ADİL DÜZEN199
Haftalık Seminer Dergisi 15 MART 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
“HİÇBİR HAKKI MAHFUZ DEĞİLDİR!” TEBLİĞ AMACIYLA FOTOKOPİ İLE ÇOĞALTIP DAĞITMAK VE e-mail GÖNDERMEK SERBESTTİR
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 199. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 01 Mart 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
“SABIR” ÂYETLERİNİN TEFSİRİ
Kur’an’ı nasıl anlayacağız? Bunun için bizim geliştirdiğimiz usûlü burada tekrar hatırlayalım:
a) Kur’an’ın kelimelerini tarihleri ile ele almak. Bunun için çalışmaya başlamalıyız. Herkes Kur’an’dan bir kelime alacak ve onun üzerinde çalışacak. Sonra bu kelimeyi açıklayan yazı yazacak, kitap yazacak. Dünyadaki diğer mü’minler de onları okuyacaklar.
b) Kur’an’ın kelimelerini kalıpları ile öğrenmek. Hangi kalıbın ne manâlar taşıdığını ortaya koymak. Böylece bir Kur’an lugatını oluşturmak.
c) Kur’an’ın gramer kurallarını tesbit etmek, farklı kelime ve kuralların taşıdığı fıkhî manâyı bilmek. Böylece Kur’an’ı yorumlayarak bir tefsir oluşturmak. Bu manâları güncelleştirmek.
d) Sorunları Kur’an’a dayanarak çözmek. Bunları yaparken hep işbölümü içinde birlikte yapmak.
Bu işleri başarmak için bir dergi çıkarmalıyız. Dergin aboneleri bizim çalışma ortaklarımız olacaklardır. Onlar bu hizmetlerden birisini yüklenecek ve çalışmalara ortak olacaklardır...
***
Bizim görevimiz beşikten mezara kadar Kur’an’ı okumamız olmalıdır. Nasıl okuyacağımızı Kur’an bize öğretecektir. Kur’an’ın anlamıyla okunması gerekir. Kur’an şöyle okunacaktır:
a) Okunacak âyette geçen kelimelerin manâsı açıklanacaktır. Kullanılan kalıpların özelliğine işaret edilecektir. Cümle yapısının özellikleri anlatılacaktır. Böylece âyetle ilgili açıklamalar önce öğrenilecektir.
b) Sonra âyetin Türkçe meali verilecektir. Bu mealin öz Türkçe olmasına dikkat edilmelidir. Çünkü insan kavramları ancak ana dili ile anlayabilir.
c) Bundan sonra günlük Türkçe ile tercümesi okunmalıdır.
d) Ondan sonra Kur’an kelimeleri ile Türkçe cümle kurulmalıdır.
e) Ondan sonra da Kur’an Arapça okunmalıdır.
Bu çalışmalarımıza kadınlar ve çocuklar katılmalıdır. Çocuk beşikte iken gelmeye başlamalıdır. İşte “III Bin Yıl Uygarlığı”nı böyle yapacak olanlar kuracaktır.
*HAFTALIK YORUM (30)
TEZKERE MESELESİ
Görülüyor ki, Türkiye’de yazar özgürlüğü yoktur. Yabancı sermaye ile iç içe giren bir ülkede millî hükümetin iktidar olması mümkün değildir. Türkiye bağımsız olmak istiyorsa, AK Parti iktidar olmak istiyorsa; halka kulak vermelidir, Hak’ka kulak vermelidir, Allah’a kulak vermelidir, Kur’an’a kulak vermelidir.
1- 18,7 milyon işsize ve ayrıca çalışana kredi ile iş vererek;
2- 150 milyar dolar dış borcu iç borca çevirerek, döviz borcunu mal borcuna çevirerek;
3- Hakemler sistemiyle yargıyı değil yargıcı bağımsız hâle getirerek;
4- Basını değil, yazarı ekonomik bağımsızlığa kavuşturarak çözmelidir.
Bizim bu konularda çalışmalarımız vardır...
20 000 sahifelik telif edilmiş birikimimiz vardır...
Yirmiden fazla yetiştirdiğimiz ilim adamlarımız vardır...
Türkiye’nin kurtulmasını istiyorsanız, bizimle işbirliği yapınız.
Yoksa; savaşa girseniz de girmeseniz de Türkiye Devleti yıkılacaktır. Ama Türk Milleti II. Sevr’e karşı da hazırlanıyor. Düşmanların hayalleri gerçekleşmeyecektir. “Ya istiklâl, ya ölüm” ilkesi Türk halkının içinde hâlâ yaşamaktadır.
Milli Gazete, Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve diğerleri; Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV ve diğerleri; bugüne kadar olduğu gibi “Geçen Hafta” da “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”na yer ver(e)mediler!.. Hâlâ bu GAZETELERİ okuyor ve bu TV kanallarını izliyorsanız; artık onlara “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”nı hatırlatabilirsiniz!..
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 199. SEMİNER Tefsir İstanbul, 08 Mart 2003
“SABIR ÂYETLERİ”NİN TEFSİRİ
Mü’minlerin dört temel vasıflarından söz etmiştik. Bunlardan biri “şükür” idi. Sadece Allah’ın bizi yaratmış olması bile şükretmiş olmamız için yeterlidir. Bu dünyada sıkıntılar çeksek bile; sabrederek şükredersek o bizim için bir “nimet” olmaktadır. Çünkü âhirette onunla yücelere çıkacağız. Demek ki, “sabır” “şükür”le beraber olursa bir nimet olur. Bizim en çok muhtaç olduğumuz şey “sabır”dır. Allah’ın verdiği nimetlerine şükredeceğiz. Karşılıklarını vereceğiz. Vermediklerine de sabredeceğiz. Dayanacağız. Gevşemeyeceğiz. Şikayetçi olmayacağız. Siperdeki nöbetimizi terk etmeyeceğiz.
Türk Milleti “1900’lü yıllarda” tam bir asır boyunca “İslâmiyet’ten vazgeçirilmek için” saldırıya maruz kaldı. 1900’larda; fikrî olarak İslâmiyet’e saldırıldı. Batı’da okuyanlar ilmi getireceklerine küfrü getirdiler. Ama biz îmanımızı kaybetmedik. 1910’larda; yenildik ve vatanımız dahil her şeyimizi kaybettik ama îmanımızı kaybetmedik. 1920’lerde; medreselerimiz kapandı, tarikatlarımız yasaklandı, din adına ne varsa hepsi elimizden alındı. Ama îmanımızı kaybetmedik. 1930’larda; kamu görevlisi olma hakkı elimizden alındı. Ama îmanımızı kimse elimizden alamadı. 1940’larda; Köy Enstitüleri ile alenen dinimizle savaşa girişildi, ama biz îmanımızı kaybetmedik. 1950’lerde; para ve zenginlikle bizi ahlâksızlaştırmak istediler, ama biz îmanımızı kaybetmedik. 1960’larda; hapislere ve idamlara gittik, ama îmanımızı kaybetmedik. 1970’lerde; zulümler gördük, ama îmanımızı kaybetmedik. 1980’lerde; iktidardan indirildik ama îmanımızı kaybetmedik. 1990’larda; 28 Şubatlar ve krizler oldu ama îmanımızı kaybetmedik...
İşte “sabır” budur. Îmanda sabır. Bir ulusun yüz yıllık sabrı.
Bütün bunları bize kim yaptı? Elbette Allah yaptı. Bizi olgunlaştırmak, bize yüce makam vermek için bu fitnelerle denedi. Bunları bize yapanların kimileri iyi, kimileri kötü niyetlidirler. Onun hesabını onlar verirler ama bizi Allah imtihan etmiştir. Allah istemeseydi onlar bunları yapamazlardı.
İşte bu sebepledir ki bütün bu sıkıntılardan dolayı Allah’a şükretmeliyiz. Çünkü biz böylece ülkemizde ve dünyada “Adil Düzen”i gerçekleştirecek bir kavim olduk. “Kur’an’ın sabır âyetleri”nin tamamı okunmalıdır; bilhassa sıkıntıya girdiğimiz zaman mealleri ile okunmalıdır.
Bugün size yalnız iki sabır âyetinden bahsedeceğiz. Her iki âyet sûrelerin sonlarındadır.
بسم الله الرحمن الرحيم
فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ أُوْلُوا الْعَزْمِ مِنْ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْ كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍ بَلَاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ (الاحقاف 35 Ahkaf)
Ahkaf Sûresi’ndeki âyet Kur’an’ın indirilişinden ve Kâinat’ın ecel-i müsemma ile yaratıldığından bahisle başlar. Sonunda sûrede eski kavimleri de örnek olarak verdikten sonra “Fa” harfiyle sonuca bağlar. Öyle ise sabret. Çocuk dokuz ayda doğar. Acele etme. Zaten biz bu dünyayı sizin sabredip sınıfı geçmeniz için var ettik. Öyleyse hemen sonuç bekleme diyor. Buradaki “Fa” tafsil “Fa”sıdır.
فَاصْبِرْ (FaÖBıR) Sabret. Subre, granit taşıdır. Kaya sert bir kayadır. Kolay kolay aşınmaz, kolay kolay parçalanmaz. Dayanıklı taştır. Sen de kaya gibi ol. Seni yolundan alıkoyanlar etkileyemesin. Gideceğin yere ulaşman için yoluna devam et. Ufukta varacağın yer görünmeyebilir. Ama sen yolunda devam etmelisin. Adil düzen çalışmalarına devam etmelisin. Hattâ bu yolda tek kalmış olabilirsin. Onun için müfret (tekil) sığasını kullanmıştır. Allah insanları yaratmış ve peygamberleri göndermiştir. Peygamberler insanları ileri götürmüşlerdir. Onlara kitap vermiş, mucize vermiş ve bu sayede onları gerçeklere ulaştırmıştır. Bizim bugün ulaştığımız seviye hep peygamberler sayesinde olmuştur. Kur’an’dan sonra yeni peygamber gelmeyecektir. Kur’an’dan sonra “peygamberler”in yerini “âlimler” alacaktır. Bu çok açık bir şekilde hem Kur’an’da, hem Sünnet’te bildirilmiştir. İşte sen, ey mü’min; senin görevin âlim olmaya çalışmak ve onun arkasından hemen kendini tek başına da olsa peygamber yerine koyup tebliğe girişmektir. Öğreteceksin, uygulayacaksın, başlatacaksın, inananlarla birleşeceksin. Kur’an’dan önce yalnız Allah’ın görevli kıldığı kimseler bu şerefe nail oluyordu. Şimdi ise her mü’min îman edip ilim cihadına koyulunca bu şerefi kendi çalışmasıyla elde etmiş oluyor. Sadece bu mertebeden dolayı ne kadar şükretsek yine yetmez.
كَمَا صَبَرَ أُوْلُوا الْعَزْمِ مِنْ الرُّسُلِ (KaMAv ÖaBaRa EuLuv eLGaZMı MıNa elRuSUvLı) Azimli resullerin sabrettiği gibi sabret. Çünkü sen ey mü’min; ey Kur’an’ın 1400 yıl sonra inanmış mü’mini; kendi mertebeni gör. Sen resuller mertebesindesin; hem de azim sahibi resuller mertebesindesin. Onlar Cebrail’den öğrendiler ve kitapları öyle anladılar. Sen de ilimden öğreniyorsun. Kur’an’ı onunla anlıyorsun. Onların sabrettiği gibi sabret. Tarihte azim sahibi peygamberler geldiler. Başlarına ne musibetler geldi. Ama onlar sabrettiler. Böylece bugünkü nimetlere erişmemiz için sebep oldular. Sen de sabret ey mü’min; böylece gelecek yılların saadetine sebep ol. Onlara dua ettikleri gibi sana da dua etsinler. Azmetmek, karar vermek demektir. Bir şeyin yapılmasına azmettikten sonra sabırla o kararın gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaksın. Artık dayanacaksın. Sabır; ya şikayetçi olmadan olduğun yerde kalmakla ve gevşememekle yapılır, ya da musibetlerin seni yolundan alıkoyamayarak çalışmaya devamla olur. Cihatla olur. Şükürle olur. Azim sahibi resuller böyle yaptılar. Sizler her hafta buraya geliyorsunuz ve bizi dinliyorsunuz. Sohbet yazılarını okuyor ve çevrenize de okutuyorsunuz. Elinizden geldiğinde mâli desteğinizle ortaklıklara katılıyorsunuz. İşte bütün bunlar azimli sabırdır. Buna devam ederseniz bu âyetin emrini yerine getirmiş olursunuz.
وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْ (Va LAv TaSTaGCıL LaHuM) Onlar için acele etme. Yani, kötülük yapanların mağlubiyetleri için, helâkleri için acele etmeyin. Her şey günü geldikçe olacaktır. Siz acele etmeyin. Bize acele etmek değil beklemek düşer. “Onların aleyhinde acele etmeyin.” denmesi gerekirken; “Onların lehinde olmak üzere acele istemeyin.” Yani, onlara mühlet verin ki belki tevbe ederler, helâk olmadan kurtulurlar. Nitekim Müslümanlar Hudeybiye’de sabretmişlerdi. Geri dönmüşler; bir sene sonra ise kansız olarak Mekke’ye girmişlerdir. Kısasta da benzer işlem yapılır. Tarafların affetmesi ve mağdurları ikna etmesi için zaman verilir. Sabretmek çok önemlidir. Türkiye’de ‘lâiklik’ adı altında dinsizliğe başlandığı zaman Türk milleti sabretmeseydi millet ile devlet birbirine girer ve kan gövdeyi götürürdü. Ama Türk Milleti ne yaptı; sabretti. Böylece zamanla bu inkılâbı yapanlar bu tutumlarından vazgeçtiler, kendileri demokrasiyi getirdiler. İslâmiyet tekrar serbest hâle geldi. 1960, 1971, 1980, 1997 müdahaleleri hep Türk Milletinin sabrı ile başarıya ulaşmıştır. 28 Şubat müdahalesini yapan ordu ve sermaye sonunda İslâmiyet’e teslim olmuşlardır. Olanlar sonunda onların aleyhine olmuştur. Burada zalimlerin zulmüne dayanmakla emrolunuyoruz. Böylece kurtarılmış oluyoruz. .
كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَار (KaEanNaHuM YaVMa YaRaVNe MAv YuGaDuNa LaM YaLBaÇUv EılLAv SaGaTın MıN NaHAvRın) Sanki onlar vaadolunan günün gelmesi saatinden başkasında oturmamış gibi olacaklar. Burada bize verilen haber ile; zulüm döneminin kısa süreceği, adalet döneminin uzun süreceği ifade edilmiştir. Gerçekten Mekke’nin fethi 10-15 yıl kadar zaman almış ama 1400 yıldır şimdi oralarda her yıl Hac yapılmaktadır. 1400 yıl düşünüldüğünde, gerçekten de 10-15 yıllık dönemde sanki bir saat kadar bile olmamıştır. Bizim işimiz dünyada hedefe varmak değildir. Bizim işimiz hedefe varmak için çalışmaktır. Bizim katkılarımızla hedefe varılacaktır. Ama bu arada biz ayrılmış ve âhirete gitmiş oluruz. Şahıs olarak hedefimiz orada cennete gitmedir. Rabb’imize kavuşmadır. Bir işçi fabrikada çalışır ve üretim yapar. Fabrika sahibinin hedefi üretim yapıp onu satmaktır. Ama işçinin gayesi oradan akşam üstü yevmiyesini almaktır. Bizim görevimiz burada Allah’ın gösterdiği işleri yapmaktır. Biz bunu yaparken bir ücret bekliyoruz; o ücret ve karşılık da cennettir. Mükâfatımızı burada değil âhirette alacağız. Biz Allah’ın işçisiyiz. O Allah ürününü sattı/ satmadı; bu bizi ilgilendirmez. Biz patronun işine karışamayız. Biz sadece bize yevmiyemizi verip vermediğine bakarız. Şimdiye kadar ne biz, ne de çevremizden kimse açlıktan ölmedi. Demek ki, geçinme korkusu çok yanlıştır. Yokluk korkusunda olmamız da yanlıştır. “Sabır ve “şükür” bizim bineklerimiz olmalıdır.
Neye sabretmeliyiz? İşte cevabı.
بَلَاغٌ Belağ: Ulaştırma. Tebliğ etme, anlatma. Neyi? Kur’an’ı ulaştırma, Kur’an’ı tebliğ etme. İşte bütün sorunumuz budur. Bizim sabretmemiz gereken budur. Kur’an’ı anlamak, aramızda uygulamak, sonra da anlatmak. Kur’an’ı nasıl anlayacağız? Bunun için bizim geliştirdiğimiz usûlü burada tekrar hatırlayalım:
a) Kur’an’ın kelimelerini tarihleri ile ele almaktır. Bunun için çalışmaya başlamalıyız. Herkes Kur’an’dan bir kelime alacak ve onun üzerinde çalışacak. Sonra bu kelimeyi açıklayan yazı yazacak, kitap yazacak. Dünyadaki diğer mü’minler de onları okuyacaklar.
b) Kur’an’ın kelimelerini kalıpları ile öğrenmek. Hangi kalıbın ne manâlar taşıdığını ortaya koymak. Böylece bir Kur’an lugatını oluşturmak.
c) Kur’an’ın gramer kurallarını tesbit etmek, farklı kelime ve kuralların taşıdığı fıkhî manâyı bilmek. Böylece Kur’an’ı yorumlayarak bir tefsir oluşturmak. Bu manâları güncelleştirmek.
d) Sorunları Kur’an’a dayanarak çözmek. Bunları yaparken hep işbölümü içinde birlikte yapmak.
Bu işleri başarmak için bir “dergi” çıkarmalıyız. Derginin aboneleri bizim çalışma ortaklarımız olacaklardır. Onlar bu hizmetlerden birisini yüklenecek ve çalışmalara ortak olacaklardır. Sonra bunları değişik basın ve yayın aracılığı ile tebliğ aracısı yapmak. Sonra daha ileri giderek tüm Müslümanlar arasında böyle bir bağlantıyı sağlamak ve diğer dünya dillerine tercüme etmek. Böylece tüm insanlığa yaymak. Bütün bunlar sayesinde “belağ hizmeti”ni yürütmek. İşte size kıyamete kadar bitmeyecek yığınla görevler. Siz bunlardan birini veya birkaçını ele alacaksınız. Katkıda bulunacaksınız. Sizin çalışmanız değerlenir/ değerlenmez; bu konu sizi ilgilendirmez. Siz ücretinizi âhirette alırsınız. Herkes tebliğ işine gecikmeden hemen başlamalıdır. Yaptıklarını da merkeze bildirmelidir.
فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ (Fa Hal YuHLaKu EılLav eLQaVMa elFAvSıQIyNa) Fâsık kavimden başkası mı helâk olacaktır? “Fısk” kelimesi “fıtık” kelimesine akrabadır. Bir balonun yırtılması demektir. Basınçlı bir yerde meydana gelen yırtılmadır. Fısk, olgunlaşan meyvenin kışrının (kabuğunun) çatlaması demektir. Fısk, kuralların dışına çıkma demektir. Tren vagonlarının rayından çıkması fısktır. Arabanın yolun dışına çıkması da fısktır. Burada fâsık olan kavimden bahsetmektedir. Kur’an’da ölü, kan ve domuz etinin haram olduğunu beyan etmekte, domuz etinin rıcz olduğunu söylemekte, sonra fıskan Allah’ın adı dışında kesilmiş hayvanların kesimini fısk olarak nitelemektedir. Burada etin bir eksiği yoktur ama kesenlerin kötülüğü var, fıskı vardır. Hukuk dışına çıkmak anlamındadır. Burada fâsık topluluktan (kavimden) söz etmektedir. Bir toplulukta bir kişi fâsık olabilir. Topluluk onu cezalandırır; asgari olarak onu dışlar. O zaman onun kötülüğü sona erer. Ama eğer bir toplulukta herkes kural dışı hareket ediyorsa; içtihatlara ve sözleşmelere uymuyor, yetkililerin ve hakemlerin kararlarına uymuyorsa, o zaman o topluluğu kim düzeltecektir? İşte bu topluluk için helâk mukadderdir. Başka bir yeri helâk etmek istediğimiz zaman müfritlere emrederiz, onlar orada fısk yaparlar ve ondan sonra orayı helâk ederiz. Fısk helâkin illeti ve şartı oluyor. Eğer bir topluluk fâsık olmamışsa; orada zulüm olsa, küfür olsa da helâk edilmezler. Fâsık olmak demek, kötülüğün artık kötülük sayılmaması demektir. Yani, herkes kötülük yapıyor, kimse onu yadırgamıyor ve onun için mücadele etmiyorsa, o kavim helâk olur. Ama hak için cihat varsa, henüz tebliğ tamamlanmamışsa ve henüz tebliğin etki edip etmediği ortaya çıkmamışsa, o kavim helâk olmayacaktır. Bundan dolayı sen acele etme. Burada fâsık olan kavimler helâk olacaklardan çok; fâsık olmayan kavimler helâk olmayacaklar anlamı çıkmaktadır. O halde bütün sorun ABD’nin bize saldırması değildir. Bütün sorun bizim fâsık kavim olup olmamamızdır.
