بسم الله الرحمن الرحيم
يا بنى ءادم خذوا زينتكم عند كل مسجد و كلوا و اشربوا و لا تسرفوا أنه لا يحب المسرفين(7/31) قل من حرم زينة الله التى اخرج لعباده و الطيبات من الرزق قل هي للذين ءامنوا فى الحيوة الدنيا خالصة يوم القيامة كذلك نفصل الايات لقوم يعلمون(7/32) قل أنما حرم ربى الفواحش ما ظهر منها و ما بطن و الأثم و البغي بغير الحق وأن تشركوا بالل ما لم ينزل به سلطانا و ان تقول على الله ما لا تعلمون(7/33) و لكل امة أجل فاذا جاء اجلهم لا يستأخرون ساعة و لا يستقدمون(7/34)
Bu sûre Kur’an’ın nasıl anlaşılıp uygulanacağını ve inanmayanların bu dünyada nasıl helâk olacaklarını anlatmakla başlamıştır.
Sonra, Adem aleyhisselâmın yaratılışını ve şeytanla olan ilişkisini anlatmış, insanın yapısını ortaya koymuştur.
Sonra, “Yâ Benî Âdem!” deyip, bir âyetle şeytanla insan arasındaki ilişkinin sürmekte olduğunu bildirmiştir.
Sonra, ikinci “Yâ Benî Adem!” hitabı ile başlayan âyetlerde de şeytanın insanı nasıl yanılttığını, insanın aslında dalâlette iken kendisini hidâyette olduğunu sanabildiğinin, bundan kurtulmanın yolunun içtihat yani müsbet ilme sarılma olduğunu bildirmiştir. Gerçi tarikat ehli olanlar yanılmamak için şeyhe sarılmak gerektiğini söylemekte iseler de, mucize gösterip bize peygamber olduğuna inandıracak bir şeyh olmadığına göre, bu yolun yanılmayı nasıl önleyeceği aklen bilinememektedir. Ama hissen bilinebilir. O bizim konumuz değildir.
Şimdi üçüncü “Yâ Benî Âdem!” ile başlayan kısım gelmektedir. Burada giyinmeyi emretmektedir ve içtihadın dayandığı temel ilkeyi anlatmaktadır.
خذوا زينتكم عند كل مسجد Huzû: ‘Tutunuz’ veya ‘alınız’ denmektedir. Burada ‘giyiniz’ denmeyip ‘alınız’ veya ‘tutunuz’ denmekle, yalnız giyimde değil, aynı zamanda mekânda da zînet alınacağını ifade etmektedir. Bu anlatım şekli toplantı yerlerimizin güzelleştirilmesi gerektiğini ifade eder. Mü’min toplulukların en büyük özellikleri, toplantı yerlerinin, âmmeye ait yerlerinin, kendi özel yapılarından ve mefruşattan daha görkemli ve müzeyyen olmasıdır. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık medeniyetlerine bakıldığında mâbetler hep görkemlidir. Oysa Mısır, Yunan ve Batı medeniyetlerinin sarayları görkemlidir.
İşte burada bize emredilen husus, toplu yerlerin görkemli kılınmasıdır.
Fıkıhçıların bir kısmı mescitlerin zînetlendirilmesini bizzat kabul ederlerse de, mescitlerin zînetlendirilmesini bize bu âyet emretmektedir. Burada zînet müfrettir. Yani zînet küldür, bütündür. İnsanların giyimlerini de böyle ziynetli yapmaları istenmektedir.
Ekonomide çok önemli bir kural vardır. Bölüşümün adil olması için herkesin iş yapması gerekmektedir. İnsanlar ihtiyaçları olan yiyeceklerini ürettikten sonra kalan zamanlarını ne yapacaklardır? Onu imar için harcayacaklardır. Böylece herkes devamlı iş bulacaktır. İslâmiyet’te farz namazlar kılınır, bunlar mescitlerde kılınır. Sünnetler, bilhassa vitir evlerde kılınır. O halde evlerimiz de mescittir. Mescitlerin ziynetli kılınması emredildiği gibi, evlerimizin de ziynetli kılınması emredilmektedir. O halde görkemli elbiseler giymek, görkemli evlerde oturmak, görkemli mefruşat haram değildir; aksine bunun için çalışmak bize emredilmektedir. Çünkü böylece bunları üretenler ücretlerini alarak geçinirler. Ekonomik kriz kalkar. İnsanlara bu yolda çalışma emredilmiş olmasaydı, insanlar tembelleşir ve sefahate dalarlardı. Ama bu zînet şahsi mülkten çok topluluk için olan binalarda olmalıdır.
