KUR’AN İŞLETMELERİ(17); 157. SEMİNER Üsküdar/İstanbul, 26 Nisan 2002 Cuma
A D İ L D Ü Z E N E G Ö R E
İNSANLIK ANAYASASI
IA. HUKUK DÜZENİ (İSLÂM DİNİ)
İnsanlar topluluk içinde yaşarlar.
İnsanlar ümmetler olarak yaşarlar.
Madde 2- a) İsteyenler, işgal ettikleri toprakları birleştirerek bir başkanın yönetiminde ve yaptıkları sözleşmelere göre hukuk düzeni içinde topluluklarını kurarlar. Aralarında çıkan ihtilafları tarafların seçeceği birer hakem ile hakemlerin seçeceği bir başhakemden oluşan hakemler heyetine çözdürürler. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bu sınırı tarafların seçeceği tarafsız ve bağımsız hakemlerden oluşmuş mahkemeler belirler.
Madde 2- a) İnsanlar evleviyetle elde ettikleri civarı kıt’aları birleştirerek bir imamın emrinde İslâm dinini tesis edip aralarındaki misakları ile ümmetlerini ca’lederler. Tenazu’ ederlerse Allah ve resulüne reddederler. Bunun için bir tarafın ehli bir hakem, diğer tarafın ehli bir hakem ba’seder. Onlar da kendilerine bir hakem ba’sederler. Haramlar kısas iledir. Hüküm hakemlerindir.
Hukuk düzeni haklıyı kuvvetli kılan düzendir.
İslâm dini mü’minlerin emanı ile kaimdir.
b) Hukuk düzeni haklıyı kuvvetli kılan düzendir. Kişiler kişilere değil, sözleşmelerle oluşan mevzuata uyarlar ve üstlere değil hakemlere karşı sorumlu olurlar. Sorumluluk sonuçlardan değil, davranışlardan dolayıdır. Davranışların karşılığı da mevzuatla belirlenmiştir. Sorumluluk kişisel olup ortak sorumluluk yoktur. Topluluk hukuk düzeni içinde yaşar ve gelişir.
b) İslâm dini zuafayı izzetle vâris kılar. Nâs şeriata ittiba eder, resulüne itaat eder, ahitlere riayet eder ve akitleri ifa eder. Herkes dine karşı mesul olup şeriata ittiba edilir. Allah’tan başkasına karşı mes’uliyet yoktur. Mes’uliyet hakemlere karşıdır. Mes’uliyet kasıtlı fiillerden dolayı olup, ikab ise Allah’a aittir. Kimse başkasının vizrini hamletmez. Herkes kendisinden mes’uldür. Ümmet şeriatla oluşmuş İslâm dini içinde yaşar.
AÇIKLAMALAR
Madde 2- a) İnsanlar evleviyetle elde ettikleri civarı kıt’aları birleştirerek bir imamın emrinde İslâm dinini tesis edip aralarındaki misakları ile ümmetlerini ca’lederler. Tenazu’ ederlerse Allah ve resulüne reddederler. Bunun için bir tarafın ehli bir hakem, diğer tarafın ehli bir hakem ba’seder. Onlar da kendilerine bir hakem ba’sederler. Haramlar kısas iledir. Hüküm hakemlerindir.
(EVLEVİYETLE) İlk olarak demektir. Yeryüzü bütün insanlarındır. Ancak bütün yeryüzünü birlikte bir anda kullanamayacaklarına göre, aralarında nasıl bölüşeceklerdir? Bunun çözümü şöyle yapılmıştır. Bir insan bir yeri işgal ettiği zaman orasının işgal hakkı onun olur. Diğer yerlerdeki haklardan vazgeçmiş olur. Diğerleri de buradaki haklardan vazgeçmiş, başka yerleri işgal etme haklarını artırmış olurlar. Buna ilk işgal teorisi denmektedir. Türkiye Türklerindir, çünkü Türkler buraları daha önce işgal etmişlerdir. Kur’an’da buna delil olarak mabetler hakkında koyduğu hükümleri buluruz. Yeryüzünde Mekke’deki mabet de, Kudüs’teki mabet de insanlar için va’z edilmiştir. Ancak va’zedilen Mekke’dir. O halde merkez orasıdır. Hz. Peygamber Medine’ye gelince, daha Medine’ye varmadan Kuba’da bir mescit yaptı. Bu mescit bucak mescididir. Oradaki ayırımcılar ayrı mescit yaptılar. Kur’an burada namaz kılınmasını yasaklayıp, ilk tesis edilen yerde namaz kılmak haktır dedi. Demek ki, öncelik haklar için bir illettir. İşte kıyas budur. Mabet için konan bu hüküm tüm işgallere teşmil edilmektedir. “İnsanlar için bolluk içinde yapılan evin ilki Mekke’de olanıdır. = Nâs için mübarek olarak va’zedilen beytin evveli Mekke’de olanıdır.”(3/96) “Korunmak için günün ilkinde yapılmış toplanma yeri içinde bulunman daha uygundur. = Takva üzere yevmin evvelinde tesis edilmiş bulunan mescidde kıyam etmen ahakdır.”(9/108) “Size ilk olarak onlar başladılar = Size mer’enin evvelinde onlar bedet ettiler.”(9/13)
(CİVAR) İnsanlar işgal ile toprakları paylaşırlar. Komşu olan toprak sahipleri de birleşerek bir birlik oluştururlar. Bunlardan en küçüğü aşiret, ondan sonra kabile, ondan sonra şa’b, ondan sonra kavm ve son olarak tüm insanlık nâs olarak böylece organize olmuşlardır. “Yerde komşu parçalar vardır. = Arzda mütecavirat kıtalar vardır.”(12/4) Bütün parseller mütecavirattır. Burada özel olarak birleştirilmiş topraklar demektir. Çoğulun kurallı dişi çoğul olması, bu parsellerin aralarında terkib edildiklerini ifade eder. Mütecavirattan bahsediyor, mütecavirat olmayanlardan bahsetmiyor. Bu âyet bize aşiret, kabile, şa’b ve kavimlerin toprakları mütecavir olacaktır anlamını verir. “Yakın komşular ve yabancı komşular. = Zilkurba olan câr ve cünüb olan câr.”(4/36) Komşuluğun yakın olmaktan farklı hukuku olduğunu ifade eder. Çoban topluluklar komşuluktan çok yakınlığa dayanıyordu. Sanayi toplumları yakınlıktan çok komşuluğa dayanmaktadır.