بسم الله الرحمن الرحيم
وَ إِنّ لِلَّذِينَ ظَلَمُواعَذَابًا دُونَ ذَلِكَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ حِينَ تَقُومُ وَمِنْ اللَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَإِدْبَارَ النُّجُوم (الطور 49 - 47 rûT)
Tûr Sûresi, yaratılıştan bahsettikten sonra kıyametten söz etmektedir. Bunun dışında yakın bir azabın daha olduğundan söz etmektedir. Bu da dünya azabıdır. Dünya azabının zalimlere olduğuna işaret etmektedir. Müminlere zulmetmekte olduklarından haber vermektedir.
وَ إِنّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا عَذَابًا دُونَ ذَلِكَ (Va EınNa LılLaÜIyNa JaLaMUv GaÜAvBan DUvNa ÜavLıKa) “Ve zulmetmiş olan kimselere bunun dununda bir azab vardır./ Ve ezmiş olan kimslere bunun dışında bir tadış daha vardır.” Bunun dışında sözü ile işaret edilen azab âhiretin dışındaki dünya azabıdır. İnsanın işlediği suçların bu dünyada cezası vardır; bir de âhirette cezası vardır. Dünyada kötülüğün kötülükle karşılanmasıdır. Âhirette ise adaletin tesisidir. Birisine kızarsınız, onunla dövüşürsünüz. Burada karşı tarafa verdiğiniz eziyet ölçülü değildir. Tesadüflerle gücünüzün yettiğince davranırsınız. Allah ne dünyada ne de âhirette azabını gelişigüzel yapmaktadır. Dünyada koyduğu kanunlar vardır ve o kanunlarla bu işi yapmaktadır. Zulmedenlerin nasıl helâk olacaklarına ait tabii ve sosyal kanunlar vardır ve kanunlar ile cezalandırılmaktadır. Âhirette ise her fiil için ceza kanununda konduğu gibi cezalar vardır. İşlenen suçlara ceza veya mükâfat verilecektir. Cennet ve cehennem bunların remzidir.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ.(Va LAvKıN EaKÇaRaHuM LAv YaGLaMUvNa) “Velâkin ekserisi ilmetmemektedir./ Ancak onların çoğu bilmemektedir.” İnsanlar bugün Kâinat’ı bundan 10 milyar yıl önce bilinçli bir varlığın var ettiğini ilmin verileri karşısında inkâr etmemektedirler. Kâinat’ın bir düzen içinde olduğunu da bilmektedirler. Ancak insanların da böyle düzenleri vardır, kanunları vardır. Orada da bir zorunlulukları bulunduğunu kabul etmiyorlar. Çoğu dünya azabına inanmamaktadır. Başlarına gelenlerin ilâhi ceza olduğunu kabul etmek istememektedirler. Oysa Allah nasıl Yer’in dönüşünü kontrolü altında tutmakta ise; toplulukların gidişini de kontrolü altında tutmaktadır.
وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ (VaÖBıR LıXuKMı RabBıKa) Rabb’inin hükmüne sabret. Allah’ın emirlerini yerine getirerek faaliyete geçersiniz. Siz görevleri yaparsınız ama işler iyi gitmez. Yapmak istediğinize ulaşamazsınız. Başaramazsınız. Çünkü mü’minin görevi tebliğdir; sonuç elde etmek değildir. Beklenen sonuç karşı tarafın da kabul etmesi ile olur. Gününün gelmesi ile bu da olur. Biz “Akevler”i kurduk, evler yaptık. İsteğimiz, İslâmî site oluşturmak idi. Ortaklarımıza tapuları vermemiştik. Burada hedefimiz; komşuluğu yapmayan olursa hakkını verip çıkaracaktık. İslâmî hayat dediğimizde kastettiğimiz, hakemlere uymaktır. İlâhiyat hocaları birleşip Devlet Güvenlik Mahkemelerine ‘kooperatifi şeriatla yönetiyorlar’ diye bizi şikayet ettiler. Bizden tapuları istediler. Biz de vermek zorunda kaldık. İstediğimiz adil düzen sitesini kuramadık. Özdemir Çelik Döküm Fabrikası’nı aldık, çalıştıramadık. Adil düzen işletmesini kuramadık. 4000 dönümlük bir yer aldık. İzmir Konak’tan (yani merkezden) 9 kilometre mesafede asfalt yolu var; ama orman arazisidir diye devlet elimizden aldı ve 120 senelik tapuyu yok saydı. İstanbul’da bir çiftliği iflastan kurtardık, 40 dönümlük araziye sahip olduk. Duruyor. Siteleştiremedik. İşte bunlar Allah’ın hükümleridir. Allah bize sabretmemizi emrediyor. Son olarak İstanbul’da da bir yer aldık ama sonuca varamadık. Bütün bunların ilâhi takdir olduğunu nereden biliyoruz? 1985 yılında Özdemir Fabrikası’nı iflastan kurtarmıştık. Ak Besi Çiftliği’ni de o zaman kurtarmıştık. Borçlu-harçlı iken Süleyman Akdemir arkadaşımız rüya görüyor; tomruklar sel ile geliyor ve bizim ineklerimiz onun altında kalıyor. Ölmemişler ama baygınlar. Aradan 18 yıl geçiyor. Bunlar hâlâ baygınlar. Ölmediler; çünkü ikisini de iflastan kurtardık. Ölmediler; ama çalıştıramadık, baygınlar. Şimdi eğer bu ilâhî takdir değilse, biz olmadan nasıl olacağı ile ilgili rüya görürüz. Siz de hayatınızda bu tür rüyalar görürsünüz. Benzer rüyayı Kırgızistan’da gördük. Bişkek’te çiseleyerek yağmur yağıyordu. Hava kapalı idi. Orada da vakıf kurduk. Bişkek’in ekonomik hareketine yardımcı olduk. Ama biz başaramadık. Borçlanarak Türkiye’ye döndük. İşte bu âyet bunun gibi olayların haberini vermektedir. Bunlar Allah’ın hükmüdür. Bize sabretmemiz öneriliyor.
فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا (FaEınNAKa Bi EaGYuNıNAv) “Sen bizim aynlerimiz ilesin./ Sen bizim gözetimimizdesin.” Allah hüküm verirken mü’minleri de gözetlemektedir. Görevlerini yapıyorlar mı, yapmıyorlar mı? Görevleri yaparken bir sıkıntıya giriyorlar mı, girmiyorlar mı? Görevleri yaparken sıkıntılara girerlerse onlara yardım eder. Yani, şimdi biz Allah’ın gözü önündeyiz. Bizi gözetlemektedir. Biz görevlerimizi yaparsak O bizi korur ve bize yardım eder. Bizim görevimiz nedir? İşte bunları buradan sonra bize bildirecektir. Bizim işimiz kendi işimizi yapmak ve Allah’ın hükmüne sabretmektir. Teker teker görevlerimizi ve tebliğimizi yapmak, sonra da beklemektir.
وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ (Va SabBıX Bı XaMDı RabBıKa) “Rabb’ini hamdin ile tesbih et./ Yetiştirici’ni değerlendirme ile arıt.” Kur’an’da ıstılahlı deyimler vardır. “Namaz kılmak” kelimesi “hamd ile tesbih” sözü ile ifade edilir. “Hamdet ve tesbih et.” Allah eksik ve kötü bir şey yapmaz. Seni mü’min kıldığı için de hamdet. Sana böyle kudsi görev verdiği için de hamdet. Sonuçlar için sen tasalanma. Allah beş vakit namazı cemaatle kılmayı emretmiştir. Ama cemaat olmazsa tek başına da bunu yapacaksın. Biz şimdilik böyle dağınık da olsa mü’min olarak görevimizi yapmak durumundayız. Her gün her namazda Kur’an’ı meali ve tefsiri ile okumalıyız. Böylece Allah’ı hamd ile tesbih etmiş oluruz. Bize bu imkânları verdiği için hamdederiz. Olanların Allah’ın hükmü ile olduğunu biliriz.
حِينَ تَقُومُ (XıYNa TaQUvMu) “Kıyam ettiğin hînde/ Kalkmakta iken.” Sabah namazını kılmadan önce iki rekat namaz kılınır. Böylece ezandan sonra gelecekler beklenmiş olur. Bu emir ezanı okuyan kimseye aittir. Ezandan önce gelenler de bu namazı kılarlar. Bu farzdan önce kılınan namazdır. Ezandan sonra hemen namaz kılmak, gelecekleri beklememek olur. İki rekattan fazla beklemek, bu sefer gelenleri sıkmak olur. Ezan okunurken mescitte olanlar da bu namazı kılarlar. Ezandan sonra gelenler namaza başlamazlar, oturup beklerler. Öğleden, ikindiden ve yatsıdan önce de dörder rekat namaz kılınır. Akşam namazında ezan vakti belli olduğu için orada farz namazdan önce sünnet kılınmaz. Bu manâyı verdiğimizde; “Namazı kılmaya kalktığınızda” demektir. Namazı kılmak da kıyam ile olduğu için bu şekilde manâlandırırsak; “Namazın içinde tesbih edin” demek olur. Rüku ve secdelerde imam; “Azim Rab sen sübhansın, hamd da sanadır.” derler. Rükuda ve secdede ise; “Âlâ Rab sen sübhansın, hamd da sanadır.” derler. Bunu imam der; cemaat de der. Herkes gizli söyler. Oysa Kur’an’ı imam okur, cemaat dinler. Bu âyet bize bunu da tarif etmektedir. Görülüyor ki, Kur’an’da namaz en ince hususları ile tarif edilmiş bulunmaktadır. Hazreti Peygamber bunları bize öğretmiştir.
وَمِنْ اللَّيْلِ فَسَبِّحْهُ (Va MıNa elLaYLı Fa SabbiXHu) “Leylde onu tesbih et./ Geceleri de onu arındır.” Yukarıda hamd ile tesbih et demiştir. Burada sadece tesbih et demektedir. Müzemmil Sûresi’nde; “Gece kalk, yarısında, biraz azında veya fazlasında, Kur’an’ı tertil et.” denmiştir. Yani; Kur’an üzerinde dur. Burada namaz içinde değil de dışarıda Kur’an’ı okumak ve manâsı üzerinde durmak anlamındadır.
وَإِدْبَارَ النُّجُوم (Va EiDBARa elNuCUvM) Necmlerin idbarında da. İdbar, arkasını çevirme demektir. Gün aydınlandıktan sonra yıldızların gitmesinden önceki durumdur. Bu vitir vaktidir. Bu zamanda namaz cemaatla kılınmaz. Herkes kendisi kılar. Burada kelime hareke olarak üstünlü gelmiştir. “XıN” atfedilmiştir. Namaz anlamındadır. Cihad yapan mü’minler gece kalkarlar, Kur’an’ı tedris ederler. Sonra vitri kılıp sabah namazına giderler. Bu namaz şafak sökmeden önce kılınırsa tek rekat olarak kılınır. Üç rekattır. Eğer Güneş doğmuşsa o zaman iki rekat olarak kılınmaktadır. Yani ya vitri, ya da sabah namazının iki rekat sünnetini kılmak farzdır. Bu takdirde gece tek rekat olarak kılınıp yatılabilir. Bugün vitri yatsıdan sonra kılıyoruz. Buna göre geçerli olacaktır. Ama ondan sonra sabah namazının iki rekatının da kılınması gerekir. Çünkü idbare essucud olmamıştır. Farzların 20 rekata tamamlanması için bir rekatı baştan kılması gerekir. Demek ki, gece yatmadan Kur’an üzerinde durulacaktır. O takdirde yatmadan önce bir rekat namaz kılınıp yatılacaktır. Sabah namazından önce iki rekat kılınacaktır. Sonra sabahleyin kalkıp iki rekat sünnet kılınacaktır. Yahut sabaha karşı kalkacak, Kur’an’ı okuyacak, anlamını ve tefsirini tezekkür edecek, sonra bugün kıldığımız üç rekatlık vitri kılacaktır. İki rekat sünnet kılmak farz olmaz. Yatmadan önce kılınan bir rekattan fazlası nafile olur.
Bizim görevimiz beşikten mezara kadar Kur’an’ı okumamız olmalıdır. Nasıl okuyacağımızı da yine Kur’an bize öğretecektir. Kur’an’ın anlamıyla okunması gerekir. Bunun için yazılmış kitaplara başvuracağız. Kur’an şöyle okunacaktır:
a) Okunacak âyette geçen kelimelerin manâsı açıklanacaktır. Kullanılan kalıpların özelliğine işaret edilecektir. Cümle yapısının özellikleri anlatılacaktır. Böylece âyetle ilgili açıklamalar önce öğrenilecektir.
b) Sonra âyetin Türkçe meali verilecektir. Bu mealin öz Türkçe olmasına dikkat edilmelidir. Çünkü insan kavramları ancak ana dili ile anlayabilir.
c) Bundan sonra günlük Türkçe ile tercümesi okunmalıdır.
d) Ondan sonra Kur’an kelimeleri ile Türkçe cümle kurulmalıdır.
e) Ondan sonra da Kur’an Arapça okunmalıdır.
Bu çalışmalarımıza kadınlar ve çocuklar katılmalıdır. Çocuk beşikte iken namaza ve toplantılara gelmeye başlamalıdır. İşte “III Bin Yıl Uygarlığı”nı böyle yapacak olanlar kuracaklardır. Biz böyle bir topluluğu oluşturmak için çalıştık, ama başaramadık. Ancak bunun için gelecek nesillere malzeme bırakıyoruz. Sizler bizim bu bıraktıklarımızı alarak böyle bir cemaati oluşturacaksınız. Bunlar Allah’ın takdiridir. Sabrediyoruz ve bize bu kadar imkân verdiği için de şükrediyoruz.
35- Peygamberlerden azimli olanların sabrettiği gibi sabret. Onlar için acele etme. Onlar kendilerine vaad olunan güne vardıklarında burada günün bir saatinden fazla kalmadıklarını görecekler. Bozuk olan milletten başkası mı helâk olacak?
35- Resullerden azimli olanların sabrettiği gibi sabret. Onlara istical etme. Onlar kendilerine vaad olunan yevmde burada neharın bir saatinden çok lebs etmediklerini rey edeceklerdir. Bu belağdır. Fâsık olan kavimden başkası mı helâk olacak?
رسوللردن عزملى اولنلرين صبر اتدغى كبى صبر ات اونلره استعجال اتمه اونلر كنديلرينه وعد اولونان يومده بوراده نهارين بر ساعتندن جوك لبث اتمهدكلرنى رئي اده جقلر بوبلاغ در فاسق اولان قومدن باشقاسى مى هلاك اولاجق
فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ أُوْلُوا الْعَزْمِ مِنْ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْ كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍ بَلَاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ (الاحقاف 35 Ahkaf)
47- Ezmiş olan kimselere bunun dışında tadış vardır. Ancak çoğu bunu bilmemektedir. 48- Yetiştirici’nin kesişine dayan. Sen gözlerimizdesin. Kalktığın süre Yetiştirici’ni değerlendirerek arındır. 49- Geceleyin de onu arındır. Ve yıldızlarını döndüklerinde.
47- Zulm etmiş olan kimselere bunun dışında da ceza vardır. Lâkin çoğu bunu bilemiyor. 48- Rabb’inin verdiği karara sabret. Sen bizim gözümüzün önündesin. Namazı kıldığında seni var edeni şükrederek tesbih et. 49- Geceleyin de onu tesbih et. Yıldızlar gitmekte iken de.
ظلم اتمش اولان كمسلره بونون دوننده عذاب وردر و لكن اكثريسى بونو علم اتميور ربنن حكمنه صبر ات سن عينلرمزده سن قيام اتدغن حين ربنى حمد ايله تسبيح ات و ليلده ده اونو تسبيح ات و نجوم ادبار اتدغنده ده
Va EinNa LılLaÜIyNa JaLaMUv GaÜABan DUvNa ÜAvLıKa Va LAvKınNa EaKÇaRuHuM LAv YaGLaMUvNa VaÖBıR LıXuKMı RabBıKa Fa EınNaKa Bı EaGYuNıNAv Va SabBıX Bı XaMDı RabBıKa XIyNa TaQUvMu Va MıNa elLaYLı Fa ÖabBıXHu Va ıDBAvRa elNuCUvMı
وَ إِنّ لِلَّذِينَ ظَلَمُواعَذَابًا دُونَ ذَلِكَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ حِينَ تَقُومُ وَمِنْ اللَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَإِدْبَارَ النُّجُوم (الطور 49 - 47 rûT)
(وَ إِنَّ) مع عذاب الواقع فى الاخرة او مع يومهم الذى فيه بصعقون عذاب (لِلَّذِينَ ظَلَمُوا) انفسهم او غيرهم(عَذَابًا دُونَ ذَلِكَ) العذاب الاخرة او عذاب الصعوق (وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ) يحسبون ان الله لا يعذب فى الدنيا* (وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ) فيما اصابك فى الدنيا و لا الاخرة خير لك من الاولى (فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا) كان ما كان باذننا وقضائنا تحسبوه شرا لكم و هو خير لكم و ان لم ترى (وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ) فى الصلوة ان تقول سبحان ربى الاعلى ولك الحمد فى الركوع وتقول سبحان ربى الاعلى ولك الحمد فى السجدة فلا يكفى تسبيح الامام (حِينَ تَقُومُ) لصلواة الفرائض فيها او قبل اقامتها فى صلوة النوافل الا فى صلوة المغرب (وَمِنْ اللَّيْلِ) نصفه ناقصا او ذائدا (فَسَبِّحْهُ) بترتيل القران كما فى سورة المزمل (وَإِدْبَارَ النُّجُوم) فى الوتر او قبل الصباح ركعتين فاذا اقمت صلوة المساء فينتشر الناس الا المقربون يسبحون الله فيقومون ركعة اقلا ثم ينتشرون و يقومون ركعتين قبل الصباح او ينتشرون مع الناس فيقومون قبل الصبح فيصبحونه فيقوم الوتر فاصبح (الطور 49 - 47 rûT)
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 199. SEMİNER Yorum-30 İstanbul, 08 Mart 2003
TEZKERE MESELESİ
1 Mart 2003 tarihinde toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi AK Parti’nin “Gül Hükümeti”nin Irak’la Savaş tezkeresini reddetmiştir. Tezkere Amerikan askerlerine Türkiye’de konuşlanma iznini veriyordu. 62 bin ABD askeri Türkiye’de konuşlanacaktı. İstediği kadar asker de Irak’a geçebilecekti. Türk hava alanlarının ve limanlarının hemen hemen tamamı Amerikan uçak ve gemilerine açılacaktı. Türkiye de dışarı asker gönderecekti. “Gül Hükümeti”ni herkes suçlamıştı. Birinci tezkerede ABD’ne Türk hava alanlarını ve limanlarını onarım izni verilmişti. ABD bunu fırsat bilerek askerlerini Türk meydanlarına yığmıştı. Herkes Türk hükümetini suçluyordu. Söz verdi ve sözünde duramadı.
Oysa baştan beri Ordu, Cumhurbaşkanı, Gül ve Erdoğan dört şeyi tekrar ediyor ve herkese duyuruyordu.
1) Türkiye’nin ABD’nin yanında yer alması için, ABD ile yazılı anlaşma yapılmış olmalı ve bu anlaşma en yüksek seviyede imzalanmış olmalıydı. Bu anlaşmada; a) Türk askeri sadece barış amacıyla Irak’a girmelidir. Kendisi savaşmamalıdır. b) Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmalıdır. c) Irak’taki Türkmenlerin hakları korunmalıdır. d) Irak hakkında kararı Irak halkı serbest iradesiyle vermelidir. Bunları teminat altına alan açık anlaşma yapılmalı ve sözleşme olmalıdır. Böyle bir anlaşma gerçekleşmiştir. Önce tezkere kabul edilecek, imzalama sonra olacaktır. Kesin sözleşme tezkereden sonra olacaktır. Ancak yetkililer anlaşma yapar ve parafe koyarlar. Türkiye Başbakanı ile ABD Devlet Başkanının imzalaması ise tezkerelerin kabulüne kalır. Oysa anlaşma metni oluşmamıştır ve Meclis’e bu metin gelmemiştir.
2) Türkiye’nin ABD’nin yanında yer alabilmesi için uluslararası meşruiyet mutlaka olmalıdır denmiştir. Hiçbir devlet yetkilisi ikinci karar çıkmadan Türkiye’nin savaşa katılacağını veya ABD askerlerini konuklayacağını söylememiştir. ABD dolarına kendilerini satan yazarların hezeyanlarından başka bir dayanağı olmayan iddialar dışında destekleri yoktur. Gerçi böyle uluslararası meşruiyet olmadan onarım tezkeresini Meclis onaylamıştır. Ancak oradaki gerekçe şu idi. Biz uluslararası meşruiyet kararını çıkaracağız. Ama o zaman yaz gelir, savaş zorlaşır. Siz izin verin biz onaralım. Biz tezkere getirdiğimizde hazırlıklı olalım. ABD’ne kolaylık sağlamak için o izni vermişti. Bu hiçbir zaman uluslararası meşruiyeti aramayacağız anlamına gelmez. Öyle olsaydı tezkere birlikte gelirdi. Burada AKP Hükümeti Amerika’ya kolaylık göstermiştir. ABD zaten savaş hazırlığını yapmaktadır. Onarımda harcadığı paraları savaşta her zaman gözden çıkarmıştır. Misafir ettik diye artık evimize ortak mı oldu? ABD’nin huyudur; dostane girdiği ülkelerden çıkmıyor. Dostluğu istismar ediyor. Bu davranışı ikinci tezkerenin reddi için zorunlu sebeptir. Bize yarayan bir onarım yapmışsa onu da borçlanalım. Bize koyduğu kotaları kaldırma sözü vermişti. Kârdan mahzuf edelim. Burada AK Parti’yi suçlamak bana göre gaflettir. İhanettir. Tabi bunların içinde hainlik vardır.
3) Uluslararası bir anlaşmanın geçerli olması için, anlaşmaların yetkililer tarafından yapılmış olması ve anlaşmanın yazılı hâle getirilmesi gereklidir. Yetkisizlerin konuşmaları bir şey ifade etmediği gibi, tüzel kişilerde sözlü konuşmalar bir şey ifade etmez. Yazılı olması ve mühürlenmiş olması gerekir. Çünkü sözlerin şahsına mı, yoksa tüzel kişiye mi ait olduğu bilinemez. O halde Türkiye’yi Irak’a karşı savaşa sokmak milletvekili bile olmayan bir siyasi partiye ait değildir. Başbakanın da tek başına söylediği sözler değildir. Anlaşmalar konuşulur. Sonra dışişleri bakanlığında belge hazırlanır. Karşılıklı imzalanır ve öyle geçer. Bu hususta görüşmeler hükümet kararı ile dışişlerinde yapılır, hükümet tezkeresi ile Meclis’te oylanır ve kabul ederse geçerli olur. Tayyip veya Gül sözlü olarak söz verseler bile hiçbir hukuki bağlantı oluşmaz. Çünkü bunlar yetkili değildirler. Zaten ne ABD ne de Türk yetkilileri ve bizzat kendileri böyle bir söz verildiğini söylemiyorlar. Bunu yine utanmaz dolarlanmış basın gevelemektedir. Hiçbir resmi değeri olmamakla beraber, varsa böyle bir anlaşmaları, belgeyi getirsinler. Gül ve Erdoğan’ın yerinde olsaydım, Amerika bana böyle öneride bulunsa bunun anlamı şudur: Biz sizi hükümet yaparız ama siz bizimle Irak’a savaşa girin dese, böyle teklif alsam, hiç sesimi çıkarmam; elbette bizi iktidara getireceklere minnet borcumuzu öderim derdim. Şimdi dayatınca da; Bizi siz değil milletimiz iktidar etti, ona minnet borcumuzu ödemek zorundayız derdim. Savaş istemiyorum ve savaşa girmiyorum derdim. Ben 28 Şubat hükümeti değilim derdim. Amerika’nın Türkiye seçimlerine karışma, hükümetleri atama yetkisi nereden olmuştur? Eğer Gül ve Tayyip böyle bir söz vermiş ve şimdi de dirsek çevirmişlerse; kendilerini tebrik ve takdir etmek gerekir.
4) Bağımsız bir devletin dayandığı tek güç vardır, o da millî güçtür. Bağımsız devletler bağımsızlıklarını şöyle korurlar; “Ya istiklâl, ya ölüm” derler. İnsanlığa şu mesajı gönderirler; “Biz son ferdimiz ölmeden size ülkemizi teslim etmeyeceğiz.” Saddam şöyle diyor; “Biz Birleşmiş Milletler kararlarına uyuyoruz. Ama ülkemizi teslim etmeyeceğiz. Gitmeyeceğiz, kaçmayacağız. Ben burada doğdum, burada öleceğim.” diyor. İşte bağımsız ülkeye giden yol budur. Bir ülke büyük olduğu için bağımsız olmaz; ölümü göze alma ile bağımsız olur. Bizim ekonomimiz bozuktur. O halde ülkemizi teslim edelim! Savaş ekonomimizi kurtaracak! Savaşın ekonomiyi düzelttiği nerede görülmüştür? Amerikan doları bile tepetaklak gidiyor. Savaşa girip de öleceksek; savaşa girmezsek de zalimlerin zulmüne âlet olup başkalarını da öldürerek ölmenin ne manâsı vardır. AK Parti Amerika’nın ölümlerden ölüm beğen teklifini Meclis’e getirmiş ve onun oyunu ile ölümlerden ölümü beğenmiş olabilir. Bunda AK Parti nasıl suçlanabilir. Grup kararı almayan parti yöneticileri nasıl suçlanabilir. Parti bu konudaki sorumluluğunu tüm Meclis ile paylaştı. Bununla beraber yönetim sorumluluğunu da yüklenerek görüşlerini ortaya koydu ve milletvekillerini ikna etmeye çalıştı. Tayyip milletvekillerine; “Ben karışmıyorum, vicdanınızla oy verin.” deseydi, sonuç 264 değil belki de 4 olurdu. Hâlâ Tayyip ve Gül suçlu. Tayyip açıkça söyledi, grup kararı almazsam ben sorumlu değilim dedi.
5) Türk devleti ABD’nin müttefiki değildir. Türkiye Amerika ile sadece Birleşmiş Milletler üyesi olduğu için müttefikidir. Türkiye NATO içinde ABD’nin müttefikidir. Türkiye’nin bunlar dışında ABD ile anlaştığı bir siyaseti yoktur. Yok! AB’ye girmede bizi desteklemiştir. Hoppala! Türkiye Avrupa’ya girdi de bir minnet borcu mu var? Biz de ABD’yi destekliyoruz. Saddam haksızdır. Amerika’yı dinlemeli diyoruz. Amerika bizi bir savaşta mı destekledi? Yok efendim! ABD PKK’yı bize karşı destekledi. Ancak Allah’a inanmayan insanlar böyle yalan söyleyebilirler. Ama Allah vardır ve şiddetli bir şekilde çarpar. PKK’yı örgütleyen Batı’dır ve yöneten de orasıdır. Çekiç Güç alenen desteklemiştir. Şimdi hâlâ Kuzey Irak’ta 5000 PKK’lı vardır. Bunları kim finanse ediyor? PKK yalnız Türkiye için değil, Barzani ve Talabani için de sorun. Ama Amerika’nın himayesinde olduğundan kimse dokunamıyor. Türk ordusu onu Irak’a ve İran’a karşı koruyor. Türkiye 40 senede 80 milyar dolar borçlanmıştı ve “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmişti. Refahyol Hükümeti ile artık borçları ödemeye başlamıştı. O hükümet devam etseydi bugün borçların en az 30 milyar doları ödenmiş ve borcu 50 milyara inmiş olacaktı. 28 Şubat’tan sonra IMF’nin oyunları ile, atanmış ekonomik valiler (yani Kemal Derviş) sayesinde Türkiye 70 milyar dolar daha borçlandı. Bu yeni borçlanma karşılığında sanayi ve yatırım için bir çivi bile çakılmadı. Yani, 28 Şubat’tan sonra sadece dış borç bakımından 100 milyar dolar yük gelmiştir. ABD hiçbir zaman Türkiye’nin müttefiki olmamıştır; Türkiye sadece ABD’nin istihbarat taşeronu olmuştur.
6) Şikayet edilen ne idi? Türkiye’de demokrasi yoktu. Çünkü Genelkurmay Başkanı Başbakana bağlı idi. Devlet Güvenlik Mahkemelerinde asker vardı. Milli Güvenlik Kurulu’nda askerler hakimdi. Ordu bunun için tasfiye edilecekti. İşte ordu son seçime karışmadı. İşte ordu savaş kararına karışmadı. Meclis istediğini yaptı. Demokrasi bu değil mi? Millî hakimiyet bu değil mi? Ordu yine suçlu oldu. Yok şimdi niye karıştı; yok şimdi niye karışmadı?!. Açık söylesinler; Türk ordusu Türklerden oluşacak ama ABD’nin emrinde olacak! İstedikleri zaman hükümetleri indirecek, başbakanlarını asacak! Halkı istemese de zorla savaşa sokacak! Bunu elbette düşmanlar isteyebilir. Ama Türk basınının bunu savunması korkunç değil midir? Türk Ordusunun Başkomutanlığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde mündemiçtir. Cumhurbaşkanı Başkomutandır. Hükümet orduya komuta edemez. Savaş kararını ancak Meclis alır. Sıkıyönetim kararını dahi ancak Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında toplanan hükümet alabilir. Savaş kararı tezkeresinin de Cumhurbaşkanının imzası ile gitmesi gerekir. Başbakanın başkanlığında evleviyetle savaş kararı alınamaz.
7) Herhangi bir işi yapmak için onun meşru olması şarttır. Meşruiyet yoksa o işi yapmak suçtur ve ayıptır. Irak için savaş meşru mudur? Bu savaş meşru olmadığı gibi; I. Körfez Savaşı da meşru değildi. Ehven-i şer olarak tercih olunur. Eğer Saddam Körfez’e saldırdığında kan aksaydı ve akmaya devam etseydi, durdurmak için savaş meşru olurdu. Oysa işgal edilmiş ve kan akmamıştı. Kuveyt halkı bunu kabullenmişti. Her yönü ile Irak’ın parçası olan Kuveyt bahanesiyle ve sırf petrol hikâyesi sebebiyle Irak’a saldırmak asla meşru olmazdı. Mâli yaptırım uygulanabilirdi. Şimdi de eğer Irak halkı sıkıntıda olsa ve iç isyanlar sürüp gitse, kanı durdurmak için müdahale meşru olurdu. Ne işe yarayacağını hiç kimsenin bilmediği bir savaş meşru olmaz.
8) Bir şeyin meşru olmasında at pazarlığı yapılmaz. Bu ahlâksızlıktır, çirkinliktir. “Bana şu kadar para verin, filanı öldüreyim!” pazarlığı ahlâksızlıktır. Buradaki ahlâksızlık nereden kaynaklanıyor? Haksız yere adam öldürmekten kaynaklanıyor. Yoksa mesele para isteme meselesi değildir. Bir fahişe para için cinsi ilişkide bulunuyor, karşılığını istiyor. Para vermeme ayıp olabilir. Bir şeyin meşru olmasından sonra o işi yapmak için o işin kârlı olması gerekir. Hiç kimse boş işlerle uğraşmaz. Çıkarı varsa o işi yapar. Irak’la savaşın meşru olduğunu farz edelim. Savaşmamız için meşru olduğunu farz edelim. Bizim savaşa girmemiz için çıkarımız olmalıdır. Asgari Irak petrollerindeki %10’luk hakkımızı almalıyız. Ekonomik bakımdan da eski alacaklarımızı almamız gerekir. Ondan sonra da at pazarlığını yaptılar. Gül ile Erdoğan saf olabilir; ama Türk halkının böyle çocukça sözlerle uyutulacağını sananlar yanıldıklarını bilmelidirler. Türkler at pazarlığı yapmazlar. Eğer; “Tüm borcunuzu durduralım. Biz Türkiye’de kaldığımızda siz de ödeme zorunda olmayın, faiz işlemesin.” denseydi; “Sadece hava alanlarını ve limanlarını kullandırabiliriz.” denebilirdi. “Para faizsiz, yer kirasız” bir anlaşma önerilebilirdi.
Görülüyor ki, Türkiye’de yazar özgürlüğü yoktur. Yabancı sermaye ile iç içe giren bir ülkede millî hükümetin iktidar olması mümkün değildir. Türkiye bağımsız olmak istiyorsa, AK Parti iktidar olmak istiyorsa; halka kulak vermelidir, Hak’ka kulak vermelidir, Allah’a kulak vermelidir, Kur’an’a kulak vermelidir.
5- 18,7 milyon işsize ve ayrıca çalışana kredi ile iş vererek;
6- 150 milyar dolar dış borcu iç borca çevirerek, döviz borcunu mal borcuna çevirerek;
7- Hakemler sistemiyle yargıyı değil yargıcı bağımsız hâle getirerek;
8- Basını değil, yazarı ekonomik bağımsızlığa kavuşturarak çözmelidir.
Bizim bu konularda çalışmalarımız vardır...
20 000 sahifelik telif edilmiş birikimimiz vardır...
Yirmiden fazla yetiştirdiğimiz ilim adamlarımız vardır...
Türkiye’nin kurtulmasını istiyorsanız, bizimle işbirliği yapınız.
Yoksa; savaşa girseniz de girmeseniz de Türkiye Devleti yıkılacaktır.
Ama Türk Milleti II. Sevr’e karşı da hazırlanıyor. Düşmanların hayalleri gerçekleşmeyecektir. “Ya istiklâl, ya ölüm” ilkesi Türk halkının içinde hâlâ yaşamaktadır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92