و كلوا و اشربوا و لا تسرفوا Bundan sonra da, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” denmektedir. Demek ki, giyimde, binada ve mefruşatta israf yok, ama yiyecek ve içecekte israf vardır ve haramdır. Orada “yiyin, için” demek suretiyle, bunun için de çalışmamız gerektiğini ifade etmiştir. Ancak israfı haram kılmıştır. Burada mümkün olduğu kadar sade, gösterişsiz, herkes için hemen hemen aynı yiyecekler emredilmiş bulunmaktadır.
Burada emir cemaatadır. Bunun anlamı şudur. Öyle müesseseler kuracağız ki herkese iş bulunacaktır. Yemek ve içmek için “selem müessesesi”ni çalıştırıp planlayacağız. Ama zînet için ise “herkese iş verecek müessese” kurmalıyız. Biz bunu “Adil Düzen ekonomisi”nde yatırımları resmî ücretle kredilendiriyoruz ve işçi bulan her müteahhide yeter kredi veriyoruz. İşsiz insan kalmıyor. Ayrıca herkese yılbaşında “selem kredisi”ni veriyoruz. Kişi yiyeceklerini bunlarla sağlıyor. Giyim için de asgari giyim araçlarına “selem kredisi”ni veriyoruz. Zîynet olacak kısma ise “çalışma kredisi”ni veriyoruz. Böylece bu âyetin emrine uygun bir “ekonomi düzeni”ni kurmuş oluyoruz.
أنه لا يحب المسرفين “Allah müsrifleri sevmez.” diyor. Bu âyet çok önemli bir âyettir. Kâinatta her şey en ekonomik bir şekilde var edilmiştir. Bu da, bir şey eğer bir cins ile yapılıyorsa ikinci cinse gerek kalmaz. Bir şey eğer beş elemanla yapılıyorsa, altıncısı kullanılmaz. Kâinatı tetkik ettiğimizde bu kanunun hâkim olduğunu görürüz; “denge kanunu” ve “israfsızlık kanunu”. Bunun içtihatta çok önemli rolü olacaktır.
Bu âyet bize içtihat hedeflerini göstermektedir. Herkese yiyecek ve içecek sağlanacak, israf yapılmayacak. Artan emek giyimde ve yerleşmede ziynet için kullanılacaktır. Bütün faaliyetlerde de israftan kaçınılacaktır. Üretimde de kaçınılacaktır. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. Ziynet ise israftan sayılmayacaktır. Çünkü ziynet insanların rûhi ve sosyal ihtiyacıdır. Nitekim bütün canlı ve cansız âlemde ziynet vardır.
Bundan sonraki âyet bu konuyu daha da açıklamaktadır.
قل من حرم زينة الله التى اخرج لعباده Allah’ın ibadı için ihraç ettiği ziynetini kim haram kılıyor? İsraf haramdır, ama eğer bu bir ziynet mahiyetinde ise haram değildir. İşte usûlün genel kaidesi şudur. Hâs lâfız âm lafzı tahsis eder. İsraf haramdır. Ancak ziynet israf değildir. Yahut, ziynet haram değildir.
و الطيبات من الرزق Yiyecek ve içecekler için de, “Rızıktan tayyibâtı kim haram eder?” diyor. Yani orada da helallığın illeti rızıktan olması ve bir de tayyib olması, zararlı olmaması gerekir. İçtihadımız için ikinci genel kuralı koymuş bulunmaktadır. Bir şeyin habis veya tayyib olduğu tıp ilmiyle sabit olmaktadır. Kur’an’ın başka yerlerinde buna dair esaslar bildirilmektedir.
قل هي للذين ءامنوا فى الحيوة الدنيا خالصة يوم القيامة “De ki, o dünya hayatında mü’minler içindir. Âhirette ise yalnız mü’minler içidir.” âyetiyle de başka bir içtihat kuralını ortaya koymaktadır. Dünya hayatında nimetlerden yararlanma hakkı herkesindir. Mü’minlerin ve mü’min olmayanların da yararlanma hakkı vardır. Üstünlük ise Âhirettedir. Dünya hayatında mü’minlerin mü’min olmayanlardan farklı ve imtiyazlı hayat sürme hakları yoktur. İçtihatlarımızda bu, insanlığın insan olarak eşitliği ilkesi esas alınmalıdır. Bu âyetlerin sadece mü’minlere değil de, “Ey Ademoğulları!” demek suretiyle hitabın herkese olması bu eşitliği zaten içermektedir.
كذلك نفصل الايات لقوم يعلمون “Biz böylece âyetleri bilecek kavimlere tafsil ediyoruz.” Bu âyet de bize çok önemli bir ipucu vermiştir. Eskiden her kavme peygamber gelir, onlar kavimlerini hidâyete götürürlerdi. Oysa şimdi tek Kur’an bütün insanlara nâzil olmuştur. O halde içtihat ve icmalar ne çapta yapılacaktır? Bütün insanlar birlikte mi yapacaklardır? İşte Kur’an burada da başka sarahat getirmektedir. Yine ayrı dilleri ve devletleri olan kavimler kendi icmalarını yapacak ve onu uygulayacaklardır. İşte bunun için “li’n-nâsi” demeyip “li’l-kavmi” denmektedir.
Tarihte “icma müessesesi” üzerinde icma edilmiştir. Ama icmanın kimlerle akdedileceğinde ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanife, bütün mü’minleri icma için ehil saymıştır. İmam-ı Mâlik ise Medinelilerin icmaını yeterli görmektedir.
Biz de bu iki müçtehidin görüşlerini bu âyetin ışığında birleştiriyor ve diyoruz ki; insanlığı ilgilendiren konuda insanlığın icmaı gerekmektedir; bir kavmi ilgilendiren konularda o kavmin icmaları esas alınmalıdır. Kavim, aynı dili konuşan topluluklardır. O halde her topluluk kendi dilleri ile içtihat ve icma yapmalıdır. Kur’an Arapçadır ama mânâsı mahalli dille ifade edilmelidir. Lafzı Arapçadır. Mânâsı ise her dilde kısmen ifade edilir.
Bundan önceki âyette haram olmayanları saydı. Onların illetlerini gösterdi. Bu âyette de haram olanlarını saymaktadır. Bunları da beş veya altı illette toplamıştır.
و الأثم و البغي بغير الحق وأن تشركوا بالله ما لم ينزل به سلطانا
Bâtınî fuhuş Zâhirî fuhuş
İsm Bağy
Delilsiz Allah’a şirk koşmak Bilmeden Allah hakkında konuşmak
Fuhuş, içtihatsız hareketler yapmak, yani kuralsız hareket etmek demektir. Mülkiyet haklarına riayet etmeyip önüne geleni yemek, nikâh hukukuna riayet etmeyip önüne gelenle cinsi ilişki kurmaya çalışmak, kendi ehliyetini belirlemeden bildiğin ve bilmediğin işleri yapmaya kalkışmak, yetkililerin yetkilerine karışma fuhuştur. Zâhirî fuhuş, bu hususta topluluğun belirlediği ve denetim altına aldığı kurallara uymamak var, bir de kendi kendine koyduğun ve içtihadınla sabit kurallar var, onlara uymamak var. Birincisi zâhirî fuhuştur, ikincisi bâtınî fuhuştur.
İsm, insanın kendi kendisine verdiği zararlı işlerdir. İçki içmek gibi. İnsan kendi kendisini var etmemiştir. İnsan borçludur. Bu sebeple kendisine zarar verme hakkı yoktur.
Bağy ise, başka kimselerin haklarına tecavüzdür. Onların haklarını yemedir.
Allah’a şirk koşmak demek, topluluğa ait olan yetkileri kişilere veya başka kimselere devretmektir. Allah herkesi kendi işlerinde içtihat yapmaya halife kılmıştır. Yani, Allah demiştir ki; sen bir sorun ile karşılaştığında aklınca dört delile dayanarak içtihat et. Bana sor. Ben o zaman sana ilham ederim. Ben sana ne ilham edersem onunla amel et. Hata etsen bile ben sana sormayacağım. Kendin dört delili kullanamıyorsan, o zaman bilen birini yine içtihadınla seç, onunla amel et. Ama başkalarının senin için düşündüklerine uyma. Herkesin sözünü dinle ama kendin için kararı kendin ver.
İşte böyle yapmayıp da içtihatsız veya istiftasız başkalarına uymadan Allah bizi men etmiştir. Başkalarının işlerine karışma da böyledir. Ben ancak beni ilgilendiren hususlarda başkalarına emrederim, yapmalarını isterim. Beni ilgilendirmeyen hususlarda görevim sadece söylemektir. Zorlamak şirktir. Bu inanca ermeyip dinde zorlama yapan müşriktir. Bundan dolayıdır ki demokrasi ancak İslâm düzeninde olur. Yani, bunlara inanıp kendisini tanrının yerine koymayan yöneticilerde olur.
و ان تقول على الله ما لا تعلمون Allah, şirk koşmak sözünden sonra bir de “Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyin.” diyerek şirkten başka bir şeyi nehy etmiştir. Şirk fiilidir. Allah hakkında bilmediklerini konuşmak kavlidir. Biri zâhirîdir, diğeri bâtınîdir. Buradan şuna işaret ediyor ki, kavlen söylemeseniz bile birçok davranışlarınız şirk olmuş olur.
İşte içtihadımızı yaparken bu kurallara uymamız gerekmektedir. Bazan kendimizi Allah’ın yerine koyar, ahkâm kesmeye başlarız, ileri gideriz. Kendimizi bundan sakındırmamız gerekir. İşte bugün Batılılar buna “insan hakları” demektedirler. Yani, topluluğun haklarını koruyalım derken, insanın haklarını çiğneme durumuna düşmeyelim. Onun içindir ki, farz olmayanları farz kılmak, haram olanları mübah kılmak kadar günahtır ve bu şirktir. Bunları dinleyenler de bunları yapanları tanrı edinmiş olurlar. Hz. Peygambere sordular. Biz din adamlarını tanrı ittihaz etmedik dediler. Peygamber de ettiniz dedi. Çünkü siz onların haram kıldıkları helalları haram yaptınız, onların helal kıldıkları haramları helal yaptınız. Tanrı edinmek budur. Demek ki, bir kimse kendi içtihatları dışında amel ederse veya bir topluluk kendi icmaları dışında hareket ederse, onları tanrı edinmiş olur.
و لكل امة أجل فاذا جاء اجلهم لا يستأخرون ساعة و لا يستقدمون
Burada içtihat ve icma usullerini öğrettikten sonra; “Her ümmetin eceli vardır. Onu bir saat geçemezler, bir saat geri kalmazlar.” diyerek bu faslı sona erdirdi. Hem de “Va” harfi ile bağladı. Böylece bize çok büyük bir ders verdi.
Her topluluk doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Tarihte bunun için topluluklara kitaplar ve peygamberler gelmiştir. Evrime uyum sağlayamayanlar helâk olup gitmişlerdir. Medeniyetler için de durum budur. Bin yılda bir medeniyet doğar. Yeni içtihat ve icmalarla gelişir. Öyle bir durum alır ki, o topluluğu olan içtihat ve icmalar tamamlanmıştır. Topluluk harekettedir. İnkılâp olur, yeryüzü yeni bir çehreye bürünür. Birkaç asır sonra o eski içtihat ve icmalar yeni ekonomik ve sosyal oluşuma cevap vermez. Yeni içtihatlar da yapılamaz. Çünkü bütün müesseseler eski ilkeler üzerinde kurulmuştur. İşte bu topluluk için ölüm mukadderdir. O medeniyet çöker, yerine yeni medeniyet doğar.
Yeni imkân ve bilime dayalı olarak yeni içtihatlar ve icmalar başlar.
Biz eğer Kanuni Sultan Süleyman devrinde gelseydik ve bu içtihatları yapsaydık, bunlar hiçbir işe yaramazdı. Çünkü eski medeniyet hâlâ duruyordu. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca yaşlanmış İslâm Medeniyeti ortadan kalktı. Şimdi biz yeniden icma ve içtihatlara başlıyoruz. Birkaç asır sonra bugün yeniden yapmaya başladığımız içtihatlarla en yüksek seviyeye ulaşacak ve bu içtihatlarımız bin yıllık büyük medeniyeti oluşturacaktır.
Ama günü gelince o da yaşlanacak ve çökecektir.
Bin yıl sonra bizim gibi mü’minler bir araya gelerek yeniden içtihatlara başlayacaklardır. Onlar da bizim gibi eski sahabe ve müçtehitleri örnek alacaklar ama bizim yaptıklarımızdan yararlanacaklardır. İşte bu âyetle bu genel evrim kanununu ifade etmektedir.
Eğer maddî bakımdan başarısızlığa uğruyorsak, bu bizdeki eksiklikten ileri gelmektedir. Bir de, olması gerekenin henüz günü gelmemiştir. Yeni evlenip düğün yapan kimse ertesi gün yirmi yaşında bir çocuğunun olmasını bekleyemez.
Sabırlı olmamız gerekir. Sabırlı olursak, günü gelince olması gereken olur.
Biz ise karşılığını bu dünyada değil de, Âhirette beklemeliyiz.
Sâbikûnların kaderi budur.
KUR’AN MATEMATİĞİ/ 123. SEMİNER; 17 AĞUSTOS 2001
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL