ADİL DÜZEN196
Haftalık Seminer Dergisi 15 ŞUBAT 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
“HİÇBİR HAKKI MAHFUZ DEĞİLDİR!” TEBLİĞ AMACIYLA FOTOKOPİ İLE ÇOĞALTIP DAĞITMAK VE e-mail GÖNDERMEK SERBESTTİR
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 196. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 08 Şubat 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK YORUM (27)
2003 IRAK SAVAŞI NEDENLERİ
ABD, on yıldan beri hazırladığı “Gül Hükümeti” eliyle Türkiye’yi de bu savaşa sürüklemektedir. “Gül’ün Hikâyesi” 1991 seçimleri ile başlar. Abdullah Gül, siyasetle meşgul değilken birden bire aday olarak seçilmiş ve ABD tarafından adım adım zorla başbakanlığa getirilmiştir. Bize, o tarihten beri onun desteklenmesi telkin edilmiştir! Kendisinin çok sevdiğimiz bir aileye mensup olduğunu ve Gül’ün de çok iyi insan olduğunu yakından bilmekteyiz. Ama onun başbakanlık yapacak güce sahip olmadığını da bildiğimizden biz buna karşı çıktık.
Yine çok yakın bir kardeşimize; “Kimi başbakan yapacaksınız?” dediğimizde; “Gül’ü tercih ediyoruz. Çünkü hanımı başını örtüyor.” demişlerdir. Bu söze üzülmüştüm ama bir şey dememiştim. Arabayı iyi insana değil, namaz kılana değil; iyi şoföre teslim edersiniz. Bülent Arınç’ı başkanlık (parti başkanlığı) adaylığından çekip Abdullah Gül’ü getirdiklerinde tercih sebeplerini sordum; “Bülent Bey böyle istedi!” diye Amerikanvari bir cevap verdiler.
Elbette yalnız Allah’ın dediği olur. Bizim istediğimiz değil, O’nun istediği olur. Abdullah Gül’ün olanlara aklı ermiyor. Sadece acıyor ve üzülüyoruz. R. Tayyip Erdoğan’ın aklı eriyor ama iktidar hırsı onu adım adım uçuruma götürmektedir. Bunlar maalesef kendileriyle birlikte ülkeyi de uçuruma sürüklemektedirler...
***
Bir ilim adamı; “Amerika Birleşik Devletleri’nin “Irak Savaşı”nın bir değil on sebebi var!” demiştir.
Biz de bu on sebep üzerinde düşünmeye başladık. Bugünkü yorumumuzda bunları açıklayalım...
***
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Sermaye galip gelecek midir?
Hemen cevap verelim ki; Sermaye galip gelemeyecektir...
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
16’ıncı Sûrenin 15 ve 16’ıncı Âyetlerinin Açıklaması
بسم الله الرحمن الرحيم
وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(15)
وَ عَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ(16)
15. Ve Yere sizi yaysın diye sıra dağları, ırmakları ve ulaşasınız diye yolları koydu.
16. Belirtileri de… Ve onlar yıldızlarla yol tutarlar. (Nahl Sûresi)
15. Ve Arza sizi meyd ettirsin diye revasiyi, enharı ve ihtida edersiniz diye sübülü ilka etti.
16. Alâmâtı da… Ve onlar necm ile ihtida ederler. (Nahl Sûresi)
و ارضه سزى ميد اتدرسن ديه رواسيى انهارى و اهتدا ادرسنز ديه سبلى القا اتدى علاماتى ده ... و اونلر نجم ايله اهتدا ادرلر
*KİTAP
“ADİL DÜZEN”İN İÇYÜZÜ
NECMETTİN ERBAKAN VE 30 YILIN MUHASEBESİ KİTABI -GEÇEN AY- ÇIKTI
Yazan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE / Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL SİPARİŞ İÇİN FAX: (0212) 598 23 74 (FERDİNAZ BEY (0532) 784 25 51)
*HAFTANIN KARA HABERİ (Kaynak: ANKARA TİCARET ODASI)
TÜRKİYE SANİYEDE 1078 DOLAR FAİZ ÖDÜYOR!..
Milli Gazete, Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve diğerleri; Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV ve diğerleri; bugüne kadar olduğu gibi “Geçen Hafta” da “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”na yer ver(e)mediler!.. Hâlâ bu GAZETELERİ okuyor ve bu TV kanallarını izliyorsanız; artık onlara “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”nı hatırlatabilirsiniz!..
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 196. SEMİNER Yorum-27 İstanbul, 08 Şubat 2003
2003 IRAK SAVAŞI NEDENLERİ
Amerika Birleşik Devletleri şartlar ne olursa Irak’la savaşmak istemektedir. İngiltere’yi yanına almıştır. ABD, on yıldan beri hazırladığı “Gül Hükümeti” eliyle Türkiye’yi de bu savaşa sürüklemektedir. “Gül’ün Hikâyesi” 1991 seçimleri ile başlar. Abdullah Gül, siyasetle meşgul değilken birden bire aday olarak seçilmiş ve ABD tarafından adım adım zorla başbakanlığa getirilmiştir. Bize, o tarihten beri onun desteklenmesi telkin edilmiştir! Kendisinin çok sevdiğimiz bir aileye mensup olduğunu ve Gül’ün de çok iyi insan olduğunu yakından bilmekteyiz. Ama onun başbakanlık yapacak güce sahip olmadığını da bildiğimizden biz buna karşı çıktık.
Yine çok yakın bir kardeşimize; “Kimi başbakan yapacaksınız?” dediğimizde; “Gül’ü tercih ediyoruz. Çünkü hanımı başını örtüyor.” demişlerdir. Bu söze üzülmüştüm ama bir şey dememiştim. Arabayı iyi insana değil, namaz kılana değil; iyi şoföre teslim edersiniz. Bülent Arınç’ı başkanlık (parti başkanlığı) adaylığından çekip Abdullah Gül’ü getirdiklerinde tercih sebeplerini sordum; “Bülent Bey böyle istedi!” diye Amerikanvari bir cevap verdiler.
Elbette yalnız Allah’ın dediği olur. Bizim istediğimiz değil, O’nun istediği olur. Abdullah Gül’ün olanlara aklı ermiyor. Sadece acıyor ve üzülüyoruz. R. Tayyip Erdoğan’ın aklı eriyor ama iktidar hırsı onu adım adım uçuruma götürmektedir. Bunlar maalesef kendileriyle birlikte ülkeyi de uçuruma sürüklemektedirler.
AMERİKA SAVAŞA NİÇİN GİRMEKTEDİR?
Bu soru veya soruların cevabını aramalıyız. Onun çıkarları ile bizim çıkarlarımız örtüşüyorsa onun yanında olabiliriz. Tabii Allah’a inanmıyorsak; hak-hukuk gözetmiyorsak; ilerisini değil de sadece günlük menfaatleri düşünüyorsak. Sonra kim galip gelecektir? Onu da hesaba katmak zorundayız. İyi tahmin yapamaz da galip tarafı ayarlayamazsak; bir de mağlup olacak taraf zalim ise vay halimize. Elbette Saddam zalimdir. Ancak bu zalimi Irak halkına ve Ortadoğu’ya musallat eden kimdir? Onu silahlandıran kimdir? Ona silah verip İran’a saldırtırken bize sordu mu ki; şimdi verdiği silahların kırıntılarını bize toplatmaktadır! “Körfez Savaşı”nda neden Bağdat’ı işgal etmedi? Çünkü, Saddam ABD’nin sadık kuludur. Göreceksiniz, Saddam intihar etmezse; al bebek gül bebek olarak Bin Ladin yahut Taliban gibi sonra yaşatılacaktır.
Bir ilim adamı; “Amerika Birleşik Devletleri’nin “Irak Savaşı”nın bir değil on sebebi var!” demiştir. Biz de bu on sebep üzerinde düşünmeye başladık. Bugünkü yorumumuzda bunları açıklayalım.
ABD NİÇİN SAVAŞIYOR?
1- Amerika Birleşik Devletleri Amerika Merkez Bankası’ndan aldığı dolarlarla varlığını sürdürmektedir. Bu Merkez Bankası Amerikan sömürü sermayesinin yani Yahudi’nin elindedir. O bu parayı savaşmak şartı ile veriyor. On yılda bir tahsisatını alabilmesi için bir yerle savaşmak zorundadır. Birinci Körfez Savaşı’nda günü geçmiş yani miadı dolmuş olan bombaları Irak’a boşalttı. Seni korudum diye Suudi Arabistan’dan 750 milyar doları aldı. Böylece bütçesini düzeltti. Şimdi de bir yerde savaşmak zorundadır. Afganistan vermedi. Irak’la savaşıyor. O da yetmeyecek, İran’la savaşacak. O da yetmeyecek, Türkiye ile savaşacak. Belki on yıl içinde, belki onar yıl ara ile savaşacaktır. Hâsılı, birinci savaş sebebi olarak, Amerika’nın savaşmak zorunda olmasından dolayı bu savaş çıkıyor. Sermayenin gönlü hoş olsun diye bu savaş oluyor.
2- Amerika’da silah fabrikaları var. Amerikan ekonomisi silah sanayiine dayanır. Devlet silah fabrikalarına sipariş verir, onlar da işçileri çalıştırarak silah üretirler. İşçilerin eline geçen para ile mağazalar mal satar. Bu sefer onlar da çalışır hâle gelir. Savaş olmazsa devlet silah fabrikalarına sipariş vermez, bu fabrikalar durur, bu sefer işsizlik yaygınlaşır ve krizlere dönüşür. Bu sebepledir ki; ABD on yılda bir savaş çıkarıp silah satmak zorundadır. Silah üretir, iki tarafa satar, sonra onları savaştırır. Topun ağzında şimdi İran ile Türkiye vardır. İkisine silah satacak ve sonra bunları savaştıracaktır. Hedef Afganistan veya Irak değildir; asıl hedef Türkiye-İran arasında savaşı başlatmaktır.
3- Amerika’ya sermaye hakimdir. Amerika Birleşik Devletleri köle ticaretini yasaklayarak sermaye hakimiyetini kurmuştur. Böylece toprak sahiplerini bertaraf etmiştir. Amerikan halkı sermayenin sömürüsüne iki asırdır boyun eğmiştir. Ancak artık Amerikan halkı uyanmaktadır. Ayrıca Kilise’nin de aklı başına gelmektedir. Sermayeye karşı koyan devlet adamları ortaya çıkmaktadır. Başkan Clinton bunlardan biri olmuştur. Sermayeye sormadan Erbakan ile anlaşmış ve Müslümanlarla dostluk kurmuştur. Bunun üzerine Clinton’ı yargılamışlardır. Beraat etmiştir. Seçimde de onun yardımcısı kıl payı başkanlık yarışını kazanmıştır. Ama sermaye hile yaparak W. Bush’u başkanlık koltuğuna oturtmuştur. Sermaye 11 Eylül’de Amerikan kulelerini yıkarak Amerikan halkına ceza vermek istemiştir. Bu kuleleri Bin Ladin yıkmış olsa bile, sermayenin adamı olarak yıkmıştır. O da Saddam’ın adamıdır. Onun için birbirinin hasmı oldukları halde bir kazanda çorba kaynatıyorlar. Nitekim geçmişte Türkiye’deki Dev Genççi, Ülkücü, Akıncı ve Hizipçiler hep aynı yerde eğitilirlerdi. ABD seçimlere etki etmek ve sermaye aleyhine gelişen görüşleri cezalandırıp sindirmek amacıyla bu savaşı yapmak zorundadır. Yani bununla iç siyasi sorununu çözmeyi hedeflemektedir.
4- Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük sorunu vardır; o da “dolar sorunu”dur. Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Cihan Savaşı sonrası doları “uluslararası para” olarak kabul ettirtmiştir. Bu ona sonsuz güç kazandırmıştır. Bu sayede kâğıdı basıyor ve dünyayı karşılıksız satın alabiliyor. ABD’nin zenginliği sadece doların bu gücünden gelmektedir. 1970’lere kadar doları altınla karşılıyordu. Sonra tek taraflı olarak doları altınla karşılamaktan vazgeçti. Dolar varlığını sürdürdü. Ancak Alman Markı ile Japon Yeni de varlığını sürdürdü. Dolar düşmeye başlayınca Almanya’ya ve Japonya’ya emreder, onlar da doları kendi paraları ile satın alırlardı. Böylece piyasadan dolar çekilince değeri artardı. Mark ve Yenin değeri ise düşerdi. Dengeyi böyle sürdürüyordu. Avrupa Birliği para birimine geçince Euro doları sollamaya başladı. Euroya talimat vererek doları satın aldıramadı. Böylece dolar değerini kaybetmeye devam ediyor. Bu da çok tehlikeli bir durumdur. Bunun anlamı, ABD hakimiyeti yerine AB hakimiyeti gelecek; hem de barış yoluyla gelecek demektir. İşte buna çare bulmak için Avrupa’yı bölmek ve Avrupa Birliği’ni dağıtmak istemektedir. Türkiye’yi bunun için AB’ye sokmaya çalışmaktadır. Böylece İngiltere güçlenecektir. Denge kurup çatıştıracaktır. Euroyu ikinci dereceye indirecektir. Irak Savaşı ile bunu başarıyormuş gibi görünüyor. Hiç olmazsa potansiyel olarak bir ayrılık vardır.
5- Sermaye İsrail merkezli bir hakimiyeti kurma peşindedir. Çünkü sermaye Yahudilerin elindedir. Onlar da Tevrat’a inanıyorlar. Tevrat “Arz-ı Mev’ud”u onlara vaad etmiştir. İsrail’in varlığını sürdürmek ve onu tehlikeden korumak için Ortadoğu’yu silahlandırmak istemektedir. Adın devlet olacak ama silahın olmayacak, savaşma gücün olmayacak! Bu da yetmez; büyük devlet de olmayacaksın. Nüfusun İsrail devletinden az olacak. Silahlı İsrail devletinin, ekonomik bakımından gelişmiş İsrail devletinin komşularını kolaylıkla emrine alarak bir İsrail imparatorluğunu kurması gerekir. Bunun için önce Irak, sonra İran, sonra Türkiye parçalanmalı ve silahsızlanmalıdır. Bunun gerçekleşmesi için Mustafa Kemal’in dedikleri olmalıdır: Ülke bilfiil işgal edilecek, tersanelerine girilecek, orduları dağıtılacak, ülke harap ve bitap olacaktır... 28 Şubat Müdahalesi ile bunu başardı. Şimdi galiba daha çok başaracak. Hâsılı, ABD İsrail’i genişletip Ortadoğu’ya hakim kılmak amacıyla bu savaşı başlatmaktadır.
6- Çağımız “motor çağı”dır. Karada, denizde ve havada, hatta uzayda hareket hep “yakıt”a dayanmaktadır. Yakıtı tekelinde tutan ülke bütün savaşları kazanır. Çünkü “petrol” bitince hayat durur. ABD sermayesi petrolü elinde tutmaktadır. Bununla beraber yavaş yavaş petrol üzerinde bazı ortaklıklar sözkonusu olmak üzeredir. Bu durum Ortadoğu ve Orta Asya petrol rezervlerinin çoğunu içermektedir. Bu hakimiyeti sürdürmek için Irak’a gelip yerleşmeyi gerekmektedir. Irak artık onun ülkesi olacaktır. Irak petrollerine, İran petrollerine, Hazar petrollerine, hatta Sibirya kaynaklarına oradan hakim olacaktır. Demek ki; bu savaşın asıl amacı Irak’a gelip yerleşmektir. Böylece hem İsrail’i güven altına almak, hem de dünya petrollerine hakim olmak amacı güdülmektedir.
7- Türkiye asırlarca süper güç olmuştur. Osmanlılar bugünkü Amerika’nın yerinde olmuşlardır. Osmanlılardan sonra bu güç Napolyon ile Fransa’ya, Hitler ile Almanya’ya geçer gibi olmuştur. Ama Kara Avrupası dışında hakimiyet İngiltere’nin olmuştur. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra bu ABD’ne geçmiştir. Sovyetler suni rakip olarak yaşatılmıştır. ABD’nin gelecekteki rakibi olarak Türkiye görünmektedir. Çünkü Türkiye çağdaşlaşmış ve artan nüfusu ile dinamik bir devlet olmaya başlamıştır. İran da çağdaşlaşmış ve aynı dinamizmi elde etmiştir. Irak da bu yola girmek üzeredir. 70’er milyonluk üç devlet çağdaşlaşıp ittifak etseler, İslâm âlemine hakim olup çağdaşlaştırırlar ve çok kolay bir şekilde hakimiyetleri altına alabilirler. Erbakan’ın D8’leri bu potansiyeli ortaya koydu. Bu üç devletin gelişmemesi gerekmektedir. Bu da ancak aralarında çıkarılacak savaşlarla mümkündür. Bunun için ne yapıp edip Türkiye’yi Irak ve İran’la savaştırmak gerekmektedir. Bunun için Irak Savaşı bahane edilerek Amerikan ordusu hava ve deniz limanlarını işgal edecek. Bugün yaptığı gibi baskı altına alıp İran’a füzeler gönderecek; İran’a da mukabil füzeler verip Türkiye’ye saldırtacak. Böylece Türkiye ve İran’ın gelişmesini önleyecektir. Kendisi füzeler atacak; sonra o attı deyip vurduracaktır! Yarın Körfez’den kalkan bir füze Ankara’ya düşebilir! Basın bunu Irak’tan kaldırır. Sonuç olarak karşılıklı fiilî savaş başlar. ABD’nin asıl hedefi Türkiye’yi savaşa sokmaktır. Türkiye savaşa girmezse ABD savaşmaktan vazgeçebilir.
8- Sermaye merkezini Amerika’dan “Eski Dünya”ya taşımak istemektedir. Çünkü Amerika’dan dünyayı yönetmek zor olmaktadır. Merkezde olanlar daha kârlı durumdadırlar. “Euro”nun “Dolar”ı geçmiş olmasının sebebi budur. Kuleler bu sebeple yıkıldı. Çünkü Amerika’da yerleşmiş olan sermaye sahiplerini bir korku yaratmadan Avrupa’ya taşımak mümkün değildir. İkinci Cihan Savaşı da Yahudileri İsrail’de toplamak için çıkarıldı. Sermaye kendisine gidecek yer aramaktadır. Hindistan’a yerleşmek için hazırlık yapmıştır. Ancak İbrahimî inançlardan çok uzak olan Hindularla bu işi başarmayı zor görmektedir. Şimdilik orasını merkez yapamaz. Gelişmişliği yeterli değildir. İkinci merkez olarak İngiltere’yi düşünmektedir. Ancak burası da kenar sayılır ve Amerikan etkisinden kendisini kurtaramaz. Almanya’ya gelebilir; ancak, Almanların zekâsından ve çalışkanlığından korkmaktadır. Ya bir Hitler’i bulup da Saddam gibi kullanamazsam diyor. İşte bu durumda kendisine merkez olarak Bağdat’ı ayarlamaktadır. Bağdat İstanbul kadar merkezî bir yerdir. İstanbul karaların merkezidir ama dünya denizlerinden uzaktır. Oysa Bağdat hem karaların hem de denizlerin merkezindedir. Sermaye buraya yerleşme niyetindedir. Soy yakınlığı olan Araplarla içli dışlı olmak istemektedir. Türkiye ve İran ortadan kalkarsa, Irak da ülkesi olursa, Bağdat merkez olarak seçilmiş yer olabilir. Sermaye daha kesin olarak merkezini seçmemiştir. Ama Amerika’dan çıkmayı kararlaştırmıştır. Bunun için Bağdat işgal ediliyor. Fransa ve Almanya’yı karıştırmak istemiyor. Kendisi gelme demiyor ama onlar da itiyor.
9- Sermaye için asıl tehlike ve sorun; on milyonluk bir nüfus ile on milyar insana hakimiyet kurup sürdürmesi sorunudur. Çin dahil dünyanın bütün yöneticilerini sermaye nüfuzu altına almıştır. Bütün devletlere istediğini yaptırmaktadır. Ancak tüm dünyada Amerikan düşmanlığı yayılmıştır. Halk tam bilinçlenmemiştir. Henüz sermayenin sömürüsünü keşfedememiştir. Sermaye Amerikan düşmanlığı ile hedef şaşırtmaktadır. Kendisine karşı olan husumeti Amerikan halkına aktarmaktadır. Ancak hemen bütün dünyada halk bilinçlenmekte ve gerçekleri gözleri ile görmektedir. Yahudilerin her yerde başarılı olmaları nedeniyle halk onlarla iyi geçinmektedir. Ancak “halk ekonomisi”nin doğması sonucu halk kendilerini onlarla eşleştirmektedir. Sermaye bu gidişe ancak yapacağı bir yenlikle karşı koyabilir. Bağdat’ı işgal edip oranın zenginliğine vâris olursa, kültür ve ekonomik bakımından üstünlüğünü korumuş olacaktır. Geçmişi olmayan ve merkezde bulunmayan Amerikan uygarlığı ile dünya hakimiyetini sürdürmek mümkün değildir. Uygarlıkların merkezi her zaman Ortadoğu olmuştur. Onlardan kopan uygarlıklar yeni uygarlıklar doğuramamıştır. Hâsılı, sermaye Ortadoğu’ya sadece dinî inançlarından dolayı değil, uygarlıkların merkezi olması sebebiyle taliptir. Buraya gelip yerleşmesi için Irak, İran ve Türkiye ortadan kaldırılmalıdır. En zayıf devleti en kuvvetli devlete kaldırtmaktadır. Türkler savaşacak, Amerikalılar gelip geçici olarak yerleşeceklerdir. Devamlı değil, çünkü onları devamlı olarak orada istememektedir.
10- Sermaye Birleşmiş Milletler’i sadece kendi sömürüsüne meşruiyet kazandırmak için oluşturmuştur. BM Amerikan onaylayıcısıdır. Bu amaçla kurulmuş ve bu amaçla kullanılmıştır. Şimdi ise bu kurul kendisini bir şey sanmaya başlamıştır. Amerika’nın dediğini yapmamaya kalkışmıştır. Çıbanın başı baştan ezilmelidir. Birleşmiş Milletler sermayenin haklı dediğine haklı demelidir! Herkes alenen bilmelidir ki, hep sermayenin dediği olur! Bunu kanıtlamak için dünyaya meydan okuyarak dehşet salmalıdır. Saddam’ı kullanır, Bin Ladin’i kullanır, Taliban’ı kullanır... Sonra sıkıp çöplüğe atar. Herkes geleceğini ona göre ayarlamalıdır. Çok yakında Gül’ü de, Tayyip’i de sıkıp atacaktır. Kendi halkını korkutamayan, kendi halkına sevdiremeyen nasıl iktidar olacaktır? Halk Tayyip’e niçin oy verdi? Avrupalılara yalvar; başörtüsü yasağını sürdürüp İslâm düşmanlığı yap; sonra da sermayenin sömürüsü için git Müslüman halkaları ile Türk halkını savaştır! Bunlar için mi?!. Böyle işe yaramayacak yükleri kimse sırtında taşımaz. İlk atılacak olanlar şimdi kullanılanlardır.
SERMAYE GALİP GELECEK MİDİR?
Şimdi, acaba sermayenin bu emellerine Türkiye ortak olsa, birlikte bu işleri götürsek olmaz mı?!.
Sermaye Bağdat’a gelse, biz de onun askeri olsak, dünyayı birlikte sömürsek olmaz mı?!.
Bunu ümit etmek elbette mümkündür. Ama sermaye böyle bir şeyi kabul etmez; buna güvenemez. Bunun pek çok sebebi vardır. Türkiye dünyaya hakim olamaz. Bir de, Türk yöneticiler buna ikna edilse bile, Türk halkı buna ikna edilemez. Türklerin durumu buna müsait değildir. Buna en müsait ırk Araplardır. Araplar iyi paralı asker olurlar. Çünkü Araplar birbirine düşmandır. Savaşçıdırlar ama birlik kuramazlar. Arapları eğer başka bir devlet yönetirse, biraz da suyuna gidilirse, onları kullanmak çok kolaydır. Tarih boyunca ve İslâmiyet’ten sonra da tarihleri hep iç çekişmelerle geçmiştir. Ancak İslâmiyet’in itmesiyle birlik sağlamışlardır. Zaferler onları bir arada tutmuş, sonra iktidar Türklerin eline geçmiştir. Ondan sonra artık hep yönetilmişlerdir.
