بسم الله الرحمن الرحيم
و لقد جئناهم بكتاب فصلناه على علم هدى و رحمة لقوم يؤمنون (7/52)
هل ينظرون إلا تأويله يوم يأتي تأويله يقول الذين نسوه من قبل قد جاءت رسل ربنا بالحق فهل لنا شفعاء يشفعوا لنا أو نرد فنعمل غير الذي كنا نعمل قد خسروا أنفسهم و ضل عنهم ما كانوا يفترون (7/53)
و Va: Atıf harfidir. Birbirinin aynı olmayan ama birbiriyle ilişkisi olanları birbirine bağlar. Nereye bağlandığını göstermesi için kendisinden sonra aynı kelime ya da aynı kalıpta bir kelime kullanır, Mesela, isim ise isim, fiil ise fiil, harf ise harfi getirir. Burada da 9. ve 10. âyetlerinde geçen “Va”lar “Qad” kelimesi ile onların bağlandığı yere bağlanmıştır. Kur’an’dan sonra da hak-bâtıl mücadelesinin devam edeceğini, bâtılda olanların helâk edileceğini ve âhirette de tecziye edileceklerini anlattıktan sonra insanın yaratılışına dönmüş ve Adem kıssası ile devam etmiştir. Sizi yeryüzüne yerleştirdik, size sûret verdik denmiştir. Ondan sonra Adem’in yaratılışı anlatılmış, sonra da Adem oğullarına hitap edilmiştir. Bu âyetlerde içtihadın nasıl yapılacağı ve içtihat yaparken doğru davranıldığı veya içtihat yapılmadığı zaman ne gibi sorularla ve hallerle âhirette karşılaşılacağı anlatılmıştır. 7. Âyette, Biz ilim ile onlara kasas edeceğiz denmişti. Böylece Kur’an orada, Kur’an’dan sonra Kur’an’ı yorumlama ve mucizesini göstermenin ilme ait olduğunu belirtmişti. Şimdi ise çok daha sarih olarak, Kur’an’ın ilimle tafsil edileceğini belirtmektedir. Bu âyet böylece insanın yaratılışına ve şeytanın insana musallat kılınışına dair haberi yine içtihada bağlamaktadır. İçtihat demek, insanın iradesini kullanması demektir. Şeytan da muhalefet ederek bu iradesini rahat kullanmasına yardımcı olmaktadır.
ل La: Te’kit harfidir. Bir konu üzerine dikkati çekmek için kullanılmaktadır. Yani bilhassa mütereddit olanlara cevap verilmektedir. Mütereddit olanlar kimlerdir? Bütün insanlardır. Çünkü Kur’an’ın Allah sözü olduğunu bilmekte ama bir türlü ona inanmamakta ve kendi hayatlarını ona dayanarak götürmemektedirler.
قد Qd: “Kad” kelimesi de tahkiki ifade eder. “Kâne”den dönüşmüştür. Mâzinin üzerine “kad” gelirse, mazide cereyan eden fiilin hâlen devam etmekte olmasını ifade eder. Geldik ve gitmedik demektir. Kesinlik ifade etmesi için de kullanılır.
لقد La Qad birlikte kullanıldığı zaman tahkik, te’kit içindir. Muhalifin yalnız yanlış bilgisi yoktur, ona muhalefet etmektedir demektir. Yani burada insanların Kur’an’ı ve Allah’ın Kâinat’taki îman - küfür düzenini değerlendirmediklerine işaret etmektedir.
جئناهم Ci’nahüm: Biz onlara vardık, geldik ifadesini kullanmaktadır. Cîet etmek, suyun havuza değişik yerlerden gelip toplanması anlamındadır. Yani biz onlara değişik yönleriyle geldik demektedir. Bunun Kur’an’ı indirmesi, mü’minleri içtihat ve icmalarla yorumlamaları, bunları onlara duyurmaları şeklinde olduğu gibi, Kur’an dışında da onlar birtakım çalışmalar ve olaylarla karşılaşmaktadırlar. Yani Allah her yönüyle onları uyarmıştır.