(KIT’A) İnsanlar yeryüzünü işgal ile bölüşmüşlerdir. Ancak her insanın ayrı ayrı bölüşmesi yerine, topluluklar hâlinde önce büyük bir yeri işgal ederler. Sonra aralarında o işgal ettikleri yeri yine işgal ile bölüşürler. Kavimler ülkeleri savunma ile işgal ederler, onun içinde şa’blar güvenme ile illeri işgal ederler, onun içinde kabileler hukuk düzeni tesis etmekle bucakları işgal ederler, onun içinde de aşiretler ocakları işgal ederler. Halk ise bucak içinde işyerlerini işgal ederler, ocak içinde kalacak yerleri işgal ederler. Bunların komşu olmaları şarttır. “Arzda mütecavir kıt’alar vardır.”(13/4) Âyette, mütecavir kıtalar, yemişlikler ve ekinler vardır deniyor. Kıtalar için mütecavir sözünü kullanıyor, ama cennât ve zer’ için kullanmıyor. Çünkü aralarında boşluklar olacaktır.
(İMAM) Kur’an’da başkan yerine resul kullanılmıştır. Ama her topluluğun imamları ile dâvet olunacaklarını da bildirmiştir. Emam, ön demektir. Halefin tersidir. İmam, önde giden demektir. Başkan önce yapar, cemaat de onun yaptığını yaparak birlik sağlanır. Namaz bunun bir örneğidir. Yani, imam amir değil, öncüdür. Başkan için başka bir yerde de “seyyid” denmektedir. Seyyid, seyis demektir. Yani, halkın önünde halka yol açan kimse demektir. Siyaset kelimesi de siyadetten dönüşmektedir. Hukuk düzeninde zorlama yoktur. “Ben seni insanlara öncü yapacağım. = Ben seni nâsa imam ca’ledeceğim.”(2/124) “Daha önce Musa’nın yazıtını öncü ve esenlik olarak = Kablinde Musa’nın Kitabını imam ve rahmet olmak üzere”(11/17) “İnsanlar o gün öncüleri ile çağrılırlar. = Nâs o gün imamları ile dâvet olurlar.”(17/71)
(ÜMMET) Emam, ön demektir. Arkaya half denir. Ümm, anne demektir. İnsan varolmadan önce onun önünde anne vardır. Nasıl bir öncü önce yol açar, sonra birlik ilerlerse, zaman içinde de anneler önde gider, arkalarını çocukları takip ederler. İmam da topluluğun önde gidenidir, başkandır. O önce yapar, cemaat da ona uyar. Ümmet ise imamları olan topluluktur. Halk bir araya geldiğinde eğer başkanları yoksa birer kalabalık olmaktan ibarettir. Ama başkanları seçilmişse ümmet olmuşlardır. Bir arada yaşayanlar kendilerine bir başkan seçerler ve o şekilde bir ümmet olurlar. Kur’an düzeninde iki kişi bir araya gelince cemaatle namaz kılmak zorundadırlar. Cemaatle namazda da bir imam olur. İşte bu imam diğer vakte kadar o iki kişilik cemaatin başkanıdır, imamıdır. Yani, iki kişi bile bir ümmet teşkil eder. Kur’an düzeni bunu daha ileri götürmüştür. Tek kişi olsa bile ezan okuyacak, kamet getirecek ve kendi kendisine imam olup kendisine namazı kıldıracaktır. Burada yeni gelenler olursa hemen sağında durup ona uyacak, diğerleri de sağında ve solunda durarak saf oluşturacaklardır. Bu imamlık geçicidir. Eğer sayıları on kişiyi bulur ve sürekli bir arada yaşayacaklarsa, bunlar kendilerine devamlı bir başkan seçerler. Artık o topluluğa o başkanlık eder. Bunların sayıları fazla olursa bölünürler. 100’e yakın aşiret birleşerek bir Cuma imamını nasb eder ve kabile ümmeti olur. Böylece sosyal hücre oluşmuştur. Merkezi sosyal hücreler oluşarak il, ülke ve insanlık merkez bucakları oluşur. Görülüyor ki, İslâmiyet sadece lafzî olarak şeriatı tedvir etmemiştir. İbadetlerle şeriat eğitimini beşikten mezara ve tüm insanlığa kadar sürdürmüştür. “Durduranın düzeni budur. = Kayyımın dini budur.”(9/36; 12/40) Kayyım, kâmeden müşebbeh sıfattır. Durdurma ve duranın dini budur anlamları vardır. Mukavemetle sağlam düzen budur denmektedir. “Durabilmenin düzeni budur. = Kayyımenin dini budur.”(98/5) “Onlara yerine geçerek düzeni Allah’a özleyerek onun işlerini yapmalarından başkası buyrulmadı. Toplantıları yapacaklar ve vergilerini vereceklerdir. Diri düzen budur. = Onlara Hanif olarak dini ona muhlis kılıp ibadet etmelerinden başkası emrolunmadı. Salâtı ikame edecekler ve zekâtı ita edeceklerdir. Kayyıme olan din budur.”(96/5) Topluluğun temel dayanağı sosyal ve ekonomik birliğin tesisidir. Biri namazla, diğeri de zekâtla sağlanmaktadır. “İçinizden iyiliğe çağıran, töreleri buyuran, yasaklardan sakındıran bir kuruluş olsun. = İçinizden hayra dâvet eden, marufu emreden, münkerden nehy eden bir ümmet olsun.”(3/104) Topluluk içinde bir örgüt olacaktır. Bu örgüt kamu yetkilerini taşıyacaktır. Bunlar hayra dâvet edecek, yani iyiliklerin neler olduğunu hatırlatacak ve bildirecek, marufu emredecektir. Emir ve nehiy icbar veya men değildir. Emir de nehiy de hatırlatmadır. Dinlemeyenlere cezayı ise görevliler değil, hakemler verecektir. “Siz toplulukların seçkinisiniz. İnsanlara töreyi buyurmak, yasaklardan sakındırmak için çıkarıldınız. Allah’a inanırsınız. = Ümmetin hayırlısısınız. Nâs için ihraç olundunuz, marufu emreder, münkerden nehy edersiniz. Allah’a îman edersiniz.”(3/110) Burada hitab edilen ümmet, kamu görevleri yüklenen kimselerdir. Meçhul sığası ile kullanıldığı için şeriata göre görevlendirme olacaktır demektir. Yani, sizi başkan görevlendirdi demiyor. Ümmetin seçilmişlerisiniz demek, topluluk tarafından seçilmiş kimselersiniz demektir. “Siz insanlara tanıklık edersiniz, elçi de size tanıklık etsin diye sizi orta bir topluluk yapık. = Siz nâsa şahitler olasınız, resul de şahit olsun diye biz sizi böylece vasat bir topluluk yaptık.”(2/143) Kamu hizmetlerinin îfası şehadet ile ifade edilmiştir. Bu görev soruşturma görevidir. Soruşturanlara şehit denmektedir. Hakemler onların şehadeti ile karar verir. Şehadet aynı zamanda genel hizmet anlamındadır. Yani, başkan görevlilere, görevliler de halka hizmet edecektir.
