Elbette olmuştur ama o sapmalar İslâmiyet’i değil, sapanları ilgilendirir. Batılılar buna “sosyal düzen” demektedirler.
f) “Adil Düzen” demek “şeriat düzeni” demektir. Çoğulcu sistem demektir. Birlikte yaşayanlar değişik sosyal gruplar kuracaklar ve bu sosyal gruplar birlikte yaşayacaklar, birbirine karışmayacaklardır. Aralarındaki nizaları tarafların seçtiği hakemler çözecek ve ona herkes uyacak. Batılılar buna “demokrasi” diyorlar.
g) “Adil Düzen” demek “Hak düzeni” demektir. Herkesin yaşamaya hakkı vardır. Herkes yeryüzünden yararlanır ve yaşar. Herkesin çalışma hakkı vardır. Kimse aç bırakılamaz, kimse çalışıyorsa işsiz bırakılamaz. Batılılar buna “lâik düzen” diyorlar.
h) “Adil Düzen” demek “denge düzeni” demektir. Hukuk düzeni demektir. Kimse kimsenin amiri olmayacak. Herkes mevzuata karşı sorumlu olacaktır. Zulüm olmayacak demektir. Bunu dayanışma içinde çözeceğiz demektir. Batılılar buna “liberal düzen” diyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir mevzuatında barış (İslâmiyet), çoklu sistem (demokrasi), serbestlik (mülkiyet) veya dayanışma (sosyal güvence) yasaklanmış değildir. Yasaklanan sadece İslâmî hissiyatın istismarı yani insanları cennet-cehennem korkusu ile korkutarak aklî olmayan, ilmî olamayan yollara çağırıp bunları kötüye kullanıp istismar etmektir. Yoksa Türkiye demokratik, sosyal ve liberal bir hukuk devletidir. Yani “Adil Düzen” devletidir. Sorunumuz T.C. Anayasası değildir. Sorun o anayasanın emrettiklerini yerine getiren mekanizmaların bulunmayışı ve ülkemizde anayasanın uygulanmakta olmamasıdır.
“Adil Düzen” işte bu mekanizmaları getirmiştir.
Topluluk zamanla yaşlanır. Eski kurumlar işe yaramaz olur. Peygamberler gelir ve insanları uyarır. Uyanlar kurtulur, uymayanlar helâk olur. İnanmış insanlar yeni hukuk düzenini oluştururlar. Bu hukuk düzeni ülkeye “Adil Düzen”i getirir. “Adil Düzen”de çalışan insanlar zengin olur, servetleri artar. Araştırma yaparak ilmi geliştirirler, ilim yeni teknoloji getirir, yeni teknoloji yaşlılığı da getirir. Eski hukuk sistemi artık ihtiyaçlara cevap vermez olur; yeni hukuk, yeni kitap, yeni peygamber gelirdi.
Bugün böyle bir gündeyiz. Artık yeni kitap gelmeyecektir, yeni peygamber gelmeyecektir. Kitap yine “Kur’an” olacaktır. Peygamber de “alimler” olacaktır. O halde “Adil Düzen” dediğimizde; Kur’an’ı müsbet ilimlerle yorumlayarak çağın sorunlarını çözerek yeni uygarlık kurmak için kurulan bir ekoldür. Dinde Nur talebeleri, siyasette Millî Görüşçüler, İlimde Akevler 20. yüzyılın son yarısında faaliyet göstermişlerdir. Maalesef ekonomide etkin bir adil düzenci ortaya çıkmamıştır.
Türkiye’de iki düşünce vardır:
a) Avrupalıları yenmek üzere Avrupalı olmak. b) Avrupalılaşmak için Avrupalı olmak.
