1967...1968...1969........................AKEVLER 33 YILDIR ÇALIŞIYOR.............................1999...2000...2001
GELECEĞİN II. KUR’AN - V. İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ... BUYURUN! BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
KUR’AN MATEMATİĞİ Üsküdar/ İstanbul, 15 HAZİRAN 2001 CUMA
114. SEMİNER NOTLARI clubs.yahoo.com/clubs/adilduzen
www.adilduzen.8m.com
SEMİNER NOTLARI BURADA! www.akevler.org
ARAF SURESİ 8-9 AYETLER
بسم الله الرحمن الرحيم
و الوزن يومئذ الحق فمن ثقلت موازينه فأولئك هم المفلحون (7/8)
و من خفت موازينه فأولئك الذين خسروا أنفسهم بما كانوا باياتنا يظلمون (7/9)
و Ve: “Vezn ise o gün haktır.” cümlesini “Biz gaib değiliz.” cümlesine bağlamaktadır. Gaib olmamayı dünya için, cezalandırmayı ise âhirete bırakmaktadır.
Hâdise şöyle sıralanmaktadır. Allah peygamberlere kitaplar göndermiştir. Son kitap Kur’an’dır. Bu kitap nesilden nesile intikal edecektir. Bu risalet görevidir.
Eskiden kitaplar gelir, kitapları peygamberler anlar ve uygularlardı. Hazreti Muhammed’den sonra peygamber gelemeyecek ve yeni kitap inmeyecektir. Kur’an içtihat ve icmalarla yorumlanıp uygulanacaktır. Vahyin yerini ilim alacaktır.
Daha önce birçok kavimler helâk edilmiştir. Çünkü onlar kendilerine bildirilenlere uyup kurtulmadılar. Oysa Kur’an’dan önce ve sonra insanlar helâk edilmeden önce uyarılırlar.
Önce kötülükle uyarılırlar. Bu kötülük beklenmedik zamanda gelir ve halk şok olur.
Halk düşünmeye başlar ve kendilerinin zâlim olduklarını anlarlar. Kötülük anlayıncaya kadar devam eder.
Sonra birbirini suçlamaya başlayarak bütün pislikler dışarıya dökülür, yapılanlar ortaya çıkar.
Sonra ilim adamları ortaya çıkar, bütün olayları ve olacaklarını ortaya koyarlar. Ne yapılması gerektiğini bildirirler.
Sonra infaz safhası gelir. O safha âhiret safhasıdır. Yani helâktan sonra safhasıdır.
İki çeşit ceza vardır. Biri dünyada olan, helâkla ilgili cezadır. Bu kollektiftir. Ancak uyaranlar ve kendilerini koruyanlar bundan kurtulurlar. Diğerleri ise suçlu olsun olmasın helâk olup giderler. Bunlar mürsellerdir. İkinci ceza ise ahiretteki cezadır. Bu ise herkese ayrı ayrı sorulacak. Kimseye zerre kadar zulmedilmeyecektir.
İki “Fe” arasındaki “Ve” “Fe”lerle parantezlenmiştir. “Ve” harfinde takip gerekmediğinden âhiretle dünyadaki oluş birlikte “Ve” ile zikredilmiştir.
الوزن El-Vezn: Vezn, terzi demektir. İki ağırlığı karşılaştırmak için kullanılır. Fiil olarak da tartma demektir. Burada mastardır. Tartma haktır, deniyor. “Yevme İzin”in sonraya bırakılması, o günün âhiret günü olduğuna işarettir. Yani hesabın sorulmasının bu dünyada değil âhirette olacağını bildirmek için “vezn” öne alınmıştır. Vezni ise “o gün haktır” şeklinde tercüme ediyoruz. Tartılacak şeyler sevap ve günahlardır. Oysa sevap ve günahların ağırlıkları yoktur. Ancak muhasebede malların ağırlıkları, uzunlukları, hacimleri değil de değerleri karşılaştırılır. Borç-alacak toplamı öyle yapılır. İnsanların ise kasden işledikleri fiiller günah veya sevap olarak değerlendirilir. Ona göre borç ve alacak hesabı tutulur. Sonra toplanır. Sevap tarafı fazla gelen cennete, günah tarafı fazla gelen de cehenneme gider. Bunun ölçülerini ancak Allah ve onun öğrettikleri melekler bilir. Her insanın yaptıklarını yazan melek vardır. Ne yaparsa hemen değeri ile yazılmaktadır. Bu hesap defterine geçmektedir. Âhirete vardığımızda hesap defterimiz sağdan verilirse sevabımızın fazla, soldan verildiğinde günahımızın fazla olduğu anlaşılacaktır. Bir de arkadan verilen olacaktır. Bunlar günahı fazla olmakla beraber, iman sahibi kimselerdir. Günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gideceklerdir. Solundan verilenler ise cehennemde cezalarını çekip bitirdikten sonra cennete gitmeyecek belki arafa alınacak kimselerdir.
Yalnız Kur’an bir sevaba on iyilik, bir günaha sadece bir günah yazılacağını söylemektedir. Böylece onda bir kadar sevap işleyenler de cennetin yolunu bulabileceklerdir. Ayrıca yine onda birden de affedeceğini başka âyetlerde bildirmektedir.
Bununla beraber, sevap ve günah kasıtla ilgilidir. Çok büyük sevap işlersiniz ama onu riya ve büyüklük için yaparsanız, günaha dönüşür. Günah işlersiniz ama kastınız iyi olur, sevap yazılır. Bu itibarla biz her zaman kılıcın sırtında yürüyoruz. Dengemizi iyi korumalıyız. Kastımız hep sevap işlemek, Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Kendimizden hiçbir zaman emin olmamalıyız. En büyük mü’min olan şeytan, basit bir kibirlilik üzerinden en melun biri oldu. Buna karşılık Ömer gibi azılı bir kâfir büyük Müslüman oldu. Her an elimizden geldiği kadar sevap tarafımıza birşeyler eklemeye çalışmalıyız. Geçmiş veya gelecek günahlarımız bizi ateşe götürebilir.
Bunun gibi hiçbir zaman günahlarımız çoktur diye ümitsiz hâle gelmemeliyiz. Sigara içmeyen bir sigara içmediği için sevap almaz. Çünkü bir sabır göstermiş değildir. Ama sigara içen sigarayı bıraksa sevap işlemiş olur. Onun sabrını gösterdiği için o zamana kadar içtiği sigaranın günahından daha çok sevap işler ve sevabın tarafını artırmış olabilir.
يوم Yevm, çağ demektir. Yevm, zaman zaman taşan büyük nehrin adıdır. Devirlere yevm denmiştir. Sonraları 24 saate yevm denmiştir. Bazan da sadece gündüz için gecenin karşılığı da yevm kullanılmaktadır. Buradaki yevm ise öldükten sonraki yevmdir. Yani âhirettir. Kâinat bundan on milyar yıl önce yaratıldı. Genişledi, büyüdü, bugünkü olgun döneme girdi. Daha on milyar yıl kadar daha yaşayabilir. Ancak sonra hiç olmazsa galaksiler bozulup kara delikte toplanacaktır. Sonra o kara delik yeniden patlayarak büyümeye başlayacaktır. İşte o gün âhiret günü olacaktır. Kâinatta evrim vardır. Basit ileriye doğru gidilir. Yeniliğin yapılabilmesi için eskisinin ölmesi gerekmektedir. İnsan bunun için ölür. Medeniyetler bunun için ölür. Kıyamet de bunun için olacaktır. Bu dünya hayatından daha ileri bir hayat oluşacaktır. Bu dünya fena dünyasıdır. Her gün ölüme doğru gidilmektedir. Biz de ölüme gidiyoruz. Oysa o dünyada ölüm yoktur. Fizikçilerin tabiri ile entropi büyümesi yoktur. Belki entropi dalgalanması olacaktır. İşte Allah hesabı o gün soracaktır. Yani cezalar o zaman infaz edilecektir.
ئذ İzin, bir kelimenin hazfidir. Yevm ile de âhiret kastedilmektedir. Burada “âhiret” kelimesi yerine “izin” kelimesinin kullanılması o günü yüceltmek içindir. “Vezn” ise âhiret gününde haktır demek daha beliğdir. O günü daha şumullü olarak düşünmeyi sağlıyor.
الحق El Hakk. Hakk, kova demektir. Onunla hayvanlar arasında veya insanlar arasında paylar bölüşülür, paylara hak denir. Hakkın bölüşülmesinde açıklık esastır. Hukuk düzeni demek açıklık düzeni demektir. Kapalı ve gizli bir şeyin olmadığı düzen demektir. Karşısı bâtıl düzendir. Bâtıl düzen bâtın düzen demektir. Yani kapalı, gizli, halkın denetiminden saklı düzen demektir. Âhirette her şey apaçıktır. İşlenmiş fiillerin değerlendirilmesi ve onların karşılaştırılması açıktır. Bu “hakk” kelimesi dünyadaki adaletin de benzer şekilde olması gerektiğini bildirmektedir. Yani iyilikler ve kötülükler değerlendirilmeli, puanlanmalı, sonunda hüküm ona göre verilmelidir. Bu değerlenme ve muhakeme herkesin gözü önünde açık olmalıdır. Kamu denetimi olmalıdır. Bunun içindir ki yargı birimi kabile içinde oluşturulur. Birbirini tanıyan ve bilen insanlar davacıdır, davalıdır, tanıktır, hakemdir. Böyle olan bir düzende adalet olur. Yoksa sosyal denetimin olmadığı bir yargılama sisteminde adalet olsa da kimse inanmaz. Allah bile adaleti açıklıkla teyit ediyor. Kendi adaletine bile ancak âhirette açıklığı ilke yapıyor.
Eşyaların objektif değerlerle fiyatlandırılmasın, ücretlerin objektif değerlerle fiyatlandırılmasını, bu âyetteki “Vezn” kelimesi ile istidlâl ediyoruz. Hakk kelimesi ile açıklık ilkesini benimsiyoruz. Gizli fiyatlar ve gizli ücretler meşru değildir. Allah mü’minlere doğruları ilham eder. Sonra siz Kur’an’ı okudukça ve onu yorumladıkça o ilhamın doğruluğunu görürsünüz. Bazen hata edersiniz. O zaman da Kur’an onu size hatırlatır ve düzeltirsiniz. Biz açıklık ülkesini yıllardır Allah’ın emridir diye uyguluyoruz. Ancak bu ilkenin bu âyetle ilişkisini burada yeniden öğreniyoruz.
