LOKMAN SÛRESİ - 24. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ (30)
Bu, kesinlikle Allah’ın hak olması ve kesinlikle O’nun dunundan çağırdıklarının batıl olması ve kesinlikle Allah’ın üstün, büyük olması sebebiyledir. (30)
İsim cümlesi |
Haber | Mübteda |
Mecrur | Cârr |
Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh |
Haberi | Haberi | Fasıl zamiri | İsmi | Enne | Haberi | İsmi | Enne | Haberi | Fasıl zamiri | İsmi | Enne |
Sıla cümlesi Fiil cümlesi | İsm-i mevsûl |
Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
الْكَبِيرُ | الْعَلِيُّ | هُوَ | اللَّهَ | أَنَّ | وَ | الْبَاطِلُ | مِنْ دُونِهِ | و | يَدْعُونَ | مَا | أَنَّ | وَ | الْحَقُّ | هُوَ | اللَّهَ | أَنَّ | بِ | ذَلِكَ |
ذَلِكَ: “O” demektir. Uzak ism-i işarettir. Bir önceki ayetteki “Allah’ın olumsuzu olumlunun içine îlâc etmesi ve olumluyu olumsuzun içine îlâc etmesi ve Güneş Sisteminin hepsini isimlendirilen bir ecele akar halde boyun eğdirmesi ve Allah’ın amel ettiğinizden haberdar olması” durumuna işaret etmektedir. Buradaki gibi öncesindeki durumlara işaret ettiği zaman Türkçeye “bu” şeklinde çevirmek daha uygundur.
بِ: “Sebebiyle” demektir. Harf-i cerdir. ذَلِكَ uzak ism-i işaretinden sonra bu harf-i cer ve arkasından mastar gelirse bu بِ harfi sebebiyye harfidir.
أَنَّ: “Kesinlikle -mek, -mak” demektir. Huruf-u müşebbehe bi-l fiildendir. أَنَّ harfi إِنَّ gibi te’kîd bildirir. Farkı أَنَّ nin mastar olmasıdır.
اللَّهَ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir. Ennenin ismidir.
هُوَ: “O” demektir. Merfu munfasıl zamirdir. Fasıl zamiridir. Te’kid için gelir.
الْحَقُّ: “Hak, gerçek, geçerli” demektir. حقق kökünden isimdir.
أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ: “Kesinlikle Allah’ın hak olması” demektir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ mastarına أَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ mastarını atfetmektedir.
أَنَّ: “Kesinlikle -mek, -mak” demektir.
مَا: Umumi ism-i mevsuldür. Gayr-i akil varlıklar için kullanılır. Aynı zamanda hem gayr-i âkil hem de âkil varlıklar bir arada kastediliyorsa bu umumi ism-i mevsul kullanılır. Sadece âkil varlıklar kastediliyorsa مَنْ umumi ism-i mevsulü kullanılır.
Varlıklar | Umumi İsm-i mevsûl |
Âkil varlıklar | مَنْ |
Gayr-i âkil varlıklar | مَا |
Âkil + Gayr-i âkil varlıklar | مَا |
يَدْعُونَ: “Çağırırlar” demektir. دعو kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs eril çoğul merfu muzari malum fiildir. Fâili cem vâvıdır (يَدْعُونَ).
Bu bâbdan üç mastar vardır. Üçü de aynı fiille ifade edilir.
- دَعْوَة
- دُعَاء
- دَعْوَى
Bu mastarların üçü de çağırmak anlamındadır. Aradaki fark kalıplarından gelir. Mastarların anlamları kalıplarına bağlı olarak değişir.
دَعْوَة: “Çağırma, çağırış” demektir. فَعْلَةٌ kalıbından gelmektedir. Bu kalıp mastar-ı bina-i merre kalıbıdır. Fiilin bir kere işlendiğini gösterir. İkili ve çoğulu olabilen mastarlar bu şekilde gelir. İki kere işlendiyse دَعْوَتَانِ, üç veya daha fazla işlendiyse دَعْوَات şeklinde gelir.
دُعَاء: “Çağırmak” demektir. فُعَالٌ kalıbından gelmektedir. Mazisi فَعَلَ vezninde olup vücutta meydana gelen bir semptoma, duruma veya vücuttan çıkan bir sese delalet eden fiillerin mastarı فُعَالٌ veya فَعِيلٌ kalıplarından gelir. دُعَاء da دعو kökünden birinci bâbdan mastardır. Birinci bâbdan olduğu için mazisi فَعَلَ veznindedir ve ses ifade eder. Bu nedenle فُعَالٌ vezninden gelmiştir. İkinci ve üçüncü harf arasındaki elif çağırmadaki uzamayı ve mübalağayı ifade eder. Uzun süreli veya tekrarlar içeren çağırma duadır.
دَعْوَى: “Ortak çağrı” demektir. فَعْلَى kalıbından gelmektedir. Sonundaki elif-i maksure fiilin belirli bir zamana delalet etmeden özel bir şekilde işlenmesini, işlenişin bir sürenin sonunda gerçekleştiğini ve şiddetini ifade eder. Hem zaman olarak hem de fiilin işlenişi olarak mübalağa ifade eder. Pek çok kişinin aynı çağrıyı yapması davadır. Bir sürecin sonunda meydana gelen ortak çağrı, ortak görüş anlamına gelir. Günümüzde de “davamız …” şeklinde kullanılmaktadır.
مِنْ: Harf-i cerdir. “-den” anlamındadır.
دُونِ: “Aşağısında” demektir. Ancak bu lafzın tam karşılığı bu değildir. دَانَ - يَدُونُ fiili miktarında, hacminde, gücünde, fonksiyonunda azalma demektir. Bu fiille aynı kökten gelen دُون ise kendisinden sonra gelenden daha aşağıda, daha zayıf, daha düşük fonksiyonlu olan anlamındadır. Dereceyi, mevkiyi veya konumu daha aşağıya veya daha az önemli bir noktaya yönlendirmek için kullanılan bir lafızdır. Bu, fiziksel bir konum ya da rütbe olabileceği gibi, onur ve yücelik açısından da olabilir. Yani, bir şeyin daha düşük bir seviyede, daha aşağıda veya daha az değerli olduğunu belirtir. Ancak bu tanım yeterli değildir.
Bazı dilbilimcilere göre, دُون lafzının dokuz farklı anlamı vardır: “Önce”, “önünde”, “arkasında”, “altında”, “üzerinde”, “aşağı”, “şerefli”, “emir” ve “tehdit” anlamlarında kullanılır.
Aslında bu kadar çok anlamda kullanılan bir sözcüğün temel bir anlamı olmalıdır. Bu anlamlar hep o temel anlamdan ortaya çıkmalıdır.
Bu zarf Kuran’da 144 kere geçmektedir. Bu kadar çok geçen bir zarfın önemli bir anlamı vardır. Bu zarfın manasını anlamak için غَيْر, لَدَى, لَدُنْ ve عَنْدَ nin manalarını anlamamız gereklidir.
لَدَى: Mekân zarfıdır. Sükûn üzere mebnidir. Yani sonundaki hareke veya harf cümledeki görevine göre değişikliğe uğramaz. لَدَا şeklinde de yazılır. Bir kelimeye muzaf olarak kullanılır. Zamirlere muzaf olduğu zaman لَدَيْ şeklinde yazılır. “Yanında” anlamındadır. Öncesinde harf-i cer gelmez. İbtidau-l gaye (başlangıç noktası) bildirmez.
لَدُنْ: Mekân zarfıdır. Sükûn üzere mebnidir. Yani sonundaki hareke veya harf cümledeki görevine göre değişikliğe uğramaz. Bir kelimeye muzaf olarak kullanılır. “Yanında” anlamına gelir. Öncesinde her zaman مِنْ harf-i cerini alır. Bu harf-i cerle beraber ibtidau-l gaye (başlangıç noktası) bildirir.
عِنْدَ: Mekân zarfıdır. Mu’râbdır yani sonundaki hareke cümledeki görevine göre değişikliğe uğrar. Cümlede hiçbir zaman mübteda, haber, fâil gibi görevler almadığı gibi bunların sıfatı da hâli de olmaz. Bu nedenle hiçbir zaman عِنْدُ şeklinde olmaz. Harf-i cer almadan da gelir مِنْ harf-i ceriyle de gelir. Hakiki zarfiyet yanında mecazi zarfiyet de bildirir. Muzafun ileyhini referans olarak gösterir. Muzafun ileyhini referans noktası yapar ve ona göre olan durumu anlatır. “Etkileşim alanında, -e göre” anlamındadır.
لَدَى, لَدُنْ ve عِنْدَ farkı: لَدَى üç boyutlu uzayda zarfiyet bildirirken لَدُنْ dört ve beş boyutlu uzay içinde zarfiyet bildirir. لَدَى nın muzafun ileyhinin üç boyutlu uzayda fiziksel olarak yanı belirtilmektedir. لَدُنْ ün muzafun ileyhinin ise dört ve beş boyutlu uzaydaki yanı belirtilmektedir. Her ikisi de hakiki ve mecazi zarfiyet için gelebilir.
Yanında bulunan لَدَى da gerçekten yanında bulunabilme imkânına sahiptir. لَدُنْ de ise bu imkân yoktur. Çünkü kendi boyutunun dışındadır. Bu nedenle her zaman مِنْ harf-i ceriyle gelir. Ancak ledünde bulunamaz, ledüne gidemez, ledünden ona gelebilir.
عِنْدَ ise diğer ikisinden farklı olarak referans noktası bildirir. Gerçek bir yanındalık bildirmez. Etki alanını ifade eder. Muzafun ileyhi referans noktası olarak gösterir. Etki edebildiği ya da etkileşimde bulunabildiği her yer onun indidir. Bu yüzden görecelik ve görüş de bildirir. Ona göre, onun görüşüne göre anlamına da gelir.
غَيْرِ: “Dışında” demektir. Matematikteki “değil” anlamına gelmektedir.
دُون gayri ile karıştırılmaktadır. Genellikle aynı anlam verilmektedir.
وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Sizin için Allah’ın dunundan ne bir veli ne de bir yardımcı vardır. (Bakara 107)
Bu ayete genel olarak “Allah’tan başka dost ve yardımcınız yoktur” şeklinde mana verilmektedir. Burada yapılan yaygın hata veli kelimesine dost manasının verilmesidir. İlgisi yoktur. Veli Türkçede doğru şekilde kullanılmaktadır. Veli arkasında olan demektir. Onu koruyan, kollayan demektir. Diğer hata dûn zarfına gayri gibi “başka” manasının verilmesidir.
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ
Mümin erkekler ve mümin kadınlar, onların bazısı bazısının velileridir. (Tevbe 71)
Bakara 107’de dûn zarfı “başka” anlamında olsaydı, bu ayetle çelişirdi. Hem Allah’tan başka veli yok hem de müminlerin bazısı bazısının velisi oluyor.
İşte Kuran’ı sistematik olarak incelemeden yapılan anlamlandırmalar Kuran’da çelişki varmış gibi göstermektedir. Kuran’da hata arayan bazı aklı evveller de bu meallere dayanarak Kuran hatalı diye ortaya düşmektedirler.
Dûn “başka, dışında” demek değildir. O anlama gelen kelime غَيْر’dır.
دُونَهُ = غَيْرَهُ وَغَيْرَ عِنْدِهِ
Onun dûnu = Onun ve onun indinin gayrısı
Bu şekilde bir tanımı buranın dışında hiçbir yerde bulamazsınız. Bunu şekille ifade edersek:
Birisinin dûnunda demek hem onun dışında olan hem de onun etki veya etkileşim alanının dışında olan demektir.
Yukarıdaki ayete tekrar dönersek
وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Sizin için Allah’ın dunundan ne bir veli ne de bir yardımcı vardır. (Bakara 107)
Burada bizim için Allah’ın dunundan veli ve yardımcı yoktur. Ama Allah’ın indinden vardır. Allah ile etkileşim içinde olanlar yani müminler birbirlerinin velileridir.
هِ: “O” demektir. Allah’a racidir.
دُونِهِ: “O’nun dûnunda” demektir.
مِنْ دُونِهِ: “O’nun dûnundan” demektir.
يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ: “O’nun dunundan çağırırlar” demektir.
مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ: “O’nun dunundan çağırdıkları” demektir.
الْبَاطِلُ: “Batıl, gerçek olmayan, geçersiz” demektir. بطل kökünden isimdir. İkinci bâbdan بَطَلَ - يَبْطِلُ şeklinde bir işin, bir amelin, bir fiilin, bir şeyin işe yaramaması, hükümsüz olması, ürün vermemesi, geçersiz olması, gerçek olmaması manasındadır. حقق kökünden hakkın zıttıdır.
أَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ: “Kesinlikle O’nun dunundan çağırdıklarının batıl olması” demektir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. أَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ mastarını أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ mastarına atfetmektedir.
أَنَّ: “Kesinlikle -mek, -mak” demektir.
اللَّهَ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir. Ennenin ismidir.
هُوَ: “O” demektir. Merfu munfasıl zamirdir. Fasıl zamiridir. Te’kid için gelir.
الْعَلِيُّ: “Üstün olan” anlamındadır. علو kökünden birinci bâbdan sıfat-ı müşebbehedir.
Bu sıfat-ı müşebbehede “sakin vâvı harekeli yâ takip ederse veya sakin yâ’yı harekeli vâv takip ederse vâv harfi yâ harfine kalp edilir ve oluşan iki yâ idgam edilir” kuralı gereği i’lâl vardır.
الْكَبِيرُ: “Büyük” demektir. كبر kökünden beşinci bâbdan sıfat-ı müşebbehedir. Dişili كَبِيرَة dir. Eril çoğulu كُبَرَاءُ dur. Dişil çoğulu كَبَائِرُ dür.
أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ: “Kesinlikle Allah’ın üstün, büyük olması” demektir.
Burada da Kuran’da geçen Allah’ın ikili isimlerinden biri gelmiştir. Her zaman bu sıra ile gelmektedir. Bir kere nekre, dört kere marife olarak toplam beş kere bu şekilde gelmektedir. Allah’ın isimleri ikili geldiğinde ikisi aslında tek bir anlam ifade etmektedir. İki vasfın birleştiği bir anlamı ifade etmektedir. Ululuk ve büyüklüğün bir arada olması anlatılmaktadır. Allah alî ve kebîr olduğundan tüm amellerimizden haberdardır.
أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ: “Kesinlikle Allah’ın hak olması ve kesinlikle O’nun dunundan çağırdıklarının batıl olması ve kesinlikle Allah’ın üstün, büyük olması” demektir.
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ: “Bu, kesinlikle Allah’ın hak olması ve kesinlikle O’nun dunundan çağırdıklarının batıl olması ve kesinlikle Allah’ın üstün, büyük olması sebebiyledir” demektir.
Allah her şeyi bizim için yaratmıştır. Güneş Sistemini bize boyu eğdirmiştir. Olumlu-olumsuzları iç içe geçirmiştir. Amel ettiklerimizden de haberdardır. Bunun sebebi Allah’ın hak olması, gerçek olması iken Allah’ın dunundan çağrılanların bâtıl olması, Allah’ın üstün, büyük olmasıdır. Burada sorulacak bazı sorular vardır:
- Allah’ın dunundan çağrılanlar kimlerdir/nelerdir?
- Buradaki çağrı nedir? Dua mıdır, davet midir, dava mıdır?
- Allah’ın dunundan çağıranlar kimlerdir?
Allah’ın dunundan çağrılanlar مَا ism-i mevsûlü ile gelmiştir. Bu nedenle hem âkil hem de gayr-i âkil varlıklar çağrılmaktadırlar.
إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ عِبَادٌ أَمْثَالُكُمْ
Kesinlikle Allah’ın dunundan çağırdıklarınız sizin emsaliniz kullardır. (Araf 194)
Allah’ın dununda çağrılanların bizim gibi kullar olduğu söylenmektedir. Taşlardan, metallerden yapılmış putlar değildir. Bunlar kullardır, insanlardır. Allah’ın dunundan oldukları için Allah ile etkileşim halinde değillerdir. Bu kulların Allah’ın dununda olma şekilleri de kendileri de bellidir. Allah’ın istediği şekilde hareket etmeyenlerdir. İstediği şekilde olsaydı Allah’ın dûnunda değil indinde olurlardı.
وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَا يَخْلُقُونَ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ (20) أَمْوَاتٌ غَيْرُ أَحْيَاءٍ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ (21)
Allah’ın dunundan çağırdıklarınız bir şey yaratamazlar ve onlar yaratılmışlardır. Diriler olmayan ölülerdir ve ne zaman baas edileceklerinin de şuurunda değillerdir. (Nahl 20-21)
Burada Allah yerine kendilerine dua/davet edilen insanlar ifade edilmektedir. أَمْوَاتٌ غَيْرُ أَحْيَاءٍ (diriler olmayan ölüler) denerek mecazi ölü değil gerçekten ölü oldukları ifade edilmiş olmaktadır. Ölmüş ve insanlar tarafından büyütülmüş insanlardır. Devlet büyükleridir, siyasi liderlerdir, cemaat liderleridir, evliya diye isimlendirilen şahıslardır. Öldükten sonra büyütülmüş, yüceltilmiş, hayatında hata yapmamış olarak kabul edilmişlerdir. Ölü oldukları için bir şey yaratamazlar ve dirilecekleri günün şuurunda değillerdir. Onlara dirilermiş gibi hitap edilmekte, diğer insanlar onlara defterlere yazılarak, heykellerin önünde sözlü olarak şikâyet edilmektedir. Bazılarının da yüzü suyu hürmetine Allah’tan talepler yapılmaktadır. Doğrudan Allah’tan istenmesi gereken şeyler onlar aracı yapılarak istenmekte bu nedenle Allah’ın dunundan denmektedir.
إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ
Kesinlikle Allah’ın dunundan çağırdıklarınız asla bir sinek yaratamazlar, onun için toplansalar bile. (Hac 73)
Allah’tan başka kimse bir canlı yaratamaz. Bu ayet meydan okumaktadır. Allah’ın dunundan çağrı yapılan bu toplulukların hepsi bir araya gelse bile bir sinek bile yaratamazlar. İnsanlar hiçbir zaman o teknolojiye ulaşamayacaklardır. Burada insanlar değil de Allah’ın dunundan çağrılanlar için bu yaratmanın olamayacağı söylenmektedir. Çağrı yani dua/davet Allah’a yapılır. Allah’ın gayrısına denmemekte, Allah’ın dûnundan denmektedir. Allah’ın dini içinde uygulamalar yapan topluluklara yapılan çağrılar, davetler Allah’ın dûnundan değildir. Allah’ın indindendir. Çünkü onlar Allah’ın sisteminin uygulayıcısıdırlar.
قُلْ أَرَأَيْتُمْ شُرَكَاءَكُمُ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَرُونِي مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْأَرْضِ أَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمَوَاتِ أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا فَهُمْ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْهُ بَلْ إِنْ يَعِدُ الظَّالِمُونَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا إِلَّا غُرُورًا
“Allah’ın dunundan çağırdığınız şeriklerinizi gördünüz mü? Bana yerden ne yarattıklarını gösterin.” de. Yoksa göklerden onlara ait bir ortaklık mı var yoksa onlara bir kitap verdik de onlar ondan bir beyyine üzerinde midirler? Aksine zalimler, onların bazısı bazısına yalnızca aldatma vadeder. (Fatır 40)
Bu ayette Allah’ın dûnundan çağrılanlar şeriklerdir. Allah’ın kurallarına aykırı kurallar koyan, müşrikler tarafından mülkte yani yönetimde Allah’a ortak edilmiş olanlardır.
وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ
Allah’ın dûnundan sana fayda etmeyecek ve zarar vermeyecek olanı çağırma. (Yunus 106)
Bu ayette de çağrılanlar akıllı ve akılsız varlıklar olabilir. Özellikleri ise fayda ve zarar veremeyecek olmalarıdır. Bu da onların akılsız varlıklar olarak kendilerinden çağrıda bulunulan putlar, heykeller, mezarda yatan ölüler veya akıllı varlıklar olarak onu çağırandan çok uzakta olan, onunla etkileşime girme imkânı olmadığından dolayı fayda ve zarar etkisi olmayan kimselerdir.
وَأَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَأَدْعُو رَبِّي عَسَى أَلَّا أَكُونَ بِدُعَاءِ رَبِّي شَقِيًّا (48) فَلَمَّا اعْتَزَلَهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَكُلًّا جَعَلْنَا نَبِيًّا (49)
Sizden ve Allah’ın dûnundan çağırdıklarınızdan kendimi çekiyorum ve rabbimi çağırıyorum. Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağımı umuyorum. Onlardan ve Allah’ın dûnundan ibadet ettiklerinden kendini çekince ona İshak ve Yakup’u hibe ettik ve hepsini nebi kıldık. (Meryem 48-49)
Bu ayetlerden ilkinde İbrahim Peygamber babasıyla konuşuyor. Onların çağırdıklarından kendini çektiğini söylüyor. İkinci ayette bu çağrılanların ibadet edilenler olduğu anlaşılıyor.
إِنَّمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا وَتَخْلُقُونَ إِفْكًا إِنَّ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَا يَمْلِكُونَ لَكُمْ رِزْقًا فَابْتَغُوا عِنْدَ اللَّهِ الرِّزْقَ وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Yalnızca Allah’ın dûnundan vesenlere ibadet ediyorsunuz ve algı yaratıyorsunuz. Kesinlikle Allah’ın dûnundan ibadet ettikleriniz sizin için hiçbir rızık yönetemezler. Bu sebeple rızkı Allah’ın indinde arayın ve O’na ibadet edin ve O’na şükredin. O’na döndürüleceksiniz. (Ankebut 17)
Bu ayetten İbrahim Peygamberin uzaklaştığının vesenler olduğu anlaşılmaktadır. Vesenler Allah’ın dûnundan topluluklardır. Allah’ın indinden değillerdir. Vesenlere ibadet edenler yani vesenlere çalışanlar ancak algı yaratırlar, başka bir şey yaratmazlar. Vesenler rızık da vermezler, üretim yapmazlar, ticaret yapmazlar, hizmet vererek de gelir elde etmezler. Vesenler ancak para toplarlar, bağış alırlar, aidat toplarlar, destek ödemeleri alırlar ve böylece yaşamlarını sürdürürler. Bu sebeple ayette rızık verici olarak vesenlere gitmeyin, rızkı Allah’ın indinde arayın diyor, vesenlere çalışmayın, O’na çalışın, O’na şükredin diyor. Bu ayette aynı zamanda inde ve dûn birlikte kullanılmıştır. İnde ve dûn ilişkisi açıkça görülmektedir.
Lokman suresinin bu ayetindeki çağrı dua da davet de dava da olabilir. Davet tek çağrı, dua tekrarlayan çağrıdır. Ölü insanlara da ölmüş devlet büyüklerine de ölmüş peygamberlere de yaşayan ruhbanlara da vesenlere de hem tek çağrı hem de tekrarlayan çağrılar yapılır. Yardım istenir. Günümüzde en çok vesenlerden yardım istenir. Tüm çözümler onlarda aranır. Rızkı onların vereceği sanılır. Çözümler onlardan beklenir. Daha da kötüsü tüm dünya tarafından kanıksamıştır. Başka bir çözüm yok sanılır. Bir vesene katılıp veya bir vesen kurup iktidarı ele geçirip çözüm üretileceği sanılır. Üçüncü çağrı şekli olan dava vesenlerde kendini tam olarak bulmuştur. Vesenlerin davaları vardır. Hepsi bir “izm” kavramı olan isimlere ibadet etmektedir. Kimi kendine sosyalist, kimi kendine kapitalist, kimi kendine milliyetçi, kimi kendine “İslamcı” demektedir. En tuhafı “İslamcı” olup “İslam birliği” diye bir kavram uyduranlardır. Kuran ile hiç ilgilenmeyen bu sözüm ona “İslamcı” vesenler kendilerinin Kuran’a ne kadar da ters olduklarını bir bilseler. Kendileri hakkında Kuran’da geçen ayetleri bir bilseler.
Allah’ın dunundan çağıranların kimler olduğunu anlamak için ayetteki يَدْعُونَ fiilinin fâili olan cem vâvının (يَدْعُونَ) kimlere raci olduğunu anlamamız gerekir. Bu zamire uyanların bulunduğu en yakın ayet bu surenin 21. ayetidir. 21. ayetteki وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا (onlara Allah’ın indirdiğine kendiliğinizden uyun denildiğinde aksine atalarımızı üzerinde bulduğumuza kendiliğimizden uyarız) diyenlerdir. Allah’ın indirdiği ile ilgilenmeyip günümüz çoğunluk demokrasisini ve vesenleri kanıksayanlardır.
Çok daha ilginci bu çağırma fiilinin ikinci bir kıraatinin olmasıdır.
Şerh | Kelime | Ravi | Kari |
(تَدْعُونَ) بالتاء | يَدْعُونَ | متفق عليه | نافع المدني |
(تَدْعُونَ) بالتاء | يَدْعُونَ | متفق عليه | ابن كثير المكي |
(يَدْعُونَ) بالياء | يَدْعُونَ | متفق عليه | أبو عمرو بن العلاء |
(تَدْعُونَ) بالتاء | يَدْعُونَ | متفق عليه | ابن عامر الدمشقي |
(تَدْعُونَ) بالتاء | يَدْعُونَ | شعبة | عاصم الكوفي |
(يَدْعُونَ) بالياء | يَدْعُونَ | حفص | عاصم الكوفي |
(يَدْعُونَ) بالياء | يَدْعُونَ | متفق عليه | حمزة الكوفي |
(يَدْعُونَ) بالياء | يَدْعُونَ | متفق عليه | الكسائي الكوفي |
(تَدْعُونَ) بالتاء | يَدْعُونَ | متفق عليه | أبو جعفر |
(يَدْعُونَ) بالياء | يَدْعُونَ | متفق عليه | يعقوب |
(يَدْعُونَ) بالياء | يَدْعُونَ | متفق عليه | خلف العاشر |
İkinci kıraat تَدْعُونَ (çağırırsınız) kıraatidir.
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ: “Bu, kesinlikle Allah’ın hak olması ve kesinlikle O’nun dunundan çağırdıklarınızın batıl olması ve kesinlikle Allah’ın üstün, büyük olması sebebiyledir” demektir.
Buna göre Allah’ın dûnundan çağıranlar “siz” diye hitap edilen Kuran’ı okuyanlardır. Hem Kuran okumaktadırlar. Kuran ile ilgilenir görünmektedirler hem de Allah’ın indinin gayrısı olan Allah’ın dûnundan çağırmaktadırlar. Allah’la etkileşim içinde olmayan akılsız varlıkları, ölmüşleri, ruhbanları ve vesenleri çağırmaktadırlar.
Kuran’ı okumaktadırlar. Kuran’da onlara “kesinlikle O’nun dunundan çağırdıklarınızın batıl olması” denmektedir. Buna rağmen vesenleri çağırmaya devam etmektedirler. Hem Kuran’ı okumakta hem de vesenlere ibadet etmeye, çalışmaya devam etmektedirler. Ayetin bu kıraati de onlara hitap etmektedir. Kuran’ı okuyan ama Allah’ın dûnundan olanları çağıranlara hitap etmektedir. Kuran’ı okuyup da kurtuluşun vesenlerden geleceğine iman edenlere, vesenleri dava haline getirenlere hitap etmektedir. Oysa Allah’ın indinde olan Allah’ın yolunda (sebilinde) cihad eder. Allah’ın sebili Allah’ın kabul ettiği araçlardır, yöntemlerdir, yollardır. Allah’ın indinde olmayan çoğunluk demokrasisi Allah’ın dûnundandır. Bu yolda çabalayan vesenler Allah’ın dûnundandır. Onlardan bir çözüm olmaz. İbrahim Peygamber gibi onlardan kendimizi çekmemiz gerekmektedir. Atalarını üzerinde bulduklarından kendini kurtarmayıp hala onlardan çözüm bekleyenlerin mümin olması beklenemez. Rehberi Kuran olanlar mümindir, Kuran’ı rehber edinmeyen batıllardan çözüm bekleyenler, kurtuluşu onlardan bekleyenler nasıl mümin olacak?
Teşvikiye, Yalova
12 Ekim 2024
M. Lütfi Hocaoğlu