Bu iki görüşün dışında biz, Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığını Kur’an’ın ve müsbet ilmin meş’alesinde çağın sorunlarını çözmek üzere yorumlayarak “III. Bin Yıl Uygarlığı”na doğru giden yolu tutma görüşündeyiz. Bunun adı “Adil Düzen”dir. Mevcut düzen içinde ileri gitmek mümkün değildir, çünkü bu düzen yaşlanmıştır, artık aşı tutmaz. Bu iki uygarlığı sentez ederek Kur’an ve müsbet ilmin yardımı ile ileri uygarlığı kurmak “Adil Düzen”dir. “Adil Düzen”, muasır medeniyetin fevkine çıkmaktır.
Ekonomide Adil Düzen, organize olmuş halk ekonomisidir. Tekelden korunmuştur. Faizsiz kredileşmeye dayanır. Borç verme karşılığı faiz yoktur, yine borç alabilmedir.
Dinde Adil Düzen, dinde halkı serbest bırakma, örgütlenmelerini sağlama, bütün dinlere cemaatleri nisbetinde kamu yönetiminde görev vermedir. Ahlâki eğitim, uyarı, sanat, sağlık hizmetlerini dinlerin denetimine vermektir. Ahlâki tezkiyeyi onlara yaptırmadır. Bugün olduğu gibi itilmiş veya sindirilmiş lâiklik değil, zorlamasız etkin lâiklik dinde adil düzendir.
İlimde Adil Düzen, her türlü tedrisatın serbest olduğu, devletin eğitim işlerine karışmadığı bir eğitim ve öğretim olacaktır. Diplomalarda birlik sağlamak için ortak imtihan yapılacaktır. Ders verenle imtihan edenler farklı olacaktır. Ehliyet teminatlı olacaktır.
Yönetimde Adil Düzen, kamunun ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarından oluşturulması; ocak, bucak, il, ülke ve insanlığın bağımsız olmaları; merkezlerin hâkim değil hâdim olmalarıdır. Buna karşılık kıtalar insanlık içinde, bölgeler ülke içinde, ilçeler iller içinde, semtler bucaklar içinde ve aileler ocaklar içinde merkeze bağlı hizmet yerleridir. Yerinden yönetim ile merkezî hizmet arasında denge kurulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası “Adil Düzen”i emreden anayasadır. Sadece bunun mekanizmalarını geliştirememiştir. “Adil Düzen” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki çelişkileri ortadan kaldıran, eksikliklerini dolduran bir çalışmadır. Bunun için bir tanım yapılmıştır.
Ulusuyla ve ülkesiyle bir bütün olarak, Türkiye’deki Türk halklarının kurduğu, dili Türkçe, bayrağı kırmızı zemin üzerinde beyaz ayyıldız, marşı “İstiklâl” ve merkezi Anakara olan Türkiye Cumhuriyeti, yerinden yönetime saygılı, insanlık içinde demokratik, lâik, liberal ve sosyal, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargının güvencesinde bir hukuk devletidir. Bunlar değiştirilemez.
Hukuk düzeninde haklı kimse kuvvetlidir, kişiler üstlere değil mevzuata uyarlar, sonuçlardan değil davranışlardan sorumludurlar, sorumluluk kişiseldir. Ortak sorumluluk yoktur. Askeri düzende kim kuvvetli ise haklı odur. Kişiler mevzuata değil emirlere uyarlar. Kişiler davranışlardan değil sonuçlardan sorumludurlar. Birlikte sorumluluk vardır, şahsi sorumluluk üste karşıdır. Devlet askeri düzende kurulur ve korunur, hukuk düzeninde yaşar ve gelişir. Bu anayasanın hükümleri hukuk düzeninde geçerlidir. Askeri alanlarda ve görevlerde askeri düzen geçerli olup bu anayasanın bütün hükümleri uygulanmaz. Askeri düzene hukuk düzeni içinde geçilir. Askerden oluşan başkan asker ile hukuk arasındaki dengeyi kurar.
Bu ek anayasanın hükümleri anayasanın diğer maddeleri gibi geçerlidir. Değişmez maddeleri dışındaki maddeler her kademedeki yargının denetimindedir. Hakemler kendi yorumları ile uygularlar. Değişmez maddelerine aykırı mevzuatı asla uygulayamazlar.
“Adil Düzen” bu maddelerle acilen adaleti getirecek bir düzendir.
III. BİR SORUN – BİR ÇÖZÜM
SÖMÜRÜ SORUNU
İnsanlık başlangıçta yaz kış meyve veren ormanlıklar içinde yaşadı. Bu dönemi avcılıkla aşarak bütün dünyaya yayıldı. Sonra çobanlığa geçerek üretici olmaya başladı. Başka canlıları öldürerek değil onları yaşatarak yaşamayı öğrendi. Tarım döneminde dünyayı imara başladı. Yeryüzü üzerinde daha çok bitkilerin yaşamasına imkan verdi. Böylece hayvanların türü azaldı ama sayıları artmaya başladı. Asıl uygarlık kentleşmeye başladıktan sonra ortaya çıktı. Zenginler oluştu. Onlar araştırmalar yaptılar, böylece ilim gelişti, teknoloji gelişti, yeryüzü daha çok imar edildi.
Başlangıçta zengin olmaya çalışanlar rekabet içinde insanlığa büyük hizmet yaparlar, ancak sonra tekel oluşur. Artık rekabet ortadan kalkar ve araştırma durur, gelişme de durur. Nüfus artar ve eski buluşlar artan nüfusu besleyemez hal alır. İktidarı elinde tutan sermaye sahipleri sıkıntıya girerler, varlıklarını korumak için baskı ve zulüm yollarını ararlar. Böylece imkanlar daha da daralır ve çöküş başlar. Bugünkü Yahudi sermayesi tarihte yarışmak zorunda olduğu için büyük gayretler göstermiş ve insanlığı sanayi uygarlığına götürmüştür. Sanayi uygarlığı sadece teknolojik başarı olarak görülemez. Sanayi sayesinde yeryüzü tek ülke haline gelmiştir. Her yere ve her tarafa ulaşılabilir, görüşülebilir duruma gelmiştir. Ne var ki, yeter derecede büyüyen Yahudi sermayesi artık büyüme imkanını kaybetmiştir. Çünkü yeni fethedecek yer kalmamıştır.
Faizli ekonomi sistemi büyüdüğü sırada çok etkindir. Halkın elinde ne varsa alıp bitirir ama başlangıçta ona iş vererek halkı da refah içinde yaşatır. Faiz alınacak yeni yer kalmayınca sermaye aç kalır ve zayıflamaya başlar. Kudurur ve saldırmaya girişir. 20. yüzyılın savaşları bunun bir sonucudur. 21. yüzyılda savaşacak yer de bulamayacaktır, faiz alabilecek yer de kalmayacaktır. Dolayısıyla dünya için tehlike teşkil edecektir. Biz şimdi kudurmakta olan sermayedarlara “Adil Düzen” içinde çözüm bulacağız. Yahudi sermayesinin yapacağı iş nedir?
a) Faizden vazgeçip hemen “Adil Düzen”in faizsiz ekonomi sistemine geçmelidirler. Böylece varlıklarını 500 yıl daha sürdürürler. Bu faizli sistemde direnirlerse çökerler. Faizsiz sistemin parası “altın para”dır. Altınla değiştirilebilir bir parayı üretmeli ve ona güvenmelidirler. Bugün Dolar, yarın Euro batar, tüm sermayeleri boşa gider. Bir İsrail Merkez Bankası kuracaklar. Bu bankanın sahibi İsrail Devleti olmayacak, tüm Yahudi sermayesi olacaktır. Bu banka bütün Yahudi sermayesini “altın para”ya çevirmelidir. Bir altına karşı beş altın lira çıkarmalıdır. Altınları kasada değil kuyumcularda emanet olarak tutmalıdırlar.
b) İsrail Merkez Bankası’nın dünyanın her yerinde şubesi bulunmalıdır. İlçeler bazında teşkilatlanmalıdırlar. Banka şubeleri Yahudi sermayesi ile altın alıp kuyumculara dağıtmalıdır. İsteyen olursa ondan alıp vermelidir. Ayrıca şubeler İsrail altın dinarını da faizsiz kredi olarak oradaki işletmelere vermelidirler. Bankalar faiz almayacaklardır, ancak işletmelerin cirolarından bir pay alacaklardır. Kredileşme yoluyla halkın tasarruflarını da değerlendirmelidirler.
c) Elde edilen gelirlerin büyük kısmını araştırmalara ayırmalı ve insanlığın gelişmesi için harcamalıdırlar. Yirmi milyondan fazla olmayan İsrail halkını refah içinde yaşatmalı, onların ilim ve ticaret yapmalarına imkan vermelidirler.
d) Bugün yaptıkları gibi gizli haber alma teşkilatı ile, mafyalarla, savaş fitneleri ile, gümrük ve vize oyunları ile tekel ekonomisinden vazgeçmelidirler. Yahudi tüccarları kendi aralarında rekabet içinde olacakları gibi, diğer halkların da kendilerine rekabet etmelerini hoş karşılamalıdırlar. Meşru ve serbest rekabet dışında tekel bir güç kullanmamalıdırlar. Ülke içindeki üretime ve tüketime karışmayacaklar, ülke içi ticarete de karışmayacaklardır. Büyük sermayenin görevi ülke tüccarlarından ithal edilecek malların siparişini almak, ihracatçılara sipariş vermek, böylece ülke ile mal takasını gerçekleştirmektir.
Böylece sermaye insanlığa daha 500 sene bu ekonomi içinde hizmet eder.
“Adil Düzen” demek, onların da önünü açmaktır. “Adil Düzen” herkesin sorununu çözmüştür.
Şimdi çok kısa olarak “selem senedi”ni anlatarak dış ticaret dengesi sorununu çözelim.
Devlet devre başında halka “selem kredisi”ni açar. Çalışanlar ücretleri kadar çalışmayanlara emeklilikleri kadar bir kredi açar. Bunu sipariş vermek şartıyla kullanırlar. Sipariş alan mağazalar da sipariş vermek üzere o kadar krediye sahip olurlar. Onlar ülke içi tüccarlara sipariş verirler. Ülke içi tüccarları ülke içinde ürettikleri malları ülke içi fabrikalarına sipariş verirler. Paralarını peşin öderler. Onlar da ham madde tüccarlarına sipariş verirler. Böylece yıl başında siparişler tamamlanmış, işçiler işlerini bulmuş olurlar.
Burada bir sorun vardır. İç tüccarlar yurt içinde üretmedikleri malları nereden alacaklar? Çünkü onlara döviz kredisini vermedik. Bunu işte çoğu Yahudi olacak olan büyük sermayeye sipariş olarak verirler. Şöyle ki, ihraç mallarını selem kredileri ile üretirler, Yahudilere satarlar, onlardan ithal mallarını alıp siparişlerini kapatırlar. İşte Yahudi sermayesinin oynayacağı rol budur. Bu sadece sermaye sorunu değildir. Sermayesiz de dış ticaret yapılabilir. Ancak bunun için dünya pazarı kurulmalıdır. Haberleşme ve ulaşım sağlanmalıdır. Gidiş geliş güvenliği temin edilmelidir. Nakliye imkanları ve sigortası sağlanmalıdır. İşte gelecekte büyük sermaye bunu yapacaktır. Sömürü düzeni olan faizli sistem yok olacaktır.
IV. HAFTALIK YORUM (46)
PETKİM SATILDI!
PETKİM dünyada süratle diğer mamullerin yerini alan mamulleri üretmektedir. Ülkemizde tek üreticidir. Yurt içi tüketimin ancak üçte birini karşılamaktadır. Petrol rafinerisindeki artıkları değerlendirmektedir. Daha önce bu artıklar yakılıp atılıyor ve çevreyi kirletiyordu. Şimdi PETKİM satılınca TÜPRAŞ artıkları satamayacak ve zarar edecektir.
Zaten hep böyle yapıyorlar. Bir fabrikayı satıyorlar. Onun zararlarını başka fabrikaya yükleyip onu da zarar ettiriyorlar. Böylece sonra onu da bedava değerle satıyorlar. PETKİM 5000 işçi çalıştırmaktadır. Bunun 2500’ü kapanan başka fabrikalardan aktarılan işçilerdir. Bedavadan para almaktadırlar. Buna rağmen bu fabrika yine de zarar etmiyor. 100 milyon dolardan fazla vergi ödemesi ve kârı vardır. Hâlen fabrikada 125 milyon dolar nakit vardır. 75 milyon dolarlık da mamul vardır. 600 milyon doların içinde bu birikim de satılmıştır. Gerçekte tesisler 400 milyon dolara satılmıştır.
PETKİM’in maliyeti ve gerçek değeri 8 milyar dolardır. 8 bin metrekarelik imar edilmiş arazisi vardır. İskelesi vardır. Barajı vardır. Ara buhardan elde ettiğ elektrik santralı vardır ki bu da şimdi yakılarak havaya uçurulacaktır.
Bu kadar hayati ehemmiyeti olan, kârla çalışan ve 5000 işçiye yani 25 000 nüfusa iş veren bir fabrika niçin haraç mezat satılıyor? Ne yapılmak isteniyor?
Bunu anlayabilmemiz için “dünyadaki özelleştirme hikâyesi”ni yeniden gözden geçirelim.
Tevrat Yahudilere; “Siz seçkin bir milletsiniz: İnsanları yönetmek üzere Allah sizi görevlendirdi. Dünyaya siz hakim olacaksınız. Tek devlet olarak dünyayı siz idare edeceksiniz.” diyor. İşte bu amaçlarına ulaşmak için 1500’li yıllardan beri, Amerika’nın keşfinden beri Yahudi sermayesi tek sermaye devletini kurma peşindedir. Engel olarak gördüğü dini, mülkiyeti, aileyi ve milliyetçiliği yok edip dünya tek devletini kurma peşindedir. Marks bunun teorisini geliştirmiştir. Derebeylikler ortadan kalkmış, krallıklar yok edilmiş, cumhuriyetler yıkılmış, kilise çökmüştür. Şimdi istenen ulus devletlerin yok edilmesidir. Dünya’daki küçük ve orta sermaye yok edilecek, büyük tekel fabrikalar Yahudi sermayesinin olacak, bütün insanlar onun işçileri olarak çalışacaklardır. Hedef budur.
Küçük ve orta sermayeyi ortadan kaldırmak için önce sosyalizmi icat etti ve devlete halkın elinden zorla mallarını aldırdı. KİT’leri oluşturdu. Şimdi onları orta sermayeye peşkeş çekmektedir. Bu orta sermaye paravan firmalardır. Hepsinin arkasında Yahudi sermayesi vardır. Özelleştirmeyi tamamladıktan sonra da bu orta sermayeyi yok edecektir. Eskiden derebeyleri ortadan kaldırmak için kralları destekledi, sonra cumhuriyetlerle kralları yıktı.
Yahudi sermayesi buna yeni başlamadı. 1950’den beri Almanya ve Japonya’daki bütün fabrikaları devraldı. Şimdi Almanya ve Japonya’da çalışan fabrikaların tamamı Yahudi sermayesinindir. Görünürde Alman ve Japon adlarını taşıyor ama sahipleri Yahudilerdir. Bu işi dünyada tamamlamak istiyor. İşte “özelleştirme hikâyesi” budur. Devletin imkânlarını Yahudi sermayesine aktarma hedefidir. İnsanlar onun ırgatı olarak çalışacaklardır.
Türkiye için biçilen kader bu da değildir. Başka ülkelerde fabrikalar devralınıyor, birleştiriliyor ve çalıştırılıyor. Sahibi Yahudiler ama çalışanlar o ülke halkları. Türkiye’de ise özelleştirildikten sonra fabrikalar kapatılıyor. Türkiye işsiz bırakılıyor, borçla yaşatılıyor. Bir gün borcu da keserek iç isyan çıkartacak, böylece Türkiye’yi yıkacaktır. Halkını soykırımına uğratacaktır. Böylece Türkiye’de Bizans ve Pontus imparatorlukları geliştirilecektir. Doğuda Kürt devleti oluşturup İsrail’in sömürgesi yapılacaktır. Türk halkı ise imha edilecektir.
Türkiye’deki bütün fabrikalar Yahudi taşeronu firmalara devredilecektir. Bunun için seçilmiş 10-12 taşeron firmalar vardır. Bu firmalardan biri de Ülker’dir. Maliye Bakanı onun hükümetteki temsilcisidir. Başbakan Tayyip’i devre dışı bırakıp onu milletvekili yaptılar. Sonra Tayyip’i de milletvekili yaptılar. Plân o zamandan yapılmıştır. Tayyip ve Gül Amerika’ya gidip Türkiye’yi satmadı. Amerikalar Türkiye’ye gelip Türkiye’yi bürokratlardan satın aldılar.
Çukurova’daki Tedaş olayı (ÇEAÇ ve Kepez Elektrik) göstermeliktir. Oyunları ortaya çıkmasın diye onun üzerinde bürokratlar operasyon yaptılar. Beri taraftan böylece PETKİM çarçur edildi. Yol açıldı artık. Türkiye’yi yıkmakla görevlendirilmiş özelleştirme kurumu teker teker ülkenin varlıklarını yok edecektir. En sonunda Ülker’e bir kıyak çekecektir. Böylece zavallı Maliye Bakanı yarın Polatkan gibi sehpaya gidecektir. Sermaye daima bir taşla iki kuş vurur. Bu zavallı AKP yöneticileri niye düşünmüyorlar? Menderes niçin asıldı? Polatkan niye asıldı? Zorlu niye asıldı? Onlar bunlardan daha Batıcı değiller miydi? Batı adamı kullanır, kullanır; sonra işi bitince de çul gibi atar!
Bugün soruşturma komisyonu 150 milyar dolar yolsuzluk çıkardı. Bunu CİA hazırladı. Bu yolsuzluğu o yaptırdı, şimdi o dosyaları komisyona o verdi. Bunlara yolsuzluk üzerine gitme yollarını açtıracak, sonra da bunların üzerine gidecektir. 8 milyar dolarlık değerinde kâr eden bir fabrika nasıl olur da yirmide birden daha az değerle satılabiliyor? Bakırköy’deki deliler bile böyle bir alışverişi yapmazlar.
Yahudi sermayesinin bu planları devletleri yıkacak, ekonomileri çökertecektir. Çünkü faizli sistemin yıkılması mukadderdir. Elbette yıkılacaktır. Ama Yahudi sermayesi tekel devleti kuramayacaktır. Büyük sermaye tekelleşecek ama bu arada “halk sermayesi” gelişmektedir. Yarın Türk halkı PETKİM mamullerini küçük küçük atölyelerde üretirse hiç şaşamayın. Türkiye’de “halk ekonomisi” tekel ekonomiden çok daha büyüktür. Krizler o sebeple Türkiye’yi yıkmıyor. Türkiye ekonomisi onun için iyi gidiyor. Hükümet götürmüyor, millet götürüyor. Dünyada da “halk ekonomisi” oluşmaktadır. Almanya’ya Türkler “halk ekonomisi”ni götürdüler. Almanya’da 100 binlere varan halk müteşebbisi faaliyettedir. Avrupa Birliği halk ekonomisini ve Kobi’leri desteklemektedir.
İşte “Adil Düzen” dünyada gelişmekte olan ve büyük sermayeyi çökertmekte bulunan halk ekonomisini organize etmek, büyük sermayeyi de çökmekten kurtarmak amacı içinde çaba göstermektedir. “Adil Düzen”de büyük sermayenin de yeri vardır. Faizin yeri yoktur, tekelin yeri yoktur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92