SECDE SÛRESİ - 3. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ (4)
Allah gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı altı dönemde yaratan sonra arşın üzerine istiva edendir. Sizin için O’nun dûnundan ne bir veli ne de bir şefaatçi vardır. Öyleyse anlamaz mısınız? (4)
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ
Allah gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı altı dönemde yaratan sonra arşın üzerine istiva edendir.
İsim cümlesi |
Haber | Mübteda |
Sıla cümlesi | İsm-i mevsûl |
Ma'tûf Fiil cümlesi | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh Fiil cümlesi |
Mefûlün bih GS | Fâil | Fiil | Mefûlun fih | Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
Mecrur | Cârr |
الْعَرْشِ | عَلَى | هُوَ | اسْتَوَى | ثُمَّ | فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ | السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا | هُوَ | خَلَقَ | الَّذِي | اللَّهُ |
اللَّهُ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
الَّذِي: Eril tekil has ism-i mevsuldür. Sıla cümlesi خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ dir.
خَلَقَ: “Yarattı” demektir. خلق kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Var olan başka bir şeyden yeni bir şey üretmek manasındadır. Fâili müstetir هُوَ dir ve Allah’a racidir.
السَّمَوَاتِ: “Gökler” demektir. سمو kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan سُمُوٌّ mastarı bütün seviyelerin üstüne çıkmak, en üst seviyeye yükselmek manasındadır. Bu mastar manasından bütün seviyelerin üstüne çıkan manasında سَمَاءٌ her şeyin en üstü olarak “gök” anlamında camid isimdir. İsm-i cem-i cinstir. Yani hem cinsi ifade eder hem de topluluğu ifade eder. Yani gök cinsi veya gök topluluğu demektir. Cins ifade ettiği zaman eril, cem ifade ettiği zaman dişildir. İsm-i cemi cinsler sonuna ة alarak müfredleşirler. Yani tekili سَمَاوَةٌ veya سَمَاءَةٌ dür. İsm-i cemi cins bu şekilde ة alarak müfredleştikten sonra çoğulu سَمَوَاتٌ dür. Ancak Kuran’da سَمَاوَةٌ veya سَمَاءَةٌ şeklinde kullanımı yoktur. Kuran tekil olarak da yine سَمَاء yı kullanmaktadır.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. السَّمَوَاتِ ye الْأَرْضَ ı atfetmektedir.
الْأَرْضَ: “Yer” demektir. ءرض kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan أَرَضٌ mastarı bir mekânın bereketli, verimli olması, hayrının çok olması ve yerleşme ve ikamet için uygun olması manasındadır. Bu mastar manasından yerleşme için uygun olan manasında أَرْضٌ “yer” anlamındadır. “Yeryüzü” manasına da gelir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. الْأَرْضَ ye مَا بَيْنَهُمَا ı atfetmektedir.
مَا: Umumi ism-i mevsuldür. Sıla cümlesi vardır.
بَيْنَ: “Arası” demektir. İki anlamı birden barındırır. Hem ayrılma hem de birleşme manalarına sahiptir. Bu nedenle ara manasındadır. Aranın açılması veya birleşmesi bu nedenle bu kelime ile ifade edilir.
البَيْنُ في كلام العرب جاء على وجْهَين: يكون البَينُ الفُرْقةَ، ويكون الوَصْلَ، بانَ يَبِينُ بَيْناً وبَيْنُونةً، وهو من الأَضداد
Beyn Arap kelamında iki yön üzerine gelir: Beyn ayrılma olur ve birleşme olur. بانَ يَبِينُ بَيْناً وبَيْنُونةً. Ve o zıtlardandır. (Lisanu-l Arab)
İkinci bâbdan بَانَ - يَبِينُ şeklinde başkasının ayırması, fark etmesi için bir şeyin çevresinden ayrılacak ve çevresindekilerden farklılaşacak şekilde sınırlarının belli olması, anlaşılır ve açık olması manasındadır.
هُمَا: “İkisi” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ ya racidir.
بَيْنَهُمَا: “İkisinin arası” demektir.
مَا بَيْنَهُمَا: “İkisinin arasında olan” demektir. مَا ism-i mevsuldür. بَيْنَهُمَا cümle değildir. Bu durumda sıla cümlesi eksik kalmıştır. Hazf vardır. Cümlenin aslı مَا اسْتَقَرَّ بَيْنَهُمَا veya مَا كَانَ بَيْنَهُمَا şeklindedir. Böyle sıla cümlelerine zarf-ı müstakar denir.
السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا: “Gökler ve yer ve ikisinin arasında olan” demektir.
السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ (Gökler ve yer) terim olarak Kâinat demektir. Fakat bu ayette السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا (Gökler ve yer ve ikisinin arasında olan) şeklinde gelmiştir. Kuran’da başka yerlerde de bu şekilde gelmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken بَيْنَهُمَا (ikisinin arası) şeklinde gelmesidir. Yani o ikinin biri gökler biri de yerdir. Gökler çoğul olduğu halde tekil zamir dönmüştür. Yer için de tekil zamir gelmiştir. Kuran’da الْأَرْضَ kelimesinin çoğulu yoktur. Hem tekil hem çoğul için aynı şekilde kullanılır. Burada السَّمَوَاتِ (gökler) tek bir kavramdır. Bir sistemi ifade etmektedir.
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَمِنَ الْأَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْأَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Allah yedi göğü ve arzdan onların mislini yaratandır. Allah’ın her şeye güç yetiren olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmen kuşatmış olduğunu bilmeniz için emir onların arasında iner. (Talak 12)
Bu ayette göklerin yedi tabaka olduğu ve yerin de onların mislince olduğunu söylemektedir. Buna göre yedi gök varsa yedi de yer vardır. Ancak yer yani arz kelimesi tek bir gezegeni ve yıldızı ifade etmemektedir. Buna göre arz dediğimiz zaman sistemli bir şekilde arzlar topluluğunu ifade etmektedir. Bu ayette gökler için هُنَّ (onlar) zamirini kullanmıştır. Her gök tabakasının ve her yerin aralarında emir yani iş inmektedir.
لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرَى
O’na aittir göklerde olan ve yerde olan ve ikisinin arasında olan ve seranın altında olan. (Taha 6)
Bu ayette dördüncü bir kavram daha gelmiştir: تَحْتَ الثَّرَى (Seranın altı). Sera yer kabuğu demektir. Yerin nemli olan üst kısmıdır.
Tüm gök cisimlerinin yüzeyleri arzdır (الْأَرْضَ). Bu yüzeylerin altında kalan kısımlar seranın altıdır (تَحْتَ الثَّرَى). Bir tabaka semanın (السَّمَاءَ) içinde kalan gök cisimlerinin hepsinin yüzeylerinin toplamı da arzdır (الْأَرْضَ). Arzlarla semalar arasında kalan bölgeler de ikisinin arasında (بَيْنَهُمَا) olandır.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
سِتَّةِ: “Altı” demektir. Kapalı te (ة) almış müfred sayıdır. Kapalı te (ة) almadan سِتِّ şeklinde de kullanılır. Kökü سدس dir. Altı sayısının aslı سِدْسَة ve سِدْس dir. Öncesindeki د harfine yakın olması için sondaki س harfi ت harfine dönüşmüştür. Sonra da mahreç yakınlığı nedeniyle ikinci harf olan د harfi ت harfine dönüşmüştür.
Kapalı te (ة) almadan | سِدْس سِدْت سِتْت سِتّ |
Kapalı Te (ة) alarak | سِدْسَة سِدْتَة سِتْتَة سِتَّة |
Altıncı anlamında olan سَادِس kelimesinde ve altıda bir anlamına gelen سُدُس kelimesinde bu harf değişimleri (ibdaller) olmamıştır.
أَيَّامٍ: “Dönemler” demektir. Çoğul isimdir. Tekili يَوْم dir. يَوْم dönem, gündüz anlamlarındadır.
اليَوْمُ: معروفٌ مِقدارُه من طلوع الشمس إِلى غروبها
Yevm: Miktarı güneşin doğmasından batmasına kadar olan süre olarak bilinir. (Lisanu-l A’râb)
يَوْم kelimesinin birincil anlamı “gündüz”dür. Aynı zamanda dönem anlamındadır. Güneşin doğmasından batmasına kadar olan süredir. 24 saat olan günü ifade etmez.
Eğer يَوْم izafetle (isim tamlamasıyla) gelmişse o zaman “gündüz” anlamında değil “dönem” anlamındadır. İzafetle gelmediği zamanlarda da asıl anlamı “dönem”dir. Eğer “gündüz” anlamına gelmediğine dair karine varsa “dönem” anlamındadır. Eğer başında harf-i tarifle tekil olarak geliyorsa (الْيَوْم) bu durumda “bu dönem” anlamındadır ama Türkçede de bu dönemi ifade eden kelime olan “bugün” şeklinde tercüme edilebilir.
سِتَّةِ أَيَّامٍ: “Altı dönem” demektir.
3-9 arasındaki sayılara müfred sayılar denir. Bu sayılarda sayılan eril olduğunda sonunda kapalı te (ة) vardır. Sayılan dişil olduğunda sonunda kapalı te (ة) yoktur. Sayı muzaf, sayılan (ma’dûd) muzafun ileyh olarak gelir. Sayılan (ma’dûdları) cem’i mecrurdur (çoğul ve mecrurdur).
Dişil | Eril | İ’râb | Sayı |
M.İleyh Sayılan | Muzaf Sayı | M.İleyh Sayılan | Muzaf Sayı | | |
سَمَاوَاتٍ | سِتُّ | كُتُبٍ | سِتَّةُ | Merfu | 6 |
سَمَاوَاتٍ | سِتَّ | كُتُبٍ | سِتَّةَ | Mensub |
سَمَاوَاتٍ | سِتِّ | كُتُبٍ | سِتَّةِ | Mecrur |
Burada sayılan أَيَّامٍ eril olan يَوْمٍ in çoğulu olduğu için سِتَّةِ kapalı te ile gelmiştir.
فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ: “Altı dönemde” demektir.
خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ: “Gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı altı dönemde yarattı” demektir.
Burada altı dönem içinde denmektedir. Hepsi altı dönemi kapsıyor anlamında değildir.
قُلْ أَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذِي خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ أَنْدَادًا ذَلِكَ رَبُّ الْعَالَمِينَ (9) وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ فِيهَا وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ سَوَاءً لِلسَّائِلِينَ (10) ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ (11) فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاءٍ أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (12)
“Kesinlikle siz mi arzı iki dönem içinde yaratanı yalanlıyorsunuz ve O’na denkler kılıyorsunuz?” de. O alemlerin rabbidir. Onun (arzın) içinde üstünden sıradağlar kıldı ve onun (arzın) içini bereketlendirdi ve onun (arzın) içinde dört dönem içinde isteyenler için eşit olmak üzere onun (arzın) besinlerini takdir etti. Sonra semaya duman halindeyken istiva etti de ona (semaya) ve arza “ikiniz hoşlanarak veya hoşlanmayarak gelin” dedi. İkisi “hoşlananlar olarak geldik” dedi. Onları (semayı) iki dönemde yedi sema olarak kaza etti (tamamladı) ve her semanın içine onun (semanın) emrini vahyetti ve en yakın semayı misbahlarla süsledik ve koruduk (bir korumayla koruduk). Bu aziz ve alîm olanın takdiridir. (Fussilet 9-12)
Bu ayetlerde toplamda 8 dönem varmış gibi görünmektedir. Burada dönemlerde kesişme olduğu için bu şekilde gelmektedir.
1-2. dönem | 3-4. dönem | 5-6. dönem |
Arzın yaratılması | Arzın besinlerinin yaratılması |
Semanın yaratılması ve yedi tabaka kılınması | |
Yaratılış dönemleri bu şekildedir. Bu altı dönem hakkında Kuran üzerinde daha derinlemesine bir çalışma yapılması lazımdır. Kuran’da bu ikili ve dörtlü gruplarla anlatılmıştır. Bunların her biri ayrı ayrı sınıflandırılmalıdır. Ayrı ve uzun bir çalışmanın konusu olabilir. Vaktim olmadığı için bu seminer içinde yazamayacağım.
ثُمَّ: “Sonra” demektir. Atıf harfidir. Cümleleri birbirine atfeder. Ma’tûfun aleyhle ma’tûf arasında oluşun sırasını gösterir, buna “tertip” denir. Önce ma’tufun aleyh, sonra ma’tûf gelir. Bu nedenle sümme ile yapılan atıfta ma’tûf ile ma’tûfun aleyh yer değiştiremez. Zamansal olarak peşi sıra oluşu göstermez, arada belirli bir zaman geçmiştir. Bu nedenle “takip etkisi yoktur”. Bu arada boşluk olmasına “terahi” (تَرَاخِي) denir. İş yapmada ma’tûfun aleyh ile ma’tûf arasındaki boşluğun belirli bir süresi yoktur, duruma göre bu süre değişir. Kısa bir süre olabileceği gibi uzun bir süre de olabilir.
Atıf fâsı (فَ) da zamansal ilişki için gelir. Atıf fâsına tertip ve takip fâsı da denir. ثُمَّ gibi ma’tûfun aleyhle ma’tûf arasında oluşun sırasını gösterir (tertip) ve ma’tûf ile ma’tûfun aleyh yer değiştiremez. ثُمَّ den farklı olarak zamansal olarak peşi sıra oluşu gösterir. Buna “takip” denir. İş yapmada ma’tûfun aleyh ile ma’tûf arasında bir boşluk yoktur, ma’tûf ma’tûfun aleyhten hemen sonra aynı işi yapmıştır.
اسْتَوَى: “Seviyelendi, istiva etti” demektir. سوي kökünden ifti’âl bâbından üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir. Dördüncü bâbdan (سَوِيَ - يَسْوَى) fazlalıklardan, eksikliklerden, istisna olmaktan, aşırı olmaktan uzak olmak yani normal olmak manasındadır. Dördüncü bâb tef’îl bâbına gelince (سَوَّى - يُسَوِّي) Türkçede de kullanılan tesviye etmek yani fazlalıklarını, eksikliklerini, aşırılıklarını giderip dengeli hale getirmek, normalleştirmek anlamına gelmektedir. İfti’âl bâbında üç şekilde kullanılır. Harf-i cer almadan geldiğinde وَ harfi ile gelen fiilinin iki fâilinin veya ikil bir fâilinin aynı seviyede olduğunu ifade eder. Buradaki seviye mekânsal değildir. Soyut olarak seviye ifade edilmektedir.
هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ
Kör ile gören aynı seviyede midir? (Enam 50)
وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ
Kör ile gören aynı seviyede değildir. (Fatır 19)
لَا يَسْتَوِي الْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَبِيثِ
Habisin çok fazlası seni hayran bıraksa da habis ve tayyib aynı seviye değildir. (Maide 100)
هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ
Karanlıklar ve aydınlık aynı seviyede midir? (Rad 16)
وَمَا يَسْتَوِي الْبَحْرَانِ
İki deniz aynı seviyede değildir. (Fatır 12)
هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Bilenlerle bilmeyenler aynı seviyede midir? (Zümer 9)
Bu ayetlerde harf-i cersiz gelmiştir. İki varlığın, durumun aynı seviyede olup olmadığı bu fiille anlatılmaktadır.
إِلَى harf-i ceri ile geldiğinde fâil, bu harf-i cerden sonra gelenin seviyesindedir. عَلَى harf-i ceri ile geldiğinde fâil, bu harf-i cerden sonra gelenin üstünde seviyelenmiştir. Her iki harf-i cerle gelişte de fâil (seviyelenen) Allah olduğu zaman seviyelenme Allah için mecazidir, mekânsal değildir, mef’ûl için (ona/üzerine seviyelenilen) hakikidir.
عَلَى: “Üzerine” demektir. Harf-i cerdir.
الْعَرْشِ: “Arş, taht, çardak, çatı” demektir. عرش kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan mastar olarak bir şeyi yerden daha yüksek bir mevkiye yükselterek bina etmek manasındadır. Bu mastardan birisini ya da bir şeyi başkalarından ya da başka şeylerden daha yüksekte tutan bina edilmiş olan “taht, çardak, çatı” anlamında camid isimdir. Çoğulu عُرُوش dur.
عَلَى الْعَرْشِ: “Arşın üzerine” demektir.
اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ: “Arşın üzerine istiva etti” demektir.
خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ: “Gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı altı dönemde yarattı sonra arşın üzerine istiva etti” demektir.
الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ: “Gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı altı dönemde yaratan sonra arşın üzerine istiva eden” demektir.
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ: “Allah gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı altı dönemde yaratan sonra arşın üzerine istiva edendir” demektir.
Biz üç boyutlu uzay varlıklarıyız. Üç boyutlu uzay Kuran’da السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ şeklinde ifade edilmiştir. Dört boyutlu uzay üç boyutlu uzayı kapsamıştır. Biz üç boyutlu uzayın içinde hapsolduğumuz için dört boyutlu uzaydaki varlıkları göremeyiz. Dört boyutlu uzaydaki varlıklar bizi görürler, biz onları göremeyiz.
إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْ
Kesinlikle o (İblis) ve kabilesi sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. (Araf 27)
Ayette göremediğimiz yerdir, İblis ve kabilesi değildir. Bizim göremediğimiz yer dört boyutlu uzaydır. Cinler dört boyutlu varlıklardır. Bizim boyutumuza girerlerse ancak onların üç boyutlu kesitlerini görebiliriz. Meleklerin bir kısmı üç boyutlu, bir kısmı dört boyutlu, bir kısmı beş boyutlu varlıklardır.
الْحَمْدُ لِلَّهِ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ جَاعِلِ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا أُولِي أَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ
Hamd gökler ve yeri fıtrat eden, melekleri ikişer ve üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a aittir. (Fatır 1)
İki kanatlı melekler üç boyutta hareket ederler, üç kanatlılar dört boyutta, dört kanatlılar beş boyutta hareket ederler. Dört boyutlu bir melek gelip sizin kalbinizi derinizi kesmeden ameliyat edebilir. Mucizevi bir şekilde iyileşirsiniz. Beş boyutlu meleğin yapabileceklerini siz düşünün.
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ
O’nun kürsisi gökler ve yeri kapsadı. (Bakara 255)
Dört boyutlu uzay kürsidir. Üç boyutlu uzay olan gökler ve yeri kapsamıştır.
Beş boyutlu uzay da arştır. Dört boyutlu uzayı kapsamıştır. Allah’ın arşa istiva etmesi beş boyutlu uzayın dışında olmasını ifade eder. Zaman da bu boyutlar içindedir. Yapabileceğimiz her hareketi, gerçekleşme ihtimali olan her olayı, her durumu bu boyutlar içinde yaratmıştır. O yaratmamışsa biz onu yapamayız. Yaratan O olduğu için beş boyutlu uzay içindeki tüm evrenleri, dört ve beş boyutlu uzay içindeki her hareketi, her zerreyi bilir demektir. Hepsi O’nun bilgisinde demektir. Kendisine dua eden herkesi işitir ve görür. Tüm arşın hakimiyeti ondadır. Arşın mülkü yani yönetimi Allah’a aittir. O’nun mülküne ortak yoktur. O’nun kurallarına aykırı kurallar koymak O’nun mülküne ortak olmaktır ve işte bu şirktir.
مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ
Sizin için O’nun dûnundan ne bir veli ne de bir şefaatçi vardır.
İsim cümlesi |
Mübteda | Haber | Olumsuzluk edatı |
Sahibu-l hâl | Hâl | Mecrur | Cârr |
Mecrur | Cârr | Mecrur | Cârr |
Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh | Muzâfun ileyh | Muzâf |
Müekkid | Müekked |
شَفِيعٍ | لَا | وَ | وَلِيٍّ | مِنْ | هُ | دُونِ | مِنْ | كُمْ | لِ | مَا |
مَا: “Değil” demektir. Olumsuzluk edatıdır.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
كُمْ: “Siz” demektir. Eril çoğul mecrur muttasıl zamirdir.
لَكُمْ: “Sizin için” demektir.
مِنْ: Harf-i cerdir. “-den” anlamındadır.
دُونِ: “Dûn” demektir. Bu zarf Kuran’da 144 kere geçmektedir. Bu kadar çok geçen bir zarfın önemli bir anlamı vardır. Bu zarfın manasını anlamak için غَيْر, لَدَى, لَدُنْ ve عَنْدَ nin manalarını anlamamız gereklidir.
لَدَى: Mekân zarfıdır. “Yanında” anlamındadır. Öncesinde harf-i cer gelmez. İbtidau-l gaye (başlangıç noktası) bildirmez.
لَدُنْ: Mekân zarfıdır. “Yanında” anlamına gelir. Öncesinde her zaman مِنْ harf-i cerini alır. Bu harf-i cerle beraber ibtidau-l gaye (başlangıç noktası) bildirir.
عِنْدَ: Mekân zarfıdır. Harf-i cer almadan da gelir مِنْ harf-i ceriyle de gelir. Hakiki zarfiyet yanında mecazi zarfiyet de bildirir. Muzafun ileyhini referans olarak gösterir. Muzafun ileyhini referans noktası yapar ve ona göre olan durumu anlatır. “Etkileşim alanında, -e göre” anlamındadır.
لَدَى, لَدُنْ ve عِنْدَ farkı: لَدَى üç boyutlu uzayda zarfiyet bildirirken لَدُنْ dört ve beş boyutlu uzay içinde zarfiyet bildirir. لَدَى nın muzafun ileyhinin üç boyutlu uzayda fiziksel olarak yanı belirtilmektedir. لَدُنْ ün muzafun ileyhinin ise dört ve beş boyutlu uzaydaki yanı belirtilmektedir. Her ikisi de hakiki ve mecazi zarfiyet için gelebilir.
Yanında bulunan لَدَى da gerçekten yanında bulunabilme imkânına sahiptir. لَدُنْ de ise bu imkân yoktur. Çünkü kendi boyutunun dışındadır. Bu nedenle her zaman مِنْ harf-i ceriyle gelir. Ancak ledünde bulunamaz, ledüne gidemez, ledünden ona gelebilir.
عِنْدَ ise diğer ikisinden farklı olarak referans noktası bildirir. Gerçek bir yanındalık bildirmez. Etki alanını ifade eder. Muzafun ileyhi referans noktası olarak gösterir. Etki edebildiği ya da etkileşimde bulunabildiği her yer onun indidir. Bu yüzden görecelik ve görüş de bildirir. Ona göre, onun görüşüne göre anlamına da gelir.
غَيْرِ: “Dışında” demektir. Matematikteki “değil” anlamına gelmektedir.
Dûn (دُون) gayri (غَيْر) ile karıştırılmaktadır. Genellikle aynı anlam verilmektedir. Dûn “başka, dışında” demek değildir. O anlama gelen kelime غَيْر’dır.
دُونَهُ = غَيْرَهُ وَغَيْرَ عِنْدِهِ
Onun dûnu = Onun ve onun indinin gayrısı
Bu şekilde bir tanımı buranın dışında hiçbir yerde bulamazsınız. Bunu şekille ifade edersek:
Birisinin dûnunda demek hem onun dışında olan hem de onun etki veya etkileşim alanının dışında olan demektir.
هِ: “O” demektir. Allah’a racidir.
دُونِهِ: “O’nun dûnunda” demektir.
مِنْ دُونِهِ: “O’nun dûnundan” demektir.
مِنْ: “Hiçbir” demektir. Bu harf-i cere te’kîd mini denir. Nefy (olumsuz), nehy (olumsuz emir) veya istifham (soru) cümlesinde kendisinden sonra nekre bir kelime gelen مِنْ harf-i cerine te’kîd mini denir. Olumsuzluğu kuvvetlendirir ve “hiçbir” anlamına gelir.
وَلِيٍّ: “Veli” demektir. Kökü ولي dir. Altıncı bâbdan müteaddi fiilden türeyen mübalağalı ism-i fâildir. Başka birisinin, birilerinin tüm işlerini veya bazı işlerini onun yerine yönetmek, korumak ve bu işlerin düzgün yürümesini sağlamak manasındaki fiilden gelmiştir. فَعِيل kalıbındandır.
Kalıbın ي harfi ile kökün ي harfi idgam olmuştur. Çoğulu أَوْلِيَاء dır.
En yaygın hata veli kelimesine dost manası verilmesi ve evliya kelimesine de dostlar manası verilmesidir. Türkçede daha da beteri evliya kelimesine tekil olarak dost manası verilmesidir.
هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (66) الْأَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ (67)
Şuursuz halde saatin onlara aniden gelmesi dışında bir şey mi bekliyorlar? Muttakiler hariç, dostların bazısı bazısına o gün düşman olur. (Zuhruf 66-67)
الْأَخِلَّاءُ “dostlar” demektir, tekiliخَلِيل’dir. Ayette dostluk ve düşmanlıktan bahsetmektedir. Buradaki anlatımda وَلِيّ geçmemektedir. Çünkü وَلِيّ “kendisine dayanılan kimse” demektir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لَا يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ
Ey iman edenler, isimlendirilmiş bir zaman üzere bir borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip onu, Allah’ın öğrettiği gibi yazmaya üşenmesin. Yazsın ve hak üzerine olan kimse (borçlu) onu imzalasın. Rabbi olan Allah’a sığınsın ve ondan bir şey eksiltmesin. Eğer hak aleyhine olan kimse küçükse veya imzalamaya gücü (yetisi) yoksa velisi adaletle imzalasın. (Bakara 282)
Ayette toplulukta kişiler arası borçlanmanın nasıl olacağı, nasıl kaydedileceği anlatılmıştır. Borçlu olan küçük ise veya gücü yetmiyorsa (ileri yaş, hastalık vb.) velisi imzalasın diyor. Burada da veli “dost” değil, kendisine dayanılan kimsedir. Velayette temsil edilen kimse veliye müdahale etmez.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ آوَوْا وَنَصَرُوا أُولَئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا مَا لَكُمْ مِنْ وَلَايَتِهِمْ مِنْ شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُوا
İman edenler, hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, barındıranlar ve yardım edenler, onlar bazısı bazısının evliyasıdır. Hicret etmeden iman edenler hicret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şeyde velayetiniz yoktur. (Enfal 72)
Ayette velayetin/dayanışmanın kimler arasında olacağından bahsetmektedir. Hicret etmeyen müminlerle ise bir dayanışma içine girilemeyeceği söyleniyor. Bu ayetten de «veli» kelimesinin manasının «dostluk» olmadığı görülüyor. Aksi halde hicret etmemiş olan müminlerle niçin dost olmayalım ki.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ
Ey iman edenler, Yahudi ve Nasarayı evliya edinmeyin. Onların bazısı bazısının evliyasıdır. (Maide 51)
Buradan da Yahudi ve Hristiyan olanları dost edinmekten değil, veli yani dayanılan kimse edinmekten bahseder ve bundan men eder. Çünkü dayanışma siyasi bir oluşumdur ve aynı düzene tabi olan insanlar için geçerlidir.
Evliya “dayanışma ortaklığı” demektir. Sigorta mekanizmasıdır. Dört tanedir. İlmi, mesleki, ahlaki ve siyasi dayanışma ortaklıkları velayet müesseseleridir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir.
لَا: “Değil” demektir. Olumsuzluk edatıdır.
وَلَا: “Ne de” demektir. Kuran Arapçasında “ne … ne de …” anlamına gelen cümle yapmak için önce bir olumsuzluk edatı kullanılır ve “ne … ne de …” kelime grubunda “…” ların yerine gelen iki kelime وَلَا ile bağlanır.
شَفِيعٍ: “Şefaatçi, katkıda bulunucu” demektir. شفع kökünden üçüncü bâbdan فَعِيل kalıbından tekil nekre mübalağalı ism-i fâildir. شَفْع mastarı tek olan bir şeye benzerinin ya da eşinin eklenmesi ile onu çift hale getirmek manasındadır. Bu mastarın mübalağalısı ve tahsisli hali شَفَاعَة mastarıdır. Mübalağası bir şeye kuvvetli ve şiddetli benzeri ya da benzerlerinin eklenmesi, tahsisi ise bu eklenmenin belirli birisine tahsis edilmesidir. Belirli birisine mübalağalı şekilde katkıda bulunmak manasındadır. شَفِيع birine mübalağalı bir şekilde katkıda bulunan demektir. Çoğulu فُعَلَاءُ kalıbından شُفَعَاءُ dur.
مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ: “Ne bir veli ne de bir şefaatçi” demektir.
مِنْ دُونِهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ: “O’nun dûnundan ne bir veli ne de bir şefaatçi” demektir.
مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ: “Sizin için O’nun dûnundan ne bir veli ne de bir şefaatçi vardır” demektir.
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ
Mümin erkekler ve mümin kadınlar, onların bazısı bazısının velileridir. (Tevbe 71)
Secde suresinin bu ayetindeki dûn “başka” anlamında olsaydı, bu ayetle çelişirdi. Hem Allah’tan başka veli yok hem de müminlerin bazısı bazısının velisi oluyor. Çünkü müminler Allah’ın dûnundan değil, Allah’ın indinden velilerdir. Bizim için Allah’ın dunundan veli ve katkıda bulunucu yoktur. Ama Allah’ın indinden vardır. Allah ile etkileşim içinde olanlar yani müminler birbirlerinin velileridir. Aynı zamanda birbirlerine katkıda bulunurlar.
Müminler birbirleriyle dayanışırlar, birbirlerine amellerinde katkıda bulunurlar. Bunu da mübalağalı olarak yaparlar. Müminlerin referansı Allah olduğu için birbirlerine yardımı ve katkıları Allah’ın indindendir, Allah’ın dûnundan değildir.
مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا
Kim iyi bir katkıda bulunmayla katkıda bulunursa onun için ondan bir nasip vardır ve kim kötü bir katkıda bulunmayla katkıda bulunursa onun için ondan sorumluluk vardır. (Nisa 85)
Katkıda bulunma yani şefaat bu ayette görüldüğü gibi iki şekilde olmaktadır. Biri iyi diğeri kötü katkıdır. İyi katkıda bulunana bu katkıdan bir nasip varken kötü katkıda bulunana bir sorumluluk vardır. Onun sonucuna kefil olmuş olmaktadır. Allah ve Allah’ın indinden olanlar iyi katkıda bulunucudurlar (شَفِيع). Allah kullarına (O’nun için çalışanlara) yine kullarıyla, meleklerle, ruhlarla veli olur, şefaatçi olur. Bu cümlenin öncesinde gökler ve yeri ve arasında olanı altı dönemde yarattığını ifade eden cümle gelmiş, sonrasında bu cümle gelmiştir. İkisi arasında bir ilişki vardır. Bu ilişki Allah’ın işleri aşamalı olarak yapmasıdır. Gökleri ve yeri nasıl altı dönemde yaratmışsa kullarına veliliği ve şefaatçiliği de dönem dönem olacaktır. Müminleri yavaş yavaş geliştirecek, onları ilerletecek ve kendi dinini adım adım, aşamalarla getirtecektir.
أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ
Öyleyse anlamaz mısınız?
Soru cümlesi Fiil cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Fâil | Fiil | Olumsuzluk edatı | İstifhâm edatı |
و | تَتَذَكَّرُونَ | لَا | أَ | فَ |
أَ: Soru hemzesidir (همزة الاستفهام). “Mı, mi” demektir. Her zaman cümlenin başına gelir. Buna sadaratu-l kelâm hakkı denir. Hatta önceki cümleleri bu cümleye bağlayan وَ ve فَ bağlaçları bile soru hemzesinden sonra gelir. Sonrasındaki kelimeyi (وَ ya da فَ varsa bunlardan sonra gelen kelimeyi) sorunun konusu yapar. Bu nedenle soru cümlelerinde sorunun konusu olan kelime cümledeki görevi ne olursa olsun bu hemzeden hemen sonra gelerek (وَ ya da فَ varsa bunlardan sonra gelerek) cümlenin ikinci kelimesi olur. “Mı, mi” anlamına gelen ikinci bir soru harfi هَلْ dir. Soru hemzesi her zaman soruya cevap istemek için gelmez. Elifin güç etkisi nedeniyle asıl amaç soru değildir. Arkasından gelen kelimeye cümlede önem katarak soru manasını oluşturur.
فَ: İsti’nafiyye edatıdır. Buna Fâ-u isti’nâfiye (الْفَاءُ الاِسْتِئْنَافِيَّةُ) denir. Cümle başında bulunur. Cümle soru hemzesiyle başladığı için soru hemzesinden sonra gelmiştir. Kendisinden önce inşa cümlesi (emir, nehiy, istifhâm), sonrasında haber cümlesi olursa veya öncesinde haber cümlesi sonrasında inşa cümlesi olursa bu durumlarda atıf harfi olamayan bu harf isti’nâfiye edatı olur. Kendisinden sonraki cümle yeni cümle olacağından bu edata isti’nâfiye (başlangıç) edatı denir. İsim cümlesi fiil cümlesine (tersi de geçerli) anlamsal yakınlık olursa atfolunabilir. Anlamsal yakınlık yoksa aradaki fâ isti’nâfiye edatıdır. Fiil cümleleri arasında zaman yönünden uyum olmasına rağmen manasal olarak takip ve tertip ifade etmiyorsa bu durumda da isti’nâfiye edatıdır.
Arkasından öncesindeki cümle ile i’râb yönünden ilişkisi olmayan yeni bir cümle başlatır. İ’râbsal ilişki olmamasına rağmen öncekisindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında anlamsal irtibat vardır. Bu irtibata göre fâ-u isti’nâfiye şu şekilde sınıflandırılır:
- Fâ-u ta’liliyye (الفَاءُ التَّعْلِيلِيَّةُ): Öncesi ile sonrasında sebep sonuç ilişkisi vardır. Öncesi sonrasının sebebidir. Türkçeye çevrilirken “bundan dolayı”, “bu sebeple” şeklinde çevrilmelidir.
- Fâ-u tafsiliyye (الفَاءُ التَّفْصِيِلِيَّةُ أَوِ التَّفْسِيرِيَّةُ): Öncesindeki cümle kapalı, tam olarak anlaşılmayan bir cümledir (Mücmel bir ifade). Sonrasındaki cümle ise mücmeli açıklayan, kapalılığı gideren bir cümledir (Mufassal bir ifade).
- Netice Fâsı (فَاءُ النَّتِيجَةِ): Önceki cümle/cümleler açıklanmış cümle/cümlelerdir. Sonraki cümle ise bu açıklanmış cümle/cümlelerin sonucunu gösteren, bir nevi özetleyen cümledir. Fâ-u tafsiliyyenin tersidir. “Sonuç olarak”, “neticede” şeklinde Türkçeye çevrilir.
- İrtibat Fâsı (فَاءُ الْاِرْتِبَاطِ): Öncesindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında zamansal ya da sebepsel ilişki yoktur ama aralarında bağlantı vardır. Cümleler arasındaki fâ tertip ve takip için değil, sebep için değil, tafsil için değil, neticelendirme için değilse ve cümleler arasında konu bağlantısı olduğu zaman gelen fâ irtibât fâsıdır.
Buradaki fâ-u ta’liliyyedir. Öncesi sonrasının sebebidir.
لَا: “Değil” demektir. Olumsuzluk edatıdır.
تَتَذَكَّرُونَ: “Anlarsınız” demektir. ذكر kökünden tefe’ûl bâbından ikinci şahıs eril çoğul merfu muzari malum fiildir. Birinci bâbdan ذَكَرَ - يَذْكُرُ şeklinde “anmak, anlamak, anlatmak, anımsamak” anlamlarındadır. Birisini anlamak, anlatmak veya bir şeyi akletmek, aklettirmek amacıyla kaydedildiği yerden onun hakkındaki bilgileri alıp kullanmak manasındadır. Bu kaydedildiği yer kitap olabileceği gibi insanın hafızası da olabilir, başka şeyler de olabilir. Kullanma da sözle olabileceği gibi yazıyla da olabilir, başka şekilde de olabilir. Tef’îl bâbından ذَكَّر - يُذَكِّر şeklinde teksir ve mübalağa etkisiyle “anlatmak” demektir. Bu bâb tefe’ûl bâbına gelince تَذَكَّرَ - يَتَذَكَّرُ şeklinde tef’îl bâbıyla teksir ve mübalağa ile çokça anlatılan kimsenin mübalağalı bir şekilde anlaması demektir.
لَا تَتَذَكَّرُونَ: “Anlamazsınız” demektir.
أَلَا تَتَذَكَّرُونَ: “Anlamaz mısınız?” demektir.
أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ: “Öyleyse anlamaz mısınız?” demektir. “Öyleyse tezekkür etmez misiniz?” demektir.
Tefekkür, fıkh, ilim, akl ve zikr (tezkir/tezekkür) birbiriyle ilişkili kavramlardır.
يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Sizin için ekini ve zeytini ve hurmayı ve üzümleri ve meyvelerin tümünden bitirir. Bunda düşünüyor olan bir kavim için bir ayet vardır. (Nahl 11)
Bu ayet ekinler, meyveler hakkında düşündürüyor.
قُلْ لَا أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ
De ki “Size ne indimde Allah’ın hazineleri var diyorum ne de gaybı biliyorum ne de size ben meleğim diyorum. Yalnızca bana vahyolunana uyuyorum.” De ki “Kör ve gören aynı seviyede olur mu? Tefekkür etmiyor musunuz?” (Enam 50)
Bu ayette karşı tarafı düşündürmeye sevk eden cümleler kuruluyor.
قَالُوا يَاشُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِمَّا تَقُولُ
Ey Şuayb, senin söylediklerinden çok fazlasını anlamlandıramıyoruz, dediler. (Hud 91)
Bu ayette sözün anlamlandırılmaması durumu anlatılıyor.
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِي (27) يَفْقَهُوا قَوْلِي (28)
Dilimden bağı çöz ki sözümü anlamlandırsınlar. (Taha 27-28)
Bu ayette sözün anlamlandırılması durumu anlatılıyor.
إِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ
İlim yalnızca Allah’ın indindedir. (Ahkaf 23)
İlimde referans noktası yalnızca Allah’tır.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Allah size ayetlerini böylece açıklıyor. Umulur ki akledersiniz. (Bakara 242)
Akletme ayetlerin açıklanma sebebidir.
إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Onu Arapça Kuran olarak indirdik. Umulur ki akledersiniz. (Yusuf 2)
Kitap Arapça Kuran olarak indirilmiştir. Beklenilen akletmektir yani Kuran Arapçası ile ayetler arasında bağlantılar kurarak sonuçlara varılması beklenmektedir.
وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَا إِلَّا الْعَالِمُونَ
Bu örnekler, onları insanlar için anlatıyoruz. Onları yalnızca alimler akleder. (Ankebut 43)
Alimler örneklerle yeni durumlar arasında bağlantı kurar.
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ
Ey İsrailoğulları sizi nimetlendirdiğim nimetimi anın. (Bakara 40)
İsrailoğullarından geçmişte kendilerine verilen nimeti zikretmeleri isteniyor.
Tefekkür, Fıkh, İlim, Akl, Zikr |
Tefekkür (التَّفَكُّر) | Düşünmek, bir işle ilgili durumlar için bilgileri kendi içinde devamlı döndürmek, sebep sonuç ilişkilerini düşünmek. | Düşünüyorsunuz. Gözlemliyorsunuz. Veri elde ediyorsunuz. |
Fıkh (الفِقْه) | Veri işlemek (Sözü fıkh etmek, kalplerin fıkhetmesi), anlamlandırmak, anlamlı hale getirmek. Veriden bilgi elde etmek. | Elde ettiğiniz verilerden bilgiler elde ediyorsunuz. |
İlim (العِلْم) | Bilgi, bilmek. | Artık bilgi sahibisiniz. |
Akl (العَقْل) | Bağlantılar kurarak belirli bir metodolojiyle sonuca varmak, karar almak demektir. Bilimsel metodolojiyi ifade eder. Cehaletin zıddıdır. | Bilgileri metodolojik olarak kullanarak kararlar alıyorsunuz. |
Zikr (الذِّكْر) | Anmak, zikretmek demektir. Birisini, bir şeyi anmak, anlatmak amacıyla kaydedildiği yerden onun hakkındaki bilgileri alıp kullanmak manasındadır. Bu kaydedildiği yer kitap olabileceği gibi insanın hafızası da olabilir, başka şeyler de olabilir. Kullanma da sözle olabileceği gibi yazıyla da olabilir, başka şekilde de olabilir. Tezkir: Anımsatmak, hatırlatmak (teksir ve mübalağa ile) Tezekkür: Anımsamak, hatırlamak, anlamak (teksir ve mübalağa ile) | Eski bilgileri, aldığınız kararları lazım olduğu anda anıyorsunuz, anlatıyorsunuz. |
Allah bizden anlamamızı istiyor. Niçin O’nun dunundan veliler ve katkıda bulunucular arıyorsunuz diyor. Allah’ın dunundan olan vesenlerden niçin veli olmalarını istiyorsunuz, onları dayanışma sanıyorsunuz. Vesenlerden niçin katkılar bekliyorsunuz, onları katkıda bulunucu sanıyorsunuz. Vesenler Allah’ın indinde değildir. Hala anlamıyor musunuz? Onları dayanışma yapamazsınız. Onlardan veli olmaz, şefaatçi olmaz. Onlar menfaat kuruluşlarıdır. Onlar kendi içlerinde bile rekabet halindedirler. İçlerinden birilerini harcarlarsa onun sırtına basarak vesen içinde yükselirler. Gökleri ve yeri ve ikisinin arasında olanı altı evrede yaratan Allah size de başarıyı evre evre verecektir. Vesenlerin peşine takılmayın. Çoğunluğu ele geçirerek kısa yoldan başarıyı aramayın. Gökler ve yer bile bir anda var edilmedi. Allah isterse evreni bir anda ortaya çıkarırdı. Siz de yavaş yavaş gelişecek ve Allah’ın dinini (düzenini) getirir hale geleceksiniz. Vesenler çok çabuk başarıyı getirir sanabilirsiniz. Örneklerini görmediniz mi? Hazırlanmadan iktidarlara gelenleri görmediniz mi? Nasıl da batının batıl sistemlerinin esiri haline geldiler. Bunları anlayın artık diyor. Kuran’ı kendinize rehber edinin. Onun rehberliğinde Allah’ın yolunda çalışın. Başarı vesenlerden gelmez, Allah’ın indinden gelir.
Teşvikiye, Yalova
28 Aralık 2024
M. Lütfi Hocaoğlu