(EMR) “Töreyi buyurur, yasaklardan da uzaklaştırırlar. = Marufu emreder, münkerden de nehy ederler.”(3/104) Başkanların yasalar yapma yetkileri yoktur. Onlar yasaları topluluğun elçileri olarak uygularlar. Emretmek, cebretmek değildir. Yasalara uymayanlar veya yasaklanan kimselerin cezalarını hakemleri verirler.
(DİN) Düzen demektir. Dana, anasını emmekte olan sığır yavrusudur. Alttan yaklaştığı için, deni demek aşağı demektir. Yahut, yakına vardığı için de yakın demektir. Borç - alacak ilişkisi, ineğin yavrusu ile olan ilişkiye benzetilmiştir. Aralarındaki bağlılık misali bağ var. Alt - üst ilişkisi vardır. Deyn, borç anlamına gelir. Lehe deyn alacaktır, aleyhe deyn de borçtur. Din, borç ve alacak düzeni demektir. Yani, insanların yükümlü oldukları hak ve görevleri yüklendiği çevre demektir. Orada insanların yakınlıktan, komşuluktan, sözleşmelerden doğan hak ve yükümlülükleri vardır. Böylece halk yığını örgüt olmuş ve kişilerden ayrı bir varlık oluşmuştur. Din aynı zamanda muhasebe demektir. Divan, hesap defteridir. Karar defterine de divan denir. Karar meclisinin adı da divandır.
“Allah ve elçisinin yasakladığını yasaklamazlar. = Allah ve resulünün haram ettiğini haram etmezler.”(9/26) “Allah ve resulü” deyimi ile kastedilen kesinleşmiş şeriattır. Şöyle ki, herhangi bir konu şûrada istişare edilir. Başkan karar alır, o karar uygulanır. Karar aleyhine ilgililer hakemlere gidebilir ve hakem kararı ile karar iptal edilebilir. Ancak hakem kararı ile iptal edilmeden önce karar yürürlükte olur. İşte şûrada ittifakla karar alınmışsa, bu karar Allah ve resulünün kararıdır. Şûrada başkan tarafından muhalefet olmasına karar alınmışsa bu başkanın kararıdır. Hak din ile dinlenmezler demek, hukuk düzeni ile düzenlenmezler demektir. Kuvvet düzeni ile düzenlenirler demektir.
“(O) sayışma gününün ısısıdır. = (O) din gününün mâlikidir.”(1/4) İnsanlar bir yıl içinde çalışırlar, üretim yaparlar. Sonra yıl sonunda ürünlerini paylaşırlar. Ramazan bayramında geçmiş yılın ortak ürünleri belirlenir. Ürünler girdilere paylaştırılır. Yahut, insanlar avlandıklarında avlanan av hayvanları av sonunda ava katılanlar arasında paylaştırılır. Savaşta da elde edilen ganimet savaş sonunda paylaştırılır. Üzüm devşirdiklerinde üzümü ortak sıkmada sıkarlar, sonra şırayı aralarında paylaşırlar. İşte bu paylaşma saati veya gününe “din günü” denir. Kur’an’da bu din günü âhiret için kullanılmıştır. Hesaplaşma günü olarak belirtilmiştir. Ancak bir yıl önce elde edilen ortak ürünler Ramazan bayramımda gelirler olarak hesaplanır, Kurban bayramında ise paylar bölüşülmüş olur. Dolayısıyla bugün de din günüdür. Allah âhiret yevminin sahibidir. Bu dünyadaki hesaplaşma gününün sahibi ise topluluktur. Yani, bütçe meclislerce yapılacak ve muhasebe meclise bağlı bir divan-ı muhasebat tarafından denetlenecektir. “Mâliki yevmi’d-dîn”in şer’î manâsı budur.
“Allah size düzen seçmiştir. Barış içinde olma dışında ölmeyiniz = Allah size dini istifa etmiştir. Müslüman olma dışında vefat etmeyin.”(27/122) Bunlar Hz. İbrahim’in tavsiyeleridir. Demek ki, İslâm dini Hz. Adem’den beri gelen dindir. Size düzen seçmiş, düzen içinde olun demiş, sonra da siz barış içinde ölünüz demek suretiyle dini barışla bir yapmıştır.
“Karışıklık kalmayıncaya ve düzen topluluk için oluncaya kadar savaşınız. = Fitne kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar kıtal ediniz.”(2/193) Düzen Allah için olacak, kişiler için olmayacak. Hukuk düzeni olacak, keyfî düzen olmayacak. Savaş barış içindir. Hukuk düzeninin tesisi için savaş meşrudur. Bu husustaki takdir hakemlere aittir.
“Düzende güç kullanma yoktur. = Dinde ikrah yoktur.”(2/256) Hukuk düzeni, kişilerin kendi istekleriyle barışa girmeleri ile sağlanır. Bu düzen hakemlerin kararları ile düzenlenir. Hakem kararlarına da sözkonusu olan kişiler asılacak olsalar da kendi istekleriyle kararlara uyarlar. Uymayanlar artık barış düzeninden çıkmış olurlar. Onların barış düzeninin korunmasından yararlanma hakları kalmaz. O zaman ildeki jandarma teşkilâtı o kişileri tenkil eder. Eğer bunlar cephe oluşturup düzene karşı savaş açarak hakem kararlarına uymazlarsa, onlara da devletin orduları gereğini yapar. Hukuk düzeninde kalanlara zorlama yapılmaz, silahlı güç kullanılmaz. Kovalama, yakalama, göz altına alma ve tutuklama yoktur. Başkanın veya hakemlerin çağrısına kendi rızaları ile uyarlar.
“Allah’ın yanında düzen barıştır. = Allah’ın indinde din İslâm’dır.”(2/19) Düzene uymak şartı ile her inanış serbesttir. Her âyin serbesttir. Yerinden yönetim sistemi ile inanış ve âyinler düzenle uyuşturulur. Her ocak ve bucak sahipleri kendi inanış ve anlayışları içinde düzenlerini kurarlar. Uymak istemeyenler diğer ocak ve bucaklara göç ederler, yahut kendileri yeter sayı bulurlarsa ocak ve bucaklarını kurarlar. Sorun, zorlama yapmadan düzen kurabilmektir, koruyabilmektir. Bu iki zıt oluş arasında dengeyi kurabilmektir. Bunun mekanizmasını biz başka türlü, başkaları başka türlü bulabilir. İşte içtihat farklılıkları böyle ortaya çıkar. Mezhepler buradan doğar.
“Onlarla karışıklık kalmayınca ve düzenin hepsi topluluğun oluncaya dek savaşınız. = Fitne kalmayınca ve dinin küllü Allah’ın oluncaya kadar kıtal ediniz.”(8/39) Bakara Sûresi’nde “Din Allah’ın oluncaya kadar, dinin küllü Allah’ın oluncaya kadar” denmiştir. Orada, sizinle savaşanlarla savaşınız denmiştir. O savaş düzen savaşı değil de, siyasi ilişkiler savaşıdır. Burada ise düzen savaşıdır. Yani, mallara göz koymanın dışında, barış düzenini ortadan kaldırıp kendi savaş düzenlerini tesis etmeye çalışmaları savaşıdır. Bu ikinci halde bir cihan savaşı sözkonusudur. Mesela, Çin Endonezya’ya göz koyar da topraklarına girerse, bizim orasını savunmak için gidip yardım etmemiz farz değildir. Halk bize göç eder, onları ülkemizde barındırırız. Ama bize Rusya saldırsa, onu def eder ve barış düzeni kuruluncaya kadar savaşırız. Ancak, Çin Endonezya’ya Müslüman olduğu için saldırırsa, o zaman hepimizin ona karşı savaşmamız bize farz olur. Çünkü o demektir ki bizim topraklarımıza kadar bu savaşı sürdürecektir. Onun için burada “küllühü” kelimesi kullanılmıştır.
“Kendilerine Yazıt verilenler barış düzeni ile düzenlenmezlerse, astlar olarak size elleriyle baç verinceye dek onlarla savaşınız. = Kendilerine Kitap verilenler hak din ile tedeyyün etmezlerse, sagirler olarak an-yed size cizye i’ta edinceye kadar onlarla kıtal ediniz.”(9/29) Bu âyette savaş sonrası uygulanacak hükümler getirilmiştir. Savaş biter ve onlar da hukuk düzenini benimserlerse, diğer vatandaşlar gibi aynı sistem içinde olurlar. Ama hukuk düzenini benimsemez, kuvvet düzeninde kalmak isterlerse, o zaman onlara ocak, bucak hattâ il kurma yetkileri verilir. Ama onlardan askerlik bedeli alınır, bunun karşılığında da askere alınmazlar. İşte buna “cizye” denir. “An-yedin” demek bu vergi değildir. Çünkü vergi işletmelerden ve ürün üzerinden alınır. Bu ise savaşabilen kişilerden alınmaktadır. Bu da “düzende zorlama yoktur” ilkesinin bir uygulamasıdır. Savaşmak istemeyen kimse savaşa zorla alınmaz, ülkede yaşamalarına izin verilir. Ama kendilerinden bir bedel, askerlik bedeli talep olunur. Bunun karşılığında onların güvenlikleri sağlanır.
“Bütün düzenlerin üstüne çıkarsın diye elçisini yol gösterici ve gerçek düzenle gönderen kimse O’dur. = Bütün diğer dinlerin üzerine izhar etsin diye resulünü hudâ ve hak din ile irsal eden O’dur.”(9/33) Hak din, gerçek düzen demektir. Düzen ancak barış içinde olursa gerçek düzendir. Hukuk düzeni olursa gerçek düzendir. Hukuk düzeni dışındaki düzenler bâtıl düzenlerdir. Kur’an gerçek hukuk düzenini getirmiştir. Er-geç bütün dünya hukuk düzeni içine girecektir. Hukuk düzeni, halkı kişilerin değil de kuralların yönetmesi ile olur.
(İSLÂM) Silm, hayvanların çıkamayacakları kayanın üstüdür. İnsanlar avcılık ve çobanlık döneminde böyle kaya üzerine çıkar ve orada yatarlardı. Böylece kendilerini canavarlardan korurlardı. Buraya çıkmak için kullandıkları ağaçlardan yaptıkları araçlara da süllem demişlerdir. Süllem, merdiven demektir. İslâm olmak demek, silm içine girmek demektir. İnsanlar karşılaştıkları zaman birileri ile iki şekilde ilişki kurarlar. Ya boğuşmaya başlar, kim galip gelirse, galip gelen diğerini isterse öldürür, isterse emrine alıp itaat ettirir. Biz buna “kuvvet düzeni” diyoruz. Diğer uygulamada ise karşılaşan bu iki kişi birbirine “selâm” yani “barış” der. Ben seninle savaşmak istemiyorum, görüşelim ve uzlaşalım der. Otururlar ve aralarında bir düzen kurarlar. Eşit şartlar içinde birlikte nasıl yaşayacaklarına dair bir düzen kurarlar. Buna “İslâm düzeni” denir. Kur’an’ın ifadesiyle İslâm dinini tesis ederler. Kur’an’da çok açık olan bu anlayış insanlar tarafından tahrif edilmiş, din birtakım ibadetlerden ve âyinlerden ibaret hâle getirilmiş, İslâm da I. Kur’an Uygarlığı’nın adı olmuştur. Kur’an’a göre, İslâm Hz. Adem’den başlayıp kıyamete kadar sürecek olan barış içinde olmadır. Din de bu barışı sağlayan düzen demektir. “Allah’ın indinde din sadece İslâm’dır.” demek, çok açık ve net olarak “Allah’ın indinde düzen sadece barıştır.” demektir.
“Onlar Allah’ın düzeninden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa O’nun kuralları içindedir. = Onlar Allah’ın dininden başkasını mı bağy ediyorlar? Semavat ve arzda olanlar O’na islâm etmiştir.”(3/83) Bu âyette Kâinat’ta her şeyin denge içinde ve düzende olduğunu belirtiyor. Bu aynı zamanda Kur’an düzeninin tabiî düzen olduğuna işaret ediyor. Kur’an, tabiî ve sosyal kanunların ifadesidir.
“Kim barışırsa o çıkışı arar. = İslâm olan kimse reşadeyi taharri eder.”(72/14) Barış düzenini kabul eden, barışın yollarını arar. Bu da düzenin içtihatla oluşacağına işaret etmektedir.
“Göçebeler “inandık” dediler. De ki, siz inanmadınız, ama siz “barıştık” deyin. Daha inanç içlerinize girmemiştir. Allah ve elçisini dinlerseniz, yaptıklarınızda hiçbir eksiklik yapılmaz. Allah öğretendir. Esenleyicidir.” = “A’rab “îman ettik” diye kavl etti. De ki, îman etmediniz, lâkin “İslâm ettik” deyin. Henüz îman kalbinize duhul etmemiştir. Allah ve resulüne itaat ederseniz amellerinizden hiç elt etmez. Allah gafûr ve rahîmdir.”(49/14) Bu âyet mü’minlerle müslimleri ayırmaktadır. Müslimler barışa girmiş olan kimselerdir. Bunlardan istenen, hakemlerin kararlarına itaat etmekten ibarettir. Kimse kendi beynine sahip değildir. O zamanla oluşur. Ama hakem kararlarına herkes uyar. Bu takdirde amellerden hiçbir şey eksik edilmeyecektir. İnsan, ben Müslüman oldum der de ameli sâlih işlerse, içine sindirmiş olmasa, reybleri de olsa, o cennete gider. Yani, bir insan düşünelim ki, bu insan Allah’a inanmıyor, âhirete inanmıyor, cennet ve cehenneme inanmıyor, iyi insan olma gerektiğine inanıyor. Ona göre iyilikler ne ise onu yapıyor, sonra hakem kararlarına uyuyor. O kimse inanmadığı cennete gidecektir.
“İnananlar Allah ve resulüne inanmış, sonra kuşkuya düşmemiş, varlıkları ve özleri ile Allah’ın yolunda uğraş vermiş olan kimselerdir. Doğru söyleyenler bunlardır. = Îman etmiş olanlar Allah ve resulüne îman etmiş, sonra irtiyab etmemiş, malları ve canları ile Allah sebîlinde cihat eden kimselerdir. Sâdık olanlar onlardır.”(49/15) Müslimler Allah ve resulünün kararlarına yani yargı kararlarına uyarlar. Mü’minler ise Allah ve resulünün yargı kararlarını güven altına alan kimselerdir. Bunlar malları ve canları ile Allah yolunda yani topluluğun oluşmasında ve güven altında ilişkilerin kurulmasında, yani hukuk düzeni uğruna uğraş verenlerdir. Yani, askerlik hizmetlerini yapan kimselerdir. Dinde zorlama olmadığı için inanmamış insanlara onun adına savaş verme görevi, hattâ yetkisi verilmemiştir. Güvenliği sağlamak mü’minlerin görevidir.
“Ey inanmış olan kimseler, hep birlikte barış içine giriniz. = Ey îman etmiş olan kimseler, kâffeten silme duhul ediniz.”(2/208) Mü’minler ayrı ayrı devletler olacaklar, ama birbirleriyle savaşmayacaklar, yargı kararlarına kendi gönülleri ile uyacaklardır.
“Eğer barış görüşmesini önerirlerse görüş. = Selâm için cenah yaparlarsa o hususta cenah yap.”(8/61) Bir ulus diğer ulusla bir ihtilâfa düşerse, hakemlere gitmeleri ve sorunları hakemlerle çözmeleri gerekir. Hakem kararlarına uymayana karşı savaş açılır. Savaş esnasında yine hakemlere gitmek isterse, barış önerirse, öneri kabul edilecektir. Hakem kararlarına uyulacaktır.
“Sizden ayrılıp sizinle savaşmazlarsa ve size barışı koyarlarsa, artık onların üzerinde yürümeniz için herhangi bir yolu Allah koymadı. = Sizi itizal etmez ve sizinle mukatele etmezlerse, size selemi ilka ederlerse, Allah size onlar üzerine sebil bırakmadı.”(4/90). “Size barışı önerenlere, “sen inanmış değilsin” demeyin. = Size selâm ilka edenlere, “sen mü’min değilsin” demeyin.”(4/94) Barışık olan insanların askerlik yapma mükellefiyetleri yoktur. Cizye vermeleri yeterlidir. Tanımadığımız kimse barış önerirse biz hayır diyemeyiz.
“Allah sizi barış yurduna çağırmaktadır. = Allah sizi selâm yurduna dâvet etmektedir.”(10/25) Fıkıhlarda dâr-ı İslâm ve dâr-ı harb denmektedir. Barış yurdu, savaş yurdu.
“Onlardan iyilikle ayrıl ve onlara barış de. İleride öğrenecekler. = Onlardan safhet ve selâm de. İleride ilmedecekler.”(43/89) “Allah’ın yanında düzen barıştır. Barışın dışında düzen arayanlarınki geçerli değildir. = Allah’ın indinde din İslâm’dır. İslâm’dan gayri din arayanlardan kabul olunmaz.”(3/85) “Yoksa onlara bir çıkaç var.= Yoksa onlara bir süllem var.”(37/26; 6/35) Süllem, merdiven olarak Kur’an’da geçmektedir. Kur’an’ın kelimelerini kelimelerin cahiliyeden gelen dayanakları ve Kur’an’ın tanımları ile anlamak gerekir. Sonradan verilen anlamlar o çağ için doğru olabilir. Ama bizim çağa göre anlamalıyız.
(MİSAK) Vusk etmek, bağlamak demektir. Misak da bağdır. İnsanlar bir araya gelir ve sözleşme yaparlar. Bu sözleşme ile birbirlerine bağlanırlar. Artık kişiler anlaştıkları konularda bağımsız hareket edemezler. Sözleşmedeki hükümlere uyarlar. Uymak istemeyenler topluluktan ayrılırlar. Ama topluluk içinde kalarak bağları koparamazlar. “Topluluğunuzun sizin üzerinize olan iyilikleri ve size onunla bağlandığı bağı anınız. İşittik ve uyduk demiştiniz. = Allah’ın sizin üzerinize olan nimetini, sizinle müvasaka ettiği misakınızı zikrediniz. Semi’nâ ve eta’nâ diye kavl ettiniz.”(5/7) Burada Allah’ın yani topluluğun insana sağladığı yarar nedeniyle yükümlülükler getirdiği ifade edilmiştir. O halde çıkar paralelliği esastır. “Onlar toplulukla yaptıkları anlaşmaları bağladıktan sonra bozarlar. = Onlar misaktan sonra Allah’ın ahdini nakzederler.”(2/27) Ahit belgeye dayanmalıdır. Yazılı olmalıdır. Vesikalandırılmalıdır. Az olsun çok olsun yazın emri bunu gerektirir. İslâmiyet’in ilk uygulamalarında imkânsızlıklar sebebiyle bunun yapılamamış olması, bugün de yapılması gerekmez anlamında değildir. Bu sebepten dolayıdır ki, 25 genel hizmetten biri de nüfusa kayıt hizmetleridir. Kişinin hangi ocağın ve bucağın üyesi olduğu kayıtlarda bilinmelidir. Hangi dayanışmaların ortağı olduğu da yine kayıtlarda bilinmelidir.
(AHİT) “Toplantı yerinde anlaştıklarınız böyle değildir. Onlar sözlerinde durdular, siz de sözlerinizde durdunuz. = Haram mescidin yanında sözleşme yaptıklarınız böyle değildir. Onlar istikametlerinde durdular, siz de istikametinizde durunuz.”(9/7) Sözleşmelere uyma yalnız müslimlere değil, tüm insanlara farzdır. Sözleşmeleri bozanlar ile savaşmak meşrudur. Sözleşmelere göre hareket edene karşı savaş yapılmaz. “Anlaşma yaptığınızda Allah’ın anlaşmasına uyunuz. = Ahdettiğinizde Allah’ın ahdine uyunuz.”(16/91) “Anlaşmaları yerine getirin. Anlaşmalar sorumluluk taşır. = Ahdi ifa edin. Ahitlerde mes’uliyet bulunmaktadır.”(33/15) “Yazışmalarının arkasından topluluklarla yaptıkları anlaşmaları bozan, topluluğun birleştirmesini buyurduklarını bozan ve yerde bozgunculuk yapan kimselere ilenlik vardır ve yurdun kötülükleri onlarındır. = Misakının arkasından Allah’ın ahdini nakzeden, Allah’ın sılaını emrettiği şeyleri kat’ eden, arzda fesat çıkaran kimselere lânet vardır ve dârın sûu onlarındır.”(13/25)
“İnsanlık Anayasası” insanlığın yazılı sözleşmesidir. Toplulukların kendi yasaları da onlar için yazılı sözleşmelerdir. Bunlar Allah ile yapılmış sözleşmelerdir. Ona uyulması gerekmektedir. Hukuk düzeninin temeli buna dayanmaktadır.
(AKİT) Akit, iki veya daha fazla kişi arasında bir defa uygulanmak üzere yapılan sözleşmedir. İfa edilmesiyle sona erer. Oysa, ahit sürekli anlaşma olup sona erdirmekle sona erer. Kişilerin yaşayışları akitlere, topluluğun varlığı ise ahitlere dayanır.
“Topluluk size dengeyi, iyiliği, yakınlılara vermeyi buyurur, yolsuzluktan, belirsizlikten ve azgınlıktan yasaklar. Anlarsınız diye bunları size öğütlemektedir. = Allah size adli, ihsanı ve zi’l-kurbaya îtayı emreder, fahşadan, münkerden ve bağyden nehyeder. Tezekkür edesiniz diye size va’zeder.”(16/90) “İpliğini büküp ördükten sonra onu bozan gibi olmayın. Anlaşmalarınızı bir topluluk diğer topluluktan daha gelişmiş olsun diye birbirinize karışa aracı yapacaksınız. Allah sizi böylece denemektedir. = Gazlini kuvetten sonra neksederek nakz eden kimse gibi olmayın. Bir ümmet diğer ümmetten daha erbâ osun diye eymanınızı ittihaz edersiniz. Allah bununla sizi belv etmektedir.”(16/92)
Biz ayrı ayrı varlıklar iken, sözleşmelerle ve anlaşmalarla birbirinin işlerine karışan, dolayısıyla birleşen kimseler olduk. Bu sayede yarışma imkânını bulduk. Allah bizi topluluğa olan katkımızla imtihan etmektedir. Nasıl matematik imtihanı kişinin çalışkanlığını ölçüyorsa, sözde durma da kişinin Allah’a olan yakınlığını ölçer.
İslâm dini mü’minlerin emanı ile kaimdir.
(EMAN) Mena, kapıları birbirine açılan evlerin ortasındaki boşluktur. İlk insanlar evleri böyle yapar, orta yeri güven yeri yaparlarda. Emana, menaya girdi veya malını menaya koydu anlamını vermişlerdir. Sonra sondaki “A” harfi atılıp baştaki if’al babı “E” köke dönüşmüş ve “EMN” kök olmuştur. Güven demektir. Emine güvendi, Âmene güven verdi demektir. Emanet, güvenilen şeydir. Görev anlamını da bu sebeple taşımaktadır. “ (Yer ve göklerin emanetini) insan yüklendi. = (Yer ve göklerin emanetini) insan hamletti.”(33/72) Bu âyet “emanet” kelimesinin görev olduğunu ifade ettiği gibi, göklerde de insan olduğunu ifade eder. Ademoğlu yeryüzünün insanıdır. Başka gezegenlerde başka Ademler ata olmuşlardır. “Güvene alan onu ödesin. = İtman eden tediye etsin.”(2/283) “Allah görevlerini yapabilenlere vermenizi buyurmaktadır. = Allah emanetlerin ehline eda etmenizi emretmektedir.”(4/58) Bu iki âyet seçimi ve seçimde insanların nasıl davranacaklarını anlatmaktadır. “Kim oraya girerse güvende olur. = Kim oraya duhul ederse güvende olur.”(14/35) İslâm, barışa girmek demektir. Îman ise güvenliği sağlamak demektir. Mü’min de güvenliği sağlayan kimse demektir. Bu da cihat ile yani askerlik hizmeti ile olur.
b) İslâm dini zuafayı izzetle vâris kılar. Nâs şeriata ittiba eder, resulüne itaat eder, ahitlere riayet eder ve akitleri ifa eder. Herkes dine karşı mesul olup şeriata ittiba edilir. Allah’tan başkasına karşı mes’uliyet yoktur. Mes’uliyet hakemlere karşıdır. Mes’uliyet kasıtlı fiillerden dolayı olup, ikab ise Allah’a aittir. Kimse başkasının vizrini hamletmez. Herkes kendisinden mes’uldür. Ümmet şeriatla oluşmuş İslâm dini içinde yaşar.
(ZUAFA) Kendi haklarını koruma gücüne sahip olmayanlardır. Kuvvetliler tarafından hakları yenen kimselerdir. “Savaşamayacak kimselere, hastalara, kullanacaklarını bulamayanlara bir sıkıntı yoktur. (Onlar savaşa katılmazlar) = Zuafaya, merdaya ve infak edeceklerini bulamayanlara bir harac yoktur.”(9/91) Demek ki, savaşan kimseler vardır, savaşamayan kimseler vardır. Bunlar haklarını koruyamayan kimselerdir. Bunların korunması için cihat gereklidir. Mü’min, bu cihadı yapan kimsedir. Üzerlerine cihad farz olan kimselerden bedenen katılmak istemeyenler bedel verip müslim kalırlar. “Erkek, kadın ve çocuklardan güçsüz olanlar eli ezici olan yerden bizi çıkar, bize senden yönetici yap, bize senden bir yardımcı yap demekteyken, siz topluluk uğrunda savaşmıyorsunuz, neyiniz var? = Ricâl, nisâ ve vildandan müstad’af olanlar, ehli zalim olan bu karyeden bizi ihrac et ve ledunundan bize bir veli ca’let, ledunundan bize bir nâsır ca’let diye kavl ederken siz Allah yolunda kıtal yapmıyorsunuz, neyiniz var?”(4/75) Bu emir, “Ey îman eden kimseler” diye başlayan hitaptan sonra gelen âyetlerdendir.