Burada “Ci’nâ” demektedir. “Biz” kelimesini kullanmaktadır. Bu sigayı kullandığı zaman onun mânâsı Allah’ın bu işleri doğrudan değil de aracılarla yaptığını ifade eder. Buradaki aracılar mü’minlerdir. Mü’minlerin görevleri şöylece sıralanmıştır. Kur’an okunacak ve anlaşılacak, sonra uygulanacak ve görünür hâle getirilecek, sonra başkalarına anlatılacak, sonlar ikna edilecek, daha sonra da onlar îmana ve îman ettikten sonra da amele dâvet edilecektir. Bu görevleri insanlar Allah’ın halifesi olarak yapacaklar. Yani resulün görevini mü’minler yükleneceklerdir. İşte buradaki “Ci’nâ”nın mânâsı da budur.
بكتاب Allah onlara; kitap verdik, gönderdik demeyip de, “kitap ile geldik” demesinin hikmeti de budur. Kitap verilse, onu yorumlayan ve uygulayan kimseler olmayacaktı. Oysa şimdi kitap var, o kitabı yorumlayıp uygulayan, uyguladığını diğer insanlarla paylaşmak isteyen bir mü’minler grubu vardır. “Lakad” kelimesi, gelmiş bulunuyoruz ve aranızdayız, demektir. “Bir kitapla” diyerek nekire kullanmıştır. Elimizde bir kitap var, o kitap tektir, onun için nekire olarak kullanılmıştır. Yani çok kitapla değil, bir kitapla gelmiş bulunuyoruz. Başka bir işaretle de, bu kitaptan başka kitaplar da vardır, onlardan da yararlanılacaktır. Kur’an aydınlatıcı kitaptır, ama başka kitapların da bu aydınlatmada katkıları olur. Nitekim Kur’an; “Onlar her söze kulak verir ve en iyisine uyarlar.” demektedir.
هم 9 ve 10. âyetlerde “Küm / Siz” zamiri kullanıldığı halde, şimdi “Hüm / Onlar” zamirini kullanmaktadır. Böylece mü’minlere yeni görev vermektedir. Daha önce hep mü’minlerin nasıl içtihat yapacaklarını anlatmış, insanları inananlar ve küfredenler diye ayırmıştı. Bir de ne orada ne de burada olanlardan bahsetmişti. Yani, kâfir olup zâlim olmayanlardan, a’raf halkından bahsetmişti. Şimdi de mü’minlerin Dünya’da kâfirlerle nasıl bir ilişkide olmaları gerektiğine işaret etmektedir. Onun için “Hüm” zamirini getirmektedir.
ب Bi harfi ta’diye içindir. Yani, “câe / geldi” demektir. “Câe bi” onunla geldi yani onu getirdi anlamındadır. Verdi kelimesinde, kendisi gelmeden verme vardır. Getirdi kelimesinde ise kendisi ile beraber gelme vardır. Arapçada getirdi kalıbı karşılığı “Câe bi”dir. “Ba” aynı zamanda araç anlamında olup; Kur’an bir araçtır, hak yolunu bulmak isteyenlere yol gösteren pusuladır, hak yolunun haritasıdır demektir.
