ADİL DÜZEN 208
Haftalık Seminer Dergisi 17 MAYIS 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 208. SEMİNER (CUMARTESİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 10 Mayıs 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
MÜNAFIKLAR
BAKARA SÛRESİ(29; 17-20. ÂYETLERİN TEFSİRİ
بسم الله الرحمن الرحيم
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا أَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللَّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ(17) صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ(18) أَوْ كَصَيِّبٍ مِنْ السَّمَاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ مِنْ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللَّهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ(19)
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(20)
Bakara Sûresi bundan önceki âyetlerde insanları üç gruba ayırmıştı. Birinci grupta muttakilerden yani kendilerini korumak isteyen kimselerden bahsetmişti. Bunlar “mü’minler”dir. İkinci grupta bile bile gerçekleri kabul etmeyenlerden bahsetmiştir. Bunlar da “kâfirler”dir. Üçüncü grup olarak anlatılanlar, inandık dedikleri halde inanmayanlardır. Bunlar “münafıklar”dır. Bugün insanların çoğu bu durumdadırlar. İnanmış olduklarını sanırlar, ama inanmamışlardır. İşte bu âyetler onlardan uzunca bahsettikten sonra onları daha çok açıklamaya başlamıştır. Böylece insanlar içinde en çok uyarılması gereken insanlar olarak Kur’an bunları kabul etmiştir.
*HAFTALIK YORUMLAR (38)
Sayın Cemil Çiçek! Ben yargıya güvenmiyorum!
5 Mayıs 2003 tarihinde Sayın Cemil Çiçek “Hükümet Programı”nı açıkladı.
Hükümetin neler yaptığını görüp uçurma gidişlerini izlemek için sıkıla sıkıla dinlemek zorunda kalıyorum. Saygı durduğum kimselerden olan Cemil Çiçek’i de aynı batak içinde görme üzüntüsünü baştan belirtmek istiyorum. Ecevit hükümetleri elbette çok beterini yapıyorlardı. O zaman tabiî ülkem için üzülüyordum, ama kişiler için üzüntü duymuyordum. Sadece Devlet Bahçeli’ye acıyordum. Şimdi ise uçuruma yuvarlanan dostlarımızı gördükçe sıkılıyorum. Allah haram kıldığı halde sıkılıyorum. Bu yazımızı yazmamızın sebebi de Sayın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in; “Ben yargıya güveniyorum!” demesidir.
Sayın Çiçek! Ben yargıya güvenmiyorum!
Çünkü otuz sene içinde “Akevler” büyük zulümler yapıldı. Yargı bunları önleyemedi. Akevler sizden hiçbir talepte bulunmuyor. Zalimlerden hakkını öte dünyada alacaktır. Acelesi yoktur. Sadece ben değil, siz de yargıya güvenmiyorsunuz. Orada bulunmanız gereği böyle söylüyorsunuz. Gönderin iki müfettişi, Akevler’e ne zulümler yapılmış, öğrensinler; bugün neler yapılıyor öğrensinler… Bizim bir davamız veya şikâyetimiz yok. Çünkü sizin bize bunları veremeyeceğinizi kesin olarak biliyoruz.
İnsanların gözlerine baka baka, ülkemizde 18 milyon işsiz insan varken;
“Ekonomi iyiye gidiyor!” demeniz ne kadar üzücü ve sıkıcıdır.
Herkes yargının görevini görememesi veya görmemesi sebebiyle inim inim inlerken;
“Ben yargıya güveniyorum!” demeniz ne kadar şaşırtıcıdır.
Türkiye’yi gerçekten güvenilir yargıya kavuşturmak mı istiyorsunuz?
Bunun için çok şeylere ihtiyaç yoktur. Birkaç maddelik kanun bu işi bitirir.
“HAKEMLİK KANUNU” TEKLİFİ
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 208. SEMİNER Tefsir İstanbul, 10 Mayıs 2003
M Ü N A F I K L A R
BAKARA SÛRESİ(29; 17-20. ÂYETLERİN TEFSİRİ
بسم الله الرحمن الرحيم
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا أَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللَّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ(17) صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ(18) أَوْ كَصَيِّبٍ مِنْ السَّمَاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ مِنْ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللَّهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ(19)
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(20)
Bakara Sûresi bundan önceki âyetlerde insanları üç gruba ayırmıştı. Birinci grupta muttakilerden yani kendilerini korumak isteyen kimselerden bahsetmişti. Bunlar “mü’minler”dir. İkinci grupta bile bile gerçekleri kabul etmeyenlerden bahsetmiştir. Bunlar da “kâfirler”dir. Üçüncü grup olarak anlatılanlar, inandık dedikleri halde inanmayanlardır. Bunlar “münafıklar”dır. Bugün insanların çoğu bu durumdadırlar. İnanmış olduklarını sanırlar, ama inanmamışlardır. İşte bu âyetler onlardan uzunca bahsettikten sonra onları daha çok açıklamaya başlamıştır. Böylece insanlar içinde en çok uyarılması gereken insanlar olarak Kur’an bunları kabul etmiştir.
مثللرى مَثَلُهُمْ (MaÇaLuHum) “Meselleri/ Benzerleri.”
Misal, model demektir. Mesela, ağaçtan yapacağınız bir şeyin topraktan benzerini yaparsanız buna misali denir. Temsil, heykel manâsına geldiği gibi model anlamına da gelir. Kur’an’da; “Davut Peygamber’e modeller yapıyorlardı” ifadesi vardır. Kur’an burada münafıkları fizikî modelle anlatıyor. Böylece bize aynı zamanda fizik dersini ve meteorolojik olayları da anlatmış oluyor. Kâinat’ı yaratan ile İnsanı yaratan aynı varlıktır. Dolayısıyla oradaki olaylarla sosyal olaylar arasında büyük benzerlik vardır. Daha kitabın başında bu meseli getirmekle Kur’an’ın bütün üslubunu bize bildirmiş oluyor. Buradaki “Hum/Onlar” zamiri münafıkları anlatırken ifade ettiği anlam ile şunu anlatmaktadır: Onlar inandık dedikleri halde inanmamışlardır ki bunlar insanların bazısı olan “münafıklar”dır.
كَمَثَلِ مثلى كبىدر (KaMaÇaLı) “Mesel gibidir/ Benzeri gibidir.”
Burada münafıkların modeli ateş yakan kimsenin modeli gibidir. Yani münafık ile ateş yakan birbirine benzememekte, yaptıklarının tipleri birbirine benzemektedir. Bu ifade ile benzerliğin daha derin olduğu, üslupta ve sistemde olduğu ifade edilmektedir. Yoksa yapılanlar arasında benzerlik yoktur. Sosyal olaylarla maddî olaylar arasında benzerlik böyle anlaşılmaktadır. “Ka” harfi benzerliği ifade eder. Modeller de benzer şekillerdir.
Tarihte insanlar her zaman bilgi sahibi olmuşlardır. Ancak bilgileri mantık içinde geliştirme Yunanistan’da başlamıştır. Buna “tümdengelim metodu” denmiştir. Şüphesiz daha önce de tümdengelim vardır. Ancak insan onu bilinçsiz olarak kullanmıştır. Yunanistan’da bu mesele kurallara bağlanmıştır.
“Tümevarım metodu” da fıkıhçılar tarafından kurallara bağlanmıştır. Buna “şer’î kıyas” demişler. Tümdengelime de “aklî kıyas” demişlerdir. 20. yüzyılda ise bu iki metodun dışında bir metot gelişmektedir. Buna da “analoji” denmektedir. “Analoji” de bir sistemi bir sisteme benzetmektir. Mesela bitkiyi hayvana benzetirsiniz. Hayvanda ciğer varsa, bitkide yaprak vardır. Hayvanda kan varsa, bitkide usare vardır. Hayvanda ağız varsa, bitkide de kök vardır. Böylece bir varlığı başka varlığa benzeterek tümü ile karşılaştırmadır. Kur’an bunu “meselün ke meseli” ile ifade etmektedir; “Benzeri benzeri gibidir.”
Adil Düzendeki ilmî reform budur.
Böylece “tümdengelim” ve “tümevarım”ın yanında “karşılaştırma usûlü” getirilmiş olmaktadır.
Sosyal olaylarla teknolojik olaylar arasında analojinin kurulacağını ifade etmektedir.
Kişi ateş yakıyor ve aydınlanayım diyor. Kur’an’a inanıp ondan yararlanmak isteyen de böyle kendine ateş yakmış olan kimse gibidir. Bu kişinin düşünelim ki ateş yaktıktan sonra gözleri kör olsun. Bu ateşten yararlanabilir mi? İşte münafığın durumu budur. “İnandım!” demesiyle ateş yakılmıştır, ama inanmadığı için de ateşin ziyası onu aydınlatmamaktadır. Kur’an ehli oldukları halde ondan yararlanamayanların durumu budur.
اسيتقاد اتمش كمسه الَّذِي اسْتَوْقَدَ (elLaÜIy ıSTaVQaDa) “İstiykad etmiş kimse/ Yakan kimse”
İstikade etmiş kimse, ateşi yakmak istemiş olan kimse gibidir. “Evkada” demiş olsa ateşi yakmış olacaktır. Oysa bu kişi ateş yakmak istemiş ama başaramamış, ameli yarım kalmış kimsedir. Münafık işte buna yapan kimseye benzetilmektedir.
Mü’min olmak için çaba göstermiş ama mü’min olamamış. Adil Düzenci olmak istemiş ama olamamış.
“Adil Düzen”i bırakanların hâlini anlatmaktadır.
“Vakud” Türkçedeki yakıt kelimesidir. “Arapça” Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları arasında oluşmuş bir uygarlık dilidir. Mezopotamya ve Mısır sakinleri Samilerdir. Ancak Mezopotamya Uygarlığı’nı kuran Sümerler Türktürler. Sümerce’den birçok kelime Arapça’ya geçmiştir. Pek çok kelimelerde akrabalık vardır.
“Vakud” da böyle bir kelimedir. Aslı kömürdür. Oksijenle birleştiğinde yanmaktadır. Yakıt farklı olmakla beraber yakma işi tamamen aynıdır. Kömürün karbondioksit hâle getirilmesidir. Onun için burada “Men” değil de “Ellezî” getirilmiştir. Yakma işinin belirli olduğu ifade edilmiştir. Yakan kimseyi de marife (belirli) olarak almıştır. Buradaki “El” cins içindir. Her insan kendisine böyle bir ateş yakma talebindedir. Yani karanlıkları giderip aydınlığı getirmek istemektedir. Burada ateş yakmanın tek kaynaklı olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Bizim yaktığımız ateş için bunu söylüyoruz.
نارى نَارًا (NAvRan) “Nârı/ Ateşi”
Burada “Nâr” nekre (belirsiz) olarak getirilmiştir. Nâr nedir? Odunun gaz hâline dönüşme olayıdır. Yakmadır.Yakıt eğer tutuşturulmazsa durur. Tutuşturulursa havadan oksijen alır. Onunla kömür birleşir ve gaz olur. Bunun nekre getirilmesinin sebebi nedir? Yanma olayı değişik şekilde olur. Çabuk olur, yavaş olur. Farklı ışıklar yayınlar. Dolayısıyla “Nâr” kelimesi nekre getirilmiştir. Ateş niçin yakılır? Isı için yakılır, enerji için yakılır, aydınlanmak için yakılır. İşte ateş bu sebeple farklıdır. Burada ateş aydınlanmak için yakılmıştır. Münafığın hâli aydınlanmak için yakılmış ateşe benzetilmiştir.
اضاء اتدغنده فَلَمَّا أَضَاءَتْ (FaLamMAv EaWaEaT) “İdae ettiğinde/ Aydınlattığında”
Nârın etrafa saçtığı şeye ziya denmektedir. Çünkü burada nârın idae ettiği anlatılmaktadır. Nâr kelimesi müennes kabul edilmiştir. Çünkü nâr ziyayı üretmektedir. Doğurgandır. Arapça kuralları ile ifade edilen Kur’an ilmî verilere uygundur. Bu da “Arapça”nın sırf Kur’an için hazırlanmış bir dil olduğunu gösterir.
Şimdi sıra ile gitmektedir. “Yakıt”, “Nâr”, sonra da “Ziya”. Topluluk bir “yakıt”tır. Îman “ateş”tir. Fıkıh (deliller) “ziya”dır. Şeriat “nûr”dur (hükümleri içerir). Amel “basar”dır, görmedir. “Zulumât” ise körlüktür, görmemektir.
مَا حَوْلَهُ حولنى (PaVLaHuv) “Havlini/ Çevresini”
Yakılan ateşin çevreyi aydınlatması sözkonusudur. Kişinin çevrede iş yapabilmesi için böyle bir aydınlığa ihtiyaç vardır. İnsanların da topluluk içinde yaşayabilmesi için şeriata ihtiyaç vardır, kurallara ihtiyaç vardır. Diğer insanların nasıl hareket edeceklerini bilirsek biz de kendimizi ona göre ayarlarız. Kurallara ve kaidelere uyulması gerekir. Bu sayede kâfirlerin nasıl hareket edeceklerini bilebiliriz. Çünkü onlar da küfürde karakterlidirler. Biz biliriz ki bunlar böyle hareket edeceklerdir. Ama münafıkların nasıl hareket edeceğini bilemeyiz. Bundan dolayı münafıklık kâfirlikten de kötüdür. Demokrat Parti’nin başına gelenler Halk Partisi’nin başına gelmemiştir.
Buradaki zamir kişiye gitmektedir. Kişinin çevresi aydınlanmıştır. Çünkü ateşi yakmıştır.
Ateşi beşyüzbin yıldan beri insanların bulduğunu iddia etmektedirler. Oysa bugün ateşi yakan insandan başka bir varlık yoktur. O nesil ne oldu? O nesil bu nesil değil idiyse o nesil ne oldu? Şayet insanlık beşyüzbin yıldan beri varsa neden bu kadar yavaş evrimleşti? Bu genetik sahibi insan yok idiyse o nesil ne oldu?
Öyle anlaşılıyor ki, bu hususta hatalı yol tutturulmuştur. Birisi atmıştır, diğerleri tutmaktadır!
Kur’an burada çevreyi aydınlatması için ateş yakan kimseden bahsetmektedir. “Ma” demiş olsaydı hayvanın da ateş yaktığı anlaşılacaktı. “Men” deseydi hayvanın ateş yakmadığı anlaşılacaktı. “Ellezî” bu hususu meçhul bırakmaktadır.
ذَهَبَ اللَّهُ الله ذهاب ادر (ÜaHaBa elLAHu) “Zihab etmiştir.”
“Bi” harfi ile gelince, alıp götürür, burada bırakmaz anlamındadır. Allah onun nûrunu götürmüştür. “Etfaallahu ennara” deneceği yerde “Nûru zihab eder” denmiştir. Bu misalde nâr sönmemiştir, ziya devam etmektedir. Allah onun sadece nûrunu götürmüştür. Burada “nûr” ile “ziya” birbirinden ayrılmış bulunmaktadır. Zihab etmek demek, ondaki bir özelliği yok etmek, mesela kirliliği götürmek demektir. Vasfını değiştirmek veya etkisini değiştirmektir. İnsandaki görme kabiliyetinin kaybolmasıdır.
نورلرنى بِنُورِهِمْ (Bi NUvRiHiM) “Nurlarını/ Işıklarını”
“Nûr” kelimesi ile “Nâr” kelimesi aynı kökten gelir. “Şems’i ziya yaptık, Ay’ı nûr yaptık” denmektedir. Nâr ateştir, ziyayı salandır. Nûr nedir? Ziyayı alandır. Şems televizyonun merkezidir. Ziya, televizyon merkezlerinden çıkanlardır. Nûr ise televizyondur. Ziyanın algılanması için göze ihtiyaç vardır. Güneş daha başka çeşit ışıklar da neşreder. Ama biz ancak yedi rengi görürüz. Renk de tabiatta yoktur, bizim algılamamızda vardır. Orada sadece titreşim farkı vardır. Bu sebepledir ki nûr renklerin algılanması ile izah edilebilir. İnsan eğer beyaz ile siyahı da ayırmamış olsaydı, sadece ses frekansı olsaydı, o zaman hiçbir şekli ayıramazdık.
Şekil ve renk hakikatte yoktur, biz onu şekil ve renk olarak idrak ediyoruz. Bugün bunları çok kolay olarak anlıyoruz. Sadece 01 çiftinden ibaret olan sayısal yayın renge ve şekle dönüşmektedir. Evet, biz cisimleri ziya aracılığı ile görüyoruz ama biz onu başka dile çeviriyor da anlıyoruz. “Ayı nûr yaptık” demesi, Güneş ışığını ziyadan nûra çevirmesi ile izah edilebilir.
“Ziyanın nûrunu” değil de “Onların nûrunu götürdük” denmektedir. Demek ki nûr insanların nûrudur. “Nûrihi” denmemiş; “Nûrihim” denmiştir. Onları çoğul olarak kullanmıştır. Çünkü ateşin yakıldığı çevrede yalnız kendisi yok, diğer insanlar da vardır. Yani topluluğun ışığını kaybetmesidir. Eğer basın ve yayın doğru haber yapmazsa, doğru yorum yapmazsa, işte o durumda Allah onların ışıklarını alıp götürmüştür.
اونلرى ظلمات اجنده ترك ادر وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ (VaTaRaKaHum FIy JuLuMAvTın)
“Onları zulumatta terk etmiştir./ Onları karanlıklarda bırakmıştır.”
Âyet burada belli bir örnek anlatmaktadır.
Onları terk etti, yani ateşi yaktı deniyor. Sonra ışıklarını gidermiştir deniyor. Ateşi yakmıştır. Çevre aydınlanmıştır. Bu ateşi yakan peygamber olabilir. Onları aydınlığa kavuşturmuştur. Etraf aydınlanmıştır. Ama çevredekilerin ışıklarını alıp götürmüştür. Onlar ondan yararlanamamışlardır. Onları zulumât içine koymuştur.
“Zulmet” karanlık bulut demektir. Karanlık varlıkların kaybolması değildir. Tam tersine varlıklar yerinde durduğu halde varlıkları insanın görememesidir. Önce “vakud”, sonra “nâr”, sonra “ziya”, sonra “nûr” ve nihayet “zulumât” peş peşe sıralanmış, böylece ışık ile ilgili bilgi verilmiştir. Vakud, nâr, ziya, nûr ve zulumât. Zulumât da varlık olarak gösterilmiştir. Bugün biliyoruz ki bizim için karanlık olan dünyada ışık devam etmektedir. Bazı hayvanlar gece ışınlarını daha iyi görürler. Bugün gece gözlükleri yapılabilmiştir. Bu âyet işte bunu ifade etmektedir Işığın bütün özelliklerini anlatmaktadır.
“Dört delil” yakıttır. “İçtihat” yakıt yakmak demektir. Ateş “delillerin içtihatla ortaya çıkması”dır. Ziya “hükümler”dir. “Amel” ise nûrdur. İçtihat ve icmalardan, yani fıkıhtan, yani şeriattan yararlanmamak, onlara karşı körleşmek ise zulumâttır. Fıkıh yerinde durur ama insanlar ondan yararlanmazlar. Şeriatsız ve düzensiz bir dünyada yaşarlar. İlerilerini göremezler. Ne yapacaklarını bilemezler.
Gerçeklerle ilgisi olmayan medya bir zulumât değil midir?
Gerçeklerle ilgisi olmayan yargı kararları zulumât değil midir?
“Münafıklar”ın kabul ettikten sonra ona göre inanıp yaşamamaları “zulumât”tır.
Bu âyet bir taraftan bize yakıp aydınlanma olayını anlatmakta; diğer taraftan gelen hakikatleri değerlendirmeme de karanlıklara benzetilmektedir. Zulumât, sâlim dişi çoğuldur. Karanlığın da düzen içinde olduğu ifade edilmektedir. Münafıklığın da kurallar içinde hareket ettiğini ifade etmektedir. Nekire gelmekle değişik karanlıkların olduğu ve değişik kuralları bulunduğunu söylemektedir. Münafıklık da böyledir. Her birerlerinin kendilerine göre kuralları olduğu anlaşılmaktadır.
لَا يُبْصِرُونَ بصراده مزلر (LAv YuBÖıRUNa) “Basar edemezler/ Göremezler”
Zulumât içinde terk eder de basar edemezler. Zulumât içinde olmak görememekle tefsir etmiştir. Zulumât, insanların körleşmesinden doğan bir olay olarak açıklanmıştır. Nûr da insanların ışığı görebilmesi ile açıklanmıştır. Görme olayı nedir? Burada kısaca açıklayalım. Mum yandığı zaman ışık çıkar. Bu ışık çevreye yayılır. Çevreden ışık yansır. Hepsi yansımaz. Kimi ışık, çoğu ışık yutulur. O ışık cisimde sıcaklık yapar. Yansıyan ışık gözümüze gelir. Göz bu ışığı başka bir şeye çevirir. Onu beyne gönderir. Mumdan çıkan ışık “ziya”dır. Cisimden yansıyan ışık “nûr”dur. Ziya ile nûr arasındaki fark; ziya bir enerji kaynağıdır. Ondan gözümüzün alacağı kısımlar cisimde ayıklanır veya değiştirilir. Ona “nûr” deniyor. Çünkü göz bütün ışıkları alamaz. Nûrun görülebilmesi de yeterli değildir. Göz ve beynin onu renk ve şekil biçimine sokup insan ruhuna sunması ile mümkündür. Zulumât, beynin renk, şekil ve mesafe şekline sokamadığı ışıklardır. Nûr ise göz ve beynin renk, şekil ve mesafe şeklinde soktuğu ışıklardır. Buna “basar” denmektedir. “Nazar etmek”, gözlerin ve beynin görülmesi istenene çevrilmesidir. “Basar” ise oradan gelen ışıkların ruhun kavrayacağı şekle dönüştürülmesidir. “Rey” ise insan ruhunun onu algılamasıdır. Onu adlandırıp hafızaya göndermesidir. “Fıkıh” ise adlandırılmış varlıkları belleğe çağırıp onlar üzerinde hükümler üretmektir.
Demek ki bu âyet bize adım adım görme olayını anlatmıştır.
Toplulukta da benzer görme olayı cereyan edecektir.
Kur’an ışık kaynağıdır, yakıttır. Tefsir, o yakıtın ziyasıdır. Tefsir etmek, ateş yakmak gibidir. Tefsirden sonra “içtihat” gelir. İçtihat ziyanın yani yorumların hükümlere dönüşmesidir, şeriat hâline gelmesidir; “nûr”dur. İnsanlar bu nûru yani şeriatı alıp kendi hayatlarında uygularlar. Buna da “amelî içtihat” diyoruz. İşte bundan dolayı “amel” de “basar”dır.
Münafıkların amelleri karanlıklar içinde kalıp görmeyen kimselere benzetilmektedir.
Kur’an’ın öğretilerine kulak vermeyen kimseler işte böyle tasvir edilmiştir.
صمدرلر صُمٌّ ا (ÖumMun) “Esamdırlar/ Sağırdırlar”
Bu kelime “Va” harfi kullanmadan getirilmiştir. Basar etmezlerin izahıdır. Kulakla işitme anlamındadır. İşitme de basar gibidir. Ağızdan çıkan sesler kulağa gelir. Kulak onu kelimeler ve ifadeler şekline çevirir. Sesler de dalgalardan ibarettir. Hiçbir manâları yoktur. Kulaktan beyne gider ve beyinde uğradığı değişiklikle beyin onu sözler olarak alır. Ondan sonra da ona manâlar yüklenmiştir. O manâları ile kodlar ve hafızaya koyar. Sonra onu belleğe getirir ve üzerinde değişiklik yapar. Yeni manâlar üretir. Onu bu sefer dile gönderir. Sese çevirir. Karşı tarafa haber olarak iletir. Oysa insanda gördüklerini şekle çevirip tekrar yayınlayacak bir mekanizma yoktur. Aldığı filmi yayınlayamamaktadır. Gördüklerini yine sesle dille anlatmaktadır. Ne var ki insan resim yaparak bu eksiğini de giderme yolunu bulmuştur. İnsan, resim yapan tek canlıdır. Bir de el-kol sallamak, gülmek, ağlamak yolları ile de ışık hâlinde yayın yapabilmektedir. Yazı ile meramını ışığa dönüştürmektedir.
ابكمدرلر بُكْمٌ (BuKMun) “Ebkemdirler/ Dilsizdirler”
Dilsiz olmak karşı tarafa düşüncelerini aktaramamak demektir. İnsanın kulağı ile dili birbirine uyumlu çalışır. Konuşma ile duyma bir olayın devamı gibidir. İnsan için görme mi önemlidir, yoksa işitme mi önemlidir? İnsanlar gözle çevre ile ilişki kurarlar. Oysa kulak ve dilleri ile diğer insanlarla ilişki kurarlar.
Tarihten resimler kalmıştır. Bu resimler sayesinde onların uygarlıkları hakkında fikirler alıyoruz. Ok attıklarını görünce avcılık yaptıklarını anlıyoruz. İnsanlar daha sonra da yazıyı bulmuşlardır. Yazı ile sözlerini bize aktarıyorlar. Ama biz tarihi resimlerle değil yazı ile başlatıyoruz.
İnsanlık için, uygarlık için görmeden çok işitmeye ve konuşmaya ihtiyacımız vardır.
اعمادرلر عُمْيٌ (GuMYun) “Amadırlar/ Kördürler”
Duymak, konuşmak, sonra da görmek. Duymak ve konuşmak insanların kendi aralarında kurdukları bir âlemdir. Görünme ise hariçte yani insanların dışındaki görüntüdür. İşitmek gibidir. Dördüncü olay ise ameldir. Yani insanlar duyarlar, sonra ona dayanarak konuşurlar, görürler ve ona dayanarak yaparlar. Böylece çevrelerinden etkilenirler ve etkilerler. Aralarında etkilenirler ve etki ederler. Bu dördüncü özelliklerini burada zikretmedi. Onu “rücu’ etmezler” ile ifade etti. Her şeyi çift yarattık ilkesine bazen uyulmamış olabilir. Mesela burada üçlü olarak zikretmiştir. İkincisine kıyas yapılır. Sem’ - basar – kavl - amel. Böyle yapılması gerektiği de bundan sonraki “rücu’ etmezler” ile ifade edilmektedir. Böylece bu âyette yalnız temsil (analog) örneği verilmekle kalmamış, kıyas yani tümevarıma da işaret edilmiştir.
فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ اونلر رجوع اتمزلر “Onlar rücu’ etmezler/ Onlar dönmezler.”
Buradaki “onlar” “münafıklar”dır, inandık dedikleri halde inanmayanlardır, inanmamış olduklarından bile haberleri olmayanlardır. Onların sağır, dilsiz ve kör olduklarını söylemekte ve “Fa” harfi ile bu sebeple bunlar dönmezler, doğru yolu tutmazlar denmektedir. Bunları bu hâle getiren kimsenin de Allah olduğunu ifade etmektedir. Rücu’ etmek amelî olur. İnsandan istenen amel-i sâlihtir. “Biz ins ve cini sadece bana kulluk etsinler diye yaratık.” ifadesi budur. İşitmek, konuşmak ve görmek hep yapmak içindir. Bu sebepledir ki burada “Fa” harfi ile getirmiştir. “Rücu’” kelimesi yanlıştan dönme demektir. Hataları terk etme demektir.
Rüşvet yanlış değil midir? Vergi kaçırmak yanlış değil midir? Borçlanıp esir olmak yanlış değil midir? Halkı açlık içinde bırakmak yanlış değil midir? Bütün bunların kaynağı faiz değil midir?
Biz kırk yıl önce faizin bu kötülüklerini anlattığımızda karşı çıkıyor ve bize “gerici” diyorlardı. Şimdi söylediklerimizle karşı karşıya kalınca da; “Ne yapalım, başka çaremiz yok!” demeye başladılar. Hâlâ faizden vazgeçmiyorlar. Münafıklıklarında ısrar ediyorlar. “İnandık!” diyorlar ama inanmamışlardır. Faizli sistemle ülkelerini kurtaracaklarını savunanlar kâfir değilseler münafıktırlar. Bunlar göz göre göre kan kaybeden hastaya; “Neşter vur, kan aldır, iyileşirsin!” diyen zavallılardır.
Faizli sistemden vazgeçmelidirler. O zaman rücu’ etmiş olurlar.
Bu âyetlere “Ellezî” ile başlanıyor, sonra “Hum/Onlar” ile sona eriyor. “Ellezî” marifedir. Kimdir bu? Bu resuldür. Ateşi yakan odur. Onun yaktığı ateş çevreye ziya saçmıştır. Ne var ki onlar bu ziyadan yararlanmamışlardır. Hazreti Peygamberin yaktığı ateş nedir? Kur’an’ın öğretilmesi ve uygulatılmasıdır.
Bizim görevimiz de budur. Kur’an’ı yorumlayacağız ve uygulayacağız. Cesur ve azimli insanlar çıkacak ve bizim yorumlarımızdan yararlanarak uygulama yapacaklardır. Biz yapamasak da yapanlar çıkacaktır. Allah bize de ecrimizi verecektir. Sizlerin buna dair hizmetleriniz elbette görülecektir. 1400 yıl önce yakılıp küllenmiş bulunan ateşi şimdi biz közlerine üfleyerek yakacağız. “III. Bin Yıl Uygarlığı” böylece doğacaktır. Bu günlerin uzak olmadığının işaretleri vardır. Dünya “Adil Düzen”e hazırlanmaktadır. Dünya onu aramakta ve anlayacak seviyeye gelmektedir.
Münafıklar hakkında bir benzetme yaptı, analojik benzetme ile açıklama yaptı. Şimdi ikinci benzetmeyi yapmaktadır. Birincisinden farkı, burada benzerine benzetme yerine doğrudan benzetme yapılmıştır. “Meselleri sayyıb meseldir” denmiyor da, “sayyıb gibidir” deniyor. Burada onların hallerini doğrudan benzetme ile izah etmiştir. “Mü’min kadın mü’min erkek gibi namazı kılar.” benzetmesi; “Aynı türdekiler aynı hükme tâbidir.” demektir. “Mü’min kadın mü’min erkek gibi hayız olunca yıkanır.” dediğimizde illet birliğidir. Tümevarım yolu benimsenmiştir. Kendileri benzemiyor ama illetleri ile vasıfları benziyor. “Canlılar yerler. İnsan da canlıdır, o da yer.” dendiğinde, burada da tümdengelim vardır. “Erkekler çocuklara nafaka sağlarlar, kadınlar ise bakımını yaparlar.”da analoji vardır. Hem illet hem de hüküm değişmektedir. Ama denge vardır. Demek ki;
“Kadın erkek gibi insandır.” Türde hüküm ortaklılığı.
“Kadın da erkek benzeri yıkanır.” dediğimizde tümevarım.
“Kadın erkek benzeri insandır.” dediğimizde tümdengelim.
“Kadın yükümlülüğünün benzeri erkek yükümlülüğünün benzeridir.” Temsil.
Önceki âyetlerde temsil yapılmıştır. Bu âyette ise kıyas yapılmıştır.
ويا سمادن اولان صيب كبدر أَوْ كَصَيِّبٍ مِنْ السَّمَاءِ
“Ya da semadan olan sayyıb gibidirler./ Ya da gökten olan yağış gibidirler.
“Savab” doğru demektir. Oku attığınızda isabet ederse ona savab denir. “İsabet” vurulma anlamında musibete uğramadır. Yağmurların çoğu bereket yağmurudur, rahmet yağmurudur. Bazı yağışlar da vardır ki, bunlar bir yerde sağanak hâlinde yağar ve oraları sele boğarlar. Buna “sayyıb” derler. Çarpan manâsındadır. “Sayyıb” kelimesi semadan olunca o yağışı ifade eder. Yukarıdan gelmiştir. Savunma imkânları yoktur.
Münafıklara da yağış semadan gelecektir, yani Allah’tan gelecektir.
Onlar ilk bakışta başarılı gibi görünürler. 54. Hükümet de gayet iyi işler yapıyordu ama beklemediği yerden sağanak gelmiştir. Çünkü o partiyi o gün yönetenler nifak içinde idiler. Söyledikleri başka, yaptıkları başka idi. AK Parti’ye gelecek olan da bundan başka bir şey değildir. Bunların adlarını zikrederek yazmak istemezdik. Ancak; bunların başlarına gelenlerin İslâmiyet’in başına geldiğini sanıp Allah’tan ümidini kesen insanlar vardır. İleride daha da olacaktır. Onlar o gün ümitsizliğe kapılmasınlar diye yazıyoruz. “Biz Müslümanız!” diyenlerin başına ne geliyorsa, dedikleri halde inanmamış olmalarından ileri gelmektedir.
Yağış içinde neler var? Gürültü var, şimşek var, karartan bulut var. Bir de bunların içinde yıldırım var. Bizim için tehlikeli olan budur. Tabi ki sel yapan sular var. Sel “sayyıb” kelimesi içinde vardır.
فِيهِ ظُلُمَاتٌ جنده ظلمات وار (FIHı JuLuMAtun) “İçinde zulumât var./ İçinde karanlıklar var.”
Burada bulut ile karanlığı aynı kelime ile ifade etmektedir. Yani bulutun karanlığı ile gecenin karanlığı aynı sayılmıştır. Çünkü bulut gelen ışınları yutar ve bize görünmez olurlar. Münafıklar için de ziya çevre tarafından yutulur ve karanlık olur. Bulut ile karanlık kelimesinin aynı lâfızla ifade edilmiş olması fizikî ve sosyal bakımdan üzerinde durulması gereken bir konudur. “Sahab” var “Leyl” var. Ortak özellikleri ise “zulumât”tır. “Zulumât”ın her iki benzetmede geçmiş olması çok önemlidir. Çünkü “zulüm” de “zulumât” kelimesi ile ifade edilmiştir.
“Zulumât” keyfî yönetimdir, kuralsız yönetimdir, şeriatsız yönetimdir. “Kuralların kaynağı” ayrı şeydir, “kuralla yönetim” ayrı şeydir. Kurallı yönetimlerde aydınlık vardır. Bucaklar oluşuyor, kuralla yönetiliyor. İsteyenler o kurallara uyarlar ve orada kalırlar, isteyenler de o bucağı terk ederler. Kuralların kim tarafından nasıl konduğu önemli değildir. Yeter ki kurallar küçük yönetim gruplarında olsun, hicret mümkün olsun. Biz bulunduğumuz bucağı değiştireceğimizde bucağımızı değiştiririz. İslâm demokrasisinin temeli budur. Buna “hukuk düzeni” denmektedir. Bu özellik Anayasamızda “cumhuriyet”in tek ana vasfı olarak zikredilmiştir. Lâiklik, demokrasi ve sosyallik ise “hukuk düzeni”nin vasfı olarak zikredilmiştir.
Kelime etimolojisinin ne kadar önemli olduğunu “zulüm kelimesi” ile anlamış oluyoruz.
Bulut damlacıkları aslında havadan ağırdır. Nasıl oluyor da gökte yayılmış olarak durmaktadırlar? Oksijenin Mol ağırlığı 32’dir. Azotun 28’dir. Suyun ise 18’dir. Demek ki buhar olarak hafiftir. Ne var ki belli dereceden aşağı damla hâlindedir. Gazlarda kanun vardır. Moleküller birbirine etki etmezler. Her biri kendi başına imiş gibi kanunlara tâbidir Bu sebeple göklerde su buharı bulunur. Ama bulut damlacıkları ise sıvı ile gaz arasındadır. Burada da suyun havadaki oksijen ve azotla etkileşim içinde olmasından ileri gelen bir tutunma vardır. Yani Allah maddelere hep ne gerekiyorsa o özelliği vermiştir. Bir tanesi eksik olsa hayat olmaz.
وَرَعْدٌ و رعد (Va RaGDun) “Ve ra’d/ Ve gürleme”
Gök gürültüsü bulutlarda oluşan elektrikî yüklerden ileri gelmektedir. Güneş ışığının çarpması sonucu elektronlar su moleküllerinden kopmaktadır. Faklı kümelerde elektrikî yükler oluşmaktadır. Bunların birbirine yaklaşıp deşarj olmaları sonucunda gök gürültüsü ortaya çıkmaktadır. Işık şimşek olmaktadır. Yere akarsa elektrik olmaktadır. Burada zulumât, ra’d ve berk “Va” harfleriyle bağlanmaktadır. “Ahmet çalışkan ve başarılıdır.” dediğimizde, iki sıfat birlikte vardır demek olur. Ama “Ahmet çalışkandır. Bilgilidir.” dersek; bilgi ile çalışkanlık arasında ilgi yok olmuş olur. Burada bu nitelikler “Va” harfi ile bağlandığından dolayı hep birlikte oluştuğu ortaya çıkmaktadır. Bulutun karanlık hâle gelmesi de demek ki benzer olaydır.
Münafık olan kimselerin başına gelecek olan budur: Karanlık, gürültü, şimşek ve yıldırım.
وَبَرْقٌ وبرق (Va BaRQun) “Va berk/ Ve şimşek”
Şimşek çakar, gök sonra gürler. Görünürde önce şimşek sonra gök gürültüsü vardır. Oysa âyette önce gök gürültüsü, sonra şimşek zikredilmiştir. Gerçekte önce bulutlara elektrik yükü yüklenir, zulumât olur. Sonra birbirine yaklaşırlar. Moleküller çarpışır ve ses çıkarırlar. Sonra da elektronlar birleşir ve ışık ortaya çıkar. Yani, Kur’an görünür değil de gerçek sırayı takip etmiştir.
يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ اصبعلرنى جعل ادرلر (YaCGaLUvNa EaÖABıGaHuM)
“Isba’larını ca’lederler/ Parmaklarını kılarlar”
Parmakları kulaklara koymak, kulakları tıkamak anlamına gelmektedir. Çok kötü gürültüde kulak zarları patlamaktadır. Kulak zarlarını korumak amacıyla kulaklarını tıkarlar. Ama bunlar yıldırım korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa yıldırım çarparsa kulak tıkamanın ne faydası olacaktır? Bunlar işte böyle kimselerdir, demek oluyor. Burada da insanları çok derinden tasvir etmektedir. İnsanoğlu istemediği haberi ve cümleyi duymak istememektedir. Duymayınca sanki o etkisiz kalacaktır. Devletlerin hoşlarına gitmeyen fikirleri susturmak âdetleridir. İnsanların fikir ve söz hürriyetleri bunun için kısıtlanmaktadır.
اذنلرنده فِي آذَانِهِمْ (EaÜANıHıM) “Üzünlerinde/ Kulaklarında”
Kulak işitme aracıdır. Ses dalgalarını alır, onları harf ve kelimeler olarak belirler. Tabiatta ise sadece dalga vardır. Harf ve sözler yoktur. Nasıl Türkiye’de iller, ilçeler ve köyler yok, biz onları oluşturuyorsak; seslerde de durum böyledir. Beyinde işitmenin yeri vardır. Görmenin yeri vardır. Onları göz ve kulakla birlikte çalıştırarak insana özgü kavramları oluşturur. Kulaklar işitmeyince ağırlık vardır denmektedir. Kulakta diyafram var. Ses dalgaları onu titreştirirler. Ama eğer bu zar titremeyecek bir şekilde baskı altında olursa işitmez olur. Şiddetli seslerde bu zarlar patlamakta ve insan sağır olmaktadır. Gök gürültüsü gelince kulaklar tıkanmaz. Burada anlatılan işte kulakları korumak için kulakları parmaklarla tıkamaktır. Bunu çarpacak olan yıldırım korkusu ile yapmaktadırlar. Böylece kendilerini koruyacaklarını sanırlar. “Sem’” ile “Azan” aynı kökten kelime değildir. “Basar” ile “Ayn” da aynı kelime değildir. Çünkü görme de işitme de beyinde olmaktadır. Kulak ve göz sadece oranın bir parçasıdır. Üzün, sesi duyan anlamındadır. Ezanı işiten araç demektir.
صواعقدن مِنْ الصَّوَاعِقِ (MıNa elÖVAGıRı) “Savaıkdan/ Yıldırımlardan”
Gökten gelen sağanak yağışların içinde sel vardır. Ayrıca bulutta karanlık vardır. Gürültü vardır, şimşek vardır. Ama bu insanlar yıldırım korkusu ile kulaklarını tıkamaktadırlar. Yıldırım çarptığı zaman zaten olan olmuştur. Ama gürültü sonradan gelecektir. Şiddetli olacağı korkuları ile kulaklarımız patlamasın diye parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Münafıkların durumu böyledir. Yahut yıldırımdan korkmazlar da gürültüden korkarlar. İşte münafıkların özelliği budur. Asıl korkulacak şeyden korkmazlar da halkın dedikodularından korkarlar. “El ne der? Avrupalılar ne der?!” İşte mü’min ile münafık arsındaki fark budur. Biri yıldırımdan korkar ve tedbir alır, diğeri ise dedikodulardan korkar ve ona göre iki yüzlülük yapar.
موتدن حذر ادرك حَذَرَ الْمَوْتِ (PaÜaRa eLMaVTı) “Mevtten hazer ederek/ Ölümden kaçarak”
Kulaklarını ölümden kurtulmak için tıkamaktadırlar. Yıldırımın kendilerini öldüreceklerini sanarak kulaklarına parmaklarını koymaktadırlar. Münafığın hâli budur. Diğer insanlara kendilerini beğendirmek için iki yüzlülük yaparlar. Böylece başka insanları kandıracaklarını sanırlar. Oysa başkaları onları çok iyi bilmektedir. Münafık ölümden de çok korkar. Çünkü o Âhiret’e inanmamaktadır. Oysa mü’min için ölümden korkma yoktur. Allah’ın kaderine teslim olmuştur. Kendisi Allah ne isterse onu yapmaktadır. Ölüme karşı tedbirlerini alır. Allah’ın “nefislerinizi ellerinizle tehlikeye koymayın” emrine uyarak kendisini korur. Yoksa o ölümden korkmaz. “İnandım!” dedikleri halde inanmamış olanların durumu budur.
وَاللَّهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ و الله كافرلرى محيطدر (VaelLAHu MPIyOun Bı elKAvFıRUvNa)
“Ve Allah kâfirleri muhıttır./ Ve Allah kapatanları kuşatmıştır.”
Buradaki “Va” hâl vesidir. Oysa Allah kâfirleri kuşatmıştır. Yani yıldırımdan korkup parmaklarını kulaklarına tıkayacaklarına, yıldırımdan korunmak için ne yapılması gerekiyorsa o yapılmalıdır.
“Münafıklar”dan bahsederken “kâfirler”den bahsetmiş olması ile “münafıklar”ın da “kâfir” olduğunu ifade etmektedir. Her “münafık” aynı zamanda “kâfir”dir; ama her “kâfir” “münafık” değildir. Münafıklar kafirler zümresindendirler ki “İnnelezîne Keferû”da “Va” yok; “Veminennasi”de “Va” vardır.
Münafıkların ve kâfirlerin birlikte mağlup edilecekleri açıkça ifade edilmiştir.
Sadece bu âyet bile bizim geleceğimizden emin olmamız için yeterlidir.
Kur’an baştan sonuna kadar mü’minlere hep bu zafer müjdesini vermektedir. Mekke fethine kadar Müslümanlar hep zayıf ve korku içinde olmuşlardır. Ancak Kur’an’ın bu âyetleri onara sabrı sağladı ve sonunda başarıya ulaştılar. 1200 sene tartışmasız üstünlükleri sürdü. Son asırda Müslümanlar geri kaldılar ve yenildiler. 20. yüzyılın sonunda yine bağımsızlıklarını kazandılar. Saddan gibi başlarına bela olan diktatörler vardır. Ama Allah onların iktidarını da Amerikan bombaları ile sona erdirmektedir.
Şimdi bu âyetlerde “münafıklar”ı anlatırken onları “kulaklarını tıkayanlar” olarak tanıtmıştır. Oysa “sayyıb” diğer felâketleri de getirmiştir. “Adil Düzen”i benimsemeyenler yüzlerce şer ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlar. Kendilerini “Adil Düzen”den uzak tutmakla başarıya ulaşacaklarını sanmaktadırlar.
Sorunlar kökten çözülmelidir. Kulaklar tıkanacağı yerde paratoner konmalıdır. Yıldırımların yağdığı bir yerde bir tel parçasının tehlikeye karşı duracağını söylediğinizde elektriği bilmeyen kimse nasıl gülerse; bugün “Adil Düzen”i bilmeyenler de aynı şekilde bize gülüyorlar. Oysa “Adil Düzen” bir paratonerdir, siper-i saikadır. Çok ucuz ve basit bir tedbirle sorun çözülür.
كيد برق ادر يَكَادُ الْبَرْق (YaKADu elBarQ) “Keyd bark eder./ Şimşek çakar.”
“Keyd” kelimesi “Kâne” kelimesinin değişmişidir. “Kâne” “Kevn” kelimesinden türemiştir. Tümsek demektir, tepe demektir. Sonra olmak anlamına gelmiştir. “Kâde”nin iki anlamı vardır. Bir olay aniden olursa o zaman “Kâne” yerine “Kâde” denmektedir. Diğeri de olmamakla beraber olmaya yaklaşmış olması, neredeyse böyle olacaktı anlamına gelir. “Az kaldı” şeklinde de Türkçeye tercüme edilmiştir. Burada olayın ani olarak oluşması nedeniyle “şimşek çakar” şeklinde tercüme edilir. Gece kalanlıkları içinde yağışın altında iken nereye kaçacağına yol ararken aniden şimşek çakar. Ortalık aydınlanır. Her şey görünür ama ondan sonra tekrar karanlık çöker. Münafıkların hâli buna benzetilmiştir. Onların beyinleri îmanla aydınlanır ama sonra beyinlerindeki bu ışık söner. Karanlıkta kalırlar. Karanlıklar ve yağışlar içinde kalırlar.
ابصارلرى خطف ادر يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ (YaPOaFu EaBÖARaHuM)
“Basarları hatfeder./ Görüşleri açılır.”
Basar kelimesi göze gelen ışıkların renk, şekil, mesafe ve bölmelerle şekil hâline dönüşmesi ve öyle idrak edilmesidir. Bu gözlerde değil beyinde olmaktadır. Hatf etme demek, görüşün açılması demektir. Burada gözlerin kamaşmasından değil de, basarların görüşe açılmasından bahsedilmektedir. Hatfetme aslında hızlanma demektir, ivme almaktır, hızın artmasıdır. Burada da görüş artmaktadır. Her şeyi birden kavraması demektir. Bu sebepledir ki “gözleri kamaşır” tercümesi yanlıştır. Münafıkların “inandık” demeleri ile birden her şey doğru gelir. Sonra uygulamaya geçince sıkıntıya geçerler ve tekrar karanlıklara gömülürler.
هر اضاء اتدغنده كُلَّمَا أَضَاءَ لَهُمْ (KulLaMAv EaWAEa LaHuM)
“Her onlara idae etmesinde./ Her onlara aydınlatmasında.”
Şimşek onlara aydınlatmış oluyor. Televizyon alıcısı olmadığı zaman televizyon yayınlarını dinlemek mümkün değildir. Gelen şekil değil, ses değil, sadece bir yığın dalgadan ibaret ise, cisimden çıkan ışıklar da öyledir. Bizim gözlerimiz televizyon alıcısıdır. Onları görüntüye çevirir. Böylece şimşek onlar için ortalığı aydınlatmış olur. Demek ki Kâinat bizim için yayın yapmakta, biz de onu idrak ediyoruz. İdrak eden göz değil, beyin değil, onun ötesindeki ruhtur. Bunlar bugün tamamen bilinmektedir. Bu sebepledir ki ruhçular maddî varlığı inkâr ederler. Maddeciler ise ruhu inkâr ederler. Burada “onlara idae ettiğinde” deyimi ile ruhçularla maddecilerin görüşlerini reddetmektedir. Sadece “idae” olsaydı, maddeci anlamı çıkardı. Sadece “aydınlanınca” olsaydı, ruhçuların görüşleri doğru olurdu. “Onlar için aydınlatınca”da her ikisinin varlığına gerek olduğu anlaşılıyor. Ruhsuz Kâinat, Kâinat’sız ruh olmaz. Bunlar varlığın ezelî çiftidir.
اجنده مشى ادر مَشَوْا فِيهِ (MaŞaV FIyHı) “İçinde meşy ederler./ İçinde yürürler.”
İnsan Kâinat’ı yalnız idrak etmekle kalmamaktadır. Kâinat’ı öğrendikten sonra orada hareket yapmaktadır. Kâinat’ı değiştirmektedir. Kendi kendini başka yere götürmektedir. İnsan dediğimiz varlık, hattâ bütün canlılarda bu özellik varır. Dıştan gelen tesirlerle kendi içinde değişme olmakta, sonra da dışarıya etki yapmaktadır. Bir tohum sıcaklık ve ışık ile çimlenmekte, sonra da ağaç olup çevresini değiştirmektedir. Ağaçta ruh yoktur, ama o değişikliği yapacak mekanizma vardır. İnsan da bir ağaç gibidir. Ama insanda ruh vardır. Ruh dışarıdan alınan bilgilerle dışarıya etki yapmaktadır.
اونلره اظلام ادنجه ده قيام ادرلر وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا (Va EıÜAv EaJLaMu ALaYHıM KAMUv)
“Onlara izlam ettiğinde kıyam ederler./ Onlara karartınca dururlar.”
Yine burada “izlam edince” denmeyip de onlara “izlam ettiğinde” denmektedir. Demek ki aydınlanma ve kararma izafidir. Benim için karanlık olan sizin için aydınlık olabilir. 20. yüzyılda “izafiyet nazariyesi”yle her şeyin onu görene göre değişeceği söylenmektedir. Hattâ bir olay birine göre önce olan diğerine göre sonra olur. Mesela, önce gök gürültüsü olur, sonra şimşek çakar. Çünkü önce moleküller çarpışır ve ses olur, sonra atomlar çarpışır ve ışık olur. Oysa biz önce şimşeği alırız, sonra gürültüyü duyarız. Bizim için görünen esas olduğu için “onlara kararttığı” denmektedir. Böylece 20. yüzyılda keşfedilen “izafiyet nazariyesi” burada “Edae Lehum” ve “Ezleme Aleyhim” demekle çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Âyetteki bu benzetme Kur’an’ın anlaşılması hususunda da çok önemli kural koymaktadır.
Kur’an herkese ayrı ayrı hitap eder, onların görüşlerini aydınlatır veya karartır.
Kur’an’ı herkes kendine göre anlar; buna “içtihat” diyoruz.
Topluluklar Kur’an’ı kendilerine göre yorumlarlar; buna “icma” diyoruz.
Burada “Lehum” ve “Aleyhim” kelimeleri aynı zamanda “içtihat ve icma müesseseleri”ni de açıklamaktadır. Kur’an işte böyle mucizelerle dolu bir kitaptır.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ
إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(20)
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 208. SEMİNER Yorum 38 İstanbul, 10 Mayıs 2003
Sayın Cemil Çiçek! Ben yargıya güvenmiyorum!
5 Mayıs 2003 tarihinde Sayın Cemil Çiçek “Hükümet Programı”nı açıkladı.
Hükümetin neler yaptığını görüp uçurma gidişlerini izlemek için sıkıla sıkıla dinlemek zorunda kalıyorum. Saygı durduğum kimselerden olan Cemil Çiçek’i de aynı batak içinde görme üzüntüsünü baştan belirtmek istiyorum. Ecevit Hükümetleri elbette çok beterini yapıyorlardı. O zaman tabiî ülkem için üzülüyordum, ama kişiler için üzüntü duymuyordum. Sadece Devlet Bahçeli’ye acıyordum. Şimdi ise uçuruma yuvarlanan dostlarımızı gördükçe sıkılıyorum. Allah haram kıldığı halde sıkılıyorum. Bu yazımızı yazmamızın sebebi de Sayın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in; “Ben yargıya güveniyorum!” demesidir.
Sayın Çiçek! Ben yargıya güvenmiyorum!
Çünkü otuz sene içinde “Akevler” büyük zulümler yapıldı. Yargı bunları önleyemedi. Akevler sizden hiçbir talepte bulunmuyor. Zalimlerden hakkını öte dünyada alacaktır. Acelesi yoktur. Sadece ben değil, siz de yargıya güvenmiyorsunuz. Orada bulunmanız gereği böyle söylüyorsunuz. Gönderin iki müfettişi, Akevler’e ne zulümler yapılmış, öğrensinler; bugün neler yapılıyor öğrensinler. Bizim bir davamız veya şikâyetimiz yok. Çünkü sizin bize bunları veremeyeceğinizi kesin olarak biliyoruz.
İnsanların gözlerine baka baka, ülkemizde 18 milyon işsiz insan varken;
“Ekonomi iyiye gidiyor!” demeniz ne kadar üzücü ve sıkıcıdır.
Herkes yargının görevini görememesi veya görmemesi sebebiyle inim inim inlerken;
“Ben yargıya güveniyorum!” demeniz ne kadar şaşırtıcıdır.
Türkiye’yi gerçekten güvenilir yargıya kavuşturmak mı istiyorsunuz?
Bunun için çok şeylere ihtiyaç yoktur. Birkaç maddelik kanun bu işi bitirir.
“HAKEMLİK KANUNU” TEKLİFİ
ÜST HAKEMLER KURULU
Madde 1- Hakemler Kurulu 20 üst hakemden oluşur. 3 Kasım 2003 tarihinde alınan her %5 oy için bir üst hakem parti başkanlarınca atanır. Partiler oylarını birbirlerine kullandırabilirler. 63 yaşına gelen üst hakemin görevi sona erer. Yerine her %5 oy için partiler birer aday gösterirler. Milletvekilleri sıralama yaparlar. Bir adayın aldığı sıraların tersleri toplanarak derece bulunur. İlk sıraları alanlar üst hakem seçilmiş olurlar.
Madde 2- Hakemlik ve muhakeme ile ilgili kanunları üst hakemler hazırlarlar. Hükümet teklifi olarak Meclise sevk edilerek kanunlaşır. Hakemler kurulu başkanlarını aralarından sıralama usûlü ile seçerler. Yeni üst hakemin katılması ile başkanlık seçimi de yenilenir.
Madde 3- Ankara, Konya, Kayseri, Afyon, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Samsun, Erzurum, Van, Diyarbakır vilayet merkezlerinde bölge hakemlikleri kurulur. Bölgede hakemlik yapabilecekler, Üst Hakemler Kurulu’nun yapacağı imtihanlarla verilecek ehliyetlerle belirlenir. Atamalar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce yapılacak sıralamalarla yapılır. 63 yaş dolunca yerine yenisi seçilir.
Madde 4- Her ilçede ilçe hakemlikleri oluşturulur. Nüfusu 100 binden fazla olan ilçeler bölünerek ayrı hakemlik çevresi oluşturulur. Nüfusu 30 binden aşağı olan ilçeler birleştirilir. İlçe hakemlik ehliyeti, Üst Hakemler Kurulu tarafından imtihanla tevcih edilir. İlçe parti teşkilâtları aldıkları oylara göre sırlama yaparlar. 63 yaşını dolduranların yerine yenileri seçilirler.
Madde 5- Hakemlikte hakemlerden birini davacı, diğerini davalı seçer. Baş hakemi hakemler seçer. Mahkemeler hakemlerin kararlarını tasdik ederler veya başka hakemlerce muhakeme edilmelerine karar verirler. Hakemini seçmeyenin hakemini hakemler seçerler. Tarafların hakemleri avukatların statüleri durumundadırlar. Her avukat aynı zamanda ilçe hakemidir.
Madde 1- Usûlü Muhakemat Kanunu’ndaki mahkeme sistemindeki asıl oluşu hükmü değiştirilmiş olup asıl olan hakemlik sistemi getirilmiştir. Sözleşmelerde kayıt yoksa ve taraflar ittifak etmemişlerse taraflar hakemlere gitmek zorundadırlar.
Madde 2- Yüksek öğrenim görmüş kimseleri imtihana tâbi tutup orta, yüksek ve üstün hakemlik ehliyeti tevcih etme görev ve yetkisi Adalet Bakanlığı’nındır. Hakemlik yönetmeliğini üstün hakemler hazırlar ve Adalet Bakanlığı genelgesi olarak yayınlanır.
Madde 3- Soruşturma bilirkişilerce yapılır. Yüksek öğrenimliler arasında yapılan imtihanlarla Adalet Bakanlığı’nca orta, yüksek ve üstün soruşturmacı ehliyeti verilir. Soruşturma yönetmeliği üstün soruşturmacılar tarafından yapılır ve Adalet Bakanlığı genelgesi olarak yayınlanır. Bilirkişilerden biri davacı, biri davalı ve biri de iki bilirkişi tarafından atanır. Mahkeme bilirkişilerin tesbitlerini kabul veya reddederler. Kendileri soruşturma yapamazlar.
Madde 4- Kamu adına dava açma yetkisi ilçede %5 oy almış partilerin o ilçedeki hakemleri tarafından açılabilir. İllerde yüksek, ilde %5 oy alan ve ülkede ise genel seçimde %5 oy alan siyasi parti başkanlarınca dava açılabilir.
Madde 5- Savcıların kamu davası açabilmeleri için Adalet Bakanlığı’nın veya illerde valilerin ve ilçelerde kaymakamların emir vermesi gerekir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92