Türkler ise tam tersine aralarında dostturlar. Az kavga ederler, savaştan çok korkarlar; ama bir defa savaşa girdiler mi, artık onları durdurmak mümkün değildir. Başka bir ülke olsa, halkın %90’ının istemediği bir savaşa devlet girse, orada derhal ikilik çıkar ve o devlet yıkılır. Ama Türkiye her halükârda birliğini korur. Bu savaş da Türkiye’yi bölemeyecektir. Bu sebepledir ki sermaye Türkiye ile ortaklık kurmaz. Böyle bir ortaklıkla Avrupa’yı hepten karşısına alır. Bu da onun hakimiyetini kaybetmesine sebep olur.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Sermaye galip gelecek midir?
Hemen cevap verelim ki; Sermaye galip gelemeyecektir.
Bunları da gelecek yorumda madde madde ele alalım.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
AK Parti Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan son görüşme talebimizi; “Çin seyahati sonrasında görüşelim” diyerek cevapladı. Görüşmek dileğiyle... “Reis! Dünya gezmelerin bittiyse; “Komadaki Türkiye”yi görüşelim artık!..” RNE
Bu arada AK Parti Milletvekili ve Bakanlarının “Adil Düzen Çalışmaları”na olan ilgisizlikleri devam ediyor!. Devlet Bakanı ve İzmir Milletvekili Prof. Mehmet AYDIN ve Millî Eğitim Bakanı Erkan MUMCU başta olmak üzere, son haftalarda kendilerine “çözüm önerileri” sunduğumuz bakanlardan henüz cevap alamadık. Elbette, Sayın Başbakan Abdullah GÜL ve Sayın TBMM Başkanı Bülent ARINÇ da sitemlerimizden üzerlerine düşen paylarını almalıdırlar… Vesselâm…
Bu satırlarımızı okuyan her okuyucu, bu notlarımızı ilgililere ulaştırma gayreti içinde olmalıdır. Selâm ve duâ ile…
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 196. SEMİNER İstanbul, 08 Şubat 2003
16’ıncı Sûrenin 15 ve 16’ıncı Âyetlerinin Açıklaması
بسم الله الرحمن الرحيم
وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(15)
وَ عَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ(16)
15. Ve Yere sizi yaysın diye sıra dağları, ırmakları ve ulaşasınız diye yolları koydu.
16. Belirtileri de… Ve onlar yıldızlarla yol tutarlar. (Nahl Sûresi)
15. Ve Arza sizi meyd ettirsin diye revasiyi, enharı ve ihtida edersiniz diye sübülü ilka etti.
16. Alâmâtı da… Ve onlar necm ile ihtida ederler. (Nahl Sûresi)
و ارضه سزى ميد اتدرسن ديه رواسيى انهارى و اهتدا ادرسنز ديه سبلى القا اتدى علاماتى ده ... و اونلر نجم ايله اهتدا ادرلر
وَ Va. “Ve” buradaki “ilka etti/ koydu” sözünü bundan önce geçen “denizi size teshir etti/ kullanmanız için yaptı” sözüne bağlamaktadır. Bu sûre Allah’ın yeryüzünü nasıl insanların yararına yarattığını anlatmaktadır. Bundan önceki âyette denizlerden nasıl yaralandığımızı anlattı. Burada da karalardan nasıl yararlandığımızı belirtiyor. Denizleri karalardan önce zikretmiştir. Çünkü denizde karalar olmaksızın hayat olabilir, oysa denizlerde hayat olmadan karalarda hayat olamaz. Deniz olmadan yağmur yağmaz. Yağmursuz hayat demek susuz hayat demektir. Susuz hayat olmaz. Bu durum bugünkü ilmin ulaştığı sonuçtur.
Buradan bizim çıkaracağımız sonuç; İnsanlık karalardan yararlandığı kadar, hatta ondan daha fazla denizlerden de yararlanma yollarını aramalıdır. III. bin yıl uygarlığı ve sonraki uygarlıklar deniz uygarlığı olacaktır.
أَلْقَى (EaLQAy) İlka etti, sıraladı. Birbirine yanaştırarak dizdi, koydu demektir. Laky, birbirine bitişmiş olan iki şeyin bitişik olan yerleridir. Koymak anlamına geldiği gibi aynı zamanda kavuşturmak anlamınadır. Yeryüzünde dağlar sıralanarak birbirine bitiştirilmiştir. Birinin bittiği yerde diğeri başlar. Aslında dağlar yeryüzüne çakılmış birer kazıklardır. Her birerleri birbirinden ayrı olsaydı hep yükselen dağlardan oluşmuş adacıklar olacaktı. Bu da ovaların teşekkül edememesi ile sonuçlanırdı. Oysa biz dağlardan çok ovalarda yaşıyoruz. Dağlar birleştirilmiş ve büyük kara parçaları oluşturulmuştur. Bu sayede geniş düz yerler ortaya çıkmıştır. Uygarlıklar buralarda doğmuştur. Yeryüzünde kara parçaları iki grupta toplanmıştır. Asya, Afrika ve Avrupa bir aradadır. Amerika kıtaları da bir aradadır. Hatta Amerika ile Asya arasında Alaska’da bir köprü vardır. Böylece kara parçaları birbirine bitiştirilmiştir.
Buradan bizim çıkaracağımız sonuç; “Hac Yolları” ile bütün yeryüzünü bir alan haline getirmek gerekmektedir. Mekke’de bitişen karalar kara ve demir yolları ile; su, elektrik ve gaz yolları ile de birbirine bağlanmalıdır. İnsan vücudu gibi tek vücut olmalıdır. Bu yollar “vakıf” olmalı, insanlar bunlardan “bedelsiz” yararlanmalıdırlar. Elektriği burada şebekeye veren kişi Amerika’da alabilmelidir.
فِي (Fıy) İçinde demektir. Türkçedeki “de” anlamında da kullanılır. Dağlar yeryüzüne konduğu halde içinde kelimesini kullanmaktadır. Türkçedeki “e” hâli karşılığı da kullanılır. Bu manâda yere koyduk denmektedir. Ama “alâ” kelimesini de kullanabilirdi. “Fî” kullanılmasında derin manâ vardır. Aslında dağlar birer kazıktır. Yerin basınç dolayısıyla yoğunlaşmış sıvı bir tabakası vardır. Katı tabakanın altında o tabaka vardır. Biz o tabakayı zelzele dalgalarının yeryüzüne varışları ile ölçüyoruz. Yüzeyden gelen dalgalarla derinden gelen dalgalar arasındaki geliş farkı yolların biçimini bize haber verir. Dağlar birer kazık gibi buralara saplanmış durumdadır. Yükselen kısımdan daha çok gömülmüşlerdir. Dolayısıyla dağlar yerin yüzeyinde değil de içindedirler. Kara parçaları birbirini çektikleri için birbirine yanaşmış ve kıtalar olmuşlardır. Bu da karaların mağmalardan daha yoğun olduğunu gösterir. Yeryüzünün madde yapısı öyle nisbetlerde konmuştur ki bu böyle olsun.
Burada “Fî” harfinin getirilmesinden çıkaracağımız fıkhî sonuç; yer üstü mülkiyeti gibi yer altı mülkiyeti de vardır. Kuyu açan veya maden ocağı açan kimsenin yakınında ikinci kuyu, ikinci ocak açılamaz. Bu yakınlık ikinci kuyunun açılabilmesi imkânının olup olmamasına bağlı olarak yer ve zamana göre değişir.
الْأَرْضِ (eLEaRWı) Yer demektir. Türkçede Yurd şeklinde de söylenmektedir Yunanca’da da Geo şeklinde ifade edilir. Dört ayaklı hayvanın sırtına “sema”, karnına “ard” denir. Sonra yere “arz”, göğe “sema” denmiştir. Sonra yer küresinin adı olmuştur. Arz karaları ve denizleri içerir. Karaya “berr”, denize “bahr” denmektedir. Denizlerin içinde de dağlar vardır. “Fıy” getirilmesi buna da işaret etmiş olmaktadır. Yer, Güneş etrafında dolanan on gezegenden biridir. Üçüncüdür. Konumunda özel yeri vardır. Kendi uzaklığı 10 olarak alındığında uzaklıklar özel şekilde dizilmiştir.
[(1)+(3+3+3)] + [2*3+4*3+8*3 + 100*3 + 16*3+32*3+ 64*3)]
Ayrıca, yerin iç tarafında olan gezegenlerin uyduları yoktur. Bu konumları ile Yer Güneş gezegenleri içinde özel olarak seçilmiş bir gezegendir. Diğer gezegenler sadece Yer’in hareketini dengede tutmak için vardır. Bir de insanlar göklere yükseldikleri zaman onlara malzeme görevini yapacaklardır. Küçük bir uzay gemisi Güneş’ten alacağı enerji ile gökte sürekli hayat sürdürebilecektir. Kendilerine benzer uzay gemilerini imal edebileceklerdir. Yer’e insanın ortaya çıkıp gelişebilmesi için gerek vardır. Çok ileri uygarlıklarda uzayda insan kendi imkânlarıyla, Yer’den götüreceği tohumlarla orada yaşayabilecektir. Gezegenler de birer arzdır.
Buradan çıkacak fıkhî manâ; Yer’in altı gibi Yer’in üstü de mülkiyete konu olabilir. Oralarda da işgal hükümleri geçerlidir.
رَوَاسِيَ (RaVASıYa) “Rasiye”nin çoğuludur. Sıra dağlar demektir. Kur’an’da dağlar için “cibal” kelimesi geçmektedir. Genel olarak dağdır. “Rasiyat” ise sıra dağlardır. Yeryüzüne konmuş özel sıradağlar vardır. Asya ve Avrupa’nın ortasında doğu-batı arasında uzanan Himalaya ve Alp silsilesi. Türkiye’den Toros ve Karadeniz dağları olarak geçerler. Bunların görevi Ekvator’dan gelen yağmur yüklü bulutların burada yağmuru bırakmasını sağlamaktır. Yükselirken soğur ve yağmurun bir kısmını güney yamaçlarda bırakır. Dağları aştıktan sonra kuzey kutbundan gelen soğuk rüzgârla karşılaşır ve yağmurun bir kısmını oralarda bırakır. Buhar yağmura dönüşünce ortalığı ısıtır. Böylece bütün yeryüzü bu dağlar sayesinde orta iklime dönüşür. Amerika’nın iki kıtasının batılarında And Dağları güneyden kuzeye uzanır. Bunların görevi de dünya dönerken havayı da aynı şekilde döndürmektir. Yeryüzünü devamlı esecek fırtınalardan korumaktır. Afrika’nın doğusunda, güney-doğu Asya’da da böyle kuzey-güney sıradağları vardır. Görülüyor ki, sıradağlar yeryüzünün iklimini düzenlemekten sorumludurlar. Kur’an bunun için buralarda “cibal” demeyip “sıradağlar” demektedir. Bu hava sirkülasyonu aynı zamanda ormanların oluşturduğu oksijeni bütün yeryüzüne dolaştırmakta ve yaymaktadır. Suyun temizlenmesi yanında havanın da temizlenmesi sözkonusudur.
Buradan çıkacak fıkhî sonuç; Her ülkü çevrenin kirlenmemesi için dikkat etmek zorundadır. Ayrıca ormanların da tahrip edilmemesi gerekir. Bunu sağlamak için “çevre vakıfları” kurulmalıdır. Bunlar üretimden pay almalıdır. Bu suretle oluşan fonla çevre kirliliğini önleyen yatırımlar yapılmalıdır. Mülkiyet de yeryüzünü tahrip edecek biçimde kullanılmamalıdır.
أَنْ (EaN) Masdar harfidir. “En”den sonra gelen cümle mastarlaştırılır ve bir kelime gibi cümlede yer alır. Burada dağları sizi yaysın diye tercüme edebiliriz. Burada “Li En Temide” anlamındadır. “L” silinmiştir. Dillerde böyle kolay anlaşılma olduğu zaman silerek kullanılması kuraldır. “En”den önceki “Li” genellikle söylenmez. Mesela, siz “bu ev bizimdir” diyeceğinize “bu ev bizim” dersiniz. Orada “dir”i söylemeseniz de olur, söyleseniz de olur. Karşınızdaki adamla başka şeyler konuşurken veya yaparken arada söylediğiniz zaman “bu ev bizim” der, başka konuşmalara veya işlere devam edersiniz. Böylece cümleyi kısa kesmiş olursunuz. Ama karşınıza sırf bu evi anlatırken ve evin diğer özelliklerini de sayarken “bu ev bizimdir” dersiniz. Karşınızdaki insanın beynine yerleştirmek için uzatırsınız ve vurgu yaparsınız. Burada dağları, nehirleri ve yolları koyduğunu belirttiği için “temide”yi tek cümle olarak söylemiştir. Bu sebeple “En” demekle yetinmiş, “Li”yi söylememiştir Dağlar, ırmaklar ve yollar bir bütün olarak yarayışlı hâle gelmiştir. İnsanın buyruğuna verilmiştir.
تَمِيدَ (TaMIyDa) Meyd, alan demektir. Türkçede meydan olarak kullanmaktayız. Evler dağların ve ormanların arasında bulunan düzlüklerde yer alır. Dağların arasında ovaların ve düzlüklerin oluşması anlamındadır. Dağları birbirine bitiştirdi ki aralarında meydanlar oluştursun. Genellikle hayat bu düzlüklerde ve bu meydanlarda olmaktadır. Dağlar buraları suları ile beslemektedir. Ayrıca bacalar oluşturup havalanmalarını sağlamaktadır. Kentler ve köyler buralarda oluşmaktadır. Vadiler arasındaki vahalar bunların en önemlileridir. Bitkiler güneş enerjisini alarak, odunun yanmasından çıkan dumanı alarak oksijeninden ayırarak kömür hâline getirmektedirler. Bitkiler ve hayvanlar ise bunları yakarak duman çıkarırlar. Bir yerde duman çoğalırsa hayat olmaz. Azalırsa da hayat olmaz. Rüzgâr su damlacıklarının yanında bu oksijeni ve dumanı da taşımaktadır. Böylece dağlar sayesinde bu dolaşım da gerçekleşmektedir. Bugün “meydan” ve “alan” kelimesi çok geniş anlam kazanmıştır. Magnetik alan, elektrikî alan, bitki alanı tabirlerini kullanmaktayız. Sıra dağlar sayesinde yeryüzü insanların yaşama alanı hâline gelmiştir.
بِكُمْ (BiKuM) Arapçada geçişsiz fiiller “Bi” harfi ile geçişli hâle gelir. “Temide” meydan olma demektir. “Temide biküm” demek, sizi meydan yapsın diye dağları sıradağlar yaptı deniyor. İnsanlara meydan değil, insanlar onların meydanı olmuşlardır. Bu dağların ve ovaların insanların etkisi altında olduğunu göstermektedir. Sizin ile dağlar meydan olmuştur anlamını taşımaktadır. “Ahmet’i getirdim” ile “Ahmet’le geldim” aynı anlamdadır. Ama aralarında nüans farkı vardır. Gelenler arasında bir birlik var demektir. Dolayısıyla dağlar insanlarla meydanlar yapmaktadırlar. Bu da imarı ifade etmektedir. İnsanlar yeryüzünü imar edip onun üzerinde daha çok canlı ve insan yaşamasına imkân vermektedirler. Bu ifade ile barajlar ve kanallar yapmamıza, tesviyeler ve yollar yapmamıza izin veriyor demektir. Çevre kirliliği ve tahribatı yapmamak şartı ile bunlardan yararlanmak da insanların hakkıdır. Her şey insan içindir. Ormanları korumalıyız. Ama insanların ormanlardan yararlanmalarına da mâni olmamalıyız. Oysa bugün Türkiye’de ormanları koruma derken, insanların onlardan yararlanmasına mâni olma demektir! Sit alanları da buna göre çalışmaktadır. İmar kanunları bu şekilde insanların yaşamalarını engellemek için konmuştur. İnsanlar da çevreyi tahrip etmektedirler. Bunların sorumluları bu kanunları yapanlar ve kanunları bu şeklide yanlış istikamette uygulayanlardır.
وَأَنْهَارًا 8Va EaNHARan) Nehirler, ırmaklar. Nehir, akarsu demektir. Durgun suda yalnız su molekülleri vardır. Akarsularda ise aynı su molekülleri mevcuttur. Ayrıca hızları vardır. Enerji taşırlar. Değirmenleri çevirirler. Rüzgârda da aynı şey vardır. Güneş ışığı da su ve rüzgâra benzer. Parçacıklar enerji taşırlar. Ancak bunlarda hız en yüksek seviyeye ulaşmıştır. “Nehir” ırmaktır. “Nehar” ise gündüz demektir. Her ikisi de akmak suretiyle enerji taşırlar. Kur’an’ın kullandığı kelimeler böyle fizikî manâsı olan lafızlardır. Denizlerden çıkan bulutlar dağlara çarpar ve yağmur olur. Sonra onlar birleşerek ırmaklar olurlar ve tekrar denizlere ulaşırlar. Biz onlardan yararlanarak suyu kullanırız. Suyu kullanma onları kirletme demektir. Ancak bu ğalız şekilde olmalıdır. Bunun içindir ki Kur’an artıkların çukurlara verilmesini istemektedir. Bize arıtmayı emretmektedir. Pis sular ve diğer çöpler bir çukurda toplanmalı, dinlendirilmeli, uygun çürüme ile kirlilik yapmayacak şekle gelince kullanılmalı ve ırmaklara verip denizlere gönderilmelidir. Bu hükmü “En Temide Biküm” atfetmiş olmasından anlıyoruz.
وَسُبُلًا “Va SuBuLan” “Subul” “Sebil”in çoğuludur. Ağ şeklinde olan yollardır. Sebil ulaşma aracı demektir. İp de bir yoldur. Yollar çok çeşitlidir. İnsanların ulaşması için yollar vardır. Kara, deniz, demir ve hava yolları insan ve eşya taşımak içindir. Kanallar vardır, pis açık sıvıları taşırlar. Borular vardır, bunlar sıvı ve gaz taşırlar. Bakır veya alüminyum teller vardır, bunlar elektrik enerjisini veya haber sinyallerini taşırlar. Bu kelime de “En Temide”ye bağlanmıştır. Yani Allah bunları insanların eliyle de koymaktadır. Çoğul nekire olması çeşitliliği belirtir. İnsanlar vakıflar kurup yollar yapmalıdırlar. Bunlarla toprakları birbirine bağlamalıdırlar. Bu sebepledir ki biz; bir arsa imal edildiği zaman ondan altyapı payını alıyoruz. Bu payın beşte birini o siteye giden yola, beşte birini bucağa, beşte birini ile, beşte birini ülkeye, beşte birini de insanlığa veriyoruz. Bunlardan oluşmuş bütçe ile ise bu “sübül”ü yani “yollar”ı yani “altyapı”yı tesis ediyoruz. Bunu insanların yararlarına olmak üzere karşılıksız sunuyoruz. Bütün bunları “En Temide Biküm”ün ifadesiyle tesbit edebiliyoruz.
لَّعَلَّكُمْ (LaGalLaKuM9 Türkçede değişik tabirler kullanırız. “Geliniz” diye size haber gönderdim; “Gelirsiniz” diye size haber gönderdim; “Gelesiniz” diye size haber gönderdim. Bunlar arasında ne farklar vardır. Tükçede bunları düşünür bulursanız, Arapçası da benzerdir. Onlarda farklar bulursunuz. Türk dil mantığı ile Arap dil mantığı farklı olduğu için her kelimeye karşılık kelime bulamayabilirsiniz. Ama insan düşünüşü aynı olduğu için aynı düşünceleri ifade etme her dilde vardır. Kendi öz dilimizi iyi bilirsek bu ifade şekillerini karşılaştırarak Arapçayı da iyi öğrenir ve Kur’an’ı da daha iyi anlarız. Burada “Li tehtedûn” denseydi “hidayet ediniz” diye tercüme edecektik. Biz bunu “edersiniz” diye tercüme ediyoruz. Yani, “Temide biküm”de insanlara imar külfetini yüklemiş, sonra da bunu yararlanmamız için yaptığını bildirmiştir. Orada “Li”yi hazfedip söylemiş, burada ise “lealle”yi söylemiştir. Yararlanmamızı emretmemiş, yararlanmamıza imkân sağlamıştır. Bizim bunlardan yararlanmamız gerektiğini de ifade etmiştir. Toplulukta insanların görevlerini yapmalarını isteyeceğiz, ama bu bir baskı şeklinde olmamalıdır, hukuk düzeni içinde olmalıdır. İnsanların birbirine tahakkümü içinde olmamalıdır.
تَهْتَدُونَ İhtida edersiniz diye. Hediye, insanların birbirine karşılıksız verdiği şeylerdir. Bununla kendilerine ilişki kurmak için yol açarlar. Hâdi, yol gösteren demektir. Hâdi, önden giden demektir. İmamdan farkı, imam kendisi için önden gider, diğerleri onun izini takip ederler. Hâdi ise kendisi için değil de, arkasından gelenleri götürmek için önden gider. Hidayet iki manâ kazanmıştır. İşaret ederek yol gösteren demektir; yahut önlerine düşüp götüren demektir. İhtida etmek demek, hâdiye uymak demek, hâdinin gösterdiği yoldan gitmek veya onun peşinden gitmek demektir.
Yollar iyilik ve kötülük için kullanılır. İhtida ise yalnız iyilik için kullanılır. Yani sizlere imkânlar sunulmuştur. Size sunulan bu imkânları iyilik içinde kullanmanız gerekir, denmektedir. Böylece bu âyet bize yeryüzünde nasıl çalışacağımızı ve ondan nasıl yararlanacağımızı öğretmektedir. Burada müzekkeri salim çoğulu kullanmıştır. Birlikte ihtida etmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Bu birliktelik içtihat, ahd, biat ve tahkim ile sağlanmaktadır. İçtihat, kuralla hareket etmektir. Kuralı kendin koyarsın. Ahd, verilen sözde durmaktır. Sözü kişiler kendi istekleri ile verirler. Biat başkana itaattir. Başkanı kendin seçersin. Tahkim, hakemlerin kararlarına uymaktır. Hakemlerini kendin seçersin. İhtida kelimesinin iftial bâbından olması ve erkek kurallı çoğul olarak gelmesi bunlara delâlet eder.
Biz “İnsanlık Anayasası”nı hazırlarken Kitabı, Sünneti, icmaı ve müsbet ilimleri esas alarak hükümler koyduk. Şimdi âyetleri okudukça dört delili doğru değerlendirdiğimizi açıkça görüyoruz. Kur’an bizim doğru yaptıklarımızı teyit etmektedir. Siz de böyle çalışmalar yaparsanız, “İnsanlık Anayasası” hükümlerinde yanlışlıklar olacaktır, onları düzeltirsiniz. Doğrulara da Kur’an’da kendiniz deliller bulursunuz.
وَ (Va) Atıf harfi “alâmât” kelimesini “revasiye” kelimesine bağlamaktadır. Allah sıra dağları, ırmakları, yolları ve alâmetleri koymuştur. Ayrı âyette zikretmiş olması bunun daha uzak bir yere atıf olduğuna delâlet eder. Böylece ilka ettiklerini dörtlemiş olmaktadır. Bu takdirde alâmetlerle ihtida edersiniz anlamı verilmez. “Sübülen”e de atf olabilir. O takdirde alâmetlerle de ihtida edersiniz anlamı çıkar. Sübül ile yola gidersiniz, alâmât ile de yolu bulursunuz anlamı çıkar. Ayrı âyetlerde zikretmesi, ihtidanın faklı anlamda olmasından dolayıdır.
عَلَامَاتٍ (GaLAMAvTın) “Alâmet”in cem’idir. Alâmetler demektir. Alem, sivri dağdır. Alem aynı zamanda bayrak demektir. Dağın tepesine konan ve oraların kime ait olduğunu gösteren işarettir. Alâmet ise bizi bir bilgiye götüren işarettir. Sebep-sonuç ilişkileridir. Sebil, maddeten gitme yoludur. Alâmet ise fikren gitme yoludur. Dişi kurallı çoğul kullanılmıştır. Sadece tek bir işaret bize bir yeri göstermez ama işaretler sistemi bize varacağımız yeri gösterir. Bir cetveli çizgilerle bölerseniz her çizgi bir alâmettir. Ama cetvel üzerindeki bütün çizgiler alâmâttır. Bunları arz üzerinde koymuştur. Bu alâmetler “enlemler” ve “boylamlar”dır. Enlem ve boylamları belirlemek için kullanılan poligon taşlarıdır. Bugün yeryüzüne herkes ayrı ölçüler yapmakta ve poligonlar koymakta, yeryüzü poligon taşlarına dönüşmektedir. Yeryüzünün yüksek dağlarına, denizlerde adalara alâmetler konacaktır. Deniz feneri gibi fenerler konacaktır. Buralardan özel radyo dalgaları yayınlanacaktır. İnsan nerede olursa olsun, eğer iki alâmet görüyorsa, bulunduğu yerin enlemini ve boylamını ölçecektir. Karada veya denizde olsun herkes basit bir araçla bulunduğu yeri bulabilecektir. Arazi ölçmeleri de bunlarla yapılacaktır. Eğer üç alâmetten uzaklık ölçülebiliyorsa o zaman yükseklik de çok kolay bulunabilecektir. İki noktadan uzaklık biliniyorsa üçgenin üç kenarı bilinmiş olacaktır. Böylece alan hesaplanabilir. Dolayısıyla yükseklik bulunabilir. Bunun gibi uzayda da alanlarla hacim bulunabilir. Bu alâmet olan yerler aynı zamanda radyo ve televizyon aktarıcı merkezler olarak da kullanılır. Bunlar vakıf tesisler olup yolların bağlanmasına yaramış olur. Bu anlamda alâmetler istasyonları, garajları, limanları ifade etmiş olur. Uçakların inmesi için meydanların yanında uçaklara iniş bildiren yayınlara da ihtiyaç vardır. Bütün bu sonuçlara “alâmâtın” kelimesinin dişi kurallı çoğul olmasından varıyoruz.
وَ “Va” Fiil cümlesine isim cümlesini eklemektedir. Allah dağları, nehirleri, yolları ve alâmetleri koyduğu halde; onlar yıldızlarla yol aramaktadırlar. Biz size bunları verdik. Oysa onlar uydurma şeylerle ihtida etmektedirler. Bu takdirde buradaki “hum” kelimesi (zamiri) sûrenin başındaki müşriklere gitmektedir. Bu manâsıyla ihtida kelimesi mecazi olarak gelmiş bulunmaktadır. Tarih boyunca insanlar daima dinlerin son derece muhalif olduğu falcılığa saplanmaktadırlar. Bugün insanlar Allah’a inanmayı gericilik sayıyorlar ama burçlara inanmayı ise moda yapmışlardır. Gazeteler Allah ve âhiretten bahsedemiyorlar ama burçlardan ve yıldız fallarından bol bol haber vermektedirler. Böylece buradaki atıf insanlığın hastalığını ifade etmektedir.
Burada biraz yıldız falından bahsetmemiz gerekir.
Gezegenler belli kanunlara tâbi olarak hareket ederler. Bugün onların bulunduğu yerleri çok önceden matematikle hesaplayabiliyoruz. Gökte yıldızların dolaşması nasıl periyodikse, yeryüzünde de canlıların birçok hareketleri ve oluşları da periyodiktir. Bu periyodun büyük kısmı gökteki yıldızların periyoduna bağlıdır. Burada bir deneyi anlatalım. Balkona belli saatlerde bal koyarsak, arıların o saatlerde gelip bal aldıklarını görürüz. Saat değiştirildiğinde arılar da geliş saatlerini değiştirebiliyorlar. Hatta atlamalı gün yaparsanız onlar da atlarlar. Balıkların cumartesi günleri sahile geldikleri tesbit edilmiştir. Cumartesi avlanma haram olunca balıklar gelip artıkları yiyorlar ve çoğalıyorlardı. Diğer günlerde avlanmamak için sahile gelmiyorlardı.
Deney yapan âlim 24 saat yerine mesela 30 saatlik periyotlarla bal koymuş ama arılar bu saate uyum sağlayamamışlardır. Görülüyor ki, canlılar da güne göre hayatlarını ayarlamışlardır. Birçok hastalıklar mevsimliktir. Çiçekler günü gelince açarlar. İşte matematiğin bilinmediği, saatin ve takvimin olmadığı zamanlarda periyodik müddetleri yıldızların hareketi ile belirlemişlerdi. Sonra bunlar falcıların elinde insanları kandırma aracı olmuştur. Ne var ki, artık yüksek matematik ilme ulaşılmıştır. Fizik ve kimya kanunlarını, biyoloji kanunlarını biliyoruz. Çok ince hesaplar yapabiliyoruz. Yıldız fallarının gerçekle hiçbir ilgisi kalmamıştır. Falcılık, üfürükçülük, büyücülük, müneccimlik bugün sadece kandırmacadır, aldatmacadır. Bu âyet insanların bu boş şeylerle meşgul olduğunu bildirmiş oluyor.
بِالنَّجْمِ (BilLNaCMı) Necm ile, yıldızla onlar ihtida ediyorlar. Yıldızla yol buluyorlar. Kevkeb, güneş gibi sıcak olan yıldızlardır. Necm ise gezegenlerdir. Kevkeb kebaptan gelen bir kelimedir. Sıcaklığı içermektedir. Necm ise parça demektir. Kesilmiş ot demektir. Necm güneş benzeri sıcaklıklardır. Yıldızlar ise parçalanmış yer gibi dönmüş parçalardır. Buna göre necm gezegenlerdir.
Güneş etrafında dizilmiş gezegenlerin özellikleri vardır. Güneş’e yakınlığına göre büyümeye başlar, ortalarında en büyük olur, sonra da küçülürler. Bu Güneş’ten kopan veya Güneş’e yaklaşan bir yığından oluşmuş olduğunu gösterir. Elipsoid şeklinde olan bu yığın dönerken birbirinden koptu ve birleşerek necm yani parçalar hâlini aldı. Ay’dan getirilen taşların incelenmesinden Ay’ın ömrü ile Yer’in ömrünün aynı olduğu görüldü. İleride diğer yıldızların da aynı yaşlarda olduğu tesbit edilirse bu teori ilmîleşmiş olacaktır. Necm bunu ifade etmektedir.
“el-NaCM” tekil olarak kullanılmıştır.Harf-i tarifle kullanılmıştır. Cins isimdir. Gökyüzüne baktığımızda sayamayacağımız kadar çok yıldızlar vardır. Onları birşeylere benzetmişler ve adlar vermişlerdir. Bunlara “burç” denmektedir. Bütün burçlar gökyüzünde doğudan doğar, batıda batarlar. Bir kısmı ise kutup yıldızının çevresinde dolaşırlar. Bunlar dünyanın dönmesinden böyle görünürler. Bu yıldızların uzaklıları ile gökyüzünün her noktasını çok kolay tesbit ederiz. Gezegenler ise bunların içinde dolaşırlar. Bu dolaşma ilk insanların dikkatini çekmiştir. Bu yıldızların her biri ayrı ayrı yerlerde dolaşırlar. Ay ve Güneş de ayrı ayrı yerlerde dolaşır. Ay dolaşmasını bir ayda tamamlar, Güneş bir yılda tamamlar. Diğer yıldızların dolaşması ise farklıdır.
Önce kutup yıldızı ile tam kuzey her zaman kolayca tesbit edilir. Ne kadar kuzeyde olduğumuzu da yüksekliği ile tesbit ederiz. Gezegenlerin bulundukları yerleri tesbit ederek yılın hangi gününde olduğumuzu da biliriz. Ay’ın hareketlerini de yakından tesbit etmiş isek bulunduğumuz yerin boylamını saptayabiliriz. Çünkü Ay günde elli dakikalık bir kayma yapmaktadır. Ay’ın belli saatte bulunma zamanı yeryüzündeki boylama göre farklıdır. Bunların yerlerini gözle en ince şekilde belirlemekteyiz. Ay da bir necm olduğundan bu âyetteki “yol bulurlar” ifadesi astronominin esasını belirtmiş oluyor.
Bugün artık karalarda ve denizlerde konan alâmetlerle, radyo sinyalleri ile ve saatle kolayca tesbit edilebilmektedir. Bununla beraber hâlâ coğrafya koordinatları ve uzaydaki yerimizi gezegenler yardımı ile tesbit etmek durumundayız.
بِ “Bi” harfi istiane için gelir. Yani yıldız yardımı ile yol bulurlar denmektedir. Gerek vakit gerekse yerin bulunmasında çölde yaşayan ilk insanlar yararlanmışlardır. Bugün de yararlanıyoruz. Matematik astronomi ile doğmuş ve gelişmiştir. Fizik kanunları da astronomi üzerine oturmuştur.
هُمْ (HuM) Onlar. Bundan önce “laalleküm tehtedun” ile “siz” denmiş iken, burada “hum/ onlar” denmiştir. Oysa geliş “entüm/ siz” denmesini gerektirirdi. “Siz” yerine neden “onlar”a dönüşmüştür? Buradaki “onlar” kimlerdir? Sûrenin başına giderek bunlardan kasdın müşrikler olduğunu söyler ve bunların müneccimlik yaptıklarını anlarız. Ancak bu uzak manâdır. Bu uzaklık manâsı da doğrudur. Ama buradaki zamir bundan önceki 13’üncü âyette geçen إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ “Bunda tezekkür eden bir kavim için âyetler vardır.” âyetindeki kavme gitmektedir. Yakın ihtimal budur. Çünkü;
a) Zamir yakına gider, uzağa gitmesi az muhtemeldir.
b) “Tehtedûn” yol bulmak demektir. “Tedillûn” manâsında kullanılmış olacaktır ki hakikatten mecaza gidilmektedir. Mani karine yoktur.
c) Ay ve Güneş’in hesap için yaratıldığını söylemekle kıyasen yıldızlarla da söylenmiş olur. O halde Kur’an’ın diğer âyetleriyle bunun hakiki manâsı ile anlaşılması gerekmektedir.
d) “Alâmet” kelimesi ile aynı âyette toplanmıştır.
O halde neden sizden onlara gönderilmiştir? Çünkü ancak tezekkür etmiş ve uygarlaşmış topluluklar bu hesapları yapabilirler. Oysa ırmaklardan herkes yararlanır. Yollardan herkes yararlanır. Siz yıldızlarla yol bulursunuz denseydi herkesin bunu yapabileceği anlaşılmış olacaktı ki bu böyle değildir. “Alâmât” kelimesini de orta yere koydu ki alâmetlerden bir taraftan herkes yararlanır, ama diğer taraftan da onlardan yararlanmak için uygarlıkta belli yerlere gelmiş olmak gerekir.
Kur’an’da böylece iki türlü manâ verilen ifadeler vardır. Her ikisi de doğru olabilir. Burada da aynı şekilde iki manâ doğru olacak şekilde manâ verebiliriz. Falcılıktan ve astronomiden bahsetmektedir. Falcılığın butlanından, astronominin de gerçekliğinden aynı âyet ayrı ayrı manâlandırılabilmektedir. Birinde ihtida hakikat, diğerinde ise mecazi olarak manâlandırılmaktadır. Bu hakikatle mecazi aynı cümlede birleşmez sözü ile çelişmez. Burada âyetin ayrı ayrı iki defa nâzil olduğunu kabul edeceğiz. Birinde hakiki manâsı ile anlayacağız, diğerinde ise mecazi manâda nâzil olduğunu anlayacağız. Yani burada hakikatle mecaz müşterektir. Âyeti okuyan durumuna göre bir manâsını anlar. İki manâyı birden anlayamaz.
يَهْتَدُونَ (YaHTaDUvNa) Onlar yer bulurlar. İnsan bulunduğu yerin koordinatlarını biliyorsa, gideceği yerin koordinatlarını da biliyorsa, harita üzerinden en uygun olan yolu seçer ve oraya o yolla gider. Denizde ve havada ise en kısa yol olarak yüzer veya uçar. Bunun için belli eğitime ihtiyaç vardır. “Hum” sözü ile bu bilgileri edinmemizin farz-ı kifaye olduğu da anlaşılmaktadır.
Bu âyetler bize yeryüzünü nasıl imar edeceğimizi, nasıl temiz tutacağımızı, yeryüzünden nasıl yararlanacağımızı öğretmektedir. İnsanlar bunları birlikte yapacaklardır. Herkes gücü nisbetinde bu oluşa katkıda bulunacaktır. Bu arada falcılık ve büyücülük gibi bâtıl inançlardan da uzak olmalıyız.
Şimdi bir daha okuyunuz ve âyetleri anlamıyla ezberleyiniz.
Göreceksiniz ki sizde değişmeler olacaktır.
15. Ve Yere sizi yaysın diye sıra dağları, ırmakları ve ulaşasınız diye yolları koydu.
16. Belirtileri de… Ve onlar yıldızlarla yol tutarlar. (Nahl Sûresi)
15. Ve Arza sizi meyd ettirsin diye revasiyi, enharı ve ihtida edersiniz diye sübülü ilka etti.
16. Alâmâtı da… Ve onlar necm ile ihtida ederler. (Nahl Sûresi)
و ارضه سزى ميد اتدرسن ديه رواسيى انهارى و اهتدا ادرسنز ديه سبلى القا اتدى علاماتى ده ... و اونلر نجم ايله اهتدا ادرلر
بسم الله الرحمن الرحيم
وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(15)
وَ عَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ(16)
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 196. SEMİNER İstanbul, 08 Şubat 2003
16’ıncı Sûrenin 15 ve 16’ıncı Âyetlerinin Açıklaması
بسم الله الرحمن الرحيم
وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(15)
وَ عَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ(16)
15. Ve Yere sizi yaysın diye sıra dağları, ırmakları ve ulaşasınız diye yolları koydu.
16. Belirtileri de… Ve onlar yıldızlarla yol tutarlar. (Nahl Sûresi)
15. Ve Arza sizi meyd ettirsin diye revasiyi, enharı ve ihtida edersiniz diye sübülü ilka etti.
16. Alâmâtı da… Ve onlar necm ile ihtida ederler. (Nahl Sûresi)
و ارضه سزى ميد اتدرسن ديه رواسيى انهارى و اهتدا ادرسنز ديه سبلى القا اتدى علاماتى ده ... و اونلر نجم ايله اهتدا ادرلر
وَ Va. “Ve” buradaki “ilka etti/ koydu” sözünü bundan önce geçen “denizi size teshir etti/ kullanmanız için yaptı” sözüne bağlamaktadır. Bu sûre Allah’ın yeryüzünü nasıl insanların yararına yarattığını anlatmaktadır. Bundan önceki âyette denizlerden nasıl yaralandığımızı anlattı. Burada da karalardan nasıl yararlandığımızı belirtiyor. Denizleri karalardan önce zikretmiştir. Çünkü denizde karalar olmaksızın hayat olabilir, oysa denizlerde hayat olmadan karalarda hayat olamaz. Deniz olmadan yağmur yağmaz. Yağmursuz hayat demek susuz hayat demektir. Susuz hayat olmaz. Bu durum bugünkü ilmin ulaştığı sonuçtur.
Buradan bizim çıkaracağımız sonuç; İnsanlık karalardan yararlandığı kadar, hatta ondan daha fazla denizlerden de yararlanma yollarını aramalıdır. III. bin yıl uygarlığı ve sonraki uygarlıklar deniz uygarlığı olacaktır.
أَلْقَى (EaLQAy) İlka etti, sıraladı. Birbirine yanaştırarak dizdi, koydu demektir. Laky, birbirine bitişmiş olan iki şeyin bitişik olan yerleridir. Koymak anlamına geldiği gibi aynı zamanda kavuşturmak anlamınadır. Yeryüzünde dağlar sıralanarak birbirine bitiştirilmiştir. Birinin bittiği yerde diğeri başlar. Aslında dağlar yeryüzüne çakılmış birer kazıklardır. Her birerleri birbirinden ayrı olsaydı hep yükselen dağlardan oluşmuş adacıklar olacaktı. Bu da ovaların teşekkül edememesi ile sonuçlanırdı. Oysa biz dağlardan çok ovalarda yaşıyoruz. Dağlar birleştirilmiş ve büyük kara parçaları oluşturulmuştur. Bu sayede geniş düz yerler ortaya çıkmıştır. Uygarlıklar buralarda doğmuştur. Yeryüzünde kara parçaları iki grupta toplanmıştır. Asya, Afrika ve Avrupa bir aradadır. Amerika kıtaları da bir aradadır. Hatta Amerika ile Asya arasında Alaska’da bir köprü vardır. Böylece kara parçaları birbirine bitiştirilmiştir.
Buradan bizim çıkaracağımız sonuç; “Hac Yolları” ile bütün yeryüzünü bir alan haline getirmek gerekmektedir. Mekke’de bitişen karalar kara ve demir yolları ile; su, elektrik ve gaz yolları ile de birbirine bağlanmalıdır. İnsan vücudu gibi tek vücut olmalıdır. Bu yollar “vakıf” olmalı, insanlar bunlardan “bedelsiz” yararlanmalıdırlar. Elektriği burada şebekeye veren kişi Amerika’da alabilmelidir.
فِي (Fıy) İçinde demektir. Türkçedeki “de” anlamında da kullanılır. Dağlar yeryüzüne konduğu halde içinde kelimesini kullanmaktadır. Türkçedeki “e” hâli karşılığı da kullanılır. Bu manâda yere koyduk denmektedir. Ama “alâ” kelimesini de kullanabilirdi. “Fî” kullanılmasında derin manâ vardır. Aslında dağlar birer kazıktır. Yerin basınç dolayısıyla yoğunlaşmış sıvı bir tabakası vardır. Katı tabakanın altında o tabaka vardır. Biz o tabakayı zelzele dalgalarının yeryüzüne varışları ile ölçüyoruz. Yüzeyden gelen dalgalarla derinden gelen dalgalar arasındaki geliş farkı yolların biçimini bize haber verir. Dağlar birer kazık gibi buralara saplanmış durumdadır. Yükselen kısımdan daha çok gömülmüşlerdir. Dolayısıyla dağlar yerin yüzeyinde değil de içindedirler. Kara parçaları birbirini çektikleri için birbirine yanaşmış ve kıtalar olmuşlardır. Bu da karaların mağmalardan daha yoğun olduğunu gösterir. Yeryüzünün madde yapısı öyle nisbetlerde konmuştur ki bu böyle olsun.
Burada “Fî” harfinin getirilmesinden çıkaracağımız fıkhî sonuç; yer üstü mülkiyeti gibi yer altı mülkiyeti de vardır. Kuyu açan veya maden ocağı açan kimsenin yakınında ikinci kuyu, ikinci ocak açılamaz. Bu yakınlık ikinci kuyunun açılabilmesi imkânının olup olmamasına bağlı olarak yer ve zamana göre değişir.
الْأَرْضِ (eLEaRWı) Yer demektir. Türkçede Yurd şeklinde de söylenmektedir Yunanca’da da Geo şeklinde ifade edilir. Dört ayaklı hayvanın sırtına “sema”, karnına “ard” denir. Sonra yere “arz”, göğe “sema” denmiştir. Sonra yer küresinin adı olmuştur. Arz karaları ve denizleri içerir. Karaya “berr”, denize “bahr” denmektedir. Denizlerin içinde de dağlar vardır. “Fıy” getirilmesi buna da işaret etmiş olmaktadır. Yer, Güneş etrafında dolanan on gezegenden biridir. Üçüncüdür. Konumunda özel yeri vardır. Kendi uzaklığı 10 olarak alındığında uzaklıklar özel şekilde dizilmiştir.
[(1)+(3+3+3)] + [2*3+4*3+8*3 + 100*3 + 16*3+32*3+ 64*3)]
Ayrıca, yerin iç tarafında olan gezegenlerin uyduları yoktur. Bu konumları ile Yer Güneş gezegenleri içinde özel olarak seçilmiş bir gezegendir. Diğer gezegenler sadece Yer’in hareketini dengede tutmak için vardır. Bir de insanlar göklere yükseldikleri zaman onlara malzeme görevini yapacaklardır. Küçük bir uzay gemisi Güneş’ten alacağı enerji ile gökte sürekli hayat sürdürebilecektir. Kendilerine benzer uzay gemilerini imal edebileceklerdir. Yer’e insanın ortaya çıkıp gelişebilmesi için gerek vardır. Çok ileri uygarlıklarda uzayda insan kendi imkânlarıyla, Yer’den götüreceği tohumlarla orada yaşayabilecektir. Gezegenler de birer arzdır.
Buradan çıkacak fıkhî manâ; Yer’in altı gibi Yer’in üstü de mülkiyete konu olabilir. Oralarda da işgal hükümleri geçerlidir.
رَوَاسِيَ (RaVASıYa) “Rasiye”nin çoğuludur. Sıra dağlar demektir. Kur’an’da dağlar için “cibal” kelimesi geçmektedir. Genel olarak dağdır. “Rasiyat” ise sıra dağlardır. Yeryüzüne konmuş özel sıradağlar vardır. Asya ve Avrupa’nın ortasında doğu-batı arasında uzanan Himalaya ve Alp silsilesi. Türkiye’den Toros ve Karadeniz dağları olarak geçerler. Bunların görevi Ekvator’dan gelen yağmur yüklü bulutların burada yağmuru bırakmasını sağlamaktır. Yükselirken soğur ve yağmurun bir kısmını güney yamaçlarda bırakır. Dağları aştıktan sonra kuzey kutbundan gelen soğuk rüzgârla karşılaşır ve yağmurun bir kısmını oralarda bırakır. Buhar yağmura dönüşünce ortalığı ısıtır. Böylece bütün yeryüzü bu dağlar sayesinde orta iklime dönüşür. Amerika’nın iki kıtasının batılarında And Dağları güneyden kuzeye uzanır. Bunların görevi de dünya dönerken havayı da aynı şekilde döndürmektir. Yeryüzünü devamlı esecek fırtınalardan korumaktır. Afrika’nın doğusunda, güney-doğu Asya’da da böyle kuzey-güney sıradağları vardır. Görülüyor ki, sıradağlar yeryüzünün iklimini düzenlemekten sorumludurlar. Kur’an bunun için buralarda “cibal” demeyip “sıradağlar” demektedir. Bu hava sirkülasyonu aynı zamanda ormanların oluşturduğu oksijeni bütün yeryüzüne dolaştırmakta ve yaymaktadır. Suyun temizlenmesi yanında havanın da temizlenmesi sözkonusudur.
Buradan çıkacak fıkhî sonuç; Her ülkü çevrenin kirlenmemesi için dikkat etmek zorundadır. Ayrıca ormanların da tahrip edilmemesi gerekir. Bunu sağlamak için “çevre vakıfları” kurulmalıdır. Bunlar üretimden pay almalıdır. Bu suretle oluşan fonla çevre kirliliğini önleyen yatırımlar yapılmalıdır. Mülkiyet de yeryüzünü tahrip edecek biçimde kullanılmamalıdır.
أَنْ (EaN) Masdar harfidir. “En”den sonra gelen cümle mastarlaştırılır ve bir kelime gibi cümlede yer alır. Burada dağları sizi yaysın diye tercüme edebiliriz. Burada “Li En Temide” anlamındadır. “L” silinmiştir. Dillerde böyle kolay anlaşılma olduğu zaman silerek kullanılması kuraldır. “En”den önceki “Li” genellikle söylenmez. Mesela, siz “bu ev bizimdir” diyeceğinize “bu ev bizim” dersiniz. Orada “dir”i söylemeseniz de olur, söyleseniz de olur. Karşınızdaki adamla başka şeyler konuşurken veya yaparken arada söylediğiniz zaman “bu ev bizim” der, başka konuşmalara veya işlere devam edersiniz. Böylece cümleyi kısa kesmiş olursunuz. Ama karşınıza sırf bu evi anlatırken ve evin diğer özelliklerini de sayarken “bu ev bizimdir” dersiniz. Karşınızdaki insanın beynine yerleştirmek için uzatırsınız ve vurgu yaparsınız. Burada dağları, nehirleri ve yolları koyduğunu belirttiği için “temide”yi tek cümle olarak söylemiştir. Bu sebeple “En” demekle yetinmiş, “Li”yi söylememiştir Dağlar, ırmaklar ve yollar bir bütün olarak yarayışlı hâle gelmiştir. İnsanın buyruğuna verilmiştir.
تَمِيدَ (TaMIyDa) Meyd, alan demektir. Türkçede meydan olarak kullanmaktayız. Evler dağların ve ormanların arasında bulunan düzlüklerde yer alır. Dağların arasında ovaların ve düzlüklerin oluşması anlamındadır. Dağları birbirine bitiştirdi ki aralarında meydanlar oluştursun. Genellikle hayat bu düzlüklerde ve bu meydanlarda olmaktadır. Dağlar buraları suları ile beslemektedir. Ayrıca bacalar oluşturup havalanmalarını sağlamaktadır. Kentler ve köyler buralarda oluşmaktadır. Vadiler arasındaki vahalar bunların en önemlileridir. Bitkiler güneş enerjisini alarak, odunun yanmasından çıkan dumanı alarak oksijeninden ayırarak kömür hâline getirmektedirler. Bitkiler ve hayvanlar ise bunları yakarak duman çıkarırlar. Bir yerde duman çoğalırsa hayat olmaz. Azalırsa da hayat olmaz. Rüzgâr su damlacıklarının yanında bu oksijeni ve dumanı da taşımaktadır. Böylece dağlar sayesinde bu dolaşım da gerçekleşmektedir. Bugün “meydan” ve “alan” kelimesi çok geniş anlam kazanmıştır. Magnetik alan, elektrikî alan, bitki alanı tabirlerini kullanmaktayız. Sıra dağlar sayesinde yeryüzü insanların yaşama alanı hâline gelmiştir.
بِكُمْ (BiKuM) Arapçada geçişsiz fiiller “Bi” harfi ile geçişli hâle gelir. “Temide” meydan olma demektir. “Temide biküm” demek, sizi meydan yapsın diye dağları sıradağlar yaptı deniyor. İnsanlara meydan değil, insanlar onların meydanı olmuşlardır. Bu dağların ve ovaların insanların etkisi altında olduğunu göstermektedir. Sizin ile dağlar meydan olmuştur anlamını taşımaktadır. “Ahmet’i getirdim” ile “Ahmet’le geldim” aynı anlamdadır. Ama aralarında nüans farkı vardır. Gelenler arasında bir birlik var demektir. Dolayısıyla dağlar insanlarla meydanlar yapmaktadırlar. Bu da imarı ifade etmektedir. İnsanlar yeryüzünü imar edip onun üzerinde daha çok canlı ve insan yaşamasına imkân vermektedirler. Bu ifade ile barajlar ve kanallar yapmamıza, tesviyeler ve yollar yapmamıza izin veriyor demektir. Çevre kirliliği ve tahribatı yapmamak şartı ile bunlardan yararlanmak da insanların hakkıdır. Her şey insan içindir. Ormanları korumalıyız. Ama insanların ormanlardan yararlanmalarına da mâni olmamalıyız. Oysa bugün Türkiye’de ormanları koruma derken, insanların onlardan yararlanmasına mâni olma demektir! Sit alanları da buna göre çalışmaktadır. İmar kanunları bu şekilde insanların yaşamalarını engellemek için konmuştur. İnsanlar da çevreyi tahrip etmektedirler. Bunların sorumluları bu kanunları yapanlar ve kanunları bu şeklide yanlış istikamette uygulayanlardır.
وَأَنْهَارًا 8Va EaNHARan) Nehirler, ırmaklar. Nehir, akarsu demektir. Durgun suda yalnız su molekülleri vardır. Akarsularda ise aynı su molekülleri mevcuttur. Ayrıca hızları vardır. Enerji taşırlar. Değirmenleri çevirirler. Rüzgârda da aynı şey vardır. Güneş ışığı da su ve rüzgâra benzer. Parçacıklar enerji taşırlar. Ancak bunlarda hız en yüksek seviyeye ulaşmıştır. “Nehir” ırmaktır. “Nehar” ise gündüz demektir. Her ikisi de akmak suretiyle enerji taşırlar. Kur’an’ın kullandığı kelimeler böyle fizikî manâsı olan lafızlardır. Denizlerden çıkan bulutlar dağlara çarpar ve yağmur olur. Sonra onlar birleşerek ırmaklar olurlar ve tekrar denizlere ulaşırlar. Biz onlardan yararlanarak suyu kullanırız. Suyu kullanma onları kirletme demektir. Ancak bu ğalız şekilde olmalıdır. Bunun içindir ki Kur’an artıkların çukurlara verilmesini istemektedir. Bize arıtmayı emretmektedir. Pis sular ve diğer çöpler bir çukurda toplanmalı, dinlendirilmeli, uygun çürüme ile kirlilik yapmayacak şekle gelince kullanılmalı ve ırmaklara verip denizlere gönderilmelidir. Bu hükmü “En Temide Biküm” atfetmiş olmasından anlıyoruz.
وَسُبُلًا “Va SuBuLan” “Subul” “Sebil”in çoğuludur. Ağ şeklinde olan yollardır. Sebil ulaşma aracı demektir. İp de bir yoldur. Yollar çok çeşitlidir. İnsanların ulaşması için yollar vardır. Kara, deniz, demir ve hava yolları insan ve eşya taşımak içindir. Kanallar vardır, pis açık sıvıları taşırlar. Borular vardır, bunlar sıvı ve gaz taşırlar. Bakır veya alüminyum teller vardır, bunlar elektrik enerjisini veya haber sinyallerini taşırlar. Bu kelime de “En Temide”ye bağlanmıştır. Yani Allah bunları insanların eliyle de koymaktadır. Çoğul nekire olması çeşitliliği belirtir. İnsanlar vakıflar kurup yollar yapmalıdırlar. Bunlarla toprakları birbirine bağlamalıdırlar. Bu sebepledir ki biz; bir arsa imal edildiği zaman ondan altyapı payını alıyoruz. Bu payın beşte birini o siteye giden yola, beşte birini bucağa, beşte birini ile, beşte birini ülkeye, beşte birini de insanlığa veriyoruz. Bunlardan oluşmuş bütçe ile ise bu “sübül”ü yani “yollar”ı yani “altyapı”yı tesis ediyoruz. Bunu insanların yararlarına olmak üzere karşılıksız sunuyoruz. Bütün bunları “En Temide Biküm”ün ifadesiyle tesbit edebiliyoruz.
لَّعَلَّكُمْ (LaGalLaKuM9 Türkçede değişik tabirler kullanırız. “Geliniz” diye size haber gönderdim; “Gelirsiniz” diye size haber gönderdim; “Gelesiniz” diye size haber gönderdim. Bunlar arasında ne farklar vardır. Tükçede bunları düşünür bulursanız, Arapçası da benzerdir. Onlarda farklar bulursunuz. Türk dil mantığı ile Arap dil mantığı farklı olduğu için her kelimeye karşılık kelime bulamayabilirsiniz. Ama insan düşünüşü aynı olduğu için aynı düşünceleri ifade etme her dilde vardır. Kendi öz dilimizi iyi bilirsek bu ifade şekillerini karşılaştırarak Arapçayı da iyi öğrenir ve Kur’an’ı da daha iyi anlarız. Burada “Li tehtedûn” denseydi “hidayet ediniz” diye tercüme edecektik. Biz bunu “edersiniz” diye tercüme ediyoruz. Yani, “Temide biküm”de insanlara imar külfetini yüklemiş, sonra da bunu yararlanmamız için yaptığını bildirmiştir. Orada “Li”yi hazfedip söylemiş, burada ise “lealle”yi söylemiştir. Yararlanmamızı emretmemiş, yararlanmamıza imkân sağlamıştır. Bizim bunlardan yararlanmamız gerektiğini de ifade etmiştir. Toplulukta insanların görevlerini yapmalarını isteyeceğiz, ama bu bir baskı şeklinde olmamalıdır, hukuk düzeni içinde olmalıdır. İnsanların birbirine tahakkümü içinde olmamalıdır.
تَهْتَدُونَ İhtida edersiniz diye. Hediye, insanların birbirine karşılıksız verdiği şeylerdir. Bununla kendilerine ilişki kurmak için yol açarlar. Hâdi, yol gösteren demektir. Hâdi, önden giden demektir. İmamdan farkı, imam kendisi için önden gider, diğerleri onun izini takip ederler. Hâdi ise kendisi için değil de, arkasından gelenleri götürmek için önden gider. Hidayet iki manâ kazanmıştır. İşaret ederek yol gösteren demektir; yahut önlerine düşüp götüren demektir. İhtida etmek demek, hâdiye uymak demek, hâdinin gösterdiği yoldan gitmek veya onun peşinden gitmek demektir.
Yollar iyilik ve kötülük için kullanılır. İhtida ise yalnız iyilik için kullanılır. Yani sizlere imkânlar sunulmuştur. Size sunulan bu imkânları iyilik içinde kullanmanız gerekir, denmektedir. Böylece bu âyet bize yeryüzünde nasıl çalışacağımızı ve ondan nasıl yararlanacağımızı öğretmektedir. Burada müzekkeri salim çoğulu kullanmıştır. Birlikte ihtida etmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Bu birliktelik içtihat, ahd, biat ve tahkim ile sağlanmaktadır. İçtihat, kuralla hareket etmektir. Kuralı kendin koyarsın. Ahd, verilen sözde durmaktır. Sözü kişiler kendi istekleri ile verirler. Biat başkana itaattir. Başkanı kendin seçersin. Tahkim, hakemlerin kararlarına uymaktır. Hakemlerini kendin seçersin. İhtida kelimesinin iftial bâbından olması ve erkek kurallı çoğul olarak gelmesi bunlara delâlet eder.
Biz “İnsanlık Anayasası”nı hazırlarken Kitabı, Sünneti, icmaı ve müsbet ilimleri esas alarak hükümler koyduk. Şimdi âyetleri okudukça dört delili doğru değerlendirdiğimizi açıkça görüyoruz. Kur’an bizim doğru yaptıklarımızı teyit etmektedir. Siz de böyle çalışmalar yaparsanız, “İnsanlık Anayasası” hükümlerinde yanlışlıklar olacaktır, onları düzeltirsiniz. Doğrulara da Kur’an’da kendiniz deliller bulursunuz.
وَ (Va) Atıf harfi “alâmât” kelimesini “revasiye” kelimesine bağlamaktadır. Allah sıra dağları, ırmakları, yolları ve alâmetleri koymuştur. Ayrı âyette zikretmiş olması bunun daha uzak bir yere atıf olduğuna delâlet eder. Böylece ilka ettiklerini dörtlemiş olmaktadır. Bu takdirde alâmetlerle ihtida edersiniz anlamı verilmez. “Sübülen”e de atf olabilir. O takdirde alâmetlerle de ihtida edersiniz anlamı çıkar. Sübül ile yola gidersiniz, alâmât ile de yolu bulursunuz anlamı çıkar. Ayrı âyetlerde zikretmesi, ihtidanın faklı anlamda olmasından dolayıdır.
عَلَامَاتٍ (GaLAMAvTın) “Alâmet”in cem’idir. Alâmetler demektir. Alem, sivri dağdır. Alem aynı zamanda bayrak demektir. Dağın tepesine konan ve oraların kime ait olduğunu gösteren işarettir. Alâmet ise bizi bir bilgiye götüren işarettir. Sebep-sonuç ilişkileridir. Sebil, maddeten gitme yoludur. Alâmet ise fikren gitme yoludur. Dişi kurallı çoğul kullanılmıştır. Sadece tek bir işaret bize bir yeri göstermez ama işaretler sistemi bize varacağımız yeri gösterir. Bir cetveli çizgilerle bölerseniz her çizgi bir alâmettir. Ama cetvel üzerindeki bütün çizgiler alâmâttır. Bunları arz üzerinde koymuştur. Bu alâmetler “enlemler” ve “boylamlar”dır. Enlem ve boylamları belirlemek için kullanılan poligon taşlarıdır. Bugün yeryüzüne herkes ayrı ölçüler yapmakta ve poligonlar koymakta, yeryüzü poligon taşlarına dönüşmektedir. Yeryüzünün yüksek dağlarına, denizlerde adalara alâmetler konacaktır. Deniz feneri gibi fenerler konacaktır. Buralardan özel radyo dalgaları yayınlanacaktır. İnsan nerede olursa olsun, eğer iki alâmet görüyorsa, bulunduğu yerin enlemini ve boylamını ölçecektir. Karada veya denizde olsun herkes basit bir araçla bulunduğu yeri bulabilecektir. Arazi ölçmeleri de bunlarla yapılacaktır. Eğer üç alâmetten uzaklık ölçülebiliyorsa o zaman yükseklik de çok kolay bulunabilecektir. İki noktadan uzaklık biliniyorsa üçgenin üç kenarı bilinmiş olacaktır. Böylece alan hesaplanabilir. Dolayısıyla yükseklik bulunabilir. Bunun gibi uzayda da alanlarla hacim bulunabilir. Bu alâmet olan yerler aynı zamanda radyo ve televizyon aktarıcı merkezler olarak da kullanılır. Bunlar vakıf tesisler olup yolların bağlanmasına yaramış olur. Bu anlamda alâmetler istasyonları, garajları, limanları ifade etmiş olur. Uçakların inmesi için meydanların yanında uçaklara iniş bildiren yayınlara da ihtiyaç vardır. Bütün bu sonuçlara “alâmâtın” kelimesinin dişi kurallı çoğul olmasından varıyoruz.
وَ “Va” Fiil cümlesine isim cümlesini eklemektedir. Allah dağları, nehirleri, yolları ve alâmetleri koyduğu halde; onlar yıldızlarla yol aramaktadırlar. Biz size bunları verdik. Oysa onlar uydurma şeylerle ihtida etmektedirler. Bu takdirde buradaki “hum” kelimesi (zamiri) sûrenin başındaki müşriklere gitmektedir. Bu manâsıyla ihtida kelimesi mecazi olarak gelmiş bulunmaktadır. Tarih boyunca insanlar daima dinlerin son derece muhalif olduğu falcılığa saplanmaktadırlar. Bugün insanlar Allah’a inanmayı gericilik sayıyorlar ama burçlara inanmayı ise moda yapmışlardır. Gazeteler Allah ve âhiretten bahsedemiyorlar ama burçlardan ve yıldız fallarından bol bol haber vermektedirler. Böylece buradaki atıf insanlığın hastalığını ifade etmektedir.
Burada biraz yıldız falından bahsetmemiz gerekir.
Gezegenler belli kanunlara tâbi olarak hareket ederler. Bugün onların bulunduğu yerleri çok önceden matematikle hesaplayabiliyoruz. Gökte yıldızların dolaşması nasıl periyodikse, yeryüzünde de canlıların birçok hareketleri ve oluşları da periyodiktir. Bu periyodun büyük kısmı gökteki yıldızların periyoduna bağlıdır. Burada bir deneyi anlatalım. Balkona belli saatlerde bal koyarsak, arıların o saatlerde gelip bal aldıklarını görürüz. Saat değiştirildiğinde arılar da geliş saatlerini değiştirebiliyorlar. Hatta atlamalı gün yaparsanız onlar da atlarlar. Balıkların cumartesi günleri sahile geldikleri tesbit edilmiştir. Cumartesi avlanma haram olunca balıklar gelip artıkları yiyorlar ve çoğalıyorlardı. Diğer günlerde avlanmamak için sahile gelmiyorlardı.
Deney yapan âlim 24 saat yerine mesela 30 saatlik periyotlarla bal koymuş ama arılar bu saate uyum sağlayamamışlardır. Görülüyor ki, canlılar da güne göre hayatlarını ayarlamışlardır. Birçok hastalıklar mevsimliktir. Çiçekler günü gelince açarlar. İşte matematiğin bilinmediği, saatin ve takvimin olmadığı zamanlarda periyodik müddetleri yıldızların hareketi ile belirlemişlerdi. Sonra bunlar falcıların elinde insanları kandırma aracı olmuştur. Ne var ki, artık yüksek matematik ilme ulaşılmıştır. Fizik ve kimya kanunlarını, biyoloji kanunlarını biliyoruz. Çok ince hesaplar yapabiliyoruz. Yıldız fallarının gerçekle hiçbir ilgisi kalmamıştır. Falcılık, üfürükçülük, büyücülük, müneccimlik bugün sadece kandırmacadır, aldatmacadır. Bu âyet insanların bu boş şeylerle meşgul olduğunu bildirmiş oluyor.
بِالنَّجْمِ (BilLNaCMı) Necm ile, yıldızla onlar ihtida ediyorlar. Yıldızla yol buluyorlar. Kevkeb, güneş gibi sıcak olan yıldızlardır. Necm ise gezegenlerdir. Kevkeb kebaptan gelen bir kelimedir. Sıcaklığı içermektedir. Necm ise parça demektir. Kesilmiş ot demektir. Necm güneş benzeri sıcaklıklardır. Yıldızlar ise parçalanmış yer gibi dönmüş parçalardır. Buna göre necm gezegenlerdir.
Güneş etrafında dizilmiş gezegenlerin özellikleri vardır. Güneş’e yakınlığına göre büyümeye başlar, ortalarında en büyük olur, sonra da küçülürler. Bu Güneş’ten kopan veya Güneş’e yaklaşan bir yığından oluşmuş olduğunu gösterir. Elipsoid şeklinde olan bu yığın dönerken birbirinden koptu ve birleşerek necm yani parçalar hâlini aldı. Ay’dan getirilen taşların incelenmesinden Ay’ın ömrü ile Yer’in ömrünün aynı olduğu görüldü. İleride diğer yıldızların da aynı yaşlarda olduğu tesbit edilirse bu teori ilmîleşmiş olacaktır. Necm bunu ifade etmektedir.
“el-NaCM” tekil olarak kullanılmıştır.Harf-i tarifle kullanılmıştır. Cins isimdir. Gökyüzüne baktığımızda sayamayacağımız kadar çok yıldızlar vardır. Onları birşeylere benzetmişler ve adlar vermişlerdir. Bunlara “burç” denmektedir. Bütün burçlar gökyüzünde doğudan doğar, batıda batarlar. Bir kısmı ise kutup yıldızının çevresinde dolaşırlar. Bunlar dünyanın dönmesinden böyle görünürler. Bu yıldızların uzaklıları ile gökyüzünün her noktasını çok kolay tesbit ederiz. Gezegenler ise bunların içinde dolaşırlar. Bu dolaşma ilk insanların dikkatini çekmiştir. Bu yıldızların her biri ayrı ayrı yerlerde dolaşırlar. Ay ve Güneş de ayrı ayrı yerlerde dolaşır. Ay dolaşmasını bir ayda tamamlar, Güneş bir yılda tamamlar. Diğer yıldızların dolaşması ise farklıdır.
Önce kutup yıldızı ile tam kuzey her zaman kolayca tesbit edilir. Ne kadar kuzeyde olduğumuzu da yüksekliği ile tesbit ederiz. Gezegenlerin bulundukları yerleri tesbit ederek yılın hangi gününde olduğumuzu da biliriz. Ay’ın hareketlerini de yakından tesbit etmiş isek bulunduğumuz yerin boylamını saptayabiliriz. Çünkü Ay günde elli dakikalık bir kayma yapmaktadır. Ay’ın belli saatte bulunma zamanı yeryüzündeki boylama göre farklıdır. Bunların yerlerini gözle en ince şekilde belirlemekteyiz. Ay da bir necm olduğundan bu âyetteki “yol bulurlar” ifadesi astronominin esasını belirtmiş oluyor.
Bugün artık karalarda ve denizlerde konan alâmetlerle, radyo sinyalleri ile ve saatle kolayca tesbit edilebilmektedir. Bununla beraber hâlâ coğrafya koordinatları ve uzaydaki yerimizi gezegenler yardımı ile tesbit etmek durumundayız.
بِ “Bi” harfi istiane için gelir. Yani yıldız yardımı ile yol bulurlar denmektedir. Gerek vakit gerekse yerin bulunmasında çölde yaşayan ilk insanlar yararlanmışlardır. Bugün de yararlanıyoruz. Matematik astronomi ile doğmuş ve gelişmiştir. Fizik kanunları da astronomi üzerine oturmuştur.
هُمْ (HuM) Onlar. Bundan önce “laalleküm tehtedun” ile “siz” denmiş iken, burada “hum/ onlar” denmiştir. Oysa geliş “entüm/ siz” denmesini gerektirirdi. “Siz” yerine neden “onlar”a dönüşmüştür? Buradaki “onlar” kimlerdir? Sûrenin başına giderek bunlardan kasdın müşrikler olduğunu söyler ve bunların müneccimlik yaptıklarını anlarız. Ancak bu uzak manâdır. Bu uzaklık manâsı da doğrudur. Ama buradaki zamir bundan önceki 13’üncü âyette geçen إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ “Bunda tezekkür eden bir kavim için âyetler vardır.” âyetindeki kavme gitmektedir. Yakın ihtimal budur. Çünkü;
e) Zamir yakına gider, uzağa gitmesi az muhtemeldir.
f) “Tehtedûn” yol bulmak demektir. “Tedillûn” manâsında kullanılmış olacaktır ki hakikatten mecaza gidilmektedir. Mani karine yoktur.
g) Ay ve Güneş’in hesap için yaratıldığını söylemekle kıyasen yıldızlarla da söylenmiş olur. O halde Kur’an’ın diğer âyetleriyle bunun hakiki manâsı ile anlaşılması gerekmektedir.
h) “Alâmet” kelimesi ile aynı âyette toplanmıştır.
O halde neden sizden onlara gönderilmiştir? Çünkü ancak tezekkür etmiş ve uygarlaşmış topluluklar bu hesapları yapabilirler. Oysa ırmaklardan herkes yararlanır. Yollardan herkes yararlanır. Siz yıldızlarla yol bulursunuz denseydi herkesin bunu yapabileceği anlaşılmış olacaktı ki bu böyle değildir. “Alâmât” kelimesini de orta yere koydu ki alâmetlerden bir taraftan herkes yararlanır, ama diğer taraftan da onlardan yararlanmak için uygarlıkta belli yerlere gelmiş olmak gerekir.
Kur’an’da böylece iki türlü manâ verilen ifadeler vardır. Her ikisi de doğru olabilir. Burada da aynı şekilde iki manâ doğru olacak şekilde manâ verebiliriz. Falcılıktan ve astronomiden bahsetmektedir. Falcılığın butlanından, astronominin de gerçekliğinden aynı âyet ayrı ayrı manâlandırılabilmektedir. Birinde ihtida hakikat, diğerinde ise mecazi olarak manâlandırılmaktadır. Bu hakikatle mecazi aynı cümlede birleşmez sözü ile çelişmez. Burada âyetin ayrı ayrı iki defa nâzil olduğunu kabul edeceğiz. Birinde hakiki manâsı ile anlayacağız, diğerinde ise mecazi manâda nâzil olduğunu anlayacağız. Yani burada hakikatle mecaz müşterektir. Âyeti okuyan durumuna göre bir manâsını anlar. İki manâyı birden anlayamaz.
يَهْتَدُونَ (YaHTaDUvNa) Onlar yer bulurlar. İnsan bulunduğu yerin koordinatlarını biliyorsa, gideceği yerin koordinatlarını da biliyorsa, harita üzerinden en uygun olan yolu seçer ve oraya o yolla gider. Denizde ve havada ise en kısa yol olarak yüzer veya uçar. Bunun için belli eğitime ihtiyaç vardır. “Hum” sözü ile bu bilgileri edinmemizin farz-ı kifaye olduğu da anlaşılmaktadır.
Bu âyetler bize yeryüzünü nasıl imar edeceğimizi, nasıl temiz tutacağımızı, yeryüzünden nasıl yararlanacağımızı öğretmektedir. İnsanlar bunları birlikte yapacaklardır. Herkes gücü nisbetinde bu oluşa katkıda bulunacaktır. Bu arada falcılık ve büyücülük gibi bâtıl inançlardan da uzak olmalıyız.
Şimdi bir daha okuyunuz ve âyetleri anlamıyla ezberleyiniz.
Göreceksiniz ki sizde değişmeler olacaktır.
15. Ve Yere sizi yaysın diye sıra dağları, ırmakları ve ulaşasınız diye yolları koydu.
16. Belirtileri de… Ve onlar yıldızlarla yol tutarlar. (Nahl Sûresi)
15. Ve Arza sizi meyd ettirsin diye revasiyi, enharı ve ihtida edersiniz diye sübülü ilka etti.
16. Alâmâtı da… Ve onlar necm ile ihtida ederler. (Nahl Sûresi)
و ارضه سزى ميد اتدرسن ديه رواسيى انهارى و اهتدا ادرسنز ديه سبلى القا اتدى علاماتى ده ... و اونلر نجم ايله اهتدا ادرلر
بسم الله الرحمن الرحيم
وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(15)
وَ عَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ(16)
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92