ADİL DÜZEN198
Haftalık Seminer Dergisi 08 MART 2003 Fiyatı: SEMİNERE KATILMAK! veya www.akevler.org
“HİÇBİR HAKKI MAHFUZ DEĞİLDİR!” TEBLİĞ AMACIYLA FOTOKOPİ İLE ÇOĞALTIP DAĞITMAK VE e-mail GÖNDERMEK SERBESTTİR
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 198. SEMİNER (CUMARTESİ GÜNLERİ Saat: 09.00-21.00) İstanbul, 01 Mart 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİ BOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ; Saat:18.00-21.00)
“ŞÜKÜR” ÂYETLERİNİN TEFSİRİ
Şükür, Allah’ın verdiği nimetleri onun istediği şekilde kullanmak ve verdiklerini hatırlayarak vermediklerinden dolayı üzülmemektir.
İlimde şükür, başkalarına öğretmektir.
Dinde şükür, tebliğdir.
Ekonomide şükür, zekât ve karz-ı hasendir.
Siyasette şükür, örgütlenip sözleşmelere uymak, yöneticileri dinlemek, hakem kararlarına uymak ve şeriata göre yaşamaktır.
Bundan sonra “tevekkül”, “sabır” ve “intizar” konuları işlenecektir.
*HAFTALIK YORUM (29/A)
S A V A Ş
Bu ABD’nin plânıdır.
Allah bu plânın ne kadarına müsaade edecektir?
Türkiye “Adil Düzen”i kabul ederse ABD sadece Irak’ı yıkacak, ondan sonrasına Allah izin vermeyecektir. Türkiye “Adil Düzen”i kabul etmezse Türkiye Cumhuriyeti yıkılacaktır. Türkiye’ye II. Sevr’i dayatacaklardır. Tayyip bir Enver Paşa olacaktır. Ancak Allah Türk Milletini “Adil Düzen”i başlatmakla görevlendirdiği için bu millete yardım edecek, Türk halkı imha edilmeden mucize ortaya çıkacak, ABD çökecek ve geri çekilecektir. Bu arada boşluk ortaya çıkacak ve bundan yararlanan Adil Düzenciler 1920’de olduğu gibi Cumhuriyeti kuracaklardır. Bu Cumhuriyet “Demokratik, Lâik, Liberal ve Sosyal bir hukuk devleti” olacaktır.
***
Adil Düzencilere müjde veriyorum:
Yeter ki çalışın; yeter ki öğrenin, yeter ki anlatın... Ve sabırla bekleyin...
Adil Düzencilere düşen görev nedir?
Adil Düzeni öğrenmek, kendi aralarında uygulamak, göstererek herkese anlatmak, diğer Adil Düzencilerle işbirliği yapmaktır. Buraya varmak için şükür, sabır, tevekkül ve intizardır. İntizar, olacakları Allah’a bırakıp beklemektir. Biz savaşın olmaması için elimizden geleni yaptık. Bundan sonraki görevimiz intizar etmektir.
*HAFTALIK YORUM (29/B)
İLETİŞİM HUKUKU;İLETİŞİM VAKIF KOOPERATİFLERİ
Biz, Batı dünyasının müsbet ilimleri ile Kur’an’dan yaralanarak bir “İnsanlık Anayasası”nı oluşturmuş bulunuyoruz. “İnsanlık Anayasası”nda yer alan “iletişim hukuku”ndan söz etmek istiyoruz. İnsanın bir tarafı çökünce ölmez. Ama kalbi durunca bitkisel hayatı biter. Beyni durunca da ruhsal hayatı biter. İletişim bir topluluğun ölüm-kalım savaşıdır.
*İKTİBASLAR (Bu iktibaslar, özellikle “Adil Düzen”e karşı olduğunu bildiğimiz AKP’li “Gül Hükümeti”ne ithaf olunur!)
IRAK’LA İLGİLİ OLARAK BİZE SÖYLENEN YALANLAR Victor Marchal (El-Vatan, Mısır, 22.02.2003)
ABD’DEKİ ÇATLAK Şahin Alpay (Zaman, 25.02.2003)
HANTAL VE AKILDIŞI BİR DEVLET Nevval Sevindi, (Zaman, 25.02.2003)
ERBAKAN’I DİNLERKEN Ali Bulaç (Zaman, 19 Şubat 2003)
ERBAKAN İLE II. ESAM TOPLANTISI YAPILDI AK-İLHAM (Akevler İlim ve Haber Merkezi)
Milli Gazete, Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve diğerleri; Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV ve diğerleri; bugüne kadar olduğu gibi “Geçen Hafta” da “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”na yer ver(e)mediler!.. Hâlâ bu GAZETELERİ okuyor ve bu TV kanallarını izliyorsanız; artık onlara “ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI”nı hatırlatabilirsiniz!..
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 198. SEMİNER Yorum-29 İstanbul, 01 Mart 2003
“ŞÜKÜR” ÂYETLERİNİN TEFSİRİ
بسم الله الرحمن الرحيم
مَا يَفْعَلُ اللَّهُ بِعَذَابِكُمْ إِنْ شَكَرْتُمْ وَآمَنْتُمْ وَكَانَ اللَّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا
MA YaFGaLu elLAHu Bı GaÜABıKuM EıN ŞAKaRTuM Va EaMaNTuM Va KAvNa elLAHu ŞAKıRan GaLIyMan
شكر ادر و ايمان ادرسه نز الله عذابنزى فعل اتمز الله عليم اولر بر شاكربولنمكته در
147- Şükreder ve iman ederseniz Allah azabınızı fiiletmez. Allah alim olarak bir şakir bulunmaktadır. (Nisâ[4];147)
147- Karşılık verir ve inanırsanız Allah tadmanızı işlemez. Allah bilerek karşılık veren bulunmaktadır. (Nisâ[4];147)
Bu sûre bundan önceki âyetlerde münafıklardan bahsetmektedir. Onların azaba uğratılacağını belirtmektedir. Sonra tevbe edenlerin mü’minlerle beraber olduğunu belirtmektedir. “Şükrederseniz azabınızı fi’letmez.” denmektedir. Mü’min olmadan önce ister kâfir olsun, ister münafık olsun, tevbe edip de şükredilirse Allah’ın azab etmeyeceğini bildirmektedir. Tevbenin kabul edilip suçun affedilmesi için şükretmek gerekmektedir.
مَا يَفْعَلُ (Ma YaFGaLu) Ma geçmiş zamanın olumsuzudur. Yafalu ise geleceğin sığasıdır. İkisi birden; Şimdi size cezanızı infaz etmeyecektir. Gelecekte geçmişinizi sormayacaktır, denmektedir. Cezalar mağfiret edilir. Cezalar affedilir.
Mağfiret, suçun görülmez hal alması demektir. Yani defterde borç kalsa bile tahsil edilmeyecek demektir. Afv ise tamamen silmek demektir. O suçu işlememiş hâle getirmek demektir. Afv, suçu ortadan kaldırmaktır. Mağfiret, suçu devam ettirmekle beraber cezayı uygulamamaktır. Bugün de bunlar uygulanmaktadır. Sicilde ceza kalmakla beraber cezalar infaz edilmemektedir. Bazı aflarda sicil kaydı da silinmektedir. Burada ise suçun ne mağfireti vardır, ne de affedilmesi. Ceza ertelenmektedir. Ceza uygulanmamaktadır. Bunun için şükredilmesi gerekmektedir. Îman edilmesi gerekmektedir.
بِعَذَابِكُمْ (Bi GaÜABıKuM) Ma’dan sonra Bı gelirse Ma nafiye olur, yani olumsuz olur. Azab, ceza olarak kullanılmaktadır. Uzbe tatlı su için kullanılır. Acı olmayan tatlıdır. Eziyet yerine azab kelimesinin kullanılması; suçluya eziyet etmek için ceza verilmez; suçlunun ıslah edilmesi ve caydırıcılık için ceza verilir. Azab insanın daha fazla eziyete uğramaması için verilmektedir. Ameliyat yapılan kimselere verilen eziyet gibidir. Suçlunun suçunu ortadan kaldırmak içindir. Şükretmek demek, kişinin suçunu gidermektir. Yani cezalanmanın yapacağı işi eğer şükür yaparsa o zaman cezaya gerek kalmaz. Diyet bunun bir uygulamasıdır. Veli eğer ben diyet alırsam bir daha bu işi yapmaz diye kanaat getirirse kısası diyete çevirmektedir. Cezalarda işkence bu sebeple kaldırılmıştır. Kişi canavarca öldürmüş olsa bile kısası asmak veya vurmakla infaz edilir. Benzer işkence yapılmaz. Kısas intikam amacıyla değildir. Azab kelimesi bunu ifade etmektedir.
إِنْ (EıN) Şart edatıdır. Kendisinden sonra ister geçmiş zaman, ister gelecek zaman gelsin, hep gelecek zamanı ifade eder. Geçmiş zaman gelirse, bir sonuca bir şart koşulmuş olur. Geniş zaman olursa, şükretmenin sürüp gitmesi anlamına gelir. Eğer İn başa gelirse vücub için şart olur. Sonra gelirse cevaz için şart olur. Bunun anlamı, azabın işlememesi için şükretmeniz şartı yoktur. Allah şükretmediğiniz zaman da affedebilir. Şükrettiğiniz zaman başka sebeplerden dolayı azabı ertelemeyebilir. Demek ki, bazı cezalarda erteleme söz konusudur. Münafıklıktan tevbe etmede ceza ertelenmiş olur. Tevbe, münafığın gizlediği hususları itiraf etmesi, yaptıklarını ortaya koymasıdır. Meçhul bir cinayeti itiraf eden kimse diyete tabi tutulur ve kısas yapılmaz. Sırf ikrar ile kısas yapılmaz. Bu uygulama bize meçhul kalmış birçok cinayetlerin ortaya çıkmasına yardımcı olur.
شَكَرْتُمْ (ŞaKaRTuM) Şükretmek demek, yapılan kötülükleri karşılamak demektir. Zararları ve diyetleri ödemek demektir. Bunun için de sübuttan önce itiraftır. Bir daha yapmayacağını beyan etmesidir. Sonra da verdiği zararları ödemesi, diyeti ifa etmesi demektir. Bu takdirde ceza ertelenir. Tamamen affedilmez. Çünkü bunu meslek hâline getirmiş olabilir. Bu takdirde azab yenilenir. Fiil-i mazi ile getirilmiş olması, her olayın kendi içinde değerlendirilmesi gerektiğini anlatmak içindir. Değişik cinayetler arasında sicil işlemez. Mesela, hırsızlık cezası ile zina cezası, katil ile darb birbirine tedahül etmez. Yani, tevbe bozulmuş olmaz.
Şükr, besiye alınan hayvandır. Hayvan verilen yemin karşılığını verirse şükredilmiş olur. Allah mü’min olmamızdan dolayı şükretmemizi istemektedir. Eğer Allah lütfetmeseydi, ona göre çevremizi hazırlamasaydı, şimdi biz zındık, alkolik, ahlâksız, cani olabilirdik. Bugün bizim bu halde oluşumuzu Allah lütfetmiştir. Onun için şükretmemiz gerekmektedir. Şükretmek demek, Allah’ın bize verdiği imkânları onun rızası için kullanmamız gerekiyor denmektedir.
a) İlmin şükrü; başkalarına öğretmektir. Dolayısıyla her mü’min öğrenmek, yapmak ve öğretmekle yükümlüdür. Biz bu toplantılara katılmakla şükretmiş oluyoruz. Bu nimetinden dolayı şükrettiğimizde kusurlarımızın ve hatalarımızın da erteleneceğini vaad etmektedir. Ertelemenin anlamı, bu toplantılara devam etmemiz gerekmektedir.
b) Dinin şükrü; îman edip ona göre ibadet etmekle olmaktadır. Bunun şükrü “tebliğ”dir. Yani, çevremizdeki insanlara duyurmak, onları uyarmak ve onları sevindirmektir. Nitekim “öğretim” beraber olan ve birbirine soran kimseler arasında olur. “Tebliğ” ise bizimle olmayan kimseleri ziyaret edip, onlarla iş ortaklığı yapıp, onlara yardım ederek dostluk kurmak ve onlara “Adil Düzen”i anlatmaktır.
c) Ekonomide şükür; zekât vermek ve karz-ı hasende bulunmaktır. Burada zekâtın dışında karz-ı haseni biraz daha fazla açıklamamız gerekmektedir. İkraz etmek, sermaye ortaklığını kurmak demektir. Bunun için âyette; “Allah’a ikraz ediniz.” denmektedir. İkraz iki şekilde olur. Bankaya parayı yatırırsınız. Bu durumda kâr ve zarara iştirak edilmemektedir. Sadece mevduatı nisbetinde kredi alınmaktadır. İkincisi ise; “şirket-i kıraz” adı altında getirilmiş “sermaye ortaklığı”dır. Burada sermaye sahipleri kârdan pay alırlar. Zararın tamamını sermaye taşır. Çalışanlar ücret almazlar, emeklerini zarar ederler.
d) Yönetimde şükür; dayanışmadır. Bir araya gelindiğinde bir başkan seçip ona itaat etmektir. Birlik sağlamış insanları bir araya getirmiş olması sebebiyle Allah’a şükretmek gerekmektedir. Topluluktan yararlananların topluluğa karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir. Sözleşmelere uyacaklar, yetkililere itaat edecekler, mâlî ve bedenî mükellefiyetlerini yerine getirecekler ve çıkan nizaları hakemlerle halledeceklerdir.
İşte burada bildirilen “şükredersiniz” sözü ile yukarıda sayılan görevleri yerine getirirseniz demektir. Elbette burada işaret edilen husus da, bütün verdiği nimetlerden memnuniyet duymaktır.
Şükre bir de “îman etmek” ilave edilmiştir. Îman etmek, emniyete almak manâsınadır. Güven içinde olmak demektir. Allah’a inanmış olan kimseler görevlerini yaptıktan sonra Allah’a tevekkül ederler ve huzur içinde olurlar. Çünkü Allah onlar ile beraberdir. Onların ölümleri de rahmettir. Sıkıntı ve endişe duymazlar. Allah ve âhirete îman etmek bu anlamdadır. Bunun dışında îmanın diğer bir manâsı dayanışmadır. Birbirleri ile dayanışırlar. Dayanışma demek; ben zorluk içinde olursam sen bana yardım edersin, sen zorluk içinde olursan ben sana yardım ederim demektir. Anadolu insanları bu dayanışma içinde olduğu içindir ki 28 Şubat’tan sonra oluşan beş yıllık krizde Türk Milleti varlığını sürdürmüştür. “Şükretme”ye “îman etme” bu sebeple eklenmiştir.
و (Va) Ve, vav-ı hâliyedir. Allah azabı fi’letmez, çünkü Allah şükredenleri bilmekte ve karşılığını vermektedir. Şükretmek demek, bedel üzerinde durmadan, eşitlik aramadan insanların iyilik yapması ve iyiliğin karşılığını almasıdır. Deveyi beslersin, o da süt ve et verir. Ama deve ile pazarlık yapamazsın. İnsanların bedelli mübadelesinin yanında bedelsiz mübadeleleri de olmaktadır. Herkes iyilik etmekle meşgul olursa sonunda herkes karşılığını alır. Ama; “Ben iyilik ediyorum, kimse bana etmiyor!” diyebilirsiniz. Ben kendi hayatımda başkalarına onlardan bir şey beklemeden iyilik ettim. Bu iyiliği kötüye kullananlar dahi oldu. Ama Allah benim yaptığım iyiliklerin çok fazlasını kat kat verdi. Ben asıl Allah’ımdan Âhirette vereceği mükâfatı bekliyorum. Ne kadar kazançlı bir ticaret.
َكَانَ (KANa) Olmuştur, bulunmaktadır manâları verilmektedir.
شَاكِرًا عَلِيمًا Şakirdir alîmdir yerine şâkiran alîman bulunmaktadır. İsim cümlesi yerine fiil cümlesi getirilmiştir. Şekur yerine de şâkir kelimesini kullanmıştır. Şükrü şükürle mukabele eder anlamındadır. Burada şükürden bahsetmektedir. Alîm sıfatı isim sıfatı olarak getirilmiştir. Sürekliliği ifade eder. Karşılığını verirken geçmiş göz önüne getirilir. Allah şâkirdir; alîm bir şâkirdir; bilerek karşılığını verir; kimsenin çalışmasını zayi etmez.
Şimdi; “Şükrederseniz ziyade ederiz.” âyetini açıklayabiliriz.
بسم الله الرحمن الرحيم
وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيد(İbrahim[14] 7)
و (Va) Bu âyet daha önceki âyete bağlanmaktadır. Daha önce Musa Peygamber’in Firavun’dan kurtuluşu anlatılmış ve şimdi buna karşı İsrail oğullarından şükredilmesi istenmektedir.
İbret olarak Türk Milleti için de benzer esaretten bahsedilebilir. Türkiye 1071 tarihinden başlayarak Anadolu’ya hakim olmuş ve adaleti getirmişti. 1500’lerde en yüksek duruma çıkmıştı. Sonra gerilemeye başladı. Nihayet 1918’de Sevr ile karşı karşıya kalmıştı. O zaman Anadolu’da %40’tan fazla azınlık vardı. Avrupa bunları silahlandırdı ve Türkleri imhaya başlattı. İşte bu kötü durumdan Allah Türk Milletini kurtarmış ve yeni devlete kavuşturmuştur. Daha büyük lütfü olarak Türkiye’de azınlık kalmamıştır. Yalnız savaşta kurtulmakla kalınmamış, Anadolu Müslümanların öz vatanı hâline getirilmiştir.
َإِذْ (EiÜ) Hani demektir. Geçmişte cereyan eden olay hatırlatılmaktadır. Tarih akan suya benzer. Geçmişte olan olayların akışı içinde sürüp gitmektedir. Bir derenin kenarında durup ona bakmakla onun hakkında bilgi edinemezsin. Ama suyun nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilirsen o zaman o ırmaktan yararlanabilirsin. İnsan günlük olayların geçmişini hatırlayarak bilebilir ve nereye gideceğini anlayabilir. İşte Allah İsrail oğullarına Mısır’dan nasıl kurtardığını duyurmuştur. Bizim de İstiklâl Savaşı’mızı iyi bilmemiz gerekmektedir.
Osmanlılar niçin yenildi? Ve biz İstiklâl Savaşı’nı niçin kazandık? Bunları bilmemiz gerekir.
Uygarlıklar doğarlar, yaşarlar, gelişirler ve sonunda çöküp giderler. Nuh, İbrahim, Davut, İsa ve Kur’an uygarlıkları gelmiş ve geçmişlerdir. Bunların sonlandığı tarihler İsa’nın doğuşu ile tarihlenmektedir. İsa’dan önce ve sonra hep binerli yılların başlangıcı uygarlıkların doğuşu olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, uygarlığın yaşlanmış yıllarına rastlamış olmasından dolayı yıkılmıştır. Cumhuriyet niçin kuruldu? Çünkü her uygarlık iki ayrı uygarlıktan doğar. Avrupa Uygarlığı, İslâm Uygarlığı ile Bizans Uygarlığı’nın sentezinden oluşmuştur. Bugünkü uygarlığı da Türkler getirecektir. İbrani Uygarlığı’nı hazırlayan Musa Peygamber olmuştu ve 200 yıl sonra İbrani Uygarlığı doğmuştur. Aynı şekilde Tanzimat’tan beri başlayan batılılaşma ile Türkler Avrupa Uygarlığı’nı öğrendiler. Şimdi Türkiye “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı yapmak istemektedir.
تَأَذَّنَ (TaEaüÜaNa) Ezan, uzn, kulak kelimesinden türetilmiştir. Duyurmak anlamındadır. İzin, olur vermek de bu kelimedir. Ezine duydu, Azene duyurdu demektir. Duydu kelimesi mecazi olarak izin verdi demektir. Sükut ikrardandır kuralı buradan gelir. Teezzün, tefeggul babındandır. Duydu ve duyurdu demektir. Bir toplulukta bir konu incelenir, tartışılır ve duyulursa bu Rabb’in teezzünüdür. Topluluk onu konu hâline getirirse Rab onu teezzün etmiş olur. Böyle bir oluş kişilerin ayrı ayrı iradesine bağlı değildir. Birçok gerçekleri bilirsiniz ve onu söylersiniz. Karşı taraf da onu duyar ama onu benimseyip başkasına anlatmaz. O zaman o konu ma’şerî olmamıştır, kamuoyuna mâlolmamıştır. Fertlerin hepsi ayrı ayrı bilseler bile topluluğun bilmesi sözkonusu olmaz. Birlikte bilinmesi gerekir. Bizim yazdıklarımız henüz Türk Milletinin ma’şerî bilgisine girmiş değildir. Onun içindir ki bu yazılar okunmuyor.
رَبُّكُمْ (RabBuKüM) Rabb’iniz. Duyurmuştu. Musa size söylemiyor, Rabb’iniz duyurdu, deniyor. Bugün Türkiye’de kimse savaş istemiyor. Savaşın kötülüğünü Rab duyurmuştur. Ama topluluk yine de savaşa gidiyor. Neden? Çünkü 1970’lerden beri “Adil Düzen”den bahsettiğimiz halde kulak verilmiyor ve değerlendirilmiyor. O günden başlayan ihmal bugünkü çaresizliği getirmiştir. İktidarlar hep gaflet içinde olmuşlardır. Düşmanlarının söylentilerini kendilerine siyaset yapmıştır. Bugünkü çıkmaz buradandır.
لَئِنْ شَكَرْتُم لَأَزِيدَنَّكُمْْ (LaEıN ŞaKaRTuM) Şükrederseniz. Burada La ile getirilmiştir. Nisa 147’de La harfi getirilmemiştir. Sonra burada şükretmeyi başa almıştır. Orada cevaz için olan şart burada vücub için şarttır. Şükredersek ziyade edilecektir. Sonra burada te’kit olarak getirilmiştir. Mutlaka ziyade edeceğim demektir. “EiN CiETa EuKRiMuKa/ Gelirsen ikram ederim, gelmen ikram etmem için sebep olur. Gelirsen sana ikramım bana görev olur.” demektir. “EuKRiMuKa Eın CıETa/ Gelirsen sana ikram ederim, gelmezsen etmem.” demektir. İkram edebilmem için gelmen şarttır, ama gelmen ikram etmemi zorunlu kılmaz, gelirsen de ikram etmeyebilirim.
Şükretmek, karşılığını vermek demektir. Beslenen hayvanın besi almasıdır. Allah bize nimet vermişse, onu değerlendirirsek daha ziyadesini alırız. Allah İbranileri Mısır’dan kurtarmıştır. Onlara şükrederseniz artıracağım demiştir. Şükrettiler, ondan sonra İbrani Devleti’ni kurdular. Dünyaya hükmetmeye başladılar. Kimseye verilmeyen güç onlara verilmiştir. Ondan sonra tekrar şükretmişler ve bugünkü saltanata ulaşmışlardır. Türkler de geçmişte Selçuklu ve Osmanlı olarak “I. Kur’an Uygarlığı”nı kurdular. Şimdi de şükrederlerse “II. Kur’an Uygarlığı”nı kuracaklardır. Cumhuriyet döneminde yöneticiler şükretmediler ve böylece hep sıkıntılar içinde oldular. Oysa halk şükretmeye devam etmiştir.
a) Bediüzzaman îmanı tebliğ etmiş, bunun cihadını vermiştir. Çevresinde toplananlar risalelerini yazıp okudular. Sonra vakıf kurarak müsbet ilimleri öğrenmeye başladılar. Bugün bütün dünyada kolejler kurdular. Tüm çektikleri sıkıntılara dayandılar.
b) Süleyman Tunahan kaldırılan medrese ve Kur’an kursları yerine Kur’an ve Arapça öğrenimine devam etmiş ve Türk halkı tüm Türkiye’de medrese ilimlerini sürdürmüştür. Bugün Diyanet İşleri tarafından bu ilimler resmen tahsil ettirilmektedir.
c) Kur’an Kursları ve İmam Hatip Liseleri açılarak İslâmî ilimler yeniden öğrenilmeye başlanmıştır. Çağımızın ilimleri ile birlikte bu ilimleri öğrenmeye başlamışlardır. İlâhiyat Fakülteleri ile İslâmiyet ve Avrupa’nın sentezine gidilmiştir.
d) En önemli hizmet ise; İslâmî eserlerin Tükçeye çevrilmesidir. Batı dünyasından yapılan tercümelerle Türkçe III. bin yılı başlatma dili olmuştur. “Kur’an Arapçası”nın yanında, nasıl “Sünnet” uygarlığın başlama dili olmuşsa; bugün de “Türkçe” “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı başlatma dili olacaktır. Uygarlığın esas dili tartışmasız “Kur’an Arapçası” olacaktır.