فصلناه Fassalnâhu: Tafsil ettik, deniyor. Mafsal, Tükçede de kullanılıyor, ek yeri demektir. Vasl, ayrı ayrı olan şeyleri birleştirmek, fasl ise bir olan şeyi ayırmak demektir. Burada tef’il bâbı getirilmiştir. Çokça parçalar hâline getirmek anlamındadır. Kur’an bir kitaptır. Bütündür. Onun her bir âyetini değişik mânâlarını anlatmak tafsilattır. İlim iki türlüdür. Değişik kaynakların bir yerdeki etkilerinin terkibini bulmaktır. Diğeri ise bir yerin diğer yerler üzerindeki etkisinin bulmaktır. Misal olarak koyun, keçi, deve ve sığır kurban olur sözünü söyledikten sonra aynı yerde veya başka yerde doğuracak veya dölleyecek yaşa gelmemiş hayvan kurban olmaz desek bu iki kaynaktır. Biri de bir koyun getirip bu kurban olur mu derse; önce koyunun olup olmadığına bakarız, sonra yaşının bir yaşını geçtiğine bakarız ve olur deriz. Diğer taraftan bize koyun, keçi, deve, sığır kurban olur cümlesi bize bunların kurban olabileceğini bildirdiği gibi bunların etlerinin yendiğini bildirir. Bunların derilerinin temiz olduğunu, dolayısıyla elbise yapılabileceğini bildirir. Bu da ikinci çeşit ilimdir. “Biz tafsil ettik” demek suretiyle Kur’an’ın açıklamasının Allah’a ait olduğunu bildirmiş bulunmaktadır. Bu âyetin önemi, Kur’an’ın resmî yorumlayıcısı yoktur. Müminler, onların âlimleri içtihatla onu yorumlarlar ve icma ile kesin yorumlar çıkarırlar. Bu sûre Mekke’de nazil olmuştur. Sonra bu âyetler tafsil edilmiştir. Şöyle ki;
a) Mekke’de sadece teori hâlinde söylenen âyetler Medine’de uygulamaya geçilerek ilk örnek İslâm devletinde tafsil edilmiştir. Esasları ihtiva etmiş iken projelendirilip uygulanmıştır.
b) Ondan sonra müçtehitler gelmiş, âyetlere dayanarak içtihatlar yaparak fıkıh, kelam, tasavvuf ve siyaset ilimleri geliştirmiş, usûl-ü fıkhı oluşturmuşlardır, böylece Kur’an bu sefer nazari olarak da tafsil edilmiştir.
c) Abbasiler’den sonra Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar devletleri gelerek fıkhı yaşatarak tafsil etmişlerdir.
d) Nihayet bugün de Kur’an gelecek bin yılın projesi için yorumlanmaktadır. Yeni ihtiyaçlara göre Kur’an yeniden yorumlanmaktadır.
e) Nihayet bundan sonra da gerçek İslâm devletleri gelecek ve bu “Adil Düzen”i uygulayacaklar. Bu da Kur’an’ın tafsili olacaktır.
Burada görülüyor ki, Allah mü’minlerin ve onların âlimlerinin ellerinde Kur’an’ı tafsil etmektedir. Onun için Allah tafsil ediyor, yahut ben tafsil ediyorum demiyor; biz tafsil ediyoruz diyor. Tafsilin doğrudan değil de aracı vasıtasıyla olduğuna işaret ediyor.
İlk âyetlerdeki “Haleknâ” ve “Saraknâ” âyetlerinde “Küm” zamiri getirilmiş, burada ise “Hüm” zamiri getirilmelidir. Yani yukarıda tüm insanlar muhatap alınmış iken, burada “Hüm” zamiri mü’min olmayanlar istihdaf edilmektedir. Çünkü mü’min olanlar muhatap değil mütekellim durumundadırlar. Çünkü Allah’ın halifesi olarak Kur’an’ı tafsil etmekle yükümlü kılınmıştır. Burada çok açık olarak Allah mü’minlere Kur’an’ı mü’min olmayanlara açıklama görevi vermiştir. Mü’minler kendi yanına almış, Allah’ın görevi ile mü’minleri görevli kılmıştır. Bundan daha büyük şeref ve görev olur mu?
على Alâ; dayanarak anlamında harf-i cerdir. İlme dayanarak tafsil ettik. Kur’an’da birçok âyet var ki ilme işaret ediyor ama zâhiren söylemiyor. Onlar her söze kulak verirler ve en iyisine uyarlar, diyor. Peki, en iyisini nasıl seçerler, buna cevap olarak ilme dayanarak diyor. İşte bu âyet o âyetle yan yana geldiği zaman tercihin, en itibarlı söz bulmanın yolu ilmin olduğu anlaşılıyor. Kur’an’da devenin eti helâldir dendiği zaman devenin ne olduğunu bize ne gösterecektir. İşte ilim bunu yapar, ondan sonra artık yeniden denemeye gerek kalmayabilir. Dikkat edilmesi gereken husus, yukarıda tüme giderken “Bi” harfini, tümden gelirken de “Alâ” harfini kullanmıştır. Çünkü içtihat ilim üzerine oturur. İçtihadın aslı ilimdir. Kur’an, sünnet , icma ve içtihat ilmin destekleyicisidir.
علم Burada ilim nekiredir. Yani ilk âyetlerde geçen ilim ile bu âyette geçen ilim aynı ilim değildir. Orada “kasasnâ” burada “fassalnâ” kullanılmıştır. Şimdi kısasla tafsili karşı karşıya getirme durumundayız Tafsil ayırma, tahsis birleştirme demektir. Orada tümevarım yani sentez ilmi bildirilmiş, burada ise “fassalnâ” demekle analiz ilmi bildirilmektedir. Orada gelecek sigası kullanılmış, burada mâzi sigası kullanılmıştır. Çünkü tüme varımla elde edilenler delile dayanmakta ve kendisi de delil olmaktadır. Oysa içtihatlar hükümleri ortaya çıkarır ve gelecekle ilgilidir. Onun için onu muzari ile bunu mâzi ile zikretti.
هدى Hüden: Hidâyet olmak üzere deniyor. Yol göstermek ve yola götürmek üzere tafsil etmiş bulunuyoruz veya gelmiş bulunuyoruz anlamında olabilir. Her halükârda hâldir. Yani o halde olmak üzere Allah’ın kitabı getirmesi hidayettir, onun tafsil edilmesi de hidayettir. Her iki fiilin hâli de olabilir. “Ben Ahmet’i ayakta dövdüm ve onu ağlattım” derken, hem ayakta dövülmüş ve hem ayakta ağlamış olabilir. Kur’an açıklanmadıkça onun uygulanması mümkün değildir. Bunu bir misalle anlatayım. “Bakkala git, kilosu beş liradan on ekmek al.” Desen, bu cümle ile bakkaldan ekmek alırsın, çünkü alacağın ekmek tafsil edilmiştir, ama para ödeyemezsin. Ödemen için beş ile onu çarpıp elli ettiğini hesaplaman gerekir. İşte bu hesaplama tafsildir. Yanı içtihattır. Bu tafsil hidayettir. Burada “Hüden” kelimesi nekiredir. Bu da başka kitaplar gibi başka hidayetler de sözkonusu olabilir.
و Va: Atıf harfidir. Hidayet ve rahmetin bir arada olduğunu ifade eder. Hidayet ile rahmet öyle iki şeydir ki birlikte olurlarsa etkin olurlar, ama birbirinden ayrı da olabilirler. Hidayette kişinin kendi iradesi ile gitme vardır. Rahmette ise annenin çocuğuna gösterdiği ilgi gibi başkasının o iyilikleri sağlamdır. Kur’an ve onun tafsil edilmesi hem hidayettir ve hem de rahmettir. Çünkü Kur’an ve onun yorumu sadece mü’minlere değil tüm insanlığa rahmettir. İslâmiyet iki şeyi içerir. Dinî hükümler ve kazai hükümler. Dinî hükümler insanlara hidayettir ve kazai hükümler ise tüm insanlığa rahmettir. Şimdi Amerika’da çok büyük bir saldırı olayı gerçekleşti. Herkes şaşkın. Oysa Allah böyle olaylarda ne yapılacağını çok açık olarak ifade etmiştir. Bu haftalık yorumu okursanız orada bulursunuz.
Şüphesiz ki bunun insanlığa rahmet olması için “Adil Düzen”in uygulanması gerekmektedir. Yani iktidarda mü’minlerin olması gerekmektedir. Yani Kur’an ahkâmı uygulanmalıdır. Mü’min derken sadece Kur’an’a inanları kastetmiyoruz. Tevrat ve İncil’e inananlar da mü’mindir, hatta Budistler de mü’mindir. Bir kimsenin mü’min olması için iki şeye inanması gerekir. Biri, Kâinatı var eden bir Allah vardır. İkincisi ise, ben yaptıklarımdan sorumluyum. Bir gün hesap veririm. O hesap gününe inanmak âhirete inanmak demektir.
ل Li: İçin anlamındadır. Temliki veya tahsisi ifade eder. Burada Kitabın indirilmesinin ve tafsil edilmesinin rahmet olduğunu ifade ediyor, hidayet olduğunu ifade ediyor; ama kim için rahmettir, kim için hidayettir? Allah mü’min olmayanlara ciet etmiş ve onlar tafsil etmiş olduğu halde bu onlara değil mü’minlere rahmet olmaktadır, mü’minlere hidayet olmaktadır. Böylece gerek Kur’an’ı getirmek gerekse onu tafsil etmek görevinin mü’minlere âyet olduğunu açıkça ifade etmektedir.
لقوم يؤمنون Kavim için diyor. Kavim yine Kur’an’ın tarifi ile aynı dili konuşan topluluklardır. Devlet aşamasına gelmiş halktır. Bunlara hidayet ve rahmet olduğunu ifade etmektedir. Böylece aranızda bir topluluk oluşturmalıyız. Bu dayanışma ortaklıklarıdır. Ta baştan da mü’minler zikrâdır demiştir. O mü’minler şimdi inanan kavim olarak tanımlanmaktadır. İçtihadı râsihler yapacağına göre, demek ki kavmî icmalar olacaktır. Devletler yasalar yapacaklardır. İller ise kavmin icma ve içtihatlarına uyacaklardır. Îman etmek dayanışma içine girmek demektir. Yani devletlerini kuran topluluklara hidayet ve rahmettir denmektedir. Devlet kurma Kur’an’a göre ilmî, dinî,meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kurup il, bucak ve ocak şeklinde teşkilâtlanmak, serbest meslek ilkeleri içinde kamu ve genel hizmetleri yapmaktır. Kamu ve genel hizmetler aynı kimseler tarafından yapılır. Muhasip ile maliyeciler aynı kimselerdir. Kamu hizmetinde son söz görevlilerindir, genel hizmetlerde son söz hizmet verilen kimselerindir.
1960’larda başladığımız çalışmalar bugün meyvelerini vermiştir. Kendi hayatımda bunları görmüş bulunuyorum. Ama insanlık ufuklardan ufuklara doğru gitmektedir. Vardık, orada duralım demeyeceksiniz, daha ileri adımlar atacaksınız.
Bu asrın ortalarında iman en zayıf durumda idi. Dünya’da ve Türkiye’de tüm inananlar zavallı durumda idi. Bu zavallılık yalnız Müslümanları değil, Hıristiyan ve Budistleri de, hatta inanmış Yahudileri de içeriyordu. Asrın sonunda bir taraftan sosyalizm çöktü, diğer taraftan kapitalizm de dağıldı. Bugün hemen hemen bütün halklar bağımsızlıklarını kazanmış durumdadırlar. Her ülkede din serbest hâle gelmiştir. Din daha etkin faktör olmuştur.
Eksik tarafı, insanlık daha “Adil Düzen”i getirememiştir, hâlâ sosyalizmin ve kapitalizmin sömürü düzeni içinde ıstırap çekmektedir. Yeni oluş bu asrın ilk yarısında olmasa bile ikinci yarısında yeryüzünde “Adil Düzen”in yaygınlaşmasıdır. “Adil Düzen”in ilkeleri şunlardır:
a) Herkes kendi içtihadına göre yaşayacak ve sözleşmeler yapıp birleşecek.
b) Topluluklar kendi içtihatları ile yerinden yönetileceklerdir.
c) Yöneticiler hâkim değil hâdim olacaklardır.
d) Mahkemeler tarafların seçtiği hakemlerle onların seçtiği başhakemden oluşacak ve yargı kararlarına bütün barışçılar uyacaklardır.
e) Tarafların seçtiği iki hakem ile hakemlerin seçtiği başhakemin verdiği kararlara razı olmayanlara karşı insanlık baskı cephesini uygulayacaklardır.
هل Hel: Soru harfidir. Kendisinden sonra gelen cümleyi tiyiden gelir. “E” ise Türkçedeki “mı” gibidir, kendisinden sonra gelen cümlenin aksini teyit eder. Gelmedi mi yani geldin, geldin mi, niye geldin yahut niye geciktin? Veya beklemiyorduk, ümitsizdik gibi mânâlar taşır.
Hel ci’te, elem ci’te aynı anlamdadır. Hel ci’te de ne iyi ettin de geldin. Elem ci’te de gelmemiş değilsin, geldin anlamındadır. Yani bir aksini nefy eder, diğeri olanı tasvip tasdik eder.
E ci’te ile Hel lem ci’te de aynı gelmedin ki demektir. Elnette sen gelmiş değilsin demektir. Bundan başka illadan önce gelir ise ma yenzurune ila te’vileh anlamındadır. Farkı ma yenzurune tevile de haber var, Hel onların talenleri vardır. Yanı onlar tevilini istiyorlar. Tevilin açıklamasını bekliyorlar. Siz bir şeyi anlatırsınız, her türlü ispatları yaparsınız, onlar beyinlerini çalıştırıp da söylediklerinizin doğru veya yanlış olduğuna bakmaksızın, onun üzerine düşünmeksizin beklemeyi genellikle tereddüt içinde olmayı tercih ederler. Tasdik edenler de şüpheli bir bekleyiş içindedirler, İnkâr edenler de şüpheli bir bekleyiş içindedirler. Allah bu bekleyişi tasvip etmiyor ve insanların bir an önce karar verip amel etmelerini istemektedir. İnsanlar bir işi sürüncemede bırakmaktan sorumludurlar, ama hata yapmaktan sorumlu değildirler. İşte içtihadın temeli de budur. Karşına çıkmış hadise hakkında içtihadını yapacaksın, içine doğduğu gibi amel edeceksin. Bu içtihat için şu şartlar vardır:
a) Peşin hükümlü olmayacaksın. Verdiğin karara delil aramayacaksın, delile göre karar vereceksin.
b) Elindeki bütün delilleri değerlendireceksin. Bilgi vermek isteyenlerden bilgileri alacaksın, bileni biliyorsan ona soracaksın.
c) Vakit kaybetmeden kararını vereceksin. Bir hükme varacaksın. Onu uygulayacaksın.
d) Eğer verdiğin kararda tatmin olmadınsa ikinci uygulama için yeniden içtihat yapacaksın. Şayet delillerden tatmin olmuşsan yeni delil ortaya çıkıncaya kadar yeniden içtihada gerek yoktur.
İçtihadın başka dört adet kuralı vardır:
a) Kalıcı içtihat: İçtihadı her zaman uygulayacak şekilde yapacaksın. Her seferinde içtihat yerine aynı içtihatları aynı şartlarla kullanmak.
b) Genel içtihat: Başkaları da bu içtihattan yararlanacak şekilde içtihat yapılmalı, böylece içtihatlar arasında birlik ve dayanışma ortaya çıkacaktır.
c) Zati içtihat: Herkes kendisi için ve bulunduğu yer için içtihat yapmalı, başkaları taklit edilmemelidir. Başkalarından alınan bilgiler sindirilerek değerlendirilmeli, doğrudan doğruya başkalarının içtihatları ile amel edilmemelidir.
d) Nihayet içtihat ilmi olmalıdır. İçtihat yapılacak, uygulanacak, sonuçlara bakılarak yeniden içtihat yapılacaktır. Amel - ilim, ilim - amel peş peşe yapılmalı ve gelişme sağlanmalıdır.
İşte bu kesin sonuçları beklemeyi yasaklayan âyetin uygulaması olarak ortaya çıkan husustur.
İş işten geçtikten sonra tevili gelir. Sonuç anlaşılır, ama başa dönülmesi mümkün değildir. İlkbaharda ne ekeceğine karar verip ekeceksin. Ne ekeyim diye düşünür ve mevsimini geçirirsen o zaman sonbaharda hiçbir şey almamış olarak tevili gelmiş olur. Tevil demek, anlaşılsın da ondan sonra amel edeyim demektir. Temel kural şudur. Geciktirme sorumluluğu içerir, hata sorumluluğu içermez.
Tevili unutanlar, yani yorum yapmayı unutanlar, içtihatta bekleme yoktur. Amel yapılacak, hatalar varsa sonra düzeltilecektir. Mesela ikindi geldi. Kıble bilmiyorsun, belki bir bilen gelir diye bekleyip sonra kılmak caiz değildir. İçtihat yapacaksın ve ikindiyi ne zaman istersen o zaman kılacaksın. Bilgisizlik bir iş için erteleme konusu olmamalıdır. İşte tevili beklemenin yanlış olduğunu iş işten geçtikten sonra, bize resuller hak ile geldi diyeceklerdir. Burada da yine önemli bir husus vardır. Rabb’imizin resulleri geldi demektedirler. Resuller marifedir. 34’üncü âyette size sizden resuller gelecektir diyerek Kur’an nâzil olduktan sonra da resullerin geleceğini bildirmişti. Şimdi resul marife geldiğine göre o resullerden bahsedilmektedir. Bil hak, hakkı getrdiler diyeceklerdir.
Böylece bundan önceki âyette görevi yüklenen Müslümanların aynı zamanda bu görevin resullük görevi olduğuna işaret etmektedir. Her Müslümana Kur’an’ı öğrenmek, öğrendiğine göre amel etmek, sonra başkalarına anlatmak ile bu resullük görevidir. Her mü’min aynı zamanda bir resuldür. Her mümin aynı zamanda askerdir.
Buradaki hak gerçeği ifade eder. Tahakkuk etmiş gerçekleşmiş anlamındadır. Bir projeniz vardır ama o ya beyninizdedir, ya da kâğıtlardadır. O proje uyguladığı anda hak olur. Kur’an hayalleri değil olanları söylemektedir. Olmuşları bildirmektedir. Biz onu görmediğimiz için bize delilleri ile göstermektedir. İçtihatta beklemenin yanlış olduğunu anlatanlar gerçeği anlatmışlar.
İşin ters gitmesinden pişmanlık duyanlar iki şey isterler. Acaba bize şefaat edecek kimse var mı, bu olayların cezasını çekmeyelim. Hemen güçlü kimselere koşarlar, onlardan olup onlardan medet beklerler, oysa iş işten geçmiştir. Artık mevsim geçmiş, o dönem boşa gitmiştir. Birçok zamanlar da geri dönmek isterler, oysa Allah zamanı bu dünyada geri çevirmeyecektir. Burada içtihadın başka özelliği de ortaya çıkmıştır, sorun zamanın kaybedilmemesidir. İyi niyetle yapılan her hareket sonunda mutlaka hayır getirir. Durulmayacak, hareket edilecektir. Bugünkü Müslümanların en büyük sorumlu olduğu husus burasıdır. İçtihat - amel, beklemek yok.
Böyle yapanlar yani karar vererek amel etmeyenler, kararsızlar kendi canlarını perişan etmiştir. Yapılan iş hatalı da olsa hiç olmazsa hatanın nereden geldiği öğrenilir, bir de beden çalışmaya alışır. İçtihat yapmayıp bilgisizlikten amel etmeyenler ise sorumludur. İçtihadını yap, yanlış olsa da amel et, sen görevi yerine getirmiş olursun. Tabii, hata etmemek için son gayretini gösterecektir.
İftira ettikleri şeylerin hepsi kaçıp gidecektir. Orada tanık olarak gösteremeyecekler. Param yoktu, vaktim yoktu, şartlar müsait değildi gibi mazeretler oralarda görülmeyecektir. Demek ki bu iki âyet içtihadın bel kemiğini oluşturuyor. Biri, içtihat ilime dayanarak yapılacaktır; diğeri ise hata da olsa amel edilecek ve ertelenmeyecektir. “Bugün git - yarın gel” yoktur.
21 EYLÜL 2001
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE