LOKMAN SÛRESİ - 3. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (7)
Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde büyüklenerek, sanki onları hiç işitmemiş gibi, sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi (yönünü) döndürür. Öyleyse ona acı verici bir azabı müjdele. (7)
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا
Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde büyüklenerek, sanki onları hiç işitmemiş gibi, sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi (yönünü) döndürür.
Cevap cümlesi Fiil cümlesi | Şart cümlesi Fiil cümlesi | Vâv-u isti’nâfiye |
Fiil cümlesi | Nâib-i fâil | Mefûlün bih GS | Fiil | Şart edatı |
Fâil | Fiil |
Hâl | Hâl | Sahibul hâl |
Bedel Mensuh isim cümlesi | Mübdelün minh Mensuh isim cümlesi |
كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا | كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا | مُسْتَكْبِرًا | هُوَ | وَلَّى | آيَاتُنَا | عَلَيْهِ | تُتْلَى | إِذَا | وَ |
وَ: Vâv-u isti’nafiyyedir.
إِذَا: “İse” demektir. Şart edatıdır. Gelecek zamanı gösterir. Kendisinden sonra mazi fiil de gelse geçmiş zamanı göstermez. Gelecekte gerçekleşip tamamlanma zamanını gösterir. Mazi fiil gelirse bir kere gerçekleştiğine işaret eder. Muzari fiil gelirse gerçekleşmenin devam ettiğini, tekrarlamaların olduğunu gösterir.
تُتْلَى: “Aktarılır, tilavet edilir” demektir. تلو kökünden üçüncü şahıs dişil tekil muzari meçhul fiildir. Bir yazılı metinden veya hafızadan bir şeyi başka şeye aktarmak tilavettir. Sadece metinsel ifadeleri değil, her şeyi aktarmak tilavettir.
عَلَى: “Üzerine” demektir. Harf-i cerdir. Tilavet fiilinin mef’ûlü yani kendisine aktarılanlar bu harf-i cerden sonra gelir.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. Önceki ayetteki مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا e racidir.
عَلَيْهِ: “Ona” demektir.
آيَاتُ: “Ayetler” demektir. Tekili آيَة dir. Ayet gösterge demektir. ءيي kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan mastar olarak bir kimse ya da bir şey hakkında onun bilinmesini sağlayacak bir işaret koymak manasındadır. Bu mastar manasından konulan işaret manasında آيَة “gösterge” anlamında isimdir.
نَا: “Biz” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir.
آيَاتُنَا: “Ayetlerimiz” demektir.
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا: “Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde” demektir. Şart cümlesidir. Gelecekte gerçekleşecektir.
وَلَّى: “Döndürdü” demektir. ولي kökünden tef’îl bâbından üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir. Bu fiilin iki mef’ûlü olur. Birinci mef’ûl yönü döndürülendir, ikinci mef’ûl döndürülen yön veya kişi veya durumdur. Eğer birinci mef’ûl cümlede yoksa (hazf edilmişse) وَجْهَ (yüz, yön) kelimesidir ki burada da böyledir. Yani anlam aslında yönünü döndürdü demektir. Eğer hâl olarak مُدْبِر geliyorsa ikinci mef’ûl de hazf edilir. Yönelmenin arkalarına doğru olduğu anlaşılır ki bu şekilde anlam “döndürdü” değil “yöneldi” şeklinde olmaya uygundur.
مُسْتَكْبِرًا: “Büyüklenen” demektir. كبر kökünden istif’âl bâbından nekre eril tekil ism-i fâildir. وَلَّى nın fâili olan müstetir هُوَ nin hâlidir. İstif’âl bâbının etkisi burada itikattır. Büyük olduğuna inanan demektir.
كَأَنْ: “Gibi” demektir. İnne ve benzerlerinden Muhaffef Keenne’dir.
İnne ve benzerleri altı adettir. Bunlardan dört tanesinin sonundaki nun hazfedilip muhaffef hale getirilebilir.
İnne ve Benzerleri | Muhaffef Hali |
إِنَّ | إِنْ |
أَنَّ | أَنْ |
كَأَنَّ | كَأَنْ |
لَكِنَّ | لَكِنْ |
لَيْتَ | |
لَعَلَّ | |
Keenne (كَأَنَّ) teşbih yani benzetme harfidir. İsmini haberine benzetir. “Gibi, -yor gibi, -mış gibi, sanki -mış gibi” anlamlarına gelir. Keenne tahfif edilince yani muhaffef olunca amel etmeye devam eder ve ismi mahzuf iş zamiri (şan zamiri olan هُ), haberi de isim veya fiil cümlesi olur. Olumlu fiil cümlesi ise başına قَدْ, olumsuz ise لَمْ gelir. Bu ayette لَمْ gelmiştir. Keenne cümlesi tek başına cümle olarak geldiği gibi cümle içinde bir öğe de olur. Bu ayette fiilin fâilinin hâlidir.
Kâffe mâsı ile İnne ve Enne gibi hasr edatı olmaz. Sadece ismini nasb, haberini ref etme özelliğini kaybeder ve sonrasındaki cümle mübteda haber olarak kalır. Fiil cümlesinin önüne de gelebilir.
Keenne eğer bir isim fiil olan ve şaşırma anlamına gelen Türkçede de kullanılan وَيْ ile birleşirse وَيْكَأَنَّ şeklinde gelir. “Vay be, demek ki”, “Vay be, gerçekten” anlamlarına gelir. Bundan sonra benzetme etkisi ortadan kalkar. Önceden kabul edilmeyen bir durumun gerçek olduğunu kabul etmeyi ifade eder. Bu durumda amel etme özelliği bozulmaz. Yani ismini nasb, haberini ref etmeye devam eder.
لَمْ: Olumsuzluk edatıdır. Muzari fiilin başına gelerek onu cezm eder ve manasını geçmiş zamanda mutlak olumsuzluk haline getirir. Burada muzari fiil لَمْ tarafından cezm edilir. Geçmişteki olumsuzluk mutlaktır. Yani olumsuz olan hüküm daha önceden hiç gerçekleşmemiştir.
يَسْمَعْ: “İşitir” demektir. سمع kökünden dördüncü bâbdan üçüncü şahıs eril tekil meczum muzari malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir.
هَا: “O, onlar” demektir. Üçüncü şahıs dişil tekil zamirdir. آيَاتُنَا (ayetlerimiz) ya racidir. Gayr-i akil cemlere tekil dişil veya çoğul dişil zamir döner. Tekil dişil zamir dönünce sayılarının çok olduğu, çoğul dişil zamir dönünce sayılarının az olduğu anlaşılır. Burada tekil dişil zamir döndüğü için آيَاتُنَا (ayetlerimiz) nın sayısının çok olduğu anlaşılmaktadır.
لَمْ يَسْمَعْهَا: “Onları hiç işitmedi” demektir. Keennenin haberidir.
كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا: “Sanki onları hiç işitmemiş gibi” demektir.
Mensuh isim cümlesi |
Haberi Fiil cümlesi | İsmi İş zamiri | Keenne |
Fâil | Mefûlun bih | Fiil | Olumsuzluk edatı |
هُوَ | هَا | يَسْمَعْ | لَمْ | هُ | كَأَنْ |
كَأَنَّ: “Gibi” demektir. İnne ve benzerlerinden Keenne’dir.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
أُذُنَيْنِ: “İki kulak” demektir. ءذن kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan أَذَن mastarı ses duymak manasındadır. Bu mastar manasından ses duyma aracı manasında أُذُن “kulak” anlamında isimdir. Dişildir. İkili أُذُنَيْنِ (mensub-mecrur) dir. Tekili أُذُن, çoğulu آذَان dur.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. Önceki ayetteki مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا e racidir.
أُذُنَيْهِ: “Onun iki kulağı” demektir. İzafet nedeniyle أُذُنَيْنِ nin sonundaki nûn harf-i hazf edilmiştir.
فِي أُذُنَيْهِ: “Onun iki kulağında” demektir.
وَقْرًا: “Ağırlık (işitmede)” demektir. وقر kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan mastar olarak bir şeyin üzerine ağırlaştırıcı binmesi ile aşağı çökmesi manasındadır. Bu mastar manasından ağırlaşma aracı manasında وَقْر ıstılahi olarak işitme için kullanılarak “ağırlık (işitmede)” anlamında isimdir. Genel anlamda ağırlık ise وِقْر dir. وَقَار ise “ağırbaşlılık, vakar, saygıdeğer olmak” demektir.
كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا: “Sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi” demektir. Öncesindeki muhaffef Keenne cümlesine bedel olarak gelmiştir.
Mensuh isim cümlesi |
İsmi | Haberi | Keenne |
Mefûlun fih | Şibh-i fiil |
Mecrur | Cârr |
Muzâfun ileyh | Muzâf |
وَقْرًا | هُ | أُذُنَى | فِي | مُسْتَقِرٌّ | كَأَنَّ |
وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا: “Büyüklenerek, sanki onları hiç işitmemiş gibi, sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi (yönünü) döndürdü” demektir. Şartın cevap cümlesidir.
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا: “Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde büyüklenerek, sanki onları hiç işitmemiş gibi, sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi (yönünü) döndürür” demektir.
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا (Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde) şart cümlesi إِذَا dan dolayı gelecekte gerçekleşecektir. Tarihi bir olayı değil, bunu okuduğunuz andan sonrasını anlatmaktadır. إِنْ değil, إِذَا geldiği için her dönemde bu şart gerçekleşecektir. Fiil muzari olduğu için (تُتْلَى) bir kere değil, tekrarlarla gerçekleşecektir. إِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِ آيَاتُنَا şeklinde mazi fiille gelseydi bir kere tilaveti ifade etmiş olacaktı.
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
Müminler yalnızca Allah zikredildiğinde kalpleri ürperenler ve onlara O’nun ayetleri tilavet edildiğinde iman olarak artanlar ve rablerine tevekkül edenlerdir. (Enfal 2)
Bu ayette müminlere Allah’ın ayetleri bir kere bile okunduğunda iman olarak artmaktadırlar.
مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا (bir bilgi olmadan Allah’ın yolundan saptırmak ve onu alay konusu edinmek için sözün eğlencesini satın alan) ise ayetler ona defalarca tilavet edilmesine rağmen iman etmemekte, kibirlenmekte, kulaklarında bir ağırlık var da defalarca söylendiği halde onları hiç duymamış gibi başka yöne dönmektedir.
Bu kimselere tilavet edilen ayetlerin sayısı az mıdır, çok sayıda ayet mi tilavet edilmiştir? كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا (Onları sanki hiç işitmemiş gibi) ifadesinde ayetlere tekil dişil zamir (هَا) dönmüştür. Gayr-i akil cemlere tekil dişil zamir döndüğünde sayısı çok, çoğul dişil zamir döndüğünde sayısı azdır. Eğer كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهُنَّ denseydi tilavet edilen ayetlerin sayısı az olacaktı. Buna göre bu kimselere çok sayıda ayet çok defa tilavet edilmiştir. Yine de etki etmemiştir. Sanki onları hiç duymamış, sanki kulaklarında bir ağırlık varmış gibi Allah’ın yolundan saptırmak ve Allah’ın yolunu alay konusu edinmek için sözün eğlencesini satın almaya devam etmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta kıraat yerine tilavet kullanılmasıdır. إِذَا تُقْرَؤُهُ آيَاتُنَا (Ona ayetlerimiz kıraat edildiğinde) şeklinde gelmemiştir. Sebebi ayetlerin kıraat edilmemesi, tilavet edilmesidir. Kıraat özel bir durumdur. Kuran’ın ilk inen ayetidir. Hep kıraate “okumak” manası verilmektedir. Bu hatalıdır. Peygamber okuma yazma bilmiyordu ama ona “kıraat et” emri verilmişti. Kıraat etmeye yanlış bir şekilde “okumak” manası verildiğinde Peygamber okuma bilmediği için bu ilk emri gerçekleştirmemiş oluyordu. Kuran’ın insan yazması olduğunu iddia edenlere bu yanlış anlamlandırma nedeniyle cevap veremiyorlar maalesef. اقْرَأْ “kıraat et” demektir. Birbiri ile ilişkili sesleri, sözcükleri bir araya toplamak ve bir anlam oluşturmak manasından düz okumak değil inceleyip analiz ederek değerlendirmek ve sonuca varmak manasındadır. Bu nedenle اقْرَأْ “bir araya getir, analiz ederek değerlendir, incele ve sonuca ulaş” demektir. Bir yazılı metinden veya hafızadan aktarmak kıraat değil, tilavettir (تِلَاوَة). Kıraat, uygulama yapmak için bir sonuca ulaşmaktır. Bir araya getirirsin, analiz eder, değerlendirir ve elde ettiğin sonucu uygularsın.
فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَءُوا كِتَابِيَهْ
Kitabı sağından verilene gelince “gelin, kitabımı inceleyin” der. (Hakka 19)
فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُولَئِكَ يَقْرَءُونَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا
Kimin kitabı sağından verildiyse onlar kitaplarını incelerler ve bir lif kadar onlara zulmedilmez. (İsra 71)
اقْرَأْ كِتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
Kitabını incele. Bugün hesap görücü olarak sana kendin yetersin. (İsra 14)
فَاقْرَءُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ
Kuran’dan kolay olanı inceleyin. (Müzzemmil 20)
فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
Kuran’ı incelediğin zaman taşlanmış şeytandan Allah’a sığın. (Nahl 98)
وَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًا
Kuran’ı incelediğin zaman seninle ahirete iman etmeyenlerin arasına görünmez bir perde kılarız. (İsra 45)
وَإِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرْآنُ لَا يَسْجُدُونَ
Onlara Kuran kıraat edildiği zaman secde etmezler. (İnşikak 21)
فَإِنْ كُنْتَ فِي شَكٍّ مِمَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَءُونَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَ
Sana indirdiğimizden şek içinde idiysen senden önce kitabı inceleyenlere sor. (Yunus 94)
Görüldüğü gibi Kuran’da kıraat edilme ya Kuran için ya da kitap için kullanılmaktadır. Ayetler için kıraat kullanılmamıştır. Ayetler kıraat edilmez ancak birbiri ile ilgili ayetler bir araya getirildiği zaman o ayet topluluğu bir Kuran olur. O konunun Kuran’ı olur. İşte o zaman kıraat edilebilir. Tilavet de edilebilir.
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ الْقُرْآنُ (Ona Kuran tilavet edildiğinde) şeklinde de gelmemiştir. Çünkü Allah’ın yolunu alay konusu edinen kimse ayetleri bile duymamış gibiyken Kuran’ı zaten duymamış gibi olacaktır.
Günümüzde Kuran kıraati çok nadiren yapılmaktadır. Genelde yapılan Kuran tilavetidir. Biz Kuran’ı kıraat ediyoruz, inceliyoruz. İlgili ayetleri bir araya toplayıp o konunun Kuran’ını kıraat ediyoruz. Pek çok insana bu garip geliyor.
وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Kuran incelendiği zaman ona kulak verin ve odaklanın, umulur ki rahmet olunursunuz. (Araf 204)
Biz Kuran’ı kıraat edince bize kulak vermeleri lazım bu ayete göre. Biz başka kıraat edenlere kulak veriyoruz. Nadiren bulsak da kulak veriyoruz. Burada kulak verin (اسْتَمِعُوا) diyor, dinleyin (اسْمَعُوا) demiyor. Aslında bizim duyurmamıza, ilan etmemize gerek yok. Biz kıraat ediyor ve bunu yayınlıyoruz ama ilgilenen çok az. Saçma sapan, hiçbir işe yaramayan videoları milyonlarca insan seyrediyor, Kuran kıraatiyle 100 kişi bile ilgilenmiyor. Biz vesenleri yazıyor ve söylüyoruz, bu da rahatsızlık doğuruyor maalesef. Vesenleri anlatınca bizim kıraatleri paylaşanlara yapılan baskılardan artık onlar da paylaşamıyor. Kıraate kulak vereceklerine vesenlere kulak veriyorlar, vesenlerin peşinde koşuyorlar, vesenler ne diyor diye takip ediyorlar. Hangi veseni seçeyim diye düşünüyorlar. Allah ne diyor diyeceklerine vesenleri ne diyecek diye tüm dikkatlerini onlara odaklıyorlar. Tilaveti ise dinliyorlar sürekli. Alkışlı, ıslıklı toplantılarından önce bazı vesenler Kuran tilaveti de yapıyor. Tilavette okunan ayetleri anlamadıkları için rahatlar. Bir bilseler o ayetlerin aslında onları reddettiğini. Söyleseniz de fayda yok, bizim ayetleri anlamadığımızı söyleyip bizi rahatlıkla alay konusu yapıp vesenlerin peşinde çoğunluk sistemi içinde oyun ve eğlence ile oyalanıyorlar.
فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Öyleyse ona acı verici bir azabı müjdele.
Emir fiil cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Mefûlün bih GS | Fâil | Mefûlun bih | Fiil |
Mecrur | Cârr |
Sıfat | Mevsûf |
أَلِيمٍ | عَذَابٍ | بِ | أَنْتَ | هُ | بَشِّرْ | فَ |
فَ: Fâ-u isti’nafiyyedir. Öncesi ile sonrası arasında sebep sonuç ilişkisi vardır. Fâ-u ta’liliyyedir. Bundan sonra gelen “onu acı verici bir azapla müjdele” cümlesinin sebebi öncesindeki “Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde büyüklenerek, sanki onları hiç işitmemiş gibi, sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi (yönünü) döndürür” cümlesidir. “Öyleyse” anlamına gelmektedir.
بَشِّرْ: “Müjdele” demektir. بشر kökünden tef’îl bâbından ikinci şahıs eril tekil emir malum fiildir. Birinci bâbdan بَشْر mastarı deriyi soymak manasındadır. Bu manadan gelerek ıstılahi olarak soyulan derinin altından iyi bir şeyin ortaya çıkması anlamıyla بُشْرَى ortaya çıkan iyi haber olarak “müjde” anlamında isimdir. Diğer bir görüşe göre derinin rengini değiştiren iyi haber anlamındadır. Aynı kökten gelen بَشَر “ölümlü” demektir. Deriyi soymak manasından gelerek بَشَر soyulan deri, gözenekli deri manasında “insan derisi” anlamında isimdir. Buradan ıstılahi olarak derisi olan manasında insan için “ölümlü” manasında kullanılan isimdir.
هُ: “O” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. Önceki ayetteki مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا e racidir.
بِ: “-i” demektir. Harf-i cerdir.
عَذَابٍ: “Azab” demektir. Bu kök iki ayrı bâbdan gelmektedir. Beşinci bâbdan geldiğinde عَذْب tatlı demektir. Sıfat-ı müşebbehedir. Su için kullanılır. Suyun tadının hoş olması manasından gelmiştir. İkinci bâbdan geldiğinde عَذَاب bir fiili yapmasını önlemek, o fiilden caydırmak, uzak tutmak, fiili işlemesini sonlandırmak için darbetmek, engellemek, kahretmek anlamlarındadır.
Azab etmek birisinin temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamasını engelleyen her türlü fiildir. Yemesini veya içmesini veya barınmasını engellemek demek ona azab etmek demektir.
Azab belirli bir fiil değildir. Azab her tür fiille gerçekleşebilir. Hatta bir fiil olmadan bir durum da azab olur. Temel ihtiyaçlara engel olan her fiil, her durum, her olay azabdır. Ekonomik kriz bir azabdır. İnsanların temel ihtiyaçlarına karşı engel oluşturur. Kıtlık bir azabdır. Sel bir azabdır, yangın bir azabdır. Cehennem bir azabdır. Hastalık bir azabdır.
أَلِيمٍ: “Acı verici” demektir. Kökü ءلم dir. İf’âl babından müteaddi fiilden türeyen mübalağalı ism-i fâildir. Sülasi dördüncü bâbdan bu kökten gelen fiil acı hissetmek manasındadır. İf’âl bâbına gelince acı hissettirmek manasından acı verici manasına gelmiştir.
عَذَابٍ أَلِيمٍ: “Acı verici azap” demektir. Acıdan dolayı yeme içme ihtiyaçlarını karşılayamama durumu ortaya çıkmıştır. Vücudunuzda ağrı olduğu zaman canınız yemek ve içmek istemez. İhtiyacınız olduğu halde yiyemezsiniz, içemezsiniz. Bu durumda azap fiili acı veren bir fiildir. Her tür acı veren fiil elim azaba yol açar.
بِعَذَابٍ أَلِيمٍ: “Acı verici bir azabı” demektir.
بَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ: “Ona acı verici bir azabı müjdele” demektir.
Öncesindeki ayette önce يَشْتَرِي ile tekil gelirken أُولَئِكَ ile çoğula dönmüş, sonra bu ayette yeniden tekile dönmüştür. Çoğula döndüğü yerde küçük düşüren azap toplulukları içinde bireylere gelecektir. Burada ise azap tamamen bireyseldir. İlk ayetteki azap dünyada, buradaki azap ise ahirettedir. Acı verici bir azaptır. Cehennem azabıdır.
Kuran’da 7 kere acı verici azabın müjdelenmesi ifadesi geçmektedir. Hepsinde de müjdeleme emir fiil olarak gelmiştir.
وَيْلٌ لِكُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ (7) يَسْمَعُ آيَاتِ اللَّهِ تُتْلَى عَلَيْهِ ثُمَّ يُصِرُّ مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (8)
Vay her algı oluşturucu kötülük içinde olana. Onlara aktarılan Allah’ın ayetlerini işitir sonra sanki onları hiç işitmemiş gibi büyüklenmekte ısrar eder. Öyleyse ona acı verici bir azabı müjdele. (Casiye 7-8)
Casiye 8 ile Lokman 7 ayeti birbirine çok benzemektedir.
Lokman 7 | وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ |
Casiye 8 | يَسْمَعُ آيَاتِ اللَّهِ تُتْلَى عَلَيْهِ ثُمَّ يُصِرُّ مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ |
Lokman suresindeki kimseler ayetler tilavet edildiğinde büyüklenerek dönerlerken Casiye suresindeki kimseler büyüklenmede ısrar etmektedirler. Lokman suresinde acı verici azapla müjdelenen Allah’ın yolundan insanları saptırmak ve onları alay konusu edinmek için sözün eğlencesini satın alan iken Casiye suresindeki ise algı oluşturmayı meslek haline getirmiş kötülük içinde olanın halidir. Algı oluşturuculuk vesenlerin işi değil miydi? İbrahim Peygamber öyle dememiş miydi? Algı oluşturucular ayetlerle ilgilenemezler. Ayetleri onlara tilavet et, Kuran’ı kıraat et, istediğin kadar çırpın, önemi yoktur. Önemli olan algı oluşturup istediğini elde etmektir. Ayetlerin tilavetine, Kuran’ın kıraatine kulak verdiklerinde istediklerine ulaşamamaktadırlar. Hatta tam tersine sizin Kuran kıraatinize kulak verdiklerinde varlık sebepleri ortadan kalkmakta olduğundan, kendilerini inkâr etmek zorunda kaldıklarından sizden uzak duracaklardır.
“Acı verici bir azabı müjdele” denmiştir. Azap müjdelenecek bir şey midir de “azabı müjdele” denmektedir? Burada ifade mecazidir. “Müjdele” denmesi tehekküm içindir. Tehekküm tahkîr mânâsında olumlu ifade kullanma üslûbudur. Bir istiare türüdür. İstiâre-i tehekkümiyye kelimeyi alay için zıt anlamında kullanmaktır. İğneleyici bir ifadedir. Burada kibirlenenleri küçük düşürmektedir. Her şeyi kendilerinin iyi bildiğini sanan, ayetleri duymamış gibi davrananlara “müjdele” dememiz emredilmekte, onları iğneleyerek tahkir etmemiz istenmektedir. Büyüklenenin büyüklenmesine katkı sağlamayacağız. Narsist duygularını kuvvetlendirmeyeceğiz. Onu iğneleyeceğiz. Azabı müjdeleyerek iğneleyeceğiz. Müstekbir büyük olduğuna inanandır. Kendisinin iyi, diğerlerinin kötü olduğunu iddia eder. İyiliklerin kendilerinden kaynaklı, kötülüklerin başkalarından kaynaklı olduğunu savunurlar. Biz iyiyiz, onlar kötü, biz yönetirsek her şey iyi olur veya biz yönettiğimiz için her şey gayet iyi, onlar kötü olduğu için kötü yönetiyorlar veya onlar yönetirlerse kötü yönetecekler iddiasındadırlar. Bu söylemler size yabancı geliyor mu? Bana hiç yabancı gelmiyor. Müstekbir kimseyi dinlemez, bildiğini yapmaya devam eder. Getirdiğiniz ayetler bir sinek vızıltısı bile değildir. Kulaklarında ağırlık varmış gibi yönlerini sizden döndürür eski yönlerinde devam ederler. Hiçbir etkiniz olamaz. İnsanın sahip olduğu bütün nimetlerin, bütün iyiliklerin kaynağı Allah’tır. İnsan Allah’ın gösterdiği yol içinde ilerlemezse dalalettedir. İşte müstekbir bunu bilmez veya bunu diliyle söyler ama Allah’ın ayetleriyle hareket etmez, batıl mücadelesinin hak olduğunu savunarak yoluna devam eder.
Teşvikiye, Yalova
24 Şubat 2024
M. Lütfi Hocaoğlu