Türk Yönetimi şükretmemiştir. “Adil Düzen”i getirmemiştir. Halk ise her seçimde “Adil Düzen”e oy vermiştir. İstiklâl Savaşı’nda Cumhuriyeti tercih etmiştir. 1950’de demokrasiyi tercih etmiştir. 1965 seçimlerinde, 1973 seçimlerinde, 1981 seçimlerinde, 1995 seçimlerinde, 1999 seçimlerinde, 2002 seçimlerinde hep “İslâmiyet lehine” oy kullanmıştır. “Adil Düzen”e doğru oy kullanmıştır. Ne var ki, yöneticiler hep halkın gerisinde kalmışlardır. Bugünkü iktidar da imtihanı kaybetmektedir. Halk ise kararında sabittir. Türkiye II. Sevr ile karşı karşıya gelebilir. Bu iktidarlar Enver Paşa hükümeti gibi maceralarla Türkiye’yi bitirebilirler. Ama Türk Milleti “II. İstiklâl Savaşı”nı yapacak güçtedir. Çünkü bu millet şükretmiştir.
وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ (LaEıN KaFaRTuM) Küfrederseniz. Küfür etmek; kapatmak, göstermemek demektir. Gerçekleri kapatanlara “kâfir” dendiği gibi; nankörlere de “kâfir” denir. Nankörlük ederseniz demektir.
Bizim durumumuza bakınız. Allah bizi mü’min yaptı. Şimdi bir araya getirdi, birlikte Kur’an’ı okuma ve seminer yapma imkânını verdi. “III. Bin Yıl Uygarlığı”na katkıda bulunma fırsatını bahşetti. Buna sonsuz şükretmemiz gerekir. Maddî zorluklarımız olabilir, siyasî zorluklar içinde olabiliriz. Hukukumuz çiğnenebilir. İçinizden kimse ister mi ki; ayyaş ve ahlâksız olsaydım, zalim ve gaddar olsaydım! Ama zengin olsaydım, yahut yüksek makamım olsaydı! Herhangi biriniz böyle diyebilir veya böyle düşünebilir mi? Öyleyse, Allah bize onlardan fazla bir şey vermiştir. İşte buna şükretmemiz gerekir. Şükretmez de nankörlük edersek cezalanacağımızı bildirilmektedir.
إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيد (EinNa GaÜABIy ŞeDiD) Azabım şiddetlidir. Bu hatırlatma İsrail oğulları için geçerli olmuştur. Defalarca mağlub edilmiş ve sürülmüşlerdir. Bugün de şükretmiyor, insanlığı kana boyuyorlar. İsrail’deki devlet çok sıkıntı içine girecektir. Ayrıca dünyayı ateşe veren sermaye de cezasını çekecektir. İstiklâl Savaşı’ndaki Allah’ın lütfünü unutup silahtan korkanların ve küfredenlerin çekmedikleri kalmadı. Halk şükretti, başaracaktır.
Nisa Sûresi 147’deki “şükür”de cezalandırılmayacağı anlatılmıştı. Buradaki “şükür”de ise ziyade edileceği bildirilmiştir. Mü’minlere birinci vecibe “şükür”dür.
Şükür, Allah’ın verdiği nimetleri onun istediği şekilde kullanmak ve verdiklerini hatırlayarak vermediklerinden dolayı üzülmemektir.
İlimde şükür, başkalarına öğretmektir.
Dinde şükür, tebliğdir.
Ekonomide şükür, zekât ve karz-ı hasendir.
Siyasette şükür, örgütlenip sözleşmelere uymak, yöneticileri dinlemek, hakem kararlarına uymak ve şeriata göre yaşamaktır.
Bundan sonra “tevekkül”, “sabır” ve “intizar” konuları işlenecektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 198. SEMİNER Yorum-29 İstanbul, 01 Mart 2003
S A V A Ş
Uygarlıklar doğar, gelişir, olgunlaşır, yaşlanır ve çöker. Yeryüzüne çift uygarlık hakim olur: Hak uygarlıkları ve kuvvet uygarlıkları. Uygarlıkların ömürleri biner yıldır. Kuvvet uygarlıkları Hak uygarlıklarının 500 yıl arkasından gelir. Uygarlıklardan biri tepede iken diğeri çökmüş ve yeniden başlamış olur. Hak uygarlıklar Hz. İsa’nın doğumuna göre tarihlenirler. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm uygarlıkları hak uygarlıklarıdır. Mısır, Yunan, Roma ve Avrupa uygarlıkları kuvvet uygarlıklarıdır. 2000’li yılların başında “Hak Uygarlığı” doğmaktadır. Batı’nın “Kuvvet Uygarlığı” da çökmektedir. Batı Uygarlığı’nın 500 yıl daha ömrü vardır. Ancak bu ömür çökerek geçecektir. İşte bundan dolayı Irak Savaşı’nda ABD er geç yenilecektir.
Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezinden doğar. Allah bu sentezi yapacak kavmi uygarlık doğmadan birkaç asır önceden hazırlar. Bu her iki uygarlığı bilen ara kavim olur. İbrani Uygarlığı’nı Mısır’a göç eden İsrail oğulları hazırlamıştır. İslâm Uygarlığı’nı İbrahim’in oğlu olan İsmail soyundan gelen Araplar hazırlamışlardır. Allah bunların içinden Musa ve Muhammed peygamberleri çıkarmış, Tevrat ve Kur’an’ı göndermiş ve uygarlık doğmadan asırlar öncesinden bu kavimleri uygarlık yapmaya hazırlamıştır. III. Bin Yıl Uygarlığı’nı yapmaya da Allah Türkleri hazırlamıştır. Tanzimat’tan beri başlayıp gelen batılılaşma hareketi Türklere Batıyı öğretmiş ve İslâmiyet’ini de unutturmamıştır. “Adil Düzen” ile müsbet ilmin verileri içinde İslâm Uygarlığı ile Batı Uygarlığı sentez edilmeye başlanmıştır. Bu sebepledir ki Türkiye ortadan kalkmayacaktır. Türkiye dünyaya “Adil Düzen”i getirecektir.
Batı sermayesinin hedefi Ortadoğu’da bir İsrail devletini kurmaktır. Bunun için hedefleri Ortadoğu’da on milyondan daha fazla nüfus sahibi devlet bırakmamaktır. Böylece İsrail’den daha kalabalık devletçik olmayacaktır. Bu devletler silahtan da tecrit edileceklerdir. Bu amaçla önce Irak-İran Savaşı’nı çıkarmış ve sekiz sene savaştırmıştır. Irak İran’a galip gelecek, sonra Türkiye-Irak Savaşı ile Türkiye de dağılacaktı. İran’ın Irak’ı yenmesiyle bu işi başaramadı. Şimdi ABD önce Afganistan, sonra Irak, sonra İran ile Türkiye’yi kapıştırmak istemektedir. Böylece hedef Türkiye’nin zayıf düşmesi ve sonra Gürcü, Ermeni, Yunan ve Bulgar’ın saldırısı ile Türkiye Devleti’ni yıkmak ve Türk halkını imha etmek, yerine diğer halklardan küçük küçük devletler oluşturmaktır. Bunun için Türkiye’de bilhassa 28 Şubat 1997’den beri ekonomik krizler ortaya çıkarmaktadır. Komşulara yardım ederek güçlendirdiği halde Türkiye’ye vaad etmekte ama vermemektedir. Çünkü Türkiye’nin güçlenmesini istememektedir.
ABD bunda muvaffak olacak mıdır? Türkiye’nin bu plana karşı koyabilmesi için tek çaresi vardır; o da “Adil Düzen”i kabul etmektir. Başka hiçbir güç ABD’yi durduramaz. “Bu nasıl olacaktır?” sorusuna cevap isteniyorsa; “Adil Düzen Neşriyatı”nı takip etsinler. Sorsunlar, cevaplayalım. Gözleri kör, kulakları sağır, beyinleri felç olmuşsa onların akıbeti elbette ölüm olacaktır. Batı bunu bildiği içindir ki Refah Partisi’ne “Adil Düzen” söylemini bıraktırdı. Batı bunu bildiği içindir ki “Adil Düzen” ile dalga geçen Abdullah Gül’ü Başbakan yaptı. Batı bunu bildiği içindir ki “Adil Düzen” ekolünden yetişen R. Tayyip Erdoğan’ı başbakan yapmak istememektedir. Böylece savunma silahını kullanmayan iktidarlar elbette mağlup olacaklardır. Bugünlerde “İrtica ile 1000 yıl mücadele edeceğiz!” diyenlerin sesleri çıkmıyor. %’96’nın istemediği bir savaşa halk zorla sürüklenmektedir. Annelerinin ve bacılarının başörtülerine saldıran iktidar ülkeyi ölüme sürüklemektedir.
Tevbe kapısı açıktır.Bu savaşa girilmiştir. Bu savaş önemli değildir. PKK ile savaş kadar dahi önemli değildir. Bu savaş Türkiye için savaş bile sayılmaz. Ama asıl savaş bundan sonra İran’la başlayacak olan savaştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, birkaç sene sonra başlayacak İran-Türk savaşını önlemek için dört sorununu çözmelidir. İşsizliği ortadan kaldırmalıdır. Dış borçlarını tasfiye etmelidir. Bağımsız ve tarafsız, etkin ve saygın yargılama sistemini getirmelidir. Basın millî basına dönüştürülmelidir. “Adil Düzen” bu sorunlardan işsizliği üç ay içinde kaldırır; adil yargılama sistemini altı ay içinde kurar; basını bir yıl içinde millî basına dönüştürür; dış borçlarını da iki yıl içinde tasfiye eder. Irak’la savaşa devam ederken ABD bize fazla müdahale de edemez.
Gelin “Adil Düzen”i ülkemize getirelim. Zalim düzen bir gitsin.
İşte o zaman ABD bizi İran’la savaşa zorlayamaz.
İşte o zaman Allah bizimle beraber olur ve Türkiye Devleti yıkılmaktan kurtulur.
Çok açık ve net söylüyorum; eğer Türkiye “Adil Düzen”e kulak vermez ve sağırlığına devam ederse; Irak bittikten sonra veya Irak’la savaşırken İran’la kapışılacaktır. Zaten ABD Türk hava ve deniz limanlarında ona göre hazırlanmaktadır. Kürtleri silahlandıracaktır. Irak Şiilerini iktidar yapacaktır. Bunlar Sünni düşmanı Şiiler olacaktır. İran ise Sünni dostu Şiidir. Buna dayanarak bu iki Şii halkını savaştıracaktır. İran halkını böylece bölüp içten çökertecektir. Türkiye de baskı sonucu İran’la savaşacaktır. Böylece mecalden düşmüş İran ve Türkiye işgal edilip parçalanacaktır. Türk halkı imha edilecek ve İsrail İmparatorluğu kurulacaktır.
Bu ABD’nin plânıdır.
Allah bu plânın ne kadarına müsaade edecektir?
Türkiye “Adil Düzen”i kabul ederse ABD sadece Irak’ı yıkacak, ondan sonrasına Allah izin vermeyecektir. Türkiye “Adil Düzen”i kabul etmezse Türkiye Cumhuriyeti yıkılacaktır. Türkiye’ye II. Sevr’i dayatacaklardır. Tayyip bir Enver Paşa olacaktır. Ancak Allah Türk Milletini “Adil Düzen”i başlatmakla görevlendirdiği için bu millete yardım edecek, Türk halkı imha edilmeden mucize ortaya çıkacak, ABD çökecek ve geri çekilecektir. Bu arada boşluk ortaya çıkacak ve bundan yararlanan Adil Düzenciler 1920’de olduğu gibi Cumhuriyeti kuracaklardır. Bu Cumhuriyet “Demokratik, Lâik, Liberal ve Sosyal bir hukuk devleti” olacaktır.
Adil Düzencilere müjde veriyorum:
Yeter ki çalışın; yeter ki öğrenin, yeter ki anlatın... Ve sabırla bekleyin...
Şimdi herkesin merak ettiği bir konuya işaret edelim.
Güçlü ABD nasıl yenilecektir? Adil Düzencilere Allah nasıl fırsat verecektir?
Çok kısa temas edeyim:
1- Erbakan’ın dediği gibi; bu savaşlarda dünya doları boykot edebilir. Bu boykot ABD’nin dağılması demektir. Türkiye savaşa girmeseydi bu boykot Irak savaşında olabilirdi. Girdiğine göre, bu boykot İran savaşında olacaktır. Çünkü İran kolay kolay yenilmez.
2- Ortadoğu’nun ABD’nin eline geçmesi demek, Avrupa’nın boğulması demektir. Avrupa’nın Asya ile olan bağlantısı kesilecektir. Avrupa Birliği bunu bugünden görmektedir. ABD savaşlarda yorulduğunda Güney Amerikalılar da işbirliği yaparak ABD’nin işini bitirebilir.
3- Dünyanın dörtte bir nüfusuna sahip olan Çin süratle gelişmektedir. Çinliler Amerikalılardan çok daha savaşçıdırlar. Dünyaya hakim olacak ABD, yarın Çin’i de parçalamayı ve onu da sömürmeyi isteyecektir. Böylece Çin ile ABD arasında başlayacak bir savaş Alaska’dan hareketle ABD’nin yıkılmasına sebep olabilir.
4- ABD içinde de savaş karşıtları vardır ve bugünkü iktidar seçimi kaybetmiş iktidardır. Sermayenin baskısı ile iktidar olmuştur. Gelecek yıl yapılacak seçimi kaybedip etmemesi Türkiye’ye bağlıdır. Türkiye “Adil Düzen”i kabul eder de İran’la savaşa girmezse; ABD’de seçimi sermaye karşıtları kazanacak ve Türkiye böylece rahatlayacaktır. Yok, Türkiye “Adil Düzen”i kabul etmezse, 2004 yılının seçimini hile ve baskı ile de olsa sermaye kazanacaktır. Ama ondan sonra 2009’da sermaye seçimi kaybedecektir.
ABD dağılacak ve dünya da sermaye belâsından kurtulacaktır.
Adil Düzencilere düşen görev nedir?
Adil Düzeni öğrenmek, kendi aralarında uygulamak, göstererek herkese anlatmak, diğer Adil Düzencilerle işbirliği yapmaktır. Buraya varmak için şükür, sabır, tevekkül ve intizardır. İntizar, olacakları Allah’a bırakıp beklemektir. Biz savaşın olmaması için elimizden geleni yaptık. Bundan sonraki görevimiz intizar etmektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 198. SEMİNER Yorum-29 İstanbul, 01 Mart 2003
İLETİŞİM HUKUKU
İLETİŞİM VAKIF KOOPERATİFLERİ
İnsan duygu, düşünce, yapma ve yaşama ana yapısı içinde oluşur. Duygu, neyi yapması gerektiğini; düşünce, nasıl yapacağını; yapma, ne zaman yapacağın ve; yaşama da, elde ettiklerini nasıl ve ne zaman kullanacağını insana gösteren özelliklerdir.
İnsan duygularını sanat ile, düşüncelerini dil ile ifade eder; yapmayı teknikle, yaşamayı da hukuk ile gerçekleştirir. Bu araçlardan duygular sanatla sosyalleşir ve “din” olur. Düşünceler düşüncelerle sosyalleşir ve “ilim” olur. Yapmalar teknik ile sosyalleşir ve “ekonomi” olur. Yaşama hukuk yoluyla sosyalleşir ve “yönetim” olur.
Sanatın sosyal kuruluşu “yayın”, dilin sosyal kuruluşu “basın”, tekniğin sosyal kuruluşu “ulaşım”, hukukun sosyal kuruluşu “iletişim”dir. Bu tanımlardan “iletişim”i biz dar anlamda “karşılıklı sözleşmeler” şeklinde anlıyoruz. “Hukuk” bunun üzerine oturur. Basın ve yayın tek taraflı olduğu için iletişim içinde almıyoruz. Muhabere ve komünikasyon anlamında kullanıyoruz. Basın, yayın ve ulaşımı içine alan daha geniş bir kavram bulunabilir.
İnsanda kalb vardır, kanı dolaştırır. Beyin vardır, iletişimi sağlar. Basın ve yayın hormonlara karşılık olur. Ulaşım insanı ve eşyayı taşır, iletişim ise düşünceleri ve kavramları taşır. Bu tebliğde sadece dar anlamdaki “iletişimin hukuku” ele alınacaktır.
Batı tekniği ve ekonomiyi çok üstün başarı ile çözmüştü. 20. yüzyıl bu çözümü belki de en üst seviyeye ulaştırdı. Ne var ki, Batı hukuku ve yönetimi çözememiştir. Hâlâ Nuh Nebiden kalma beşbin yıllık kurallarla kendisini yönetmekte ve ürünleri paylaşmaktadır. Daha da geriye giderek, insan öncesi canavarlar misali silah zoru ile paylamayı gerçekleştirmektedir.
Biz, Batı dünyasının müsbet ilimleri ile Kur’an’dan yaralanarak bir “İnsanlık Anayasası”nı oluşturmuş bulunuyoruz. “İnsanlık Anayasası”nda yer alan “iletişim hukuku”ndan söz etmek istiyoruz. İnsanın bir tarafı çökünce ölmez. Ama kalbi durunca bitkisel hayatı biter. Beyni durunca da ruhsal hayatı biter. İletişim bir topluluğun ölüm-kalım savaşıdır.
İnsanın nasıl nefes almaya hakkı varsa, onun gibi iletişime de ihtiyacı vardır. Gelecekte cep telefonu taşımayan, onunla bedelsiz istediği kimse ile haberleşme sağlamayan 7 yaşından büyük insan kalmayacaktır. Görüntülü olabilecek bu araç ile insan her iletişim sorununu çözebilecektir. Kimse cebinde para taşımayacaktır. Bankadaki hesabına cebindeki şifreli telefonla talimat verecek ve istediği bedeli istediği kimsenin hesabına aktarabilecektir. Bu cep telefonu ile bedelini verip ödediği talimatla her sorununu halledecektir. Kendisine taşıma dışında her şey ayağına gelecektir. Telefondaki görüntü ile doktor onu muayene edebilecek ve ilacını verecektir. İlaç da dağıtım ile ayağına gelecektir. Yaşam yeri ile iş yeri farklı olacaktır. Ürettiğini telefonla satacak ve dağıtım onu alıp götürecektir.
Böyle bir dünyaya gidildiğini herkes görmektedir. Böyle bir seviyeye ulaşmamız için yeni teknolojiye ihtiyacımız yoktur. “Hukuki düzenleme” bu işin çözümü için yeterlidir. Bu düzenlemeyi kim yapacaktır? Bu düzenlemeyi devlet yapsın diyen “sosyalistler” yanılıyor. Bürokrasi çarkı bu sorunu çözmez. Bu sorunu özel sermaye çözecektir diyen “kapitalistler” de yanılıyorlar. Sermayenin kazanç ihtirası ve yapısı sebebiyle bu sorunu çözmesine imkan yoktur. Onlar kendi çıkarlarını düşünürler. Herkesi hiçbir bedel ödemeden görüntülü iletişimi sağlayacak telefona kavuşturmak şöyle dursun; bunu önlemek için direnirler. Öyleyse bu nasıl gerçekleşecektir?
“Vakıf kooperatifler”den oluşan “halk kuruluşları” oluşturulacaktır. Vakıf kooperatif demek, ortaklarına “kâr” değil de “hizmet” dağıtan kooperatif demektir. Görüntülü bedelsiz telefon edinmek isteyen vatandaşlar baştan bir bedel ödeyeceklerdir. Bu bedelin miktarı bir görüntülü telefon satın alma kadar (100 dolar) olacaktır. Bu tesislerin işletmesi için de 400 dolar verecektir. Böylece 500 dolar ile görüntülü bedelsiz konuşabileceği hizmeti satın almış olacaktır. 100 dolar telefon cihazı için ayrılacak, geri kalan 200 dolar uydu ve yansıtıcılar için ayrılacak, 200 dolar ile de gelir getiren fabrikaların tesislerini kuracaktır. Bu fabrikaların sahibi “vakıf kooperatif” olacak, işletmesini kendisi yapmayacaktır.
Sahip olduğu fabrikaları işletmeye cirodan pay almak üzere kiraya verecektir. Ciro dediğimiz de; eğer ticari kuruluş ise satıştan bir yüzde demektir; üretim kuruluşu ise üretimden ürün olarak pay alacaktır. Buna “halk işletmesi” diyoruz. Ticaret işletmelerinde tüccar ortaklar buraya getirip satılmak üzere mallarını koyarlar, fiyatlarını kendileri tesbit ederler. Satıştan örnek olarak %10 verirler. Bunun yüzde 4’ü orada çalışanların payı olacaktır. %4’ü mağazanın mülk kirası olacaktır. %2’si yönetimin olacaktır. Tüccar ortaklar fiyatlarını artırıp eksiltebilirler. Satılmayan mallarını geri alabilirler.
Üretim işletmelerinin de yine böyle tüccar ortakları vardır. Bunlar ham maddeleri getirirler, mamul ile takas yaparlar. İşletmeci kâr ve işçilik olarak fazla ham maddeyi almış olur. Bunu mamul madde yapar. Kira olarak mamulü verir. İşçilik olarak da mamulü verir. Mamulü alan girdi sahipleri kendi paylarını diledikleri kimselere diledikleri fiyatlarla satarlar. Vakıflar da kendi tesis paylarını istedikleri kimselere satarlar.
Bunun gerçekleşmesi için işletmede ortak ambarlar bulunur, kontrol edilip damgalanan mallar ortak ambara girer. Hak sahiplerine damgalanmış mamul senedi verilir. Pay sahipleri malları değil, mal senetlerini istedikleri kimselere istedikleri fiyatla satarlar. Taşıma külfetleri yoktur. Kontrol külfetleri yoktur. Satın alanlar makbuzla yani mal senedi ile ambara gidip mallarını çekerler. Böylece halk işletmeleri oluşur. Ne sömürücü sermayenin, ne de tekelci devletin işletmesi değil; “halk işletmesi”. Marx böyle işletmeleri olan toplulukları hissetmiş, devletsiz ve sermayesiz bir düzeni hissetmiştir. Ancak bunun ne olduğunu bilinç üzerine çıkaramamıştır. İşte bu Kur’an’ın öğrettiği “halk işletmesi”dir. Kur’an’a göre de “devlet” güvenliği sağlayan bir “halk ortaklığı”dır. Savaşlar bile halk ortaklığı içinde olmaktadır.
Halkın kupon olarak aldığı mal makbuzlarını ve senetlerini satabilmesi için borsa kurulur. Borsa da kâr amaçlı kurulmaz. Vakıf finanse eder. Aynı değerle senedi alıp satar. Senedin değeri bir günde değiştirilmez. Geceleri ise stok miktarına göre artırılıp eksiltilir. Böylece mal senedi alan işçi veya tesis sahibi iletişim vakıfında istediği zaman malını nakde çevirmiş olur. Mallara tam likidite sağlanır.
Böylece her çocuk için 500 dolara bir ortaklık payı ile “iletişim vakıf kooperatifi”ni kurmuş oluruz. Kişi öldüğü zaman telefonu varislerinden birine intikal edecektir. Eğer iki çocuk yapmışlarsa artık çocukları veya torunları için yeni pay almak zorunda kalmayacaklardır. Kurulan vakfa sadece artan nüfus kadar yeni ortak bulma sözkonusu olacaktır. Demek ki, gelecekte bir çocuk doğduğu zaman görüntülü telefona sahip olarak doğacaktır. İşte böyle vakıfların oluştuğunu kabul edelim, diğer insan ihtiyaçlarının da tamamen giderildiğini farz edelim. Böyle ideal topluluğun adı ne olur? Burada özel mülkiyet kalkmamıştır, aile kalkmamıştır, devler kalkmamıştır, dinler kalkmamıştır. Ama insanlar yaşamak için dünya cenneti içindedirler. Çünkü ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanmaktadır. İnsanlar çalışacaklar, daha çok çocuk sahibi olmak için çalışacaklar, daha müreffeh hayat için çalışacaklar. Vasat ihtiyaçlar ise ataları tarafından karşılanmış olacaktır.
Bu vakıf kooperatif bankada hesap açarak hayırseverlerin bağışlarını kabul eder. Bununla ortaklık payını düşürmeye başlar. 500 dolarlık payın bir kısmı bağışlardan karşılanır. Yahut hayırseverler yoksulları kendileri bulur, onları iletişim vakıf kooperatifine ortak ederler. Bunun dışında belediyeler ve devletler de buraya fon ayırır, ya ortak hesaba katkıda bulunurlar veya kendileri yoksulları ortak ederler. İletişim vakfının süratle tüm insanlığa yayılması için gayret gösterirler. Bu kooperatiflerin sayısı 10 civarında olmalıdır. Hizmet rekabeti olmalıdır. Ortak kooperatifini değiştirebilmelidir.
Burada Elektrik Mühendisleri Odasına çok önemli bir görev düşmektedir. Elektrik teknisyenleri kuruluşları ile de ortaklaşarak, kendi bütçesinden pay ayırarak böyle bir vakıf kooperatifi kurma organizasyonunu yapmalıdır. Tebliğin kendisi odanın organize ettiği böyle bir vakıf kooperatifinin sözleşmesini hazırlamak olacaktır.
Yüksek Elektrik Mühendisi
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
*İKTİBASLAR (Bu iktibaslar, özellikle “Adil Düzen”e karşı olduğunu bildiğimiz AKP’li “Gül Hükümeti”ne ithaf olunur!)
Washington Yeni Amerika Fonu İcrai Başkan Yardımcısı Steven C. Clemons diyor ki: “Soğuk Savaş’ı sona erdiren Berlin Duvarı 1989’da yıkıldığında daha iyi, daha hoş bir dünya inşa etmek hususunda milletlerarası bir şans zuhur etmişti. Fakat Amerika Birleşik Devletleri bunu tek başına yapmaya kalkıştı ve böylece tek başına kalan Süper Güç, Körfez Savaşı’ndan sonraki son on yıl zarfında dünyayı daha az güvenli hâle getirdi.” (Le Monde Diplomatique, Ekim 2001)
Huntington ve Fukuyama’nın saldırgan ve kışkırtıcı makalelerinden biraz önce, daha sonra Clinton döneminde ABD Devlet Sekreteri olan Strobe Talbot diyor ki: “Önümüzdeki yüzyılda bilinen şekliyle milletler tedavülden kalkacak ve bütün devletler bir tek küresel otoriteyi idrak edeceklerdir. Millî hakimiyet artık bundan böyle büyük bir fikir olmaktan çıkacaktır.” (Time, 20 Temmuz 1992)
George W. Bush, 14 Şubat 2002 tarihinde diyor ki: “Biz, II. Dünya Harbi’nde dünyayı daha güvenlikli yapmak için çarpıştık ve sonra da onu yeniden inşa etmek için çalıştık. Bugün ise dünyayı teröre karşı korumak için harbe tutuştuğumuz gibi, ayrıca, onu bütün yurttaşları için daha iyi bir yer yapmaya çalışmak mecburiyetindeyiz.” (The National Secutity Strategy of the United States of America, September 2002, s.25)
IRAK’LA İLGİLİ OLARAK BİZE SÖYLENEN YALANLAR
Victor Marchal (ABD Müstakil Genel Siyaset Enstitüsü’nde Amerikalı Araştırmacı Yazar; El-Vatan, Mısır, 22.02.2003)
Pentagon’un propagandası bizi I. Körfez Savaşı’na soktu. Bizi bir daha kandıracak mı bakalım? Irak’a karşı savaşa hazırlanan Washington, Bağdat’ın kendilerine karşı düşmanlık beslediğini, kitle imha silahlarını bulundurduklarını ve El-Kaide ile işbirliği içinde bulunduklarını iddia ediyor. Amerikan kamuoyu ise, Saddam yalanlarıyla Bush yönetimi yalanlarını karşılaştırıp bir sonuca varma konusunda yeteri kadar delillere sahip değil ve yakın tarihte de bu kolay görünmüyor... Maksat, ABD’nin millî çıkarları doğrultusunda dünya yönetimine soyunmak...
Yüzde 8’i akıllı, bir kısmı da 142 bin ton ağırlığında olan füzelerle 43 gün süreyle vurulan Irak’ta her şey harap oldu. BM’e tâbi bir heyetin ifadesine göre, medeni bir ülke, sanayi öncesi dönemin bir ülkesine dönüştü. Savaş esnasında 5 bin, savaş sonrasında da 100 bin sivil öldü. 5 milyon kişi mülteci durumuna düştü. BM raporlarına göre, ekonomik ambargo yüzünden 500 bin çocuk hayatını kaybetti. Evet, savaş bir cehennemdir. II. Körfez Savaşı’nda zayiatın I. Körfez Savaşı’ndan daha az olacağı konusunda ise, herhangi bir işaret ve belirti yoktur...
ABD’DEKİ ÇATLAK
Şahin Alpay (Zaman, 25.02.2003)
Geçen haftayı ABD’de geçirdim... Irak’ta savaş olasılığı ise şimdiden ABD’yi ikiye bölmüş durumda...
Savaşın karşısında yer alanların temel argümanları ise şöyle özetlenebilir: G.W. Bush, şiddet yanlısı bir çatlak. Halkın oyuyla değil, mahkeme kararıyla seçilmiş biri. 11 Eylül saldırılarının yarattığı dehşet ortamında ve bunu sömürerek, hakkındaki meşruiyet tartışmasını bastırdı. Ortadoğu’ya demokrasi getirmek iddiasında, ama gerçekte ABD’yi otoriter, insan haklarının ayaklar altına alındığı bir toplum olma yoluna soktu. Çevresine topladığı silah ve petrol sanayileriyle yakından ilişkili bir kadro ile ülkeyi Irak’ta çok tehlikeli bir maceraya sürüklüyor. Müdahale başarısızlıkla sonuçlanacak, Amerika’ya duyulan nefreti körükleyerek El-Kaide ve benzerlerine hizmet edecek... Amerikalıların en az yarısının olaya yönetimin gözleriyle bakmasında, medyanın ve özellikle televizyonların rolü çok açık. Fox, CNN ve NBC gibi kanalları izleyenler, savaş kararının çoktan alındığı ve halkın psikolojik olarak savaşa hazırlandığı izlenimini ediniyor...
Popüler televizyon kanallarının, yardım için koşullar ileri süren Türkiye’ye karşı hakaret kampanyası açması ve anlaşma sinyalleri gelince “yakın dostumuz Türkiye” söylemine dönmesi gerçekten ibret vericiydi. Bu yayınları izleyenler, eminim, Ankara’nın “haysiyet kırıcı” bir tavır içinde olduğunu düşünmek şöyle dursun, ABD ile kesinlikle işbirliği yapılmaması gerektiği duygusuna kapılırdı.
HANTAL VE AKILDIŞI BİR DEVLET
Nevval Sevindi, (Zaman, 25.02.2003)
Bir dostum, yok edilen Emlak Kredi Bankası’nda çalışan karısının evde oturup yıllardır maaşını aldığını söyledi, üzülerek... Nazilli’de Merinos işletmelerinde de çalışanlar maaşlarını alıyor ama işleri yok, çay içip tavla oynuyorlar... Devlet sadece “ver sustur” politikası güden bir mekanizma olduğu için ABD ile pazarlığını da tek yönlü yapıyor... İnsanına güvenmeyen, onun hep suçlu olduğunu varsayan devlet, iş geliştirmeyi ve toplumun önünü açmayı hayal bile edemez durumda... Akla ziyan işlerin yapıldığı bu ülkede girişimciler, işadamları yurtdışına kaçıyorlar... Türkiye dışında herkes kazanıyor. Türkiye kaybediyor. Bir milyon Türk vatandaşı vatandaşlığını değiştirdi...
Durgun ekonomi, durgun zeka, durgun hayat, durgun gelecek...
Kimsenin geleceğine güvenemediği, sürekli yaşam kalitesi düşen ve orta sınıfı yoksullaşan Türkiye 21. yüzyılda olduğunun farkında bile değil. Türk devleti halkının bile çok uzağındaki bir çağda yaşıyor...
Türkiye çalışmak, üretmek ve kaliteli bir hayat istiyor...
Kendini güvende hissetmeyen, her an devlet tarafından bir tokat yeme riski olan vatandaş ne yapsın?..
AKP iktidarı hantal devleti yenemezse, onun ağırlığı altında ezilip gidecek.
Bu hantallık ve akıldışçılık gerçek bir tabu. Bunu yıkın. Herkesin önü açılsın.
AK-İLHAM (Akevler İlim ve Haber Merkezi)
ERBAKAN’I DİNLERKEN
Ali Bulaç (Zaman, 19 Şubat 2003)
Geçen hafta birkaç gün sonra 5 yıllık siyaset yasağı bitecek olan Necmettin Erbakan Hoca’yı akşam yemeğinde dinleme fırsatını bulduk. Her zamanki gibi zihni açık, formunda ve mesainin başında bir lider hüviyetiyle gündemle ilgili açıklamalarda bulundu. İlk üzerinde durduğu konu, AİHM’nin RP davasıyla ilgili verdiği ret kararıydı. Erbakan, kararla ilgili iki noktaya vurgu yaptı: Biri, AİHM’nin yargıyı RP’den çıkarıp “İslamiyet”i yargılama noktasına getirmesi; diğeri dünyada 1,5 milyar Müslüman’ın dini olan İslamiyet hakkında mahkemenin kendini karar vermeye yetkili ve ehil görmesi.
Her iki noktada mahkemenin yanlış yaptığını söyleyen başka hukukçular ve uzmanlar da var. Mahkeme, “İslamiyet ve Şeriat konuları”nda haddini aşmıştır. Mahkemeden beklenen, RP’nin mevcut anayasaya göre kapatılıp kapatılmayacağı konusunda karar vermesiydi. Mahkeme mesela Yunanistan’da Ortodoksluk, Fransa’da Katoliklik veya Almanya’da Protestanlık hakkında böyle karar veremezdi. Ancak söz konusu İslamiyet olunca hakimler açıkça bir dini yargılamayı kendi yetkileri dahilinde görebiliyorlar.
Erbakan’ın üzerinde durduğu ikinci önemli nokta, bugün karşı karşıya bulunduğumuz üç ana sorundur. Bunları “ekonomik yangın”, “dış politika” ve “insan hakları ihlalleri” şeklinde sıraladı. Erbakan’a göre, ekonomi alanında hiçbir iyileşme görülmüyor. Başörtüsü, imam hatipler ve Kur’an kursları gibi sorunlar hükümetin gündeminde bile değil.
Erbakan Hoca, dış politika bağlamında en çok Irak konusu üzerinde durdu. Ona göre Türkiye, Pakistan’dan dersler çıkarmak zorundadır. Afganistan’a karşı başlattığı savaşta ABD, Pakistan’dan her türlü yardımı ve kolaylığı aldı, birçok vaatte bulundu. Ama bugüne kadar Amerika hiçbir vaadini yerine getirmedi. 1991 Körfez Savaşı’nda da Amerika, bize karşı hiçbir taahhüdünü yerine getirmedi. Erbakan, "Hükümet “vahim bir hata” işliyor, üs ve limanları açmakla, Irak’a asker geçiş iznini vermekle suça iştirak etmektedir. Savaş kaçınılmaz değildir. Türkiye’nin çaresiz olduğunu söyleyenler yanılıyorlar. Savaşı durdurmak mümkündür." diyor. Erbakan’a göre, D–8’lerin bir araya gelmesi ve ortak bir anlayışla harekete geçmesi atılacak ilk adımdır. ABD ve İsrail’in dışında herkesin zarar göreceği bir savaşa karşı bütün ülkeler işbirliğine yatkın bir dönemden geçiyorlar. Eğer bir araya gelen D–8’ler Kuzey Kore gibi doları bir para birimi olmaktan çıkarıp Amerikan mallarına ambargo uygulasalar ABD köşeye sıkışacaktır. D–8’lerin potansiyelini ciddiye almak gerekir; çünkü nüfusları 800 milyona baliğ olmaktadır.
Erbakan Hoca’nın bu meyanda işaret ettiği bir nokta bana çok ilginç geldi. Ona göre, D–8’ler, bugün potansiyel kutup durumunda olan ve Amerika’nın küresel operasyonlarından derin rahatsızlık duyan Çin, Hindistan ve Rusya’yı da bu genel kombinezon içinde ele almalıdırlar. Bugüne kadar İslam âlemi bu büyük potansiyelin farkında bile olmamıştır. Oysa “bizdeki motivasyon ve onlardaki çalışkanlık” bir araya gelecek olsa dünyanın ağırlık merkezi Ortadoğu ve Asya’ya doğru kayacaktır.
Asıl ilgi çekici nokta, Erbakan’ın Keşmir, Doğu Türkistan ve Çeçenistan konularına bu çerçevede değinmesi oldu. Dikkatle seçtiği kelimelerle bu üç noktada ihtilaf ve çatışmaların İslam âlemini Hindistan, Çin ve Rusya’dan koparma amacına matuf olduğunu, mevcut ihtilaf ve çatışmalara adil ve barışçı çözümler getirilmesi gerektiğini söyledi. Öteden beri düşündüğüm bir konu var: Dünyadaki bütün Müslüman azınlıklar “bağımsız devlet” kurmak zorunda mı? Temel özgürlüklerinin güvence altına alındığı “değişik statüler” bir alternatif olarak düşünülemez mi? Erbakan’ın konuyu gündeme getirmiş olması önemlidir.
Erbakan hep siyasetin içindeydi. Yasak bitiyor, yakında açıklamalar yapacak. 28 Şubat vurgununu yemiş, partisi bölünmüş Erbakan’ın yeni stratejisi ve enstrümanları merak konusu.
ERBAKAN İLE II. ESAM TOPLANTISI YAPILDI
Millî Görüş lideri ve 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Türk medyasının önde gelen kalemleri ile 15 Şubat Cumartesi günü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Hidiv Kasrı’nda bir bayramlaşma ve sohbet toplantısı gerçekleştirdi. Yukarıda iktibas ettiğimiz makalede Ali Bulaç gazeteci ve yazarlarla görüşülen konuları güzel bir şekilde anlatmış.
Aynı gün ve aynı yerdeki bu toplantı öncesinde, “II. Esam Toplantısı” yapıldı. 194. Seminer Notlarında özetlediğimiz üzere; 3 Kasım Seçimi sonrasında “Necmettin Erbakan – Adil Düzen Ekibi Görüşmesi” veya “I. ESAM Toplantısı” diyebileceğimiz ilk toplantı, 22 Ocak Çarşamba günü Ankara’da yapılmış, Adil Düzen Ekibi toplantıya 20 kişi ile katılmıştı. İstanbul’da 15 Şubat Cumartesi günü Hidiv Kasrı’nda “II. Toplantı” yapıldı. 40 kişilik toplantıya “Adil Düzen Ekibi” 21 kişi ile katıldı. Erbakan Hoca’dan sonra 5 kişi görüşlerini açıklama fırsatı buldu ki; Adil Düzen Ekibi’nden sırasıyla Süleyman Akdemir, Arif Ersoy ve Süleyman Karagülle görüş beyan edenler arasında bulunuyordu.
Süleyman Karagülle özetle dedi ki: “Arkadaşlar neyin yapılacağını söylüyorlar ama, bunları nasıl yapacağız? Mekanizma gerekiyor. Her arkadaşın söylediklerinin yüzde seksenine katılıyorum. Kur’an’da başkanlık “resul” kelimesi ile ifade ediliyor. Başkanın etrafında “mukarrebûn” var. Başkan sadece onlarla görüşür ve uygulamaları da sadece onlara yaptırır. Başkan gözlerini onlardan ayırmaz. Ashab-ı yemin ile mukarrebûn muhatap olur. Sonra sırasıyla müellefler ve nâs gelir. Erbakan Hoca’nın başkanlığına inanmış olan arkadaşlar her gün toplanacak ve birlikte çalışacaklar. Beş vakit namaz ile Cuma namazını birlikte kılacak ve görüşecekler. Sonra her gün ve her hafta sorunları çözecekler.
Geçen toplantıda “öneri” yapmıştım. Bu toplantıda “mekanizma” söylüyorum “Adil Düzen Çalışmaları” çerçevesinde “dergi” çıkaralım... 10-20 kişiden oluşan ilmî heyet kuralım. Bu ilmî heyet mukarrebundan/ evvelûndan oluşmalıdır...
Başkan her hafta dergide bir yazı yazacak. Ayrıca, mesela Cuma günü şifahi toplantı/ konuşma yapacak...
Hocamızın birinci görevi işsizlik sorununun çözümünü anlatmaktır. Türkiye’de 18,7 milyon işsiz var. Bunların bir yıllık çalışması ile Türkiye borçlarını öder. Biz bu sorunu üç ayda çözeriz... “Faizli sistem” ile değil, “faizsiz sistem” ile çözeriz...
“Millî Görüş”e değil, “Adil Düzen”e oy isteyeceğiz. Çünkü Millî Görüşün ne olduğu belli değildir...
Hocamızla acilen toplanıp çalışmalıyız. Büyük toplantılara gerek yoktur. Türkiye’nin değil, bütün dünyanın baktığı tek adam Erbakan’dır... “Dergi” parti gibi çok önemli bir mekanizmadır. Sadece AKP değil, biz ve SP de suçlu ve sorumludur...”
AK-İLHAM (Akevler İlim ve Haber Merkezi)