ف Fa: Buradaki “Fa” tafsil “Fa”sıdır. Yani vezn, yani tartı yapılmaktadır. Ama neye yaramaktadır? İşte onu bundan sonraki iki âyet açıklamaktadır. Âhirette insanların ikiye ayrılacağını bildirmektedir. Her iki grubu ayrı ayrı “Men” ile ifade etmektedir. Kimin tartısı ağır gelirse kurtulacak, kimin tartısı hafif gelirse helâk olacak denmektedir. Tartıdan maksat günah ve sevap toplamı demektir. Günah ve sevabın ölçülür hâle getirilmesi, her şeyin ilmileştirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. İlimlerde ilerleme ölçme ile yapılmıştır. Mesela, sıcaklık - soğukluk eskiden ölçülemiyordu. Bugün ise termometre ile çok sağlıklı bir şekilde ölçebiliyoruz. Oysa hâlâ tatlılık derecesini ölçemiyoruz. Tuzluluk derecesini ölçemiyoruz. Paranın bulunması ile fiyat ve ücret ölçülebilmektedir.
من Men: İsm-i mevsuldür. Kim anlamındadır. “Ellezin”eden farkı, ellezine hem eşya hem insan için kullanılır. Men yalnız insan gibi akıl sahipleri için kullanılır. “Ellezine”de hem fiil hem fail bellidir. “Men”de ise fiil bellidir. Fail belli değildir. Yani sevap ve günahın değerlendirilmesi objektif kurallarla olacaktır. Bu dünyada da fiyat ve ücretleri bizim objektif kurallarla tesbit etmemiz gerekir. Mesela, ambardaki stok seviyesi objektif kuraldır. Orta değer bulma objektif kuraldır. Sıralama objektif kuraldır. Yaşa göre, tahsile göre, imtihanlara göre, başarılara göre ücret biçme de objektif kurallara bağlanmalıdır.
ثقلت Sıkl, ağırlık demektir. Terzide kefenin karşı tarafına konan taş demektir. O taşı tartan şeye mevazin denmektedir. Bu âyette sevap tarafını asıl tartılacak şey kabul ediyor, günah tarafını ise tartacak taş kabul ediyor. Bunun anlamı nedir? Bunu şu şekilde açıklayabiliriz.
İnsan borçlu olarak doğar. Anne rahmine düştükten sonra önce anne-babası, sonra doğduktan sonra da tüm çevre onun büyümesi için çalışır. Kişi yaratılmakla borçlu durumdadır. 15 yaşına gelmezse borcu silinir. Ama 15 yaşına geldikten sonra borcunu ödemekle yükümlü hâle gelir. Gücü yettiğinde onun terazisinde artık borç yazılmaya başlar. Yani harcadığı miktarla borçlandırılmaz. Gücü yettiği nisbette borçlandırılır. Demek ki insan sadece günah işlemekle borçlanmaz. Zaten doğuştan beri harcadığı imkânlar nisbetinde borçludur. Ama gücü yetmediği için borç hanesine yazılmaz. Gücü yetenin borç hanesine yazılır. Dolayısıyla terazi hep aleyhedir. İnsan ancak amel-i sâlih işlemekle terazisini kendi tarafına tarttırır. Yani sevap tarafı galip gelir. Bu sevaplar için Kur’an birtakım kurallar getirmiştir.
a) Namaz: Vaktin değerlendirilmesidir. Öğrenme, diğer insanlarla buluşma, ondan sonra da ona göre amel-i sâlih işlemek.
b) Zekât: Malların değerlendirilmesidir. Çalışıp kazanma, kamunun payını vererek ekonomik hareketleri sağlamak.
c) Oruç: Bedeni kötü isteklerden ve alışkanlıklardan korumak.
d) Hac: Birlikte seyahat ederek tüm insanlık camiası arasında birliği sağlamak.
e) Cihat: İyi olmak yetmez, diğer insanların da iyi olmaları için çalışmaktır. Bunun için önce öğrenmek, sonra uygulamak, sonra öğretmek, sonra da dâvet etmek gerekir. Bununla beraber, eğer hâlâ kötülüklerde ısrar ediyorlarsa onlardan ayrılıp uzaklaşmak, peşini bırakmıyorlarsa savaşma. İşte cihat budur.
Bu ara evlenip çocukları yetiştirme bizim borç ödememiz için temel ilkedir.
Şimdi bu âyetteki “sekulet” kelimesi bize şunu öğretiyor ki, boş vaktimiz yoktur. Gücümüzün yettiği kadar çalışıp Allah’a olan borcumuzu ödemeliyiz. Sevap kefemizi ağır bastırmalıyız.
موازينه Mevazinuhu, mizanın çoğuludur. Yahut mevzunun çoğuludur. Ağırlıkları veya terazileri denmiş olur. İster ağırlık olsun ister terazisi denmiş olsun, ister mastar olarak tartılar densin çoğul kullanılmıştır. Yoksa “Hu” zamiri tekildir. Burada şu kural bilinmelidir. “Men” tekil ve çoğul için kullanılır. Ona giden zamir de tekil olduğu halde çoğul anlamını taşır. Yani burada “Hu” “Hüm” anlamındadır. Yani herkesin kendi terazisi vardır ve bu terazisi kendisi için işleyecektir. Yani sorumluluk şahsidir. Bununla beraber, amel-i sâlih teker teker işlenmez. Birimizin yaptığı diğerleri ile uyum içinde olmalıdır. İşbölümü ve uyumlu işler yapmalıyız. O halde kefeye konan şeyler topluluğa aittir. Üretim kollektiftir. Sadece kasıtlar kişiseldir. O halde bu tartıda her iki tarafın katkısı vardır. Onun için zamir tekildir, ama mizan çoğuldur. Bundan sonra gelen “Ulaike hümül müflihûn” ifadesi de bunu teyit eder. Sorumluluk her ne kadar şahsi ise de, iş kollektiftir. Topluluk içinde şahsi sorumluluk. Bu sebepledir ki herkes cihat yapmakla da yükümlüdür. Yani yalnız kendi işini doğru yapmakla değil, diğer insanların da doğru yapması ile sağlanacaktır.
Bunu şöyle açıklayalım. İnsan kendisi temiz olmalıdır. Ama çevre pis ise kendisi temiz olamaz. O halde çevrenin de temizliği ile meşgul olmalıdır. Dikta rejimler insanları bir uslu köpek gibi kendilerine itaat ettirip insanları müteşebbis yapmak, aktif yapmak istemezler. Onun için onların lugatlarında cihat savaş anlamındadır ve suçtur. Oysa en büyük orduları da onlar beslerler. Oysa cihat savaş değildir. Cihat insanların iyi olmaları için dâvettir, tebliğdir, uyarıdır. Savaş sadece müdafaa sadedinde cihattır. Savaş karşıdakileri yok etmeyi hedefler, oysa cihat karşıdakileri iyileştirmeyi hedefler.
ف Fa harf-i burada cevabiyedir. “Men” şart kelimesinin cevabıdır. Hükmün tamimi için gelir. Bütün sevabı ağır gelenlerin kurtulmuş olduğunu ifade eder.
أولئك Ulaike’deki “Ke” sen anlamındadır. Kur’an’ın muhatabını belirler. Kur’an herkese ayrı ayrı hitap eder. Herkes Kur’an’ı kendisi okuyup anlamak zorundadır. Kendisi için kendisi içtihat yapmakla yükümlüdür. Onun için hitapları “Ke” olarak tek kimselere yapmaktadır. Arapçada işte sana, işte size bunu gösteriyorum anlamında işaret zamirlerinin sonunda muhatap zamirleri eklenir. Burada “Ülaike” çoğul olarak kullanılmıştır. Yani “Mevazinuhu”daki tekil zamiri burada çoğul işaret zamiri ile işaretlenmiştir. Böylece üretimin kollektif olduğu, sorumluluğun ise şahsi olduğu belirtilmiş olmaktadır.
المفلحون El Müflihun: Fellah, çiftçi demektir. Yani tarlasını ekip biçen kimseler demektir. Göçebe dönemlerinde hayat güvensizdi. Ne zaman yiyecek temin edileceği bilinmezdi. Oysa tarım dönemine geçince artık mahsul alındı. Yiyecek depolandı. Böylece hayat güven içine girdi. Diğer taraftan artık uzmanlar ortaya çıktı, konfor arttı. Felah kelimesi refah anlamında kullanılmaya başlandı. Demek ki, felah dediğimiz zaman, bir taraftan sosyal güvenceye alınmış bir hayat, diğer taraftan da konforlu hayat demektir. Adil Düzen bunu istihdaf eder. Bir taraftan insanların daha üst seviyede hayat için çalışacak yarışmalı düzen kurmak, diğer taraftan herkesin sosyal güvenliğini sağlamak, kimseyi aç veya hasta bırakmamak. Cennet hayatı da böyledir. Herkesin ihtiyaçları giderilmiştir. Hastalık yoktur. Ama cennette daha üst hayata varmak için de herkes zevkle çalışmaktadır.
و Va, burada “Men Haffet” sözünü “Men Sekulet” sözüne bağlamaktadır. İki grubu birbirinden ayırıyor. Bunlar dünyada beraber yaşıyordu. Âhirette ise ayrılacaklardır. Bu sebeple hem yakınlıkları var, hem ayrılıkları var.
خف Haff, yenilik demektir. Aslında set, dik duran ayakkabı demektir. Eski mestler için söylenmiştir. Çizme, hatta giydiğimiz ayakkabılar “Huff”dur. Su girmeyen ayakkabı. Görünüşü ağır, ama içi boş olduğu için hafif olan. Suda yüzen anlamından yenilik için kullanılmıştır. Terazinin bir sevap tarafının yukarıya çıkması anlamında kullanılmıştır. Yani insanın görevli olması ve bu görevleri yerine getirmemesi sebebiyle zaten tartmış bulunan borç tarafı sevap işlenerek bastırılmamış olarak hâlâ yukarıda duruyorsa, hâlâ kefe boşsa, onun felaha ermediğini ifade etmektedir.
موازينه Mevazinuhu kelimesi aynen yukarıdaki gibi aynı kalıptadır. Yani “Ma”ya giden zamir tekil ama ifade ettiği kimseler çoğuldur. Mevazin de çoğuldur. Üretim ortaktır. Sorumluluk şahsidir.
فأولئك Fe Ülaike de yine iyi işleyenler gibi işaret zamiridir. Öbür gruba işaret etmektedir.
الذين خسروا أنفسهم Ellezine Hasıru Enfusehüm’deki “Ellezi” ise “El Muflihun”dan farklıdır. Orada felaha erenler marife, felah nekire idi. Burada ise hem hüsrana uğrayanlar marife hem de hüsran marifedir. Bu da cezadaki kanunilik ilkesini ifade eder. İyilikler sayılmamıştır. Baştan bilinmemektedir. İnsan yeni bir iyilik keşfeder, onu işler, sevap alır. Oysa kötülükler bellidir. O kötülükleri işleyenler cezalandırılır. “Kanunsuz suç olmaz, kanunsuz ceza olmaz.” ilkesi âhirette de geçerlidir. Onun için burada “Hasiru” kelimesi ism-i mevsul ile getirilmiştir. Enfusehüm denmiş ve herkesin kendi kendisini perişan ettiği ifade edilmiştir. Burada da başka bir kural ortaya çıkmaktadır. Üretim kollektif olduğu için refah kollektiftir. Birlikte çalışanlar başarıya ulaşırlar. Kötülükte ise insan hicret ederek kendisini kurtarabilir. Kötüler arasında kalıp devam etmekle her zaman kurtulabilir. Bu sebeple âhirette kötülüğe mazeret çevre olamaz. Eğer bir memlekette kötülükten daha çok iyilik işleyebilirsen orada kal ve sevabını artır, bunu yapamıyorsan hicret et. Bu sebepledir ki, bizim bu toplulukta yapmak zorunda kaldığımız kötülükleri dengelemek için daha çok çalışmamız ve cihat yapmamız gerekir. Bunu yapmayacaksak hicret etmemiz gerekir.
خسر Hasr, yıkıntı demektir. Hasır kelimesi de buradan gelir. Kendi kendilerini perişan etmek demektir. Kişinin kendisini hüsrana uğratması ne demektir? Allah insanı borçlu yaratmıştır. Bu Asr Sûresi’nde açıkça ifade edilmektedir. Kim borçlu ve alacaklı olur? Kişiliği olan borçlu ve alacaklı olur. Deve borçlu ve alacaklı olmaz. İşte insanın şerefini yükseltmek için onu yaratmış ama onu borçlu kılmıştır. Haydi çalış ve borcunu öde demiştir. Çalışıp borcunu ödeyen kişi şerefli kişi olmuştur. Artık onun başkalarına minnet borcu yoktur. Allah onu cennetine alıp bu şerefini daha üstün bir şekilde şereflendirmiştir. Borcunu ödemek için çalışmayan insan ise ödeyenlerden farklı olsun diye cehenneme gönderilmektedir. Orada borçlu olan kimseler yer alır. Orada da çalışıp ödeme imkanı sağlanmış olabilir. İşte kendi kendini hüsrana uğratmak demek, borçlu doğan insanın borcunu ödemeye çalışmasıdır. Kendisine vâdedilen yüksek hayat yerine alçak hayatı benimsemesidir. Yerlere serilip ayaklar altında ezilmesidir.
ب Bi, sebebiyle anlamındadır. Çünkü diyor Allah, onlar bizim âyetlerimize zulmettiler. Yani kendilerine inzal olunanları değerlendirmediler. Burada yine çok önemli bir ifade kullanılmaktadır. Âyetlerimizle zulmettiler diyor. Yani haktan görünüp bâtılı işliyorlardı. Âyetlerimizi başka türlü değerlendiriyorlardı. Bu “Bi” şunu gösteriyor ki, Allah’ın âyetleri kendilerine ulaşmamışsa onların bir sorumluluğu yoktur. Bu sebepledir ki, iman dört kaynakla elde edilir.
a) İnsan aklı gördükleri ve yaşadıkları hayatta Allah’ın âyetlerini görür, onları değerlendirir ve bulabildiği kadar doğru işler yapar. Bunlar hiçbir peygambere ve kitaba inanmadığı halde cennete gider.
b) Peygamberlerden herhangi birinin mucizesini görür, onun Allah’ın elçisi olduğuna inanır, onun getirdiği kitaba göre amel eder. Bu da Kur’an’a ve bilmediği için diğer peygamberlere inanmasa da cennete gider.
c) Son peygambere ve onun getirdiği Kur’an’a inanır. Peygamberin mucizesine haberlerine göre inanır. Kur’an’ı velilerin anladığı şekilde anlar ve inanır. Bunlar da cennete giderler.
d) Kur’an’ın Allah sözü olduğuna müsbet ilimlerin miyarları içinde ispat eder, inanır ve onu ilim ile yorumlayıp anlar. Bunlara ehl-i sünnet ve icma mezhebinde olanlar denmektedir. Bunlar da cennete gider.
Çünkü bunların hiçbirisi Allah’a âyetleri ile zulmetmediler. Allah’ın âyetlerine kim zulmetti? Bütün bu dört kaynak kendilerine geldiği halde, bundan yararlanmadılar. Bunlara gerekli yeri vermediler. İşte onlar hüsrana uğrayacaklardır. Mü’minin görevidir her şeyi araştırıp bulmak, sonra da bulduklarına göre amel etmek. Bizim de görevimizdir, Kur’an’ı tüm insanlığa ulaştırmak. Yoksa bize gelen âyetlere zulmetmiş oluruz.
ما Ma, ism-i mevsuldür. Sılada zamirin olması gerekir. Burada zamirin yerine kendisi geçmiştir. “A’tini bima darabte biyedike.” “Elinle dövdüğünü bana ver.” Demektir. “A’tini bima darbte bihi, darabte biyedik.” anlamındadır. “Bima kanu yezlimune bihi, hayatına yezlimun.” anlamındadır. Yani burada “Yezlimune Bihi” kelimeleri hazf olmuştur.
Âyetlerle zulmetmek, üzerinde hassasiyetle durmamız gerekmektedir. Ortaçağ Avrupa Hıristiyanlık mezalimi, O’nun âyetleri ile zulmetmeleridir. Din uğrunda yapılan her türlü zulümler, O’nun âyetleri ile zulümdür. Müsbet ilim de Allah’ın âyetleridir. Müsbet ilim adına yapılan zulüm de onun âyetleri ile zulümdür. Bu âyet bizi çok önemli bir noktaya çekmektedir. İnsanlar baskı ile veya çıkar sebebiyle bir şeyi benimserlerse onu istismar ederler ve kendi çıkarları için bozarlar. Zorla Atatürkçülük yaptırılmaktadır. Ama böyle yapmakla aslında İslâmî olan Mustafa Kemal’in;
Hakimiyet-i Milliye,
Kuvva-yı Milliye,
Vahdet-i Kuvva,
Müsbet İlim ilkeleri ayaklar altına alınıyor. Mustafa Kemal içki, fuhuş, rüşvet, hırsızlık gibi kötülüklerin yaygınlaştırılması için araç olarak kullanılıyor. Allah’ın âyetlerini de insanlar böyle yapıyor. İşte cehennem bunlar için vardır.
“Yevme izin” kelimesi ile bütün bunlar âhiret için söylenmiştir. Ama bunların kısmen de olsa dünyada tezahür etmeyeceğine işaret yoktur. Kendilerini hüsrana uğratma bu dünyada helâk etmek şeklinde anlaşılabileceği gibi; iflah etme de helâktan kurtulma anlamında olabilir. Bu takdirde bu sûredeki geçmiş âyetlerin hepsi hep dünyevi olaylardan bahsetmiş olabilir. Hepsi de âhiret için olabilir. Biz ilk âyetleri dünyevi için, bu âyetleri de uhrevi olarak seçtik. Her üçü de doğrudur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL
ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER – XIX
ARAŞTIRMA HİZMETİ
İnsanlar ilk yaratıldıklarında sorunları, çoğalıp meyve yetiştiren yerleri insanlarla meskun etme olmuştur. Daha sonraki sorun ise tüm karaları, adalar dahil meskun hâle getirmek olmuştur. Bunu avcılık döneminde başardılar. Çobanlık döneminde tüm bitkilerin yapraklarından yararlanma yollarını buldular. Hayvanları aracı olarak kullandılar. Tarım döneminde yeryüzünün bitki örtüsünü kendi isteklerine göre değiştirdiler. Sonra pazar döneminde insanlar işbölümü yaparak üretimi artırdılar. Tüccar mübadelesi döneminde ise tüm dünya tek pazar hâline geldi. Sanayi döneminde insan emeğinin yerini makinelerin kullandığı tabii enerjiler yer aldı. İnsanlık bir yere doğru gidiyor. Daha çok insanı daha müreffeh bir şekilde yaşatma istikametinde ilerlemektedir. Bu evrimi insanlar hep bilgi ile gerçekleştirdiler. Meyvelikler yetmez olunca, bir de soğuklar gelip mevcut meyvelerini kurutunca, insanlar doğum kontrolü ile meşgul olmadılar, yeni geçim imkanları aradılar ve buldular, çobanlık dönemine geçtiler. Bir gün geldi ki avlanacak av kalmadı. Yine doğum kontrolü yapıp nesillerini kısırlaştırmadılar. Bu sefer çobanlık dönemine geçtiler. Meralar bitince tarım dönemine geçtiler. Nüfus artıp yetmeyince, pazar mübadelesi, tüccar mübadelesi ve işçilik dönemlerine girdiler. Bu buluşlar neyi sağladı? Bu buluşlar nüfusun en az on misli artmasına imkan verdi. Sanayi dönemine geçmeden önce nüfus 500 bin iken, bugün 6 milyardır.
İşte insanlardaki bu evrim bitecek mi? Hayır. Daha da gelişecektir. Gelecek bin yıl içinde insanlık Adil Düzene geçecektir. “Herkese Aş ve Herkese İş” imkânı sağlanacaktır. Böylece çok daha fazla insanın yaşamasına imkan doğacaktır. Ondan sonra denizlerde kentler kurulacak, bambaşka bir yaşam tarzı doğacaktır. Balinalar gibi denizlerdeki mikro organizmaları yiyerek yaşayacağız. Yine ilerleme bitecek mi? Hayır. Göklere açılacak, doğrudan güneş enerjisinden üretim yaparak geçineceğiz. Dünya bizim sayfiyemiz olacaktır. Daha sonra ne olacak? Uzaya açılacak ve hidrojen enerjisinden yararlanarak yaşayacağız.
Bu sebepledir ki insanlık araştırma merkezlerini oluşturmak durumundadır. Araştırmalar yapmak zorundadır. Bu araştırma sadece bir devletin, bir ulusun yapacağı iş değildir. Bunun için tüm insanlığın katkıda bulunması gerekmektedir. Eskiden merkezi yönetimler oluşur, bunlar taşradan vergi alırlar, bu vergiyi araştırmak için kullanırlar. Hedefleri de savaşlarda düşmanları yenmek olmuştur. Bütün buluşlar hep savaş hazırlıkları içinde olmuştur. Bu bakımdan savaş insanlık için en büyük nimet olmuştur. Eğer ilk insanlar doğum kontrolü haplarını bulsaydı, şimdi birkaç yüz bin kişi olarak Nil veya Fırat kenarlarında meyve toplayan zavallı bir canlı türü olurduk.
Bununla beraber savaşlar araştırmak için yeterli olmamaktadır. Nüfusumuz arttı. Tabii imkanlar yetmedi. Birbirimizi boğazlayacağımıza, bu savaş imkanlarını araştırmalara yöneltmemiz gerekmektedir. Böylece savaşlar disipline edilebilir. Birleşmiş Milletler silahlı güce sahip olmalıdırlar. Kendileri dünyayı bir kolluk kuvvetinin baskısı içine almalıdır. Savaş kendi kuralları içinde devam etsin. İsteyenler savaşsın, isteyenler korunsun. Ama Birleşmiş Milletler cehaletle savaşmalıdır. Yani araştırmalar yapmalıdır. Bugün daha çok geri bir durumdayız. Sanayi inkılâbı çevremizi kirletiyor. Daha önce anlattığımız çevre kirliliği, insan neslinin dejenerasyonu, tahrip edici silahlar ve anarşi çevremizde kol geziyor, bunlara çare bulsunlar. Savaş ise bunların olmaması için bir sigortadır. Savaş olmayan ülkelerde anarşi hortlar.