(İZZET) Güç demektir. “Allah’ım! Hanlığın hanı senindir. İstediğine hanlığı verisin, istediğinden alırsın. İstediğini güçlü yapar, istediğini aşağılarsın de. = Allah’ım! Mülkün mâliki sensin. Meşiet ettiğin kimseye mülkü verirsin, meşiet ettiğin kimseden de mülkü alırsın. Meşiet ettiğin kimseyi aziz edersin, meşiet ettiğin kimseyi de zelil edersin de.”(3/26) “Güç Allah’ın, elçisinin ve inananlarındır. = İzzet Allah’ın, resulünün ve mü’minlerindir.”(63/8)
(VÂRİS) “Güçsüz gördükleri bir ulusa içinde bollaştırdığımız yerin doğu ve batı taraflarını onlara bıraktık. = İstid’af ettikleri kavmi içinde mübarek olduğumuz arzın meşarik ve megaribine vâris kıldık.”(7/137)
(İTTİBA) Uymak demektir. “ Benden size yol gösteren gelecektir. Kim yol gösterene uyarsa, onlara korku yoktur, onlar üzülmezler de. = Benden size hüdâ gelecektir. Kim hüdâma tâbi olursa, onlara havf yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (2/38) “Düzeninize uymayanlara güvenmeyin. = Dininize tâbi olmayandan başkasına îman etmeyin.”(3/73) “Allah’ın hoşnutluğunu gözetip O’na uyanla, Allah’ın hışmına uğrayan bir olur mu? = Allah’ın rıdvânına tâbi olan kimse, Allah’tan sehatine bevetmiş kimse gibi midir?”(3/162) “Onunla beraber indirilmiş bulunan ışığa uyanlar gelişmişlerdir. = Onunla beraber inzâl olunmuş bulunan nûra tâbi olanlar müflihdirler.”(7/157) “Bırakmış ve senin yoluna uymuş olanların suçlarını ört. = Tevbe etmiş ve senin sebîline tâbi olanlara gufret.”(40/7) “İnanmış olan kimseler yetiştiricilerden gelen gerçeğe uydular. = Îman etmiş olan kimseler Rabb’larında hakka tâbi oldular.”(47/3) “İyilik ederek onlara uyan kimselerden Allah hoşnut olmuş, onların gönlü de O’ndan hoşnut olmuştur. = İhsan ile onlara tâbi olanlardan Allah râzı oldu, onlar da O’ndan râzı oldular.”(9/100) “Yetiştiricinizden size ne inmişse ona oyun, onun dışında yöneticilere uymayın. = Rabb’inizden size ne inzâl olunmuşsa ona tâbi olun, onun dışında evliyaya tâbi olmayın.”(7/3) “Onlara “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiğinde, “Biz atalarımızın gittiği yoldan gideriz” derler.” = Onlara “Allah’ın inzâl ettiğine ittiba edin” dendiğinde, “Biz abâımızda ilfa ettiğimize tâbi oluruz” derler.”(2/170) “Biz atalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak ona uyarız derler. = Biz abâımızı neyin üzerinde vecd ettikse ona tâbi oluruz derler.”(31/21) “Onlar her söze kulak verirler ve en iyisine uyarlar. = Onlar her kavli istima’ eder ve ahsenine tâbi olurlar.”(39/18) “Topluluğu seviyorsanız bana uyun, topluluk da sizi sever. = Eğer Allah’ı hubb ediyorsanız bana tâbi olun, Allah da sizi hubbeder.”(3/31) “ Bu bir yazıttır. Bollaştırandır. Onu size indirdik. Ona uyun. = Bu Kitaptır. Mübarektir. Onu size inzâl ettik. Ona tâbi olun.”(6/155) “Allah’a ve O’nun Allah’a ve sözlerine inanmış ümmi ulak elçisine uyunuz. = Allah’a ve O’nun Allah’a ve kelimelerine îman etmiş ümmi nebi resulüne ittiba ediniz.”(7/158) Bu âyetler bize içtihat ve icmalarla oluşan mevzuata uymamızı emretmektedir. Size ne inzâl olunuyorsa ona uyun, onun dışında yöneticilere uymayın diyor. Başkanlara da ancak Allah ve kelimâtına uyduğu yerde uyun demektedir. Namazda imama uyarız, ama imam şeriata göre namaz kıldırıyorsa ona uyarız. Dine uyun demek, şeriata uyun demektir.
(İTAAT) Dinlemek, emirlere uymak demektir. Tebiyyette metbu olan sizin şahsınıza emir vermez. Genel olarak davranır veya talimat verilir, siz ona uyarsınız. İtaat ise, şahsınıza yöneltilen emirlere uymadır. “Başkanı dinleyen topluluğu dinlemiş olur. = Kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”(4/80) “Topluluk ve yönetimle güvene girdik ve dinledik. = Allah ve resule îman ettik ve itaat ettik.”(24/48) “Anne ve baban seninle bana bir bilgin olmaksızın ortak etmen için uğraşırlarsa onları dinleme. = Ebeveynin senin ilmin olmaksızın bana işrak etmen için cehd ederlerse onlara itaat etme.”(29/8, 31/15) “Yargının kararlarını dinlerseniz topluluk sizden bir şey eksik etmez. = Allah ve resulüne itaat ederseniz amelinizden bir şey sizden elt etmez.”(49/14) “Onu dinlerseniz yolu bulursunuz. Elçinin üzerinde ulaştırmaktan başkası yoktur. = Ona itaat ederseniz ihtida edersiniz. Resulün üzerinde belagdan başkası yoktur.”(24/54) “Topluluğu ve yönetimi dinleyenler topluluğun kendilerine verdikleri ile beraber olurlar. = Allah’a ve resule itaat eden kimseler Allah’ın kendilerine in’am ettiği kimselerle beraberdir.”(4/69) “Yargıyı dinleyenler ve topluluktan çekinenler, O’nda korunanlar, onlar başaranlardır. = Allah ve resule itaat edenler, Allah’a haşyedenler ve O’nda ittika edenler faizdirler.”(24/52) “Ey dayanışma ortaklığına katılanlar, topluluğu dinleyiniz, yönetimi dinleyiniz. = Ey îman etmiş olan kimseler, Allah’a itaat ediniz, resule itaat ediniz.”(5/92) “Ey dayanışma ortaklığına giren kimseler, topluluğu dinleyiniz, başkanı ve sizden olan yöneticileri dinleyiniz. = Ey îman etmiş olan kimseler, Allah’a itaat ediniz. Resule ve sizden olan emir ulilerine itaat ediniz.”(4/59) “Yargı kararlarını dinleyiniz. = Allah ve resulüne itaat ediniz.” (8/1, 8/20, 8/46, 58/13)
Allah’a itaat şeriata itaattir, mevzuata itaattir.
Resule itaat yönetime itaattir, başkana itaattir.
Allah ve resule itaat, başkanın istişarî kararlarına itaattir.
Allah ve resulüne itaat, hakemlerden oluşan mahkemenin kararlarına itaattir.
Kur’an’ın iki manâsı vardır. Biri dinî manâdır. Allah’a ve âhirete îmanı içerir. Bunun hesabını insan bu dünyada ve öldükten sonra âhirette verir. İkinci manâsı ise kazai manâdır. Bu da dünyevî yönetimi ve amelleri içerir. Yargı kararlarına dayanır.
(RİAYET) Ahda uygun bir şekilde davranmadır. Kurallara uymadır. Şeriat içinde kalmadır. Düzeni bozmamadır. “Onlar kurallarına ve güvencelerine uygun davranırlar. = Onlar emanetlere ve ahitlere riayet ederler.”(23/8, 70/32)
(İFA) “Ey dayanışma ortaklığına girenler, sözleşmelerinizi yerine getirin. = Ey îman etmiş olanlar, akitleri ifa edin.”(5/1) “Antlaşmalar yaptığınızda, toplulukla yaptığınız antlaşmaları yerine getirin. = Muahade ettiğinizde, Allah’ın ahdini ifa edin.”(16/91) “Adakları yerine getirirler.” = “Nezirleri ifa ederler.”(76/7) İnsanlar nezir yapmak zorunda değildirler. Ama nezr ettiklerinde artık onu yerine getirmek zorundadırlar. İçtihatlar böyledir. Topluluğa karşı yapılan taahhütlerdir. Ben böyle davranacağım demektir. Sonra yerine getirme zorunluğu vardır. Sözleşmeler de böyledir. Baştan yapma zorunluğu yoktur ama yaptıktan sonra ona uyma zorunluğu vardır.
(HAKEMLİK) İki kişi arasında bir anlaşmazlık çıktığında tarafların seçeceği üçüncü kişi veya kişiler tarafından sorunun çözülmesi esası hakemliktir. İnsanın yaratıldığı günden beri, hattâ devlet aşamasından önce bile, daima başvurulan bir müessesedir. “İnsanlık Anayasası”nın temel dayanağı budur. Buna yargı üstünlüğü denmektedir. Kuvvet düzeninde merkezden atanan kadılar vardır, Hak düzeninde tarafların seçtiği hakemler vardır. Kadılar hakem kararlarını infaz ederler. “Uyuşmazlığı kesersen aralarında uygun olarak kes.” = “Hükmedersen beynlerinde kıst ile hükmet.”(5/42) “Allah size görevleri yapabilenlere vermenizi ve insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözerken de dengeli olarak çözmenizi buyurur.” = “Allah emanetleri ehline eda etmenizi ve nâsa hükmettiğinizde adalet ile hükmetmeyi emreder.”(4/58) “Topluluğun belirledikleri ile çekişmeleri çözmeyen kimseler kapatanlardır, bozgunculardır, ezenlerdir.” = “Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(5/44) “... zalimlerdir.”(5/45) “ ... fâsıklardır.”(5/47) “Sizden onurlu iki kişi değerini biçsin.” = “İki adilli hükmetsin.”(5/95) “Yargılanmalara çağırıldıklarında onlardan bir bölük karşı çıkarlar.” = “Allah ve resule hükmetmeleri için dâvet olunduklarında, onlardan bir fırka i’raz eder.”(24/48) “Sana geldiklerinde çekişmelerini kes, ya da onları geri çevir.” = “Sana cîet ettiklerinde hükmet veya i’raz et.”(5/42) “Yok, Yetiştiricin için aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni seçmez, sonra kestiğin sözden dolayı içlerinden bir sıkıntı duymaz ve barışıklık içinde uymazlarsa dayanışma ortaklığına girmiş olmazlar. = Lâ ve Rabb’in için beynlerinde şecredenler üzerine seni tahkim edip sonra kaza ettiğine nefislerinde bir harac duymaz ve teslimen teslim olmazlarsa îman etmiş olmazlar.”(4/65) “Yanlarında kendi töreleri varken senin sorunlarını çözmeyi nasıl isterler?” = “İndlerinde Tevrat varken seni nasıl tahkim ediyorlar?”(5/43) “Aralarında ayrılık olacağından korkarsanız, onun elinden bir söz kesen diğerinin elinden de bir söz kesen görevlendiriniz.” = “Aralarında şikakdan havf ederseniz, bir hakem onun ehlinden, bir hakem de öbürünün ehlinden ba’sedin.”(4/35) “Varlıkla söz kesene gitmeyin.” = “Onunla hükkâma idlâl etmeyin.”(2/188) Bu âyetlerle hakemlere gitmenin farz olduğu, kendileri hakem seçmezlerse birer hakem gönderilmesi gerektiği, her topluluğun kendi şeriatıyla yönetileceği gibi birtakım hükümler ortaya çıkar.
(KAZA) Verilen yargı kararlarının infazıdır. “Bir dayanışma ortaklığına giren erkek veya kadın için yargı karar verdikten sonra artık onun seçme yetkisi yoktur.” = “Ne bir mü’min ne bir mü’mine için Allah ve resulü bir şeyi kaza ettikten sonra onda bir hiyera vardır.”(33/36)
Hukuk düzeninde kaza kişilerin kendi istekleri ile gerçekleşir. Uymayanlara askeri düzen uygulanır. Ahdi bozmuş oldukları için kıtal yapılır. Kıtalde hakemlik yoktur. Kıtale başlamadan önce vardır.
(VELİLER) Dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır, başkanlardır. “Dayanışma ortaklığına giren erkeklerle, dayanışma ortaklığına giren kadınlar birbirlerinin ortağıdır.” = “Mü’min kadınlarla mü’min erkekler birbirlerinin evliyasıdır.”(9/71) “Sizin dayanışma ortağınız sadece topluluk, başkan ve diğer ortaklarınızdır.” = “Sizin veliniz Allah, resulü ve mü’minlerdir.”(5/55)
(VİZR) Yükümlülüktür. Cezayı çekmek veya borcu ödemektir. “Hiçbir yükümlü diğerinin yükünü taşımaz. = Hiçbir vazir uhranın vizrini vizretmez.”(6/164, 17/15, 35/18, 39/7, 53/38)
(MES’ULİYET) “Gönderilen kimselere soracağız, gönderilenlere de soracağız.” = “Kendilerine irsal olunanlara sual edeceğiz, mürsellere de sual edeceğiz.”(7/6) “Yetiştiricin için onları birden sorguya çekeceğiz.” = “Rabb’in için onlara cemian sual edeceğiz.”(15/96) “Kuruyan kuruyana soramaz.” = “Hamîm hamîme sual edemez.”(70/10) “Anlaşmayı yerine getirin, anlaşma sorumluluk taşır.” = “Ahdi ifa edin, ahitte mes’uliyet bulunmaktadır.”(17/34)
İnsanlık tarihinde Allah Hz. Adem’i gönderdi. Hak düzeni içinde kişi yönetimini öğretti. Kâfirler sihri geliştirip kuvvet düzenini tesis ettiler.
Hz. Nuh’u gönderdi ve Hak düzeni içinde sünnetli yönetimi öğretti. Kâfirler putları geliştirip kuvvet düzenini kurdular.
Hz. Musa’yı gönderdi ve Hak düzeni içinde Kitab düzenini öğretti. Kâfirler felsefeyi geliştirip kuvvet düzenini kurdular.
Hz. İsa’yı gönderdi ve Hak düzeni içinde Şeriat düzenini öğretti. Kâfirler teslisi geliştirip kuvvet düzenini kurdular.
Hz. Muhammedi gönderdi ve Hak düzeni içinde içtihat ve icmaı öğretti. Kâfirler ateizmi geliştirerek kuvvet düzenini kurdular.
Kur’an’a dayalı “İnsanlık Anayasası” ile yeniden hak düzenini öğretecek. Bu düzen III. bin yılın icma ve içtihatları ile oluşacaktır. Bu çalışma onun yolunu açmaktadır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL