بسم الله الرحمن الرحيم
فمن أظلم ممن افترى على الله كذبا او كذب بأيات الله أولئك ينالهم نصيبهم من الكتاب حتى اذا جائتهم رسلنا يتوفونهم قالوا اين ما كنتم تدعون من دون الله قالوا ضلوا عنا وشهدوا على أنفسهم أنهم كانوا كافرين(7/37) قال ادخلوا فى أمم قد خلت من قبلكم من الجن والأنس فى النار كلما دخلت أمة لعنت أختها حتى أذا اداركوا فيها جميعا قالت أخراهم لأوليهم ربنا هؤلاء أضلونا فئاتهم عذابا ضعفا من النار قال لكل ضعف و لكن لا تعلمون(7/38) و قالت أوليهم لأخراهم فما كان لكم علينا من فضل فذوقوا العذاب بما كنتم تكذبون(7/39)
Bundan önceki âyette, “Allah’ın âyetlerini tekzib ettiler ve istikbar ettiler.” denmiştir. Âyet demek, müsbet ilimle sâbit olmuş olan Kur’an’ın sözleri demektir. Yani, bunları tekzib edenler Kur’an’ı tekzib etmiyorlar, müsbet ilmin verilerini tekzib ediyorlar. Bu tekzibin sebebi de, kendilerinin büyüklüğüne halel gelecek, onlar da diğer insanların derecesine inecekler.
Oysa, onlar kendilerine göre üstün insandırlar.
İslâmiyet’te zengin var, fakir var; ama zenginin fakirden üstün bir tarafı yoktur. Amir var, memur var; ama amirin memurdan üstün tarafı yoktur. Âlim var, cahil var; ama âlimin cahilden üstün tarafı yoktur. Şeyh var, mürit var; ama şeyhin müritten üstün tarafı yoktur.
Bunlar görev bölümüdür. Herkes kendi işini yapar ve herkes kendi işinde sorumlu ve yetkilidir. Komünizmde herkes eşit, kapitalizmde sınıf var; İslâmiyet’te eşit değil, gerek yaratılış gerek sonradan edinme imkânları ile insanlar farklıdır, ama kimse kimseden üstün değildir. Üstün olan yalnız Allah’tır. İşte Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar bu denklik ilkesini hazmedemeyen kimselerdir. Diktatörlerin din düşmanlığı kendilerini tanrılaştırmak içindir.
فمن أظلم ممن افترى على الله كذبا او كذب بأيات الله
Bu âyette de; “Allah’a yalan uyduran veya âyetlerini tekzib edenden daha zâlim kim vardır?” diyor. Burada da zâlimleri ikiye ayırmaktadır. Biri, yalan uyduran yani gerçekte olmayan, bilmediği halde Allah böyle diyor veya yapıyor diye söyleyenden daha zâlim kim vardır? Şimdi biz Kur’an’a mânâ veriyoruz. Bu mânâları uydursak, tevil etsek ve kendi işimize geldiği gibi mânâlandırsak, bizden daha zâlimi kim olabilir? Yahut, bu bizim verdiğimiz mânâlar mutlaka doğrudur, hata yoktur desek, yine bizden zalimi olmaz. Biz Kur’an’ı böyle anlıyoruz. Doğrular Allah’ın, yanlışlar bizimdir. Bu yanlışları bilmeyerek yapmışsak günah işlemiş olmayız. Yoksa kâfir oluruz. Diğer taraftan öyle olduğu açık olarak anlaşıldığı halde, sırf işimize gelmediği, modaya uymadığı veya korktuğumuz için onu kabul etmezsek, bizden zâlim kim olabilir? Burada mü’min kimdir dendiği zaman, doğruluğu anlaşılan şeyi hemen tereddütsüzce kabul eden, yanlışlığı anlaşılanı da tereddütsüzce reddeden kimse mü’mindir. Henüz doğru veya yanlışlığı belli olmayan hakkında ise beklemek, o hususta iddiacı olmamaktır. Bunlar üzerinde içtihat yapar ve kendisi ona göre amel eder, diğerlerini kendi içtihatlarına bırakır, onlara etki etmez. Demek ki, burada da çok önemli içtihatla ilgili hüküm ortaya çıkmıştır.
Zulüm kelimesi, fuhuş kelimesine yakın mânâ taşır. Fuhuş, serseriyane, kuralsız, kaidesiz hareket etmektir. Zulüm ise, kaideli olmakla beraber varlıkları yerli yerine koymamaktır. Yanlışı doğru iddia etmek, doğruyu da yanlış olarak ortaya sürmek zulmün en büyüğüdür. Isıtılmamış su yakmadığı halde yakar deyip suyu içmemek, ateş yaktığı halde yakmaz deyip eli ateşe sokmak ne kadar büyük zulümdür. Allah yoksa var demek kadar zulüm yoktur, ama varsa yok demek kadar zulüm olmaz. Çünkü bütün hayatımızı yalan üzerine oturtmuş oluruz.
أولئك ينالهم نصيبهم من الكتاب İşte onlara kitaptan nasipleri ulaşacaktır.
Bunun anlamı şudur. Bu kitapta bu kitabı tekzib edenlerin de nasipleri vardır. Önce tekzib ettiklerinden dolayı başlarına gelecekleri bu kitap onlara bildirdiği için nasiplerini alacaklardır. Kur’an’ın Allah kitabı olduğunu tekzib edenler başlangıçta kahir çoğunluktu. Müslümanlar önce 6 yılda 40 kişiye vardılar, sonra 7 yılda 150 kişiye vardılar, ondan sonra 10 yılda 10 milyonlara ulaştılar. 100 yılda 100 milyona vardılar, 1000 yılda birkaç milyar oldular.
İnanmayanlar hep yenildi, mağlup oldu. 20. yüzyılın dehşetli tanrısızlık yeli tüm dünyayı kapladı. Sanıldı ki, artık dinler çöktü. Yaşlılar ölünce din de biter, dediler. Ama 20. yüzyılın sonunda sosyalizm yıkıldı, sosyalistler artık tanrı ile savaşmayı bıraktılar. Yarım asırlık bir fırtına geldi ve geçti. Kur’an’ın dedikleri oldu.
Birinci Kur’an Medeniyeti yaşlandı ve çöktü, ama şimdi İkinci Kur’an Medeniyeti’nin filizleri ortaya çıkmaktadır. Bugün batının savunduğu bütün iyiler hep Tevrat’a, İncil’e ve Kur’an’a dayanmaktadır. Eğer bu kitaplara uymayan varsa, onlar da yanlıştır ve biraz sonra yanlışlığı ortaya çıkacaktır. Sosyalizme bakınız, kitaba uyanlar doğrudur, doğruluğunu muhafaza etmektedir. Oysa, kitaba uymayanlar yanlıştır ve yanlışlığı anlaşıldığı için terk edilmiştir. Artık solcular da aile düşmanlığını, mülkiyet düşmanlığını, din düşmanlığını, devlet düşmanlığını yapmıyorlar. Bu tür ütopik iddialardan vazgeçtiler. Sosyal dayanışma ise zaten Kur’an’ın öğrettiği ve emrettiği şeylerdir. Yani, kâfirler bile kitaptan nasiplerini almışlardır. Bugünkü Batı Medeniyeti’nin insanlık değerleri Kur’an’dan iktibas edilmiştir. Ne var ki, yalan yanlış, bölük pörçük bir iktibas.
الكتاب حتى اذا جائتهم رسلنا يتوفونهم قالوا اين ما كنتم تدعون من دون الله
Onlara resuller gelip onlar vefat ettiklerinde onlara Allah’tan başka dua ettikleriniz nerede diye sorarlar. Bu olay topluluklara dünyada gerçekleşir. Yani, Kur’an’ı yalanlayanlar, ona karşı cephe alıp savaşanlar bir gün yenilirler. Onlara, “Sizi destekleyenler nerede?” dendiğinde, itiraf ederler.
Türkiye’nin İstiklâl Savaşı’nı düşünelim. 900 yıl Anadolu’da Rum ve Ermenilerle beraber yaşadık, hiçbir sorunumuz olmadı. Zayıf düşmemizden yararlandılar ve Batılıların teşviki ile bizi imhaya başladılar. Halkı camilere doldurup yakıp soyumuzu imha edeceklerdi. İstiklâl Savaşı’nı kazandığımızda onlar Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldılar, böylece kendi kendilerini imha ettiler. Onları kışkırtanlar, silahla destekleyenler Lozan’da onları koruyamadılar.
Şimdi Yahudiler soykırım var diye tazminat istiyorlar, Ermeniler böyle tazminat istemeye hazırlanıyorlar. Ya biz Müslüman ve Hıristiyanlar 200 yıldır uğradığımız zulmün hesabını kapitalist ve sosyalistlerden istersek, karşılığını nereden bulup verecekler?
İki asırdır inananlara zulmedenler şimdi yavaş yavaş geri çekiliyorlar. Gelecek tarihçileri Firavunları ve Neronları bu çağın tanrıları olarak bulacaklardır. Hâlâ okuttukları kendiliğinden oluş nazariyelerine bir taraftan gülecekler, diğer taraftan ağlayacaklardır. Bunu Kur’an haber veriyor, ama haber verdikleri gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar pişman olacaklar. Onların peşine gidenler de nasiplerini alacaklardır.
قالوا ضلوا عنا وشهدوا على أنفسهم أنهم كانوا كافرين Kâfir oldukların itiraf edecekler, diyor âyet. Kâfir nedir? Kâfir, bile bile aksini iddia etmektir. Bugün birbirine dayanarak yalanları koro hâlinde söylüyorlar. Yarın birlikleri dağılacak ve yalanlara inandıklarını itiraf edeceklerdir. Diktatörlerin tanrı olmadığını itiraf edeceklerdir. İneklerin tanrı olmadığını itiraf edeceklerdir. Bütün bunlar dünyada gerçekleşecektir.
Ama Âhirete varıldığında herkesin beyni ayna gibi ortaya konacak, okunacak ve kendisi de seyredecektir. Bile bile yalan söylediği ortaya çıkacaktır. Kur’an yanlış bilenlere bir şey demiyor. Eğer biri çıkar da, her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Mustafa Kemal der, buna gerçekten inanırsa, bu mü’mindir, cennete gider. Çünkü onun için Allah Mustafa Kemal olarak görünür. “Her şeyimizi ona borçlu olduğumuz!” derken, bunun böyle olmadığını bildiği halde, sadece başkalarını kandırmak için, kendi çıkarı için söylüyorsa, işte o kâfirdir ve cehenneme gidecektir. Allah yanlış bilmekten kimseyi sorguya çekmeyecektir. Doğruyu öğrenmek istemeyen ile doğruyu bildiği halde onu inkâr edeni sorguya çekecektir. Kâfir odur. Yanlışları düzeltmek için tartışanları değil, doğrunun ortaya çıkmasını önlemek için tartışmayı yasaklayanları sorguya çekecektir. Yanlış olsun, doğru olsun, öğrenmeyi yasaklayanlar kâfirdir. Onlar o gün günahlarını itiraf edeceklerdir.
Bundan önceki âyette icma ile sabit olan hükümlerle, içtihat ile sabit olan hükümler arasındaki farkı belirtmiştir. İcma, ilimle kesin olarak sabit olmuş olan hükümlerdir. İçtihat ise, zannen galip gelen hükümdür. İcma ile sabit olanlara inanmak, içtihat ile sabit olanlarla amel etmek gerekmektedir. Îmanda başkalarını dâvet etme yetkimiz vardır. İçtihat ise ancak içtihat eden için geçerlidir. Bu âyette taklidin caiz olmadığı, taklit edenlerin kişileri kurtaramayacaklarını bildirmektedir.
Bu âyette bir taraftan âhiretteki hayatı anlatmakta, diğer taraftan bu dünyada taklidin günahlığını bildirmektedir. Taklit ile ittiba arasındaki fark şudur. Taklit, kişinin kendisini üstün kabul ederek ona uymaktır. Burada uyulanın kişinin hatırı, baskısı için veya çıkar için uyulmaktadır. İttibada ise uyulan kimsenin sizin uyup uymadığınızdan haberi bile olmayabilir. Siz onu kendinizden daha çok bilen kabul ettiğiniz için kendisine değil de ilmine uyuyorsunuz. İçtihatlarına uyuyorsunuz. Onun arzularına uyuyorsunuz.
قال ادخلوا فى أمم قد خلت من قبلكم من الجن والأنس فى النار
Topluluklar peş peşe gireceklerdir. Burada peş peşe girişlerin ölüş tarihlerine göre olacağını ifade etmektedir. Sorguya çekilirken ilk yakalanan önce sorguya çekilir. Çünkü yakalandıktan sonra artık kişinin olaylara etkisi yoktur. Onun hesabı görülür. Sonra yakalanan sonra hesaba çekilir. Arada kalan zamanın da hesabını verir. Topluluklar da böyle ölümlerine göre hesaba çekileceklerdir. Burada önemli olan toplulukların ölümü söz konusudur. “Her ümmetin eceli vardır.” sözünde bu açıkça anlaşılmaktadır. Âhirette kişiler ayrı ayrı sorguya çekilecek, iyiler cennete, kötüler cehenneme gidecektir. Ama cennettekiler de topluluk hâlinde olacaklar, cehennemdekiler de topluluk hâlinde olacaklardır. Cehenneme kafile kafile gönderilirken, kendilerine daha önce gidenler hakkında bilgi verilir. İlgili topluluklar ilgililere gönderilir. Buradaki topluluktan maksat, aynı topluluk içindeki öncülerle artçılardır.
كلما دخلت أمة لعنت أختها “Her biri suçu diğerine atar ve onu suçlar. “Sizin yüzünüzden buradayız. Siz sebep oldunuz.” derler.
Bu durum dünyada da böyledir. Başarısızlığa uğranıldı mı birbirimizi suçlamaya başlarız. Bir kimse sizi bir yere dâvet ettiğinde, ona uydunuz ve kötülük oldu, sizin ona suçu atmaya yetkiniz yoktur. Niye ona uydunuz, niye onu arkadaş seçtiniz? Belki siz ona arkadaş olsaydınız o işi yapmaya koyulmayacak ve o da bu başarısızlığa düşmeyecekti.
Şimdi biz, üç yıl olacak, ahşap ev, market işi ile uğraşıyoruz. Başarısızlığımızı kendimizde arayacağız. Ben kendimde, siz kendinizde arayacaksınız. Kendi eksikliklerimizi buluruz. Onları düzeltirken başarırız.
Benim gayem Adil Düzeni öğrenmek ve bildiklerimi arkadaşlarımla paylaşmaktır. Bu hususta başarıya ulaşmış bulunuyorum. Allah’a hamd olsun. Arkadaşlarımın beklediklerini verememiş bulunuyorum. Bu bakımdan üzgünüm. Sizler de kendinize düşen payı yapıp yapmadıklarınızı kontrol etmelisiniz. Birbirimizden bir şey istememeliyiz. Her şeyi Allah’tan istemeliyiz. İşte bu âyet bu hususu açıklamaktadır.
حتى أذا اداركوا فيها جميعا قالت أخراهم لأوليهم ربنا هؤلاء أضلونا فئاتهم عذابا ضعفا من النار
“Hepsi bir araya gelince, işte bunlar bizi azdırdı, onalar iki kat ceza ver, derler.” diyor. Yani, başarısız bir işte öncülük yapanlar suçlanırlar. Onlara uyanlar kendilerini suçsuz görür veya yarım suçlu görürler. Allah bunun böyle olmadığını bildiriyor.
Bir topluluk içinde bulunup da o topluluğun öncülerini dinlediğiniz zaman siz de onlar gibi suçlusunuz. Ya ne yapılacaktır? Her harekette kendin içtihat yapacaksın ve içtihadına göre hareket edeceksin. Kendi içtihadınla hareket ettiğin zaman, hata etsen de sevap alırsın; başkasının içtihadını taklit edersen, isabet edersen de mükâfat almazsın. Herkes kendi içtihadında ve kendi sorumluluğunda hareket ettiğinde artık sonra kimse kimseye senin yüzünden diyemez. İçtihadı taklit etme başka, içtihada uyma başkadır. İçtihada uymak demek, onun içtihadını tercih etmek demektir. Bu tercih de içtihatla olmaktadır. Taklit demek, içtihatsız ona uymak demektir.
قال لكل ضعف و لكن لا تعلمون Hepinizin cezası kat kattır diyor.
Onların cezası, kendileri kötülük yaptılar, bunun bir karşılığını alacaklar; bir de başkalarını sürüklediler, onların da cezalanmalarını sağladılar, bunun için cezalanacaklardır. Tâbi olanların cezası ise, kötülük yaptılar, onun için cezalanmaktadırlar; bir de içtihat yapmadan amel ettiler, onun için cezalanacaklardır.
Görülüyor ki, müçtehitler tarafından tesbit edilip icma ile sabit olan hususlar âyetlerde peş peşe açıklanmaktadır. Müçtehitler bunları Hz. Peygamberin öğretileri ile buldular. Biz şimdi bunları Kur’an’dan istidlâl ediyoruz. Çünkü müçtehitler tefsir ilminde geridirler. Onların zamanında tefsir ilmi yoktu. Âyetlerden doğrudan bu hükümleri çıkaramazlardı. Peki, Hz. Peygamber nasıl çıkardı? Hz. Peygamber vahiy ile çıkardı. Bunun içindir ki sünnet olmadan Kur’an’ı anlamamız mümkün değildir. Bugün sünnetsiz Kur’an’ı anlıyoruz ama sünnetle öğrendiğimiz usûllerle anlıyoruz.
و قالت أوليهم لأخراهم فما كان لكم علينا من فضل فذوقوا العذاب بما كنتم تكذبون
Bu âyetlerde ilklerle sonra onlara tâbi olanlar anlatılmaktadır. Topluluklar tutucudur. Yenilik istemezler, kurulu düzenlerini bozmak istemezler. Ezilenler bile alışıktırlar! Herkes ne yapıyorsa onlar da onu yaparlar. Adil Düzene göre kurmak istediğimiz işletmeleri anlatıyoruz. Gelin, yerinizi ciro üzerinden ortaklığa koyun, diyoruz. Aklı erenler hain oldukları için, parası olanlar iş yapmasınlar, herkes bizim işçimiz olsun, esirimiz olsun diye, bu tür halk teşebbüslerine yanaşmıyorlar. Okumamış olanlar da, biz bilmediğimiz işi yapmayız, sadece kiramızı tanırız deyip yenilik yapmak istemiyorlar. Dünyada evrim vardır. Adil Düzen mutlaka gelecektir. Halk teşebbüsleri kurulacaktır. Kapitalizm ve sosyalizm şimdilik tarih olacaktır. Bunu biz yapmayacağız. Tarihin gidişi böyledir. Buna ayak uyduramayan zenginler iflas edecek, zengin olmayanlar da elenecektir. Bunlar âhirete vardıklarında; biz size uyduk, o sebeple başımıza bunlar geldi diyecekler. Atalarının düzeninde olanlar böyle diyecekler.
İlkler sonrakilere; bizim aleyhimizde, sizin lehinizde bir üstünlük sözkonusu değildir, derler. İlkler sonra gelenlerden daha az suçludurlar. Çünkü onlar kendi dönemlerinin gereğini yaptılar. O zaman öyle yapılması gerekmiş olabilir. Diyelim ki, Mustafa Kemal medreseleri kapattı. Bu iş kötü ise şimdi gelenlerin onu taklit etmeleri bunların yükünü hafifletmez. Mustafa Kemal yaşlı medreseleri kapatmış olabilir. Yerine yeni okullar açmak ve daha iyisini yapmak için kapattı. Sonra görüldü ki, dinî eğitim almayan topluluk çöküyor, anarşiye gidiyor. Bunu gören askerler dinî eğitimi tekrar başlattılar. Bunlar şimdi tekrar kapatıyorlar!
Bu sözler Kur’an Kurslarını kapatanlar için ne kadar doğru ise; Kur’an Kurslarını bin yıl önceki eğitimle sürdürenler de aynı şekilde tutucudurlar. Kur’an’dan asrın ilimleri ile asrın ihtiyaçlarına göre cevap alınmalıdır. Bugünkü dinî okulların buna cevap verememekte oldukları açıkça görülüyor. O halde bunu değiştirmemiz gerekiyor.
Hâsılı, her an yeni içtihat ve icmalar içinde olmalıyız. Biz eskilerin deneyimlerinden yararlanma imkânına sahibiz, bu sebeple bizim sorumluluğumuz daha fazladır. 1400 yıl önce I. İslâm Medeniyeti’ni kuranlar bizim imkânlarımıza sahip değildiler. Ona rağmen onu yaptılar. Biz ise onlardan çok daha fazla imkânlara sahibiz. Biz neden onlardan daha gelişmiş yeni bir Kur’an Medeniyeti’ni kurmayalım? Bizim sorumluluğumuz onlardan fazladır. Onlar görmemişlerdir. Biz ise gördük ve yaşadık. Bizim yaptıklarımızdan ders almayarak körü körüne bizi taklit ettiğiniz için yaptıklarınızın cezasını çekiniz diyecekler.
Bu âyetler bize inkılâpçılığı emretmektedir. Ancak bu inkılâpçılık başkalarına benzeme inkılâpçılığı değildir. Avrupalılaşma inkılâpçılığı değildir.
1. İyi bir şey devam ettirilmelidir, korunmalıdır. Bu hususta eskilere tâbi olunmalıdır.
2. Bir şey kötü ise terk edilmelidir. Yerine yenileri bulunup konmalıdır.
3. Bunun yolu nedir? İçtihat ve icmadır. Müsbet ilimdir. Ancak müsbet ilme dayanarak yapacağımız içtihat ve icmalarla eskinin iyisini ve kötüsünü birbirinden ayırabiliriz. Kötülerin yerine iyilerini, daha iyilerini koyabiliriz.
4. İçtihat ilimden farklıdır. İlim sadece söylemek ve yazmaktır. İçtihat ise ilmin verilerini uygulamaktır. İlericilik hususunda cihat yapmaktır.
Mustafa Kemal İslâm dünyasında yetişmiş, bugünkü medeniyeti de bilen bir komutandır. Onun için son derece uygun yol izlemiştir.
1. Önce, Mustafa Kemal batılılaşmayı değil, muasır medeniyetin bütün icaplarının yerine getirileceğini söylemiştir. Muasır medeniyet tarihin geliştirdiği medeniyet idi, Batı Medeniyeti değildi. Yani, onun da iyileri alınacak, kötüleri atılacaktı. Bunu 1924’de söylemiştir. On yıllık program yapmış ve bunları uygulamıştı.
2. Mustafa Kemal Onuncu Yıl Nutku’nda; “Muasır medeniyetin bütün icapları yerine getirilmiştir. Şimdi muasır medeniyetin fevkine çıkılacaktır.” diyor. İnkılâpçılığı Avrupalılaşma şeklinde anlamamış, tam tersine, Avrupa medeniyetinin üstüne çıkma şeklinde anlamıştır.
3. Bunun için; “Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.” demiştir. Ne var ki, müsbet ilim yeterli olmamıştır. Yeni medeniyeti hiç bir yerde oluşturmamıştır. İşte sosyalizm bunun açık örneğidir. Nazizm, faşizm, Maoizm bunların açık örnekleridir. Yeni medeniyet Kur’an’ın müsbet ilimle yorumlanması ile kurulur.
4. Mustafa Kemal altı ok içinde iki esas koymuş; milliyetçilik ve inkılâpçılık. Bunun mânâsı açıktır. Halkımızın ve devletimizin sahibi olduğu bütün iyi şeyler alınacak ve korunacaktır. Halkımızın ve devletimizin sahip olduğu bütün kötülükler atılacak, yerine daha iyi yenileri getirilecektir. İşte bu da icma ve içtihattır. Bunlar bu sûrenin konusudur. Nitekim Mustafa Kemal; “İslâmiyet son dindir, ileri dindir, çünkü İslâmiyet’te içtihat vardır.” diyor.
Sonra gelenler önce gelenleri taklit etmekle kurtulsaydılar, o zaman sonra gelenlerin önce gelenlerden bir üstünlükleri olacaktı. Onlar zahmetsizce cennete girecekler, ilk gelenler sıkıntı çekeceklerdi. Onun için Allah sonra gelenlerle ilk gelenleri eşitlemiş, onların doğrularını almakta kolaylık görecekler, ama kötülüklerini atmakta da zorluk çekeceklerdir. Böylece iki topluluk arasında zorluk ve sorumluluk açısından bir üstünlük olmayacaktır.
Kur’an’ı biz günlük hayatımızı irdelememiz için okumalıyız. Bu sebeple biz hep yaşadığımız hayattan misaller vermeye çalışıyoruz. Tarihin akışını anlatıyoruz.
Tav’an ve kerhen Allah’ın dedikleri olmaktadır. İnsanların başka çareleri yoktur.
KUR’AN MATEMATİĞİ SEMİNERLERİ / 125. Seminer; 31 AĞUSTOS 2001
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NÛRİ EROL