Bu araştırma sadece merkezde belli kimselere inhisar etmemelidir. Her insan kendisine bir araştırmayı hobi yapmalıdır. Ömrü boyunca onunla uğraşmalı ve kendisini orada yetiştirmelidir. Onları yazılı hâle getirip insanlığın yararına sunmalıdır. Tüm insanlık onun araştırmalarını değerlendirebilmelidir. Kendisi diğer araştırma sonuçlarından yararlanma imkanını sağlamalıyız. Burada Adil Düzenin açık ifadesi şudur. Üretim yapma, eşya üretme için en çok zaman ayırmalıyız. Gelişme böyle olabilir. Türkiye gibi 12 milyon insanı işsiz bırakırsan o ülke ancak çökebilir.
Üretim dışında kalan zamanları spor gibi verimsiz ve gereksiz işlerde harcama yerine, araştırmaya ayırmak gerekir. İlme ve eğitime ayırmak gerekir. Ne var ki, bu araştırma ve ilmin oluşabilmesi ancak Adil Düzenin önerdiği Genel Hizmetler içinde olabilir. 25 Genel Hizmetten biri de araştırmadır. Araştırmaya insanlar kendi çalıştıklarını satarak yararlanırlar. Diğer taraftan da kendisine gerekli olan bilgileri de alırlar. Araştırma sonuçları tüm insanlığa sunulur. Buluşlar belli firmaların inhisarında olmaz. İnsanlık bütün olarak araştırmalardan yararlanmalıdır. Genel Hizmet gelirlerinin yirmibeşte biri araştırmalara ayrılır. Kamu bunları satın alır. Halkın hizmetine sunar. Karşılıksız sunar.
ARAŞTIRMA KONULARI
Araştırmaların sistemli bir şekilde yapılması gerekir. Kişiler araştırma konularını kendileri seçeceklerdir. Ancak, konuları ortaya ilmen koymak gerekmektedir. Böylece bir tarla kazır gibi cehaleti birden tedavi imkanını bulabiliriz. Kendimize bir araştırma konusunu seçmeliyiz. Artık konu üzerinde hayatımızı tamamlamalıyız. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz.
Astronomik Araştırma: Gökyüzü yeryüzü gibi koordinatlarla ayrılmış bulunmaktadır. Kendimiz bir bölgeyi seçeriz. Orasını devamlı olarak gözetim altına alırız. Önce sıradaki yıldızları tesbit ederiz. Onları yakından tanırız. Onların parlak ışıkları ve renkleri üzerinde dururuz. Bunları tesbit ederiz. Bunlarda değişmeler olup olmadığını araştırırız. Zaman ilerledikçe daha hassas ölçü aletleri bulunur. Biz onlarla ölçülerimizi yenileriz. Yıldızların parlaklık ve ışık rengi dışında bir de uzaklıkları ile ilgili mesafeleri bulmaya çalışırız. Demek ki bizim bölgemizde mevcut yıldızların parlaklık, renk, uzaklık ve değişmeler incelenir. Bu bölgeden geçen diğer uzay cisimleri gözlenir. Bunun dışında güneş, ay, gezegenler, suni uydular, yıldız kaymaları, kuyruklu yıldızlar gibi cisimlerde astronomik incelemelerin kaynağı olur. İnsanlık ilk ilmi araştırmalara gökten başlamıştır.
Atmosferik incelemeler de önemli inceleme konusudur. Yine belli bir yer seçilir ve oradaki hava şartları üzerinde araştırmalar yapılır. Başta sıcaklık ölçülür. Günün saatlerine göre, yılın günlerine göre sıcaklıklar ölçülür, kaydedilir. Bu husustaki bilgiler onları değerlendirecek ilim adamlarının emrine verilmiş olur. Sonra yağan yağmur miktarı ve şekli belirlenir. Yine gün ve saatlere göre alınan yağmur miktarı kaydedilir. Kişi bir yer seçer, orada devamlı yağmur ölçer, ölçme yaparak kaydeder. Rüzgarın esiş istikameti, şiddeti ve yönü belirlenmelidir. Bunlar kayda geçmelidir. Bunun dışında, eğer dere kenarında bulunuyorsa suyun akış debisi de tesbit edilebilir. Böylece parça parça yapılan değerlendirmeler coğrafyayı oluşturur.
Yine bir bölge seçilerek orada bulunan maddelerin yüzdeleri derinliklerine göre tesbit edilir. Oralarda bulunan bitkilerin ve hayvanların adları ve miktarları, azalmaları ve çoğalmaları kayda alınmış olur. Orada yaşayan insan ırkları hakkında da bilgi edinilir. Bu tür istatistiklerle çevre tanınır. Oraya gidecek insan onlar hakkında bilgiler alır. Petrol araştırmaları bugün olduğu gibi tekel firmaların sömürmesi için kullanılmayacaktır. O yerin özelliğini tesbit edinmeyi hobi edinen kimselerin sondajları ile bulunacaktır. Gerek tabii gerek zirai canlıların istatistiği böylece gerçekten yapılmış olacaktır.
Bir canlı alınır, mesela bitkilerden bir şey alınır , yahut hayvanlardan bir şey alınır, yahut insanların icat edip kullandıkları makinalardan bir şey alınır, yahut üretilen kimyasal maddelerden bir şey alınır. Bunlar hakkında hayat boyunca bilgi toplanır, onlar kayda geçer, böylece o canlı hakkında ihtisas kesp edilir. İnsanlığın yararına sunulur. Bunlar hakkında bir bilgi edinmek istiyorsak, bunlara başvururuz.
Yaşayan veya tarih boyunca yaşamış insanlar konu olarak seçilir. Onun hayatı, düşünceleri, eserleri, yaptıkları kaydedilir. Böylece bu neslin bir insanını gelecek nesle tanıtmış oluruz. Bunun dışında bir başka kavmin bir ferdini tanıtmakla o topluluğu tanıtmış olur. İnsan kendisini de seçip bu anlatmayı yapar. Bunun için günlük hatıra defteri tutulmalıdır. Yahut bu evrak hizmetinden temin edilmelidir. Tarih ancak bu tür kayıtların oluşması ile tutulmuş olur. Çağlar arası mukayese de buna göre yapılır.
İnsanlar birtakım eserler üretirler, yazarlar yahut bestelerler. Bunlar toplulukta temayüz ederler. Ne var ki, bunların çoğu yok olup gider. Oysa çevremizde böyle bir kimse varsa, onun eserlerini esas alıp tanıtımını yaparız. Özetleriz. Başka kitaplarla mukayese ederiz. Bu yalnız yaşayanlar için değil de, geçmişten bir kimse seçilir ve onun üzerine araştırmalar yapılır. Zaten tarih bilinci böyle doğar. Tarihte yaşamış kimselerin hayatı ele alınarak onun incelemesi ile çağı incelenmiş olur.
Bunun dışında ekonomik mal harekatı ile insan harekatı da araştırmada önemli yer tutar. Mesela, İstanbul’un karşı yakasında oturup işi öbür yakada olan insan ne kadardır? Bunların trafik aksamalarındaki rolü nedir? Bunu inceleyebilmemiz için her apartmanda oturan kimse bunları belirler. Bu kayıtlar tüm sosyal ve ekonomik harekatın kaynağı olur. Herkes kendisine hayatta bir konu seçmelidir ve bu konu üzerinde hobi çalışmasını yapmalıdır. Tabii ki aynı veya yakın konularda çalışan insanlar bu çalışmalarda yakın ilişki içinde olmalıdırlar.
ARAŞTIRMA TEŞKİLATI
Çağımızda kölelik devrinin kalıntısı bir anlayışla insanlar, yönetici ve yönetilen diye ikiye ayrılmakta, kamu hizmetleri yöneticilere verilmektedir. Gittikçe artan kamu hizmetleri görevli sınıfını büyütmüş ve bir taraftan işlerin içinden çıkılamaz olmuş, diğer taraftan bunların kamu bütçesine olan yükü kadar ağır olmuştur ki, halk bunu taşıyamaz hâle gelmiştir. Bürokratik engeller ve ağır vergi yükü üretimi azaltmıştır. Üretim azalınca kamu gelirleri azalmaya gitmiş, oysa işsiz kalan insanlar kamuda görev alma yarışına gitmişlerdir. Bu da büsbütün kamu hizmetlerini aksatır olmuştur. Buna çare olarak sosyalizm düşünülmüş ama başarıya ulaşılamamıştır. Kapitalizm de başarı içinde değildir. Bunun tek çözümü vardır, o da Adil Düzendir. Bunun için kabul edeceğimiz bazı ilkeler vardır.
a) Önce halk yönetici veya yönetilen diye sınıflara ayrılmayacaktır. Ehliyetine göre herkes kamu hizmetine her zaman katılabilecektir. Sadece objektif kurallarla belirlenmiş ehliyete sahip olma kamu hizmetini görme bakımından şart olacaktır. Ondan sonra herkes kamu hizmetini görecektir.
b) Maaşlı kamu hizmetlileri yerine, kamu hizmeti gören kimseler vardır. Gördükleri hizmet karşılığı ücret alırlar. Hizmet görmedikleri zaman da hiçbir şey almazlar. Geçimlerini ise “Herkese İş - Herkese Aş Mekanizması” içinde herkes gibi sağlarlar. Herkese iş nasıl temin edilecektir? İşverenlere iş verme kredisi, çalışanlara da çalışma kredisi verilecek ve bu kredilerini ancak çalışanlara işverenler birleştikleri zaman alabileceklerdir. Mal mübayaa eden herkese sonsuz kredi verilecektir. Yani üretim var, kredi de var. Bu enflasyon doğurmaz. Bu işsiz kimseyi bırakmaz.
c) Kamu hizmetlileri ile genel hizmetliler birleştirilecektir. Yani avukatla hakem aynı kimse olacaktır. Muhasiple maliyeci aynı kimse olacaktır. Doktorla sağlık görevlisi aynı kimse olacaktır. Kamu hizmetleri de serbest meslek sahipleri tarafından yapılacaktır. Bunlar her zaman başka işler de yapabilecektir.
d) Nihayet kamu ve genel hizmetlileri halk kendileri seçecek, ama bu hizmetlilerin ücretleri kamu gelirlerinden karşılanacaktır. Kamu ve genel hizmetten elde ettikleri gelir ek gelir mahiyetinde olacaktır.
Kamu ve genel hizmetler ile ilgili bu esas kriterleri koyduktan sonra da araştırmalar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bunun temelinde herkes araştırıcı olacaktır. Kendisine bir araştırma konusunu seçecek, o konuda çalışmaya başlayacaktır. Kendisi bu çalışmaları yaparken semtinde bir araştırma temsilcisinden yardım alarak yapacaktır. Bu yardım temsilcisine soracağı sorularla başlayacaktır. Bunun için önce gerekli bilgileri toplayacaktır. Bu bilgilere ihtiyaç hâsıl olunca kendi araştırma temsilcisinden isteyecektir. Ondan sonra kendisine gerekli araçları talep edecektir. Bunu ilçedeki görevli tarafından araştırma vakfından sağlayacaktır.
İlçe merkezindeki araştırma görevlisi ile birlikte araştırma konusunun projesini hazırlayacaklardır. Bu proje klasik olabilir. Yani standart proje olabilir. Mesela, bu bir suyun debisini ölçme hizmeti olabilir. O takdirde projesi hazır olduğu için araştırma görevlisi buna bu projeyi verecek ve çalışma şeklini öğretecektir. Eğer araştırma konusu yeni proje gerektiriyorsa araştırma görevlisi bölgeye başvuracak, o hususta proje yapılmasını isteyecektir. Böylece araştırmacı proje yapma sıkıntısından kurtulmuş olacaktır. Bu projede araştırmacının arzuları yer alacaktır.
Bölgedeki araştırma danışmanı eğer projeyi yapabiliyorsa, projeyi yapacaktır. Yapamıyorsa, kıta merkezindeki araştırmacıları ile istişare edecektir. Böylece araştırma konusunun projesi bütün ilmi verilerle desteklenmiş olacaktır. Araştırma konusunda bilgiler toplanırken, ilçedeki araştırma görevlileri ki, bunlar on kadardır, birbirleri ile danışırlar. Birbirlerine yardım ederler. Çünkü araştırmadaki başarı tüm insanlığın başarısı olacaktır. İnsanlar o sayede ilerleyeceklerdir. Ayrıca aynı ildeki diğer araştırmacılarla da il başkanları aracılığı ile irtibat kurabilir. Onlardan da bilgi alabilirler.
Bölgedeki araştırma danışmanları hem birbirleri ile danışabilir, hem de ülke araştırma bakanlığı aracılığı ile diğer bölgelerdeki ülke danışmanlarından bilgi alabilirler. Bu insanlık araştırma bakanlığına kadar böyle bağlanır. Konu üzerinde kimlerin çalıştığı bilinmediği için gerektiğinde en uzak kimse ile doğrudan haberleşme sağlanabilir. Bütün araştırmalar Arapçaya çevrilir, Arapçadan da ulusal dillere çevrilir. Bunlar basın hizmeti ile gerçekleşir. İnsanlık birbirleri ile akortlu bir şekilde cehaletle mücadele eder. İlmi ile çok ileri bir duruma yükselir. Bugün biliyoruz ki ilmin ve teknolojinin sonu yoktur.
ARAŞTIRMA GİDERLERİ
Araştırma mevcut kamu hizmetleri içinde ve kamu vakıflarınca yapılır. Yani ayrı bir araştırma yerleri yerine hizmet veren vakıflar içinde araştırma yapılır. Mesela, hayvanlar üzerinde araştırma hayvan sağlığı merkezlerinde yapılır. Bitkiler üzerinde araştırma bitki sağlığı merkezlerinde yapılır. Makineler üzerinde araştırma bakım tamir hizmetlerinin yapıldığı yerlerde yapılır. İstenen şey mevcut imkanlardan azami şekilde yararlanmadır. Bunun sağlayacak kamu hizmetleridir. Biz ulaştırmayı neden kamuya yaptırıyoruz. Bir kişi bir arabanın yolunu işgal etmesin, bir kişi bir arabanın yakıtını yakmasın, insanlığın malını heder etmesin ve çevreyi kirletmesin. İşte kamu hizmetleri veren vakıflar da ondan yararlanan herkese kamu hizmeti versin istiyoruz. Bu nasıl sağlanacaktır?
Önce kamu hizmeti veren çeşitli vakıf yerleri kurulur. Bunların ne olacağını bilmek ve kestirmek mümkün değildir. Zamanla bunlar kurulacak, gelişecek, yaşlanacak ve ölecektir. Bazı vakıflar birleştirilecek, bazı vakıflar bölünecek, yenileri ihdas edilecektir. Şüphesiz bu yeni vakıfların kurulup işletilmesi de bir araştırma konusudur. Bu-husus kamu bütçesi yapılırken bütçeye konan miktarlarla yerine getirilir. Şöyle ki, bunların yapı ve tesisleri altyapı giderleri içinde yer alırlar. Kamu toprakları halka devredilirken kendilerine toprak bedeli alınır ve bununla altyapı yapılır. İşte bu altyapı vakıfların yapı ve tesisleri de vardır.
Vakıf tcsislerinin işletilmesi için iki yol seçilmiştir. Bir, her yıl kamu bütçesinden buralara pay ayrılır ve cari giderler bunlar tarafından karşılanır. Ayrıca bir vakıf kurulurken o vakfa bir de gelir sağlanır. Mesela, bir fabrikanın pay senetleri verilir. Fabrikanın kira payından vakfa düşen kısım gelirlik olur. Unutmamak gerekir ki, insanlık tarih boyunca elde ettikleri birikimlerle buraya gelmiştir. Yani her şeyin oluşması için zamana ihtiyaç vardır. Biz vakıf kuracak, ama o vakfa yıllar içinde gelirlik yerler yapacağız. Böylece gelecek nesil birçok vakıf hizmetleri ile karşı karşıya gelecektir. Diyelim ki, bugün cep telefonları sermayenin sömürüsü aracı olmuştur. Ancak gelecekte cep telefonu vakfı kurulacak ve herkesin bir cep telefonu olacaktır. Bu kişinin kendisine doğduğunda bedava verilecek, belli konuşmayı da parasız yapabilecektir. Daha fazla konuşmalar için ücret ödeyecektir. Bu belli konuşma sayısı da zamanla vakıf güçlendikçe artacaktır.
Şimdi böylece değişik konularda değişik vakıflar kurulacak ve ilgililer o vakfın imkanlarından yararlanacaktır. Vakıflardan yararlanma yetkisi hizmet görevlilerine verilecektir. Hizmet görevlilerine vakıftan yararlanma kuponları verilecek, onlar istedikleri yerden istedikleri kimseleri yararlandıracaklardır. Demek ki, vakıftan yararlandırma hakkı kamu ve genel hizmetlilere verilmiştir. Bunun miktarı hizmet görevlileri hizmetlisi olarak seçen halkın sayısı ile orantılı olacaktır. Halk arasında vakıf imkanlarını bölüştürme ise hizmetlilere ait olacaktır. Böylece adil bir şekilde bölüşülmüş olur. Adaletsizlik yapan hizmetlisini halk terk eder. Böylece tasfiye edilmiş olur. Adil olma yarışı başlar.
İşte araştırma görevlileri de bu vakıflardan yararlanma imkanına sahip bulunmaktadırlar. Acaba bir araştırmacı herhangi bir vakıftan nasıl yararlanacaktır. Bu da bir araştırma konusudur. Neyi yapmak istediğini belirler, ona göre proje yapar ve projeye göre araştırmasını yapar. Tabii ki bu araştırmayı yapabilmesi için vakfa bir şeyler öder. Genel olarak kabul edilen ilke şudur. Araştırmacı vakıf yöneticileri ile pazarlık yaparak hizmet üzerinde anlaşır. Tabii ki vakıf en çok bedel isteyecek, araştırmacı da en az bedel vermeye çalışacaktır. Denge böylece sağlanacaktır. Hizmetin şekli ile mahiyeti vakıf yöneticileri ile hizmetliler arasında anlaşarak belirlenecektir. Görülüyor ki, araştırmada standart kural konmuyor, her zaman şartlar ve isteklere göre araştırmanın şekli belirlenmiş olacaktır. Araştırma budur.
Esasen vakfın yönetim kurulu o vakıftan yararlanan hizmetliler tarafından oluşturulmaktadır. Vakfın yöneticisi ise ilgili bakan tarafından atanmaktadır. Vakfın yönetimi ise meclisin ilgili şûra üyeleri tarafından denetlenmektedir. Herhangi bir yanlış karar veya haksız hareket meclisin ilgili şûra üyesi tarafından hakemlere gidilmektedir. Böylece kamu hizmetleri tam bir denge içinde çalışmaktadır. Araştırma hizmetleri yapılırken karşılaşılan bir terslik olursa yargı yolu daima açık olacaktır. Araştırma yapmak isteyen temin edebileceği imkanları kendi araştırma görevlisinden isteyecek ve o sayede araştırmasını yapacaktır. Hiçbir şey sonsuz değildir. İnsan mevcut olan imkanları en iyi şekilde değerlendiren kimsedir. Araştırma konuları ve bütçeye bunlar için ayrılacak fonlar ilgili şûralar tarafından bütçelere konur. Bu hususta görev ilmî şûra üyeleri tarafından araştırmacılara verilir.
YARIŞMALAR
Adil Düzende araştırmaların başında yarışmalar gelmektedir. Bu yarışmalar ilmî şûra üyeleri tarafından tertiplenmektedir. Bütçeye yarışma fonları konmakta, bunların kullanılması da araştırma şûrası üyeleri tarafından yönlendirilmektedir. Araştırma konusu böylece belirlenmiş bulunmaktadır. Bununla beraber, araştırma yaptırmak isteyen diğer siyasî, dinî veya meslekî şûra üyeleri de araştırma hizmetlilerine araştırma yaptırabilmektedirler. Halktan masraflarını karşılamak üzere bir konuda araştırılmasını isteyebilir. Ne var ki, araştırma konusu bir ihtira beratı kaynağı olmaz. Bunlar için ayrılmış orta fon vardır. Yıl içinde onlar bu fon bölüştürülerek kamu malı olur.
Bunu bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki, vatandaşın bir elindeki imkanı kullanarak araştırma hizmetinden güneş enerjisinden hidrojen elde etme üzerinde bir araştırma yapıldı. Araştırma sonuçlandı ve sorun çözüldü. Araştırmacı bu sonuçlarla yıl sonu araştırma yarışlarına katılır ve derece alır. Aldığı bu derece ile ya kazanmış ya da zarar etmiş olur. Ne var ki, başarılı yarışmacılar buluşları ile gelecek yıllarda da yarışmaya katılma hakkını elde ederler, ileride de bu hizmetlerinden dolayı ek gelir sağlayabilirler.
Araştırmanın gelirleri sadece kamu bütçeleri değildir. Aynı zamanda araştırma vakıflarının gelirlik payları vardır. Yani üretimden bir telif hakkı alınır, bu telif hakkı araştırmacı vakıfların giderleri içinde bu yarışmalarda kullanılır. Kimi araştırmaların konuları sermaye sahipleri tarafından belirlenir. Yıl sonunda araştırma yarışmalarına katılırlar. Başarılı olan buluş sahipleri ileriki yıllarda da yarışmalara katılma hakkına sahip olurlar. Bu husus sadece teknik araştırmalar münhasır değildir. Her türlü yarışmalar araştırma hizmetleri tarafından tertip edilir.
Yarışma konusu temsilcileri tarafından hizmet verdikleri kimselere duyurular, onlara çalışmalarında yardımcı olurlar. Daktilo ve proje gibi hizmetlerini verirler. Böylece hazırlanan proje hizmetli tarafından uygun görülmesi halinde yarışmaya katılmış olur. Eğer sınırlama yapılmış ise her hizmetliye belli sayıda proje ile katılma imkanı sağlanır ve ilk eleme hizmet görevlileri tarafından yapılır. Bir hizmetlinin yarışmacıları başarılı olmuş ancak kontenjan müsait değilse diğer hizmetlilerden ödünç alarak daha fazla yarışmacıyı yarışmaya sokabilirler.
Yarışma projeleri yarışmacılara dağıtılır. Onlar diğer projeleri de inceleyerek bir sıralama yaparlar. Bu sıralamada sıraların tersleri alınarak toplanır. Böylece bir projenin aldığı derece bulunur. Buna proje derecesi yahut telif derecesi denir. Konan ödülün beşte ikisi buna göre bölüştürülür. Bir de bir kimsenin projelere verdiği sıraların sapma dereceleri bulunur. Böylece yarışmacının takdir derecesi ortaya çıkar. Ortak sıralama ile kişinin sıralaması arasındaki farkların kareleri alınmak ve yarışanları sayısı ile bir fazlasına bölmek ve kare kökü almak suretiyle bulunur. Buna takdir sapması denir. Takdir sapmalarının en az olmasına göre sıralama yapılır. Buna da yarışmacı sırası veya tersine takdir derecesi denir. Ödülün beşte ikisi de buna göre bölüştürülür.
Bundan sonra üç kişilik bir komite oluşturulur ve bunlar yarışmacıların eserlerini birleştirip tek metin haline getirirler. Bu komite şunlardan oluşur. Bunlardan biri telifte birinci gelen kimsedir. Diğeri takdirde birinci gelen kimsedir. Üçüncüsü ise bunların anlaşarak seçtiği kimsedir ki, bu yarışmaya katılmış da olmayabilir. Ödülün beşte birini de bunlar bölüşür. Yarısını yeni seçilen alır. Diğer ikisi de yarısını bölüşürler. Yarışmacı katılanlardan seçilmiş ise o zaman eşit bölüşürler.
Yarışmanın sonunda ortaya çıkan ortak metin kollektiftir. Çünkü bütün tartışmacıların takdirleri ile seçilen bir heyet tarafından bütün çalışmalar birleştirilerek ortak proje oluşmuştur. Bu projeye esas proje denmektedir. Bu projenin en önemli hususiyeti uygulama projesinin buna dayanmış olmasıdır. Uygulama projesinin nasıl yapılacağı bu projede yer alır. Maliyetinin ne olacağı bu projede hesaplanır. Ondan sonra bu uygulama projesi ihale edilir. Yani ön proje, esas proje yarışma yoluyla belirlenir. Ondan sonra uygulama projesi ihale edilir. Böylece uygulama projesi ortaya konur. Sonra da bu proje uygulanır ve sonuç elde edilir.
Demek ki araştırma dört safhada gerçekleşir. Birinci safhada projenin konusunu ortaya koyar, varış hedefini gösterir. Sonra ön proje yarışması ile proje tamamlanır. Sonra uygulama projesinin ihalesi olur. Sonra projeye göre imalata geçilir. Böylece elde edilen proje araştırma hizmeti tarafından satın alınmış olur. Halkın hizmetine sunulur. Bir kimse tek başına bu dört safhasını da gerçekleştirmiş olabilir. Onlar da yıl sonunda yine yarışmalarla değerlendirilerek araştırma vakfınca satın alınmış olur.
ARAŞTIRMA SONUÇLARINDAN YARARLANMA
Ufka baktığımızda sırtın üstünde göğün yere değdiğini sanırız. Oraya vardığımızda başka ufuk ortaya çıkar ve öyle devam eder. Göğe baktığımızda dünya duruyor, gök dönüyor sanırız. Oysa gök yerinde durmakta, biz dönmekteyiz. Çevremize baktığımızda dünya düzdür sanırız. Oysa dünya yuvarlaktır. Suya baktığımızda birbirine bitişik bir kitle sanırız. Oysa su moleküllerden oluşmaktadır. Aralarında çok uzun mesafeler vardır. Bütün bunlar insanın görünüşe kapılması, görünüşte yanılmasıdır. Bu yanılma topluluklarda çok daha fazladır ve etkili görünür.
a) Aileyi korumak için boşanmayı zorlaştırır, bir takım engeller koyarız. Oysa boşanma zorlaşınca evlilikler azalır. Boşanmadan daha çok kişileri eşsiz bırakır. Boşanmanın zorlaşması karı-koca arasında kavgaları artırır. Taraflar boşanma korkusu duymadıkça üstlerine daha rahat varırlar ve eşler arasında dayanılmaz huzursuzluklar doğar. Oysa boşanma kolaylığı bir taraftan evliliği teşvik eder, daha çok aile kurulmuş olur, diğer taraftan eşler boşanma korkusu ile birbirine daha saygılı olurlar.
b) İşçilere fazla ücret verdiğimizde daha çok işçi bulacağımız sanırız. Oysa işçiler daha fazla ücret alınca daha fazla gün çalışmaya başlar. Çünkü aldıkları ücret kendilerine yetmektedir. Bu da işçiliği azaltır. Oysa ücretleri düşük tutarsak, geçinmek için herkes çalışmak zorunda kalır ve mesai saatleri artacağından emek artar.
c) Bir devlet fazla vergi koyarsa gelirini artıracağını sanır. Oysa vergi artınca işletmeler zarar etmeye başlar ve piyasadan çekilir, işsizlik artar, millî hâsıla düşmeye başlar ve kamu payı da azalır. Artan vergi nisbetleri bütçe gelirlerini düşürür.
d) Faiz kişilerin piyasaya parayı süreceklerini, dolayısıyla üretimi artıracağı sanılır. Oysa faiz fiyatları artırır. Tüketicinin elinden satın alma gücünü azaltır, sonunda yok eder. Böylece üreticiler satacak yer bulamazlar, üretim durur. Ekonomik kriz doğar. Oysa faizsiz kredi verilirse üreticilerle tüketiciler arasında fiyat farkını düşürür. Halk faiz beklentisi olmadığı için paralarını bankaya yatırır, sonunda üretim artar. Artan üretimden kamu payı da artmış olur.
e) Savaş insanların görünüşte ölümlerine sebep olur. Oysa savaş insanlıkta seleksiyon yapar, daha gelişmiş ve daha çok nüfuslu insanlığa götürür. İki cihan savaşı insanlığın nüfusunu azaltmadı, aksine çoğalttı.
İşte böyle çelişkili düşüncenin başında buluş hakları gelir. Biz insanlara buluş haklarını tanımazsak kimse buluş yapmaz ve insan geri kalmış olur. Oysa buluş hakları diye bir şey tanınınca, önce buluş sahipleri bu haklarını tekellere çok ucuz bir şekilde satmaktadırlar. Tekeller de onlardan yararlanma yerine başkalarını yararlandırmama ilkesini güderler. Böylece insanlık buluşlardan uzun zaman yararlanamaz olur. Bugün enerji kaynakları petrol şirketlerinin tekelindedir. Alternatif hidrojen gazı üretiminden yararlandırmaktadırlar. Birçok konularda tekeller oluşturarak buluşlardan yararlanma imkanı ortadan kalkmaktadır. Hatlı kanallar ve internete getirilmek istenen yasaklarla hep buluşları önlemek veya buluşlardan insanlığı yararlandırmamak yolu tutulur.
Bu sebepledir ki Adil Düzende telif hakları kamu tarafından ödenmekte, halkın hizmetine ise bedava sunulmaktadır. Bunun için oluşmuş vakıflar halktan buluşları satın almaktadır. İşletmeler ise bu buluşlardan bedava yararlanmaktadırlar. Her işletmenin bir araştırma hizmetlisi vardır. İşletme bir konuda araştırma yapılmasını isterse araştırma hizmetlisine başvurur, o da hazır uygulanacak bir çözüm varsa onu uygulatır. Yoksa, bölgedeki mütehassısa proje hazırlatır. O da çözemezse, kıtalardaki araştırmacılara başvurur. Araştırma görevlileri ve dayanışma hizmetlileri sorunları birlikte çözmeye çalışırlar. Böylece çözülür.
İşletmeler üretimden pay verirler. Bu da onlara kullandırılan buluş haklarının bedeli olur. Biz işletmeye götürdüğümüzde işletmede üretim artacak, sonra da kamu payı dolayısıyla araştırma gelirleri de artmış olacaktır. O halde işletmeden buluş payını istemek, sonunda işletmeleri yeni buluşları uygulamaktan kaçırtır. Üretim düşer, millî hâsıla azalır. Dolayısıyla araştırma hizmet payı da azalmış olur. Buluş payı istemek yerine genel hizmet içinde buluşları uygulamada yardımcı olmayı genel hizmet yüklenmelidir. Çünkü yenilik yapmak son derece zordur. Herkes alıştığını ve bildiğini yapmak ister. Bu sayede yeni sıkıntılarla karşılaşmaz. Oysa yenilik birtakım yeni sorunlar çıkarır, bu da zaman ve nakit kaybına sebep olur. Bu sebeple kimse yenilik yapmak istemez. Bunu ancak çok büyük firmalar, sırf rekabetlerini korumak için yaparlar. O da sonunda tekele varır ve o yarış da biter. Sosyalist ülkeler bunun için yerinde saydılar.
YENİLİĞE TEŞVİK
Bir toplulukta yeniliğin getirilmesi son derece zordur. Genel olarak yenilik kendilerini daha aşağı kimseler olarak kabul eden halkın üstün kabul ettiği halkları taklit etmesi ile gerçekleşmektedir. Bu üstünlük çeşitli sebeplerle ortaya çıkar. Bunun için bazı kanunlar vardır.
i) Topluluk topluluklara uyar, kişi topluluklara etki edemez. Ancak kişi topluluk oluşturabilir, ondan sonra topluluğa etki eder. Tek başına kişinin yazıları, konuşmaları toplulukları değiştirmez. Topluluk ise ilmî, dinî, meslekî veya siyasî kuruluşlar olabilir.
b) Topluluk bir konuda diğerlerinden üstün hâle gelmelidir. Bu inançlarda olabilir, servette olabilir, güçte olabilir veya ilimde olabilir. Topluluk diğerlerinden üstün vasıflar almalıdır. Bununla çevreye etki eder.
c) Yenilik bir dirençle karşılaşmalı, o direnci yenmelidir. Modalarda olduğu gibi dirençsiz kabul edilen şeyler dirençsiz yok olup giderler. Adil Düzen moda hareketlerine karşı olmamakla beraber, moda yoluyla toplulukların gelişeceğine inanmaz.
d) Yenilik yapanlar hayatlarında hep mağdur olurlar. Yeniliklerden sonra gelenler yararlanırlar.
İnsanlığın geçmişte çok yavaş ilerlemesinin sebebi bunlardır. Bu sebepledir ki yenilikleri topluluğa getirmek için sosyal müesseseler kurmalıyız. Bu sosyal müesseseler topluluklardır ve ancak bu topluluklar sürekli olarak yenilik sağlarlar.
Temel ilke ocak, bucak, il ve ülke şeklindeki örgütlenmedir. Yenilik önce bir aşirette yani ocakta başlar, sonra bir kabile onu benimser, daha sonra ile yayılır, sonuna ülke içinde kabul görür. En sonunda tüm insanlık benimsemiş olur. Bunun için yerinden yönetimi kabul etmemiz gerekir. Her ocak ve bucak bir uygulama merkezi olmalıdır.
Diyelim ki, televizyonlu telefon yaptık. Yani, bunun projesi yapıldı. Yarışma usûlü ile başlayıp sonunda ihale ile denemesi biten bir televizyonlu telefon ortaya çıktı. Bu projenin ilk olması gerekmez. Değişik bir proje olarak ortaya çıktı. Şimdi bunu piyasaya kabul ettirmemiz gerekir. Önce bir bucak halkına bu telefonları bir sene kullanmak üzere veririz. 1000 kadar üretiriz. Bir sene sonra onlardan telefonları iade etmelerini veya satın almalarını isteriz. Satın alanların sayısı bize bir maliyet çıkartır. Bu satışı da şöyle yapmalıyız.
Burada maliyet fiyatı ile telefonu alanın yüzdesi bize üretim miktarını belirtir. Geri aldığımız telefonlarla bu üretimi on misline çıkarır, ülkenin tüm bölgelerine aynı şekilde götürürüz. Bedava kullanma müddetini kısaltabiliriz. Ondan sonra tüm dünyada böyle siteler oluştururuz. İşte böylece televizyonlu telefonu yaygınlaştırmış oluruz. Sorun yine bunu kim finanse edecektir?
İşte projesi yapılmış ve örneği üretilmiş bir araç konusunda firmanın yukarıdaki hizmetlere talip olması, bunu bucak, il, ülke veya insanlık çapında yapması için müteşebbislere kredi verilir. Kredi şöyle verilir. Sen bunu imal et ve sat. Satamazsan, ben alıyorum. Böylece müteşebbis eğer imal eder satarsa ve işletmesini yerleştirirse, aldığı krediyi iade edecektir. Sözkonusu deneme devlete bir maliyet yüklemez. Tam tersine, bu malın pazarlanması ile kamu gelirleri gelecektir. Satamazsa, deneme boşa gitmiş sayılmaz, deneme olmuştur, başarılamayacağı öğrenilmiştir. Halkın bunu tutmadığı anlaşılmıştır. Bu mamul ile denemeye devam edilecektir. Yahut devletin ambarlarında telefonlar bekleyecektir.
İşletmenin genel hizmeti yani tanıtılması, reklamı ve diğer hizmetleri hepten parasız yapıldığı için müteşebbise bir yün yüklemeyecektir. Sadece müteşebbis kredisini burada kullanmış olacaktır. Başarırsa kredisi artırılacaktır. Başaramazsa kredisi düşürülecektir. Böylece yenilik topluluklara sokulmuş olacaktır. Müteşebbisler başardıkları teşebbüsün bir kuruculuk hissesine sahip olacaktır. O işletmenin ürettiği mallardan kuruculuk paylarını alacaklardır.
Piyasada tutunmuş bir malın ikinci defa tekrar imalatına başlanması müteşebbisi rahatsız etmemelidir. Çünkü o teşebbüsü kendi sermayesi ile değil, topluluğun sermayesi ile yapmıştır, genel hizmetini de kamu yapmıştır. Kendisi ise ilk olma özelliğini elde etmiştir. İlk olan daima ileridedir. Sonra gelen onu yakalayamaz. Bu sebeple ilk olanlara başka bir mükafat vermeye gerek yoktur. Batı bugün teknikte ileridir. Bu avantajı ile zaten dünyayı sömürecektir. Onun pazarlarına kimse giremeyecektir. Ayrıca telif hakları, lisans hakları ile onları korumaya gerek yoktur. Böyle haklar insanlığı geri bırakır. Demek ki, piyasa denemesi verilen kredi olacaktır. Krediyi ödememesi halinde firmanın kredisi düşürülecektir. Ama satamadığı malları devlete vermesi ile krediden kurtulacaktır. Bu sistemi bir adım ileride selem sistemi çözecektir.
KOOPERATİFTE ARAŞTIRMA
Viyana Bozgunundan sonra Türkiye batıya karşı üstünlüğünü kaybettiğini anlamış ve bu üstünlüğün sebebinin batıdaki teknik gelişmelerden ileri geldiğini kavramıştır. 19. asrın başlarından itibaren Türkiye batılılaşma yoluna koyulmuştur. Burada yapılan eksiklikler vardır.
a) Türkiye Batılılaşacak, ama sonra da Batıyı yenecektir. Batıya rağmen batılılaşma harekâtı hatalı bir hareketti.
b) Batıllılaşma harekâtı halk tarafından değil de yöneticilerden bir dayatma şeklinde geliyordu. Bu batılılaşmayı hızlandırmamış, aksine geciktirmiştir. Hâlâ devlet baskısı batılılaşmayı zorlaştırmaktadır.
c) Batılılaşma ilmî araştırmalara dayanmamakta, sadece birtakım müesseseleri görünüşleri ile kopya etme cihetine gidilmiş, asla başarıya ulaşılamamıştır.
d) Batılılaşma hep askerlerin güdümünde olmuş, hep güçlü ordu amaçlı olmuştur. Bunda başarıya da ulaşılmıştır. Ancak sosyal yapısı ve ekonomisi ile batılılaşılamamıştır.
1960’lara geldiğimizde Türkiye’de dört görüş çatışma hâlinde idi. CHP sosyalist olarak batılılaşacaktı. Bu bir tür nasyonal sosyalizm idi. DP’ye göre, her şeyi ile batılılaşılacaktı ve yanlarında yer alacaktı. Türkler Macarlar gibi eriyip gideceklerdi. MHP’ye göre ise Türkiye ırkçı olarak batılılaşacaktır. MSP’ye göre, Türkiye İslâm kalarak batılılaşacaktır. Bunların hepsi hatalı idi. Çünkü bir ulus başka bir medeniyete katılarak orada başarı gösteremez. Bir millet geri kalmışlığını ancak sentez yaparak ileri gidebilir. Yani, kendi eski değerleri ile kendisinin geri kaldığı bir medeniyet arasında sentez yaparak başarılı olur. Türkler İslâm Medeniyetine Çinin, Hindin ve Bizansın medeniyetleri ile kendi göçer medeniyetlerini İslâmiyet ile sentez ederek başarılı oldular. Batılılar kendi medeniyetleri ile İslâmiyet’i sentez ederek başarılı oldular. Taklitçiler hiçbir zaman başarılı olamazlar.
Bu gerçeği gören İzmir’deki okumuşlar birleşerek 1967’de Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurdular. Bu çalışmaları aşağıdaki ilkelere dayandırdılar:
a) Kooperatifimiz hem câri mevzuata uyacak, mevzuata aykırı hareket etmeyecek, hem de İslâm şeriatına uyacaktır. Yeraltı faaliyetlerine girişilmeyecektir.
b) Kooperatifimiz müsbet ilmin verilerine göre örgütlenecek ve ona göre iş yapacaktır.
c) Kooperatifimiz Kur’an’ın öğretileri içinde faaliyet gösterecektir.
d) Kooperatifimizin gayesi, kimseyi zarara sokmadan araştırmalar yapmaktır. Doğu ile batıyı sentez etmektir. Bunu aynı zamanda uygulayarak göstermektir.
Bu faaliyetler başlangıçta Fethullah Gülen ve Necmettin Erbakan ile birlikte yapılmış, ama sonra onların cari sistem içinde başarıya ulaşma hevesleri sebebiyle ayrılık ortaya çıkmıştır. Bugün onların çalışmaları ile bizim çalışmalarımız arasında irtibat kopmuştur.
Akevler görmüştür ki;
Türk halkı son 33 yıl içinde büyük hamle yapmıştır. Batı ile doğunun sentezi ilerlemesinde büyük başarılar sağlamıştır.
F. Gülen dünyanın en güçlü modern dinî kuruluşunu kurmuştur.
N. Erbakan dünyanın en güçlü modern siyasi partisini kurmuştur.
Anadolu sermayesi dünyanın en güçlü halk ekonomisini oluşturmuştur.
Akevler de dünyanın en ileri Adil Düzen Sistemini ortaya koymuştur.
Bunlarda mevcut olan eksiklikler şunlardır. F. Gülen, N. Erbakan ve Haşim Bayram Adil Düzene doğru batı taklitçiliği içinde ilerlemişler, büyümüşler; ama hepsi çökmektedir. Akevler ise batı modeli dışında kaldığı için gelişememiştir. Küçük kalmıştır. İşte bu durumda Akevler kurucuları yeni denemelere girişmişlerdir. İstanbul’da iki kooperatif kurmuşlar, yeni ve genç arkadaşları ile 30 yıllık araştırmanın sonunda elde ettikleri sonuçları uygulama doğrultusunda adımlar atıyorlar.
a) “Kur’an Matematiği” adlı seminerlerle doğu-batı sentezi demek olan Adil Düzeni işliyorlar. Bu hususta seminerler yapıyorlar. İnternette yayınlıyorlar. Yazılı metinler oluşuyor. Kur’an üzerinde müsbet ilim ile çalışma İstanbul’da ve İzmir’de devam etmektedir.
b) Kirliliğe ve çarpık şehirleşmeye karşı geliştirmekte oldukları Ahşap Ev Modeli üzerinde çalışmalar devam ediyor. 50 000 dolardan fazla ortakların katkıları ile masraflar yapılmıştır. Hâlen iki ev üzerinde yapılan çalışmalardan ikincisi monte edilmiştir. Ayrıca bu hususta gerekli makineler, işçiler ve işyeri temin edilmiştir. Araştırmalara devam edilmektedir.
c) İstanbul’da Mala-Mal Marketi Çalışmaları yapılmış, bu husustaki kompitür programı tamamlanmış, teoriler oluşmuş, sözleşmeler yazılı hâle gelmiştir. Bu konuda İstanbullular yardım etmemişlerdir. Görüşmelerimizin sonunda yeraltı örgütleri harekete geçmekte ve başarmamız engellenmektedir. Kendileri inandık deyip Allah’ı ve mü’minleri kandıran bâzı kimseler bizim için engel oluşturmaktadırlar. Biz bunu kendi eksikliğimizden dolayı Allah’ın bizi koruması şeklinde anlıyor ve kendimizi düzeltmekle meşgul bulunuyoruz.
d) En önemli teşebbüsümüz, bilhassa Kooperatifin Genel Hizmet teşebbüsleridir. 25 Genel Hizmeti tamamlamak üzereyiz. Sonra bu hizmetler için 25 sorumlu bulacağız. Sonra her sorumlu 10 hizmetli bulacak, böylece kooperatifimiz tam mânâsı ile teşkilâtlanmış olacaktır.
İşte bu 25 hizmetten biri de “Araştırma Hizmetleri”dir. Bir kurcumuz araştırma hizmetlerini üzerine alacaktır. 10 araştırmacı bulacaktır. Böylece araştırma hizmetimiz başlayacaktır. Araştırma yapan her kim olursa kooperatifimize ortak olacak, buluşlarını kooperatife satacaktır. Ne var ki, bu satış sadece kooperatife kullandırma hakkını verecek, başkalarının kullanmasını engellemeyecektir. Bu buluşların değeri altın-gram olarak araştırmacı hizmetlileri tarafından belirlenecektir. Her araştırma hizmetlisinin altın-gram kredisi olacak, onunla araştırmacıların buluşlarını satın alacaktır.
Bu buluşlar kooperatifin bilgisayarına girecek ve orada saklanacaktır. Kademe kademe oluşturulacaktır. Yani, yarışmayı açma, yarışma, proje ihalesi, örnek üretim. Bundan sonra onu isteyen müteşebbisler uygulayacaklardır. Bütün bunlarla ileride uygulanacak projeler ortaya çıkacaktır. Bu projeler sayesinde Akevler’in standartları oluşacaktır. Bu standart ve buluşlar ileride uygulama alanlarını bulacaktır.
Bu projelerin mutlaka yeni bilgileri ihtiva etmesi gerekmektedir. Yeni ve eski bilgileri içerse bile, proje yeni olacaktır. Bunların mutlaka teknik sahada olmaları da gerekmez. İnsanlar eskiden beri işleri projesiz yapmaktadırlar. Zaman zaman projeli ve hesaplı işlere başlanmıştır. Ancak hâlâ ülkemizde imal edilen bir makinanın veya parçanın teknik projesi yoktur. Prospektüs nedir? Şimdi bu araştırmalarda nelerin projelendirileceği hususunu sıralamakta yarar vardır.
i) İlmî araştırmalar, başta dil araştırmalarla doğacaktır. Bu araştırmalar Arapça ve Türkçe üzerinde yoğunlaştırılacaktır. Kur’an’ın Türkçeye tercümesi ve bugünkü ilmî terminolojinin Kur’an’da geçen köklere dayandırılması çalışmalarına başlanmış bulunmaktadır. Bu hususta gerek İstanbul’da gerekse İzmir’de çalışma yapılmaktadır. Bundan sonra en önemli ilim usûl ilmidir. Bu hususta da çalışmalar yapılmaktadır. Bunlar eserlere dönüşecek ve bilgisayarlara geçecektir. Bunlar hep araştırmadır.
b) En önemli ikinci çalışma bilgisayar çalışmalarıdır, programların hazırlanmakta olmasıdır. Çalışan insanların azlığı sebebiyle fazla gelişmemiştir. Ancak bilgi bakımından çalışmaya temelden başlanmıştır. Bu hususta ortak bir dil oluşturmamız, hepimizin o dil üzerinden yürümemiz gerekecektir. Basit programlardan işe başlayıp geliştirmemiz gerekmektedir.
c) Yasa taslakları. Bu çok önemli çalışmalar üzerinde en çok yazılar yazılmıştır. Ancak henüz sistemli olarak yasaları metinleştirmiş değiliz. Başta Anayasada olmak üzere metinleşmeye başlamamız gerekir. Anayasa deyince, sadece devletle ilgili bir yasa olmayacaktır. İnsanlığın örgütlenmesi ve işletmelerin bu örgütlenmede alacakları yer ele alınacaktır. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarının metinlerini hazırlamalıyız. Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık kuruluşlarını içeren bir yasa taslağını hazırlamalıyız. Genel hizmetleri içeren yasalar hazırlamalıyız. Nihayet çeşitli sözleşmelerle ortaklıkların örnek sözleşmeleri araştırmalarımızda yer almalıdır.
d) Tarih boyunca insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen bir ilim vardır. Bu kanunlardır. Bugün mevcut temel kanunlar vardır. Bu kanunlar Türkiye’de yürürlüktedir. Adil Düzenin bu kanunlar hakkındaki görüşleri nelerdir? Birer metinle topluluğa sunmalıyız.
Başta Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu ele alınmalıdır. Yahut Fıkıh Kitapları yeniden yazılmalıdır. Medeni Kanun’un yanında, Hukuk Usûlü Muhakemeleri Mevzuatını da ele almalıyız.
Medeni Kanun’un eki olan Ticaret Kanunu ele alınmalıdır. Bunlardaki hükümler Adil Düzen gözü ile kritik edilmelidir. Ticaret Mahkemeleri muhakeme farklılıkları ele alınmalıdır.
Yine Medeni Kanun’un bir eki olan İş Kanunu ele alınıp Adil Düzene göre ifadelendirilmelidir.
Medeni Kanun eki kabul edilen Sosyal Güvenlik Mevzuatı ele alınmalıdır. Sosyal Güvenlik Medeni Kanun’un eki değildir.
Vergi Kanunları ele alınıp Adil Düzene göre düzenlenmeli, metinler hâline getirilmelidir. Tabii bu meyanda kamu alacaklıları ile ilgili kanunlar, icra-iflas kanunları hep ele alınıp örnekler verilmelidir.
Medeni Hukuktan başka ikinci mevzuat ise ceza hukukunda görülür. Bunları da şu şekilde özetleyebiliriz.
Ceza Kanunu,
Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu,
Kolluk kuvvetleri ve polis teşkilatı ve görevleri ile ilgili kanunlar,
Mahalli idareler ve belediye teşkilâtı, belediye zabıtası,
Askeri mükellefiyet ve askeri iç hizmetler talimatı,
Teknik projeler. Standartlar talimatı.
Buradan görülüyor ki, pek çok araştırma konuları bizi bekliyor. Bunlar Adil Düzene göre incelenmelidir. Bir sistem içinde yer almalıdır. Adil Düzenin dayandığı varsayımlar. Bunlar şunlardır:
a) Ekonomide halk ekonomisine dayanır. Yani, tekelsiz ekonomidir. Dolayısıyla faizsiz ekonomidir. Bir zümrenin diğer zümreyi sömürmediği bir ekonomidir.
b) Sosyal yapı aileye dayanır. Kadın-erkek ilişkisini açıklık ve sözleşme ilkesine dayandıran, her türlü gizli ve yakınlar arasındaki ilişkileri kabul etmeyen bir düzenleme olacaktır. Çocukları aileler büyütecektir. Onların eğitimi de onlara aittir. Devlet ve kamu kuruluşları ailelere ve kişilere yardımcı olacaklar, onlara hizmet edeceklerdir.
c) İçtihat ve mahalli icma müesseseleri demek olan yerinden yönetim sistemi esas alınacaktır. Kamu hâkim değil hâdim olacaktır. Merkezler taşralara hizmet edecektir. Taşra kendi kendisini yönetecektir. Merkez taşradakilerin temsilcileri tarafından oluşturulacak ve yalnız kendi merkezlerini yöneteceklerdir.
d) Ekonomik işletmelerin her biri bağımsız kuruluşlar olacaktır. Kamu bunlara hizmet edecek, karşılığında kamu payı alacaktır. Onlara karışmayacak ve yönetmeyecektir.
Bu ilkeler içinde mevzuatın tamamen ele alınıp projelendirilmesi gerekmektedir. Önce küçük işletmelerde uygulanmaya başlanmalıdır. Sonra işletmeler büyümelidir. Yoksa birden büyük işletmeler Adil Düzene göre kurulamaz. Önce ocaklar, sonra bucaklar Adil Düzene göre işler hâle getirilmelidir. İl, devlet ve insanlık içinde Adil Düzen sonra yayılmalıdır.
Bütün bu hazırlıklarını kim yapacaktır? Elbette merkezi yönetimler bu işleri yapacak durumda değildirler. Çünkü onlar makroda iş yaparlar. Büyük sermayelerden de böyle bir teşebbüsü desteklemeleri elbette beklenmeyecektir. O halde bunları kim yapacaktır? İşte bunları Allah’a inanan mü’min kişiler yapacaklardır. Kooperatif içinde araştırma hizmetine mü’minler katılacaktır. Onlar çalışacaklar ve bu eserleri meydana getireceklerdir.
Mü’minler bu çalışmalarını bir ortaklık içinde yapacaklardır. Bugün kazanmayı düşünmeyecek, gelecek yıllarda kazanmayı düşüneceklerdir. Yaptıklarını yazacaklar, muhasebeye vereceklerdir. Bunlar değerlendirilecektir. İleride kendileri ve çocukları bu çalışmalardan bu dünyada yararlanacaklardır. Bundan başka âhirette ise daha büyük mükâfata mazhar olacaklardır.
Araştırmacılara kooperatif altın-gram olarak bir kredi tanıyacak. Üretilen her türlü araştırmalar bu araştırma hizmetleri tarafından satın alınacaktır. Şimdilik onların defterlerinde alacak olarak yazılacaktır. İleride ise bu araştırmalardan elde edilen sonuçlar uygulanmaya başlanacaktır. İşletmeler kurulacak, siteler kurulacak ve genel hizmet gelirleri gelecektir. Bu genel hizmet gelirlerinden şimdi katkıda bulunanlar yararlanmaya başlayacaklardır. Biz hazır olduğumuzda hiç belli olmaz, bir kuruluş veya ülke; “Buyurun, bizde bunları uygulayın.” derler, o zaman bu inkılâp daha erken gerçekleşir. Biz hazır olmalıyız. Biz talip değil, biz matlup olmalıyız.
Hiç şüphe etmeden şunu söyleyebilirim ki, Adil Düzen mutlaka yeryüzünde hâkim olacaktır. Kanla da olsa, kansız da olsa, hâkim olacaktır. Allah kendi evrimini mutlaka tamamlayacaktır. Ancak, unutmayalım ki, kanı Adil Düzenciler akıtmayacak, tam tersine zâlim düzenciler birbirlerini yiyeceklerdir. İç ve dış savaşlar yeryüzünü kan gölüne çevirecektir. Ne zaman insanlar Adil Düzeni kabul ederlerse o zaman yeryüzüne barış gelecektir. Bunun için biz insanlığı sosyal tufandan korumak için çalışıyoruz. Bu görevimizi yerine getiriyoruz.
İstiyoruz ki, yeryüzü kan gölüne dönmeden, insan nesli birkaç aileye inmeden, insanlık Adil Düzeni kabul etsin ve kurtulsun. Göz göre göre insanlık uçuruma doğru gidiyor. Kur’an düzeni dışında bir kurtuluşun olmadığı Kur’an’da yazılıdır. Bundan önce gelenler bunun haberini verdiler. Bedüuzzaman’ın uyarıları hep bunlarla doludur. Şimdi ise biz o günleri yaşamaktayız. Bunu yalnız Türkiye beklemiyor, tüm insanlık bu uçuruma doğru gitmektedir.
Tek ilaç Adil Düzendir. Zâlim düzen değil.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL