LOKMAN SÛRESİ - 21. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (27)
Deniz ondan sonrasında yedi denizin onu uzattığı halde iken yerde ağaçtan olan her ne varsa kalemler olsaydı Allah’ın kelimeleri tükenmezdi. / Yerde ağaçtan olan her ne varsa ve ondan sonrasında yedi denizin uzattığı deniz kalemler olsaydı Allah’ın kelimeleri tükenmezdi. Kesinlikle Allah etkindir, hükme varıcıdır. (27)
وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ
Deniz ondan sonrasında yedi denizin onu uzattığı halde iken yerde ağaçtan olan her ne varsa kalemler olsaydı Allah’ın kelimeleri tükenmezdi. / Yerde ağaçtan olan her ne varsa ve ondan sonrasında yedi denizin uzattığı deniz kalemler olsaydı Allah’ın kelimeleri tükenmezdi.
Bu ayette الْبَحْر kelimesinin iki kıraati vardır.
Şerh | Kelime | Ravi | Kari |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | نافع المدني |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | ابن كثير المكي |
(وَالْبَحْرَ) بنصب الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | أبو عمرو بن العلاء |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | ابن عامر الدمشقي |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | عاصم الكوفي |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | حمزة الكوفي |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | الكسائي الكوفي |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | أبو جعفر |
(وَالْبَحْرَ) بنصب الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | يعقوب |
(وَالْبَحْرُ) برفع الراء | وَالْبَحْرُ | متفق عليه | خلف العاشر |
On kıraatin sekizinde الْبَحْرُ kıraati, ikisinde الْبَحْرَ kıraati vardır. İki durumda cümlenin anlamı değişmektedir. Farklı kıraatler olan durumlarda her kıraat ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
Birinci kıraate göre i’râb:
Cevap cümlesi Fiil cümlesi | Şart cümlesi Fiil cümlesi | Vâv-u isti’ nâfiye |
Fâil | Fiil | Olum-suzluk edatı | Fâil | Fiil | Şart edatı |
İsmi Hâl İsim cümlesi | Haberi | İsmi Sahibul hâl | Enne |
Haber Fiil cümlesi | Mübteda | Vâv-u hâliyye | Sıla cümlesi Fiil cümlesi | İsm-i mev- sûl |
Fâil | Mef-ûlun bih | Fiil |
Sahibul hâl | Hâl |
كَلِمَاتُ اللَّهِ | نَفِدَتْ | مَا | سَبْعَةُ أَبْحُرٍ | مِنْ بَعْدِهِ | هُ | يَمُدُّ | الْبَحْرُ | وَ | أَقْلَامٌ | فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ | مَا | أَنَّ | ثَبَتَ | لَوْ | وَ |
İkinci kıraate göre i’râb:
Cevap cümlesi Fiil cümlesi | Şart cümlesi Fiil cümlesi | Vâv-u isti’ nâfiye |
Fâil | Fiil | Olum- suzluk edatı | Fâil | Fiil | Şart edatı |
İsmi Ma'tûf | Atıf harfi | Haberi | İsmi Ma'tûfun aleyh | Enne |
Haber Fiil cümlesi | Mübteda | Sıla cümlesi Fiil cümlesi | İsm-i mev- sûl |
Fâil | Mef- ûlun bih | Fiil |
Sahibul hâl | Hâl |
كَلِمَاتُ اللَّهِ | نَفِدَتْ | مَا | سَبْعَةُ أَبْحُرٍ | مِنْ بَعْدِهِ | هُ | يَمُدُّ | الْبَحْرَ | وَ | أَقْلَامٌ | فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ | مَا | أَنَّ | ثَبَتَ | لَوْ | وَ |
وَ: Vâv-u isti’nafiyyedir.
لَوْ: “-saydı, -seydi” demektir. Harftir. Geçmişte bir işin ve oluşun meydana gelmesini yine geçmişte başka bir işin ve oluşun meydana gelmesine bağlı kılar. Kendisinden sonra gelen şart ve cevap cümleleri mazi ya da mazi manalıdır. Cevap cümlesinin başına onu şarta bağlayan لَ gelir. Buna cevap lâmı denir. Cevap cümlesinin şart cümlesinin cevabı olduğunu gösterir. Bu nedenle cevap cümlesi olumlu fiil cümlesi olursa gelir, olumsuz fiil cümlesi olursa gelmez. Şart cümlesi cevap cümlesinden sonra geliyorsa gelmez. Eğer cevap cümlesinin şartın cevabı olduğu barizse cevap cümlesinin başında cevap lâmı gelmeyebilir. Burada olduğu gibi sonrasında أَنَّ gelirse ismi ve haberi ile birlikte mahzuf ثَبَتَ fiilinin fâili olur.
أَنَّ: “Kesinlikle -mek, -mak” demektir. Huruf-u müşebbehe bi-l fiildendir. أَنَّ harfi إِنَّ gibi te’kîd bildirir. Farkı أَنَّ nin mastar olmasıdır.
مَا: Umumi ism-i mevsuldür. Gayr-i akil varlıklar için kullanılır. Akil ve gayr-i akil varlıklar bir aradaysa da bu ism-i mevsul kullanılır.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
الْأَرْضِ: “Yer” demektir. ءرض kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan أَرَضٌ mastarı bir mekânın bereketli, verimli olması, hayrının çok olması ve yerleşme ve ikamet için uygun olması manasındadır. Bu mastar manasından yerleşme için uygun olan manasında أَرْضٌ “yer” anlamındadır. “Yeryüzü” manasına da gelir. Yerleşme için uygun olan her yer arzdır. Ay’a yerleşirseniz, orası arz olur. Mars’a yerleşirseniz, orası arz olur. Uzay istasyonuna yerleşirseniz, orası arz olur. Arzı yerküre olarak sınırlandırmak yanlıştır. Yerküre içindeki herhangi bir alan da arzdır. Türkçeye geçen arsa ve arazi kelimeleri, İngilizcedeki earth kelimesi buradan gelmektedir.
فِي الْأَرْضِ: “Yerde” demektir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
شَجَرَةٍ: “Ağaç” demektir. İsm-i cem-i cinsin müfredleşmiş halidir. Müfredleşmemiş hali شَجَر dir. شجر kökünden birinci bâbdan شَجْر mastarı dallanıp budaklanmak manasındadır. Bu mastar manasından dallanıp budaklanan manasında شَجَر ıstılahi olarak “ağaç” anlamında camid isimdir. Dişil olarak kullanıldığında “ağaç topluluğu” eril olarak kullanıldığında “ağaç cinsi” anlamındadır. Fertleştirilmiş hali شَجَرَة dir.
مِنْ شَجَرَةٍ: “Ağaçtan” demektir.
فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ: “Yerde ağaçtan” demektir.
مَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ: “Yerde ağaçtan olan her ne varsa” demektir.
أَقْلَامٌ: “Kalemler” demektir. Tekili قَلَم dir. قلم kökünden ikinci bâbdan قَلْم mastarı tırnak, toynak, budak gibi uzantıların kesilmesi manasındadır. Bu manadan gelerek قَلَم ağaçtan kesilen ve kendisiyle yazı yazılan manasında “kalem” anlamında camid isimdir. زَلَم kelimesi de “kalem” kelimesi ile akrabadır. İkinci bâbdan زَلْم mastarı bir şeyin çıkıntılarının kesilmesi ve düzleştirilmesi manasındadır. Bu manadan gelerek زَلَم kendisindeki çıkıntıların, uzantıların kaldırıldığı ve bu sebeple kumar ve kura için kullanılan “kura aracı” anlamında camid isimdir. Çoğulu أَزْلَام dır. قَلَم kesilip uzaklaştırılan çıkıntı, زَلَم kendisindeki çıkıntıların, uzantıların kaldırıldığı şeydir.
وَ: Birinci kıraate göre hal vâvı olarak “halde” demektir. İkinci kıraate göre atıf harfidir ve “ve” demektir. مَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ e الْبَحْرَ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ i atfetmektedir.
الْبَحْرُ: “Deniz” demektir. بحر kökünden üçüncü bâbdan mastar olarak genişlemek, alanca büyümek manasındadır. Yine süslü, güzel bir şekilde yazmak manasındadır. Bu mastar manasından alanı büyük olan şey manasından ıstılahi olarak “deniz” anlamında camid isimdir. Erildir. İkili بَحْرَانِ (merfu) ve بَحْرَيْنِ (mensub ve mecrur) dir. Çoğulu أَبْحُر ve بِحَار dır. İkinci kıraatte الْبَحْرَ şeklinde mensubdur.
يَمُدُّ: “Uzatır” demektir. مدد kökünden birinci bâbdan مَدّ mastarı “bir şeyi gerip boyunu uzatmak, bir şeyi başka bir şeyle birleşene kadar uzatmak” manasındadır. Bu kökten gelen مُدَّة ıstılahi olarak miktarı uzatılan zaman olarak “ek süre, müddet” anlamında, isimdir. Aynı kökten gelen مِدَاد “uzatılan şey” demektir. Istılahi olarak kâğıdın üzerine yazılarak uzatılmış hale geldiği için “mürekkep” anlamında kullanılır. م harfi su manasındadır. Büyüklük manası vardır. د harfinin temel manası kapıdır. İleri ve geri hareket anlamına gelir. Büyüme hareketi anlamından uzatmak, uzamak anlamına gelir. م harfi köklerin başına gelince mekan ve zaman manası kazandırabilir. د ise hareketi ifade eder. İki kök bir araya gelince mekânda ve zamanda uzamayı ifade eder.
هُ: “O” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. الْبَحْرُ ye (diğer kıraatte الْبَحْرَ ye) racidir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
بَعْدِ: “Sonra” demektir. Zarftır.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. الْبَحْرُ ye (diğer kıraatte الْبَحْرَ ye) racidir.
بَعْدِهِ: “Ondan sonra” demektir.
مِنْ بَعْدِهِ: “Ondan sonrasında” demektir.
سَبْعَةُ: “Yedi” demektir. Sayıdır. 3-10 arasındaki sayılara müfred sayılar denir. Sayı ve sayılan izafetle (isim tamlaması) ile gelir. Bu sayıların sayılanları eril olduğunda sonunda kapalı te vardır. Sayılanları dişil olduğunda sonunda kapalı te yoktur.
Dişil | Eril | İ’râb |
M.İleyh Sayılan | Muzaf Sayı | M.İleyh Sayılan | Muzaf Sayı |
سَمَاوَاتٍ | سَبْعُ | كُتُبٍ | سَبْعَةُ | Merfu |
سَمَاوَاتٍ | سَبْعَ | كُتُبٍ | سَبْعَةَ | Mensub |
سَمَاوَاتٍ | سَبْعِ | كُتُبٍ | سَبْعَةِ | Mecrur |
أَبْحُرٍ: “Denizler” demektir. Tekili بَحْرٍ dir.
سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: “Yedi deniz” demektir. Deniz eril olduğu için sayı olan yedi (سَبْعَةُ) kapalı te ile gelmiştir.
مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: “Ondan sonrasında yedi deniz” demektir.
يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: “Ondan sonrasında yedi deniz onu uzatır” demektir.
الْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: Birinci kıraate göre isim cümlesidir. Mübteda ve haberden oluşur. “Deniz, ondan sonrasında yedi deniz onu uzatır” demektir.
الْبَحْرَ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: İkinci kıraate göre sahibu-l hâl ve hâldir. “Ondan sonrasında yedi denizin uzattığı deniz” demektir.
وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: Birinci kıraate göre hâl vâvı ve isim cümlesidir. “Deniz ondan sonrasında yedi denizin onu uzattığı halde” demektir.
وَالْبَحْرَ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: İkinci kıraate göre atıf harfi ve matuftur. “Ve ondan sonrasında yedi denizin uzattığı deniz” demektir.
لَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: Birinci kıraate göre “Deniz ondan sonrasında yedi denizin onu uzattığı halde iken yerde ağaçtan olan her ne varsa kalemler olsaydı” demektir.
لَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرَ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ: İkinci kıraate göre “Yerde ağaçtan olan her ne varsa ve ondan sonrasında yedi denizin uzattığı deniz kalemler olsaydı” demektir.
مَا: “Değil” demektir. Olumsuzluk edatıdır.
نَفِدَتْ: “Tükendi” demektir. نفد kökünden üçüncü şahıs dişil tekil mazi malum fiildir. Dördüncü bâbdan نَفَاد mastarı “tükenmek, bitmek ve ondan geriye bir şey kalmaması” manasındadır.
كَلِمَاتُ: “Kelimeler” demektir. Tekili كَلِمَة dir. İsm-i cem-i cins olan كَلِم den müfredleşmiştir. كَلِم bir sözün, rumuzun, işaretin, resmin ortaya çıkardığı manadır. Cins ve cem manasındadır. Sonuna ة alarak müfredleşir. İletilen, ortaya çıkan mananın cins ismidir. كَلِمَة ise ism-i cem-i cinsin ferdleşmiş halidir. Sonuna ة gelerek iletilen, ortaya çıkan manalardan bir mana anlamına gelmiştir. Tek bir sözcük bir “kelime” olabileceği gibi, bir cümle ya da cümleler topluluğu da bir “kelime” olur. Önemli olan mana ifade etmesidir.
Türkçede kullandığımız “kelime” ile Kuran’daki “kelime” farklıdır. Anlam kayması ile dilimize girmiştir. Türkçede “sözcük” anlamında kullanılır. Oysa “kelime” hem sözcüğün hem cümlenin hem de cümle topluluğunun manasıdır.
قَوْل söz demektir. قَوْل’in manası kelimedir. كَلِمَة sadece kavlin değil, rumuzun ya da işaretle anlatılanların da manasıdır.
Başka dillerle söylenen farklı قَوْل‘ler aynı كَلِمَة‘yi ifade edebilir.
Örneğin: “Adam eve gidiyor” Türkçe bir kavldir. “The man is going home” İngilizce bir kavldir. “يذهب الرجل إلى البيت” Arapça bir kavldir. Bunların hepsi aynı manayı ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle bunların hepsi ayrı kavldir ama hepsi aynı kelimedir.
Bu manayı sağır dilsiz alfabesiyle de anlatsak aynı kelimedir, resimle çizerek anlatsak da aynı kelimedir. Çünkü hepsi aynı manayı ortaya çıkarmaktadır.
يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ
Kelimi (Ortaya çıkan manayı) konduğu yerlerden tahrif ediyorlar. (Nisa 46)
Burada الْكَلِمَ ism-i cem-i cins’tir. Bir sözün, rumuzun, işaretin, resmin ortaya çıkan manasıdır. Tahrif edenler mananın konduğu yerleri tahrif ederek mana üzerinde oynamaktadırlar. İsm-i cem-i cinslere dönen zamir müzekker ise cinsi ifade eder, müennes ise cem ifade eder. Burada müzekkerdir ve cins ifade edilmektedir.
حَتَّى إِذَا جَاءَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا
Nihayet onlardan birisine ölüm gelince “Rabbim, beni geri çevir, belki terk ettiklerimin içinde salih amel ederim.” dedi. Hayır, kesinlikle o söyleyenin söylediği bir kelimedir. (Müminun 99-100)
Burada كَلِمَةٌ sözcüğünün tek bir sözcük olmadığı, mana ifade ettiği anlaşılmaktadır. “Rabbim, beni geri çevir, belki terk ettiklerimin içinde salih amel ederim.” cümlesinin manasıdır. Bu ifade hangi dille söylenirse söylensin, manası o kelimedir ve ona işaret edilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken إِنَّهَا’daki ve قَائِلُهَا’daki هَا zamiri nereye dönmekte, هُوَ zamiri nereye dönmektedir. Biri müzekker, diğeri müennestir.
Burada هُوَ zamiri “Rabbim, beni geri çevir, belki terk ettiklerimin içinde salih amel ederim.” sözüne yani kavle dönmekte, هَا zamiri ise bu sözün yani kavlin manası olan kelimeye dönmektedir.
Yani إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا demek, o mana, manayı söyleyenin sözünün manasıdır, demektir. Burada كَلِمَةٌ kullanılması, söyleyen sözü hangi dille söylerse söylesin, manasının bu manada olduğunu ifade eder.
قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ
De ki, ey kitap ehli, sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmemek ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve bazımızın bazımızı Allah’tan başka rabler edinmemesi. (Ali İmran 64)
Burada kitap ehline تَعَالَوْا إِلَى قَوْلٍ سَوَاءٍ (sizinle bizim aramızda eşit bir söze gelin) denmemiştir. Böyle denseydi ortak sözün buradaki gibi Arapça ifade olması gerekirdi. Oysa kelime dendiği için “أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ” manasında olan her dilde söylenen her söz kullanılabilir. Fransızlara Fransızcası, İngilizlere İngilizcesi, Almanlara Almancası söylenebilir. Eğer kelime yerine kavl kullanılsaydı hepsine Arapça söze gelmeleri istenmiş olacaktı.
صَدَّقَتْ بِكَلِمَاتِ رَبِّهَا وَكُتُبِهِ
Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. (Tahrim 12)
Burada tasdik eden Meryem’dir. Meryem kelimeleri ve kitapları tasdik etmektedir. Kelimeler kavllerin manaları iken kitaplar kavllerin yazılı halidir.
قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ
Allah veled edindi, dediler. Ne onlara ait ne de babalarına ait hiçbir ilim yoktur. Ağızlarından çıkan ne büyük bir kelimedir. (Kehf 4-5)
Burada kelime “اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا” manasıdır, yani Allah’ın çocuk edinmesidir. Başka dillerde söylendiği için “كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ” şeklinde kullanılmıştır. Söyleniş şekli aynen burada yazdığı gibi Arapça olsaydı “كَبُرَ قَوْلًا يَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ” şeklinde gelirdi.
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَ إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ
İbrahim babasına ve kavmine “beni yaratan dışında sizin ibadet ettiklerinizden uzağım. O bana rehberlik edecektir.” demişti. Onu onun arkasından kalıcı kelime kıldık. (Zuhruf 26-28)
Burada “جَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ” daki هَا zamiri ve كَلِمَةً sözcüğü öncesindeki İbrahim’in “إِنَّنِي بَرَاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَ إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ” kavlinin ortaya çıkan manasıdır. İbrahim Peygamber vesenlerden uzak durmaktadır ve bu kendisinden sonrakiler için kalıcı bir kelime kılınmıştır. Biz de bu kelimeye uyarak vesenlerden uzak duruyoruz.
جَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا
Küfredenlerin kelimesini en alçak kıldı. Allah’ın kelimesi, o en üsttür. (Tevbe 40)
Burada küfredenlerin kelimesi, küfredenlerin sözlerinin, yazdıklarının ürettiği ve ilettiği mana, Allah’ın kelimesi de Allah’ın sözlerinin, kitaplarının, yarattıklarının ürettiği ve ilettiği manadır.
إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللَّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ
Meryem oğlu İsa Mesih yalnızca Allah’ın resulü ve onun Meryem’e ilka ettiği kelimesidir ve ondan bir ruhtur. (Nisa 171)
Burada İsa için كَلِمَة kullanılmıştır. Kelime bir sözün ya da yazının ve her türlü ifadenin ortaya çıkan manasıdır. İsa da kendisi için yazılan DNA’nın ortaya çıkan manasıdır. Bu nedenle kelimedir ve bu nedenle “Meryem’e ilka ettiği kelimesidir” denmiştir. Meryem’e ilka edilen Meryem’in yumurtasının değiştirilen DNA’sıdır ve bu bir kitaptır. Bu kitap olan DNA’nın da ortaya çıkan manası kelimedir ve bu kelime de İsa’dır.
أَفَغَيْرَ اللَّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ
O size (bize) tafsil eden kitabı indirmişken Allah’tan başka hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verilenler onun rabbinden hak olarak indirilen olduğunu bilirler. Sakın kuşkulananlardan olma. Rabbinin kelimesi doğruluk ve adlle tamamlandı. O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur. (Enam 114-115)
Burada “تَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا” cümlesindeki كَلِمَة ya öncesindeki cümlelerin ortaya çıkan manasıdır ya da kitabın ortaya çıkan manasıdır. Sonrasındaki “لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ” cümlesindeki “kelimeler/كَلِمَاتِ” ile öncesindeki cümledeki “kelime/كَلِمَة” farklıdır. İkinci “kelimeler” Allah’ın sözlerinin, kitaplarının, yarattıklarının ortaya çıkan manalarıdır ve ilk “kelime”yi kapsayabilir de kapsamayabilir de. Aynı olsalardı zamir dönerdi, “لَا مُبَدِّلَ لَهَا” şeklinde gelirdi.
اللَّهِ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
كَلِمَاتُ اللَّهِ: “Allah’ın kelimeleri” demektir. Allah’ın sözlerinin, kitaplarının ve diğer yarattığı her şeyin ilettiği, ürettiği, ortaya çıkardığı manaları demektir.
مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ: “Allah’ın kelimeleri tükenmedi” demektir.
لَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ: Birinci kıraate göre “Deniz ondan sonrasında yedi denizin onu uzattığı halde iken yerde ağaçtan olan her ne varsa kalemler olsaydı Allah’ın kelimeleri tükenmezdi” demektir.
لَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرَ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ: İkinci kıraate göre “Yerde ağaçtan olan her ne varsa ve ondan sonrasında yedi denizin uzattığı deniz kalemler olsaydı Allah’ın kelimeleri tükenmezdi” demektir.
Her iki kıraatte de denizlerin mürekkep olmasından bahsedilmemektedir. Birinci kıraatte bir deniz vardır veya tüm denizler (istiğrak manasıyla) vardır. Bu denizi/denizleri yedi deniz uzatmıştır. Bunlar bu halde iken yerde ağaçtan ne varsa kalemler olsaydı denmiştir. İkinci kıraatte ise hem yerde ne varsa kalemler olsaydı hem de yedi denizle uzatılmış deniz/denizler kalemler olsaydı denmektedir. Ağaçların kalem olmasını anlayabiliriz ama denizler nasıl kalem olacaktır? O zaman kalem sözcüğünü anlamlandırmada bir hatamız var demektir.
اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ (1) خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ (2) اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ (3) الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ (4) عَلَّمَ الْإِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ (5)
Yaratan rabbinin ismiyle (doğa kanunlarıyla) kıraat et (incele). İnsanı alaktan yarattı. Rabbin en cömert, kalemle öğreten, insana bilmediğini öğreten halindeyken kıraat et (incele). (Alak 1-5)
Bu ayetlerde kıraat emri vardır. Kıraat inceleme, analiz etme demektir. Düz okuma demek değildir. Kıraat için okuma yazma bilmeye de gerek yoktur. Zaten bu ayetler ilk inen ayetlerdir ve peygambere inmiştir. Okuma-yazma bilmeyen ve sonra da öğrenmeyen bir peygambere kıraat et emri gelmiştir. İncelemesi, analiz etmesi istenmektedir. Ardından rabbinin kalemle öğrettiği söylenmekte sonra buna bedel olarak insana bilmediğini öğretti denmektedir. Kalemle öğrenme terimini bir yazma aracı olan Türkçedeki “kalem” olarak anladığımızda şimdilik bir sorun yoktur. Halen kalemleri kullanmaktayız. Ancak Kuran indiği zaman kalem ağaçtan yapılırdı. Şimdi tükenmez kalemler, dolma kalemler, kurşun kalemler kullanmaktayız. Bu durumda ağaçtan yapılma manası kaybolmuştur. Kalemi yazma aracı olarak anlamlandırmaktayız. Önceleri daktilolarla, şimdi ise bilgisayar veya telefonla da yazmaktayız. İşte bunlar da kalemdir. Kalemi yazma aracı olarak sınırlandırmak da eksiktir. Bu ayet açıkça anlamını vermektedir. عَلَّمَ بِالْقَلَمِ (kalemle öğretti) denmektedir. Kalem öğretmede kullanılan araçtır, anlamlandırma aracıdır. Bir şeyi anlamlandırarak, sembolize ederek öğrenilebilir hale getirmektedir.
ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ
Nûn. Kaleme ve onların bıraktıkları izlere yemin olsun. (Kalem 1)
Burada kaleme yemin edilmekte ve atıf olarak şuurlu varlıkların bıraktıkları eserlere, izlere yemin edilmektedir. سطر kökünden birinci bâbdan سَطْر mastarı bir araç kullanarak (kalem gibi) eser bırakmak manasındadır. Bu manadan geçmişte bırakılan eser, iz manasında أُسْطُورَة “masal, efsane” anlamındadır. Çoğulu أَسَاطِير dir.
Kalem öğrenme aracıdır. Anlam verme aracıdır. Şuurlu varlıkların eserleri de kalemle anlamlanır. مَا يَسْطُرُونَ diyerek muzari fiille geldiği için geniş zamandır. Günümüzü de geçmişi de geleceği de kapsar. Eğer مَا سَطَرُوا diyerek mazi fiil ile gelseydi geçmişte bırakılan eserleri anlardık. Buna göre bundan bin yıl sonra günümüzdeki kalemlerin hiçbiri olmayacak ama öğrenmede kullanılacak aracın adı yine kalem olacaktır. Yapay zekalı bir araca sadece söyleyerek holografik bir video oynattırarak insanların öğrenip anlamlandırmasını sağlayacağız. Bu cihaz da kalem olacak. İşte sadece mazi fiil yerine muzari fiil kullanılması bile Kuran’ın bir mucizesi olarak çağlar üstü olduğunu ve Kuran’daki sözcükleri nasıl anlamlandırmamız gerektiğini göstermektedir.
Aynı zamanda Ennenin haberi kalem değil kalemlerdir. Oysa bir kural vardır. Haber camid isim ise mübteda, İnnenin ismi, Ennenin ismi çoğul da olsa haber tekil gelir. Ennenin ismi مَا ism-i mevsulü olduğu için tekildir. Bu ism-i mevsulün ifade ettiği varlıklar için tekil kullanıldığında birey birey ve birbirinden ayrı ayrı o cinsten var olan her şeyi kapsar. Çoğul geldiğinde ise topluluklar olarak o cinste var olan her şeyi kapsar. Kalem camid isimdir ve burada çoğul gelmiştir. Bundan dolayı ağaçtan olanlar gruplar halinde kalemler olacaklardır. Değişik türlerde öğrenme araçları olacaklardır.
İlk kıraatte denizin yedi denizle uzatılması haldir. Sahibu-l hâl ile bağlantısı sadece hâl vâvıdır. Sahibu-l hâle dönen bir zamir yoktur.
Hâlin çeşitleri
Hâl sâhibu-l hâlin veya sâhibu-l hâlle ilgili başka bir varlığın durumunu açıklar. Buna göre hâl şu şekilde sınıflandırılabilir:
- Hâkikiyye (الْحَقِيقِيَّةُ): Doğrudan sâhibu-l hâlin durumunu açıklar.
- Mübeyyine (الْمُبَيِّنَةُ): Sâhibu-l hâlin cümlesinin zamanı içinde hâlin bildirdiği durum sâhibu-l hâlde bulunur. İkiye ayrılır:
- Müntekile (الْمُنْتَقِلَةُ): Aslolan hâlin müntekil olmasıdır. Yani sahibi için sabit bir şekle delalet etmez. Sabit şekle delalet eden sıfattır. Müntekil hâl sâhibu-l hâlin cümlesi ya da şibh-i fiilinin zamanı içindeki durumunu bildirir.
- Müekkide (الْمُئَكِّدَةُ): Hâlin bildirdiği durum aslında sâhibu-l hâlde geçici olan değil, sabit olan bir durumdur. Yani sahibi var oldukça hemen hemen ondan hiç ayrılmayan hâldir. Ancak sâhibu-l hâlin cümlesi ya da şibh-i fiilinin hükmü ile ilgili bir durumu ifade etmek için sanki sadece cümle ya da şibh-i fiilin zamanı ile ilgiliymiş gibi hâl olarak gelmiştir. Te’kîd içindir.
- Mukaddere (الْمُقَدَّرَةُ): Sâhibu-l hâlin cümlesinin zamanı içinde hâlin bildirdiği durum sâhibu-l hâlde bulunmaz.
- Sebebiyye (السَّبَبِيَّةُ): Sâhibu-l hâlin durumunu açıklamaz. Sâhibu-l hâlle ve cümlenin hükmüyle ilgili başka bir varlığın durumunu açıklar.
Burada ilk kıraatteki hâl sebebiyyedir. Doğrudan sahibu-l hâl olan yerde ağaçtan olanın durumu açıklanmamaktadır. Kalemler olan sahibu-l hâl anlatılırken bununla ilişkili olarak yedi deniz tarafından uzatılan bir denizden bahsedilmektedir. Aradaki ilişki nedir? Bunun için başka bir ayete bakalım.
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“Deniz rabbinin kelimeleri için uzatılan olsaydı rabbinin kelimeleri tükenmeden deniz tükenirdi meded olarak onun mislini getirsek bile” de. (Kehf 109)
Bu ayette de مِدَادًا sözcüğüne mürekkep anlamı verilmektedir. Ancak cins isimler harf-i tarif almadan nekre geldiklerinde cins anlamı verilmez. Bu nedenle burada mürekkep değil uzatılan şey anlamındadır. Zaten en sonunda جِئْنَا بِمِثْلِهِ مِدَادًا denmemiş جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا denmiştir. Anlam mürekkep olsaydı sonunda مَدَدًا değil مِدَادًا gelirdi. “Onun mislini mürekkep olarak getirsek bile” şeklinde gelirdi. Oysa “onun mislini meded (uzatma) olarak getirsek bile” denmiştir. Buna göre denizlerin uzatılması Lokman suresinin bu ayetinde 1’e 7 eklenerek 8’e, Kehf suresindeki ayette ise 1’e 1 eklenerek 2’ye çıkarılmaktadır. Buna göre hem ağaçların öğrenme aracı olması hem de denizlerin uzatılması aynı sebepten dolayı hâl olmuşlardır. İkisi de Allah’ın kelimelerini tüketmek istemektedirler. Kalemler öğrenmeyi sağlamakta, denizler ise uzayarak yayılmakta, büyümektedir. Allah’ın sözlerinin, kitaplarının ve diğer yarattığı her şeyin ilettiği, ürettiği, ortaya çıkardığı manalar ağaçtan kalemlerle öğrenilmekte, denizlerle ise yayılmaktadır.
شَجَر her zaman ağaç demek değildir. Dallanıp budaklanan her şey شَجَر dir.
لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
Aralarında dallanıp budaklanan şeyde seni hakem tayin edene sonra senin kazandan dolayı içlerinde bir sıkıntı bulmayana ve teslim olana kadar iman etmiş olmazlar. (Nisa 65)
Bu ayette aralarında dallanıp budaklanan ve hakeme gitmeyi gerektiren sorun شَجَر ile ifade edilmektedir.
Ağaç dallanmayı ifade eder. Sınıflandırma demektir. Ağaçtan kalemler sınıflandırarak öğretir. İkinci kıraatte ise denizler de kalemler olmuştur. Denizlerden kalemler de sınıflandırmadan uzayarak, yayılarak öğretir. Ağaçtan kalemler daha az bilgiyle sistematik olarak öğretirken çok daha fazla yayılması gereken anlam üretirler. Bu nedenle Lokman suresinin bu ayetinde deniz sayısı 8’dir. Kehf suresinde ise ağaç yoktur. Deniz sayısı 2’dir. Sınıflandırmadan öğrenilen anlamlar daha azdır. Bu nedenle iki denizle ifade edilmiştir. Kelime ağaçları vardır. Yakın anlamdaki sözcükler aynı dal üzerindedirler. Onlardan dallanan diğer sözcükler o dalın dalları üzerindedir. Ayetteki ağaçtan kalemler bunu ifade etmektedir.
Her iki durumda da Allah’ın manalarını öğrenerek bitirememekteyiz. Bu da hangi çağda yaşarsak yaşayalım ne kadar çabalarsak çabalayalım öğrenmenin bitmeyeceğini, Allah’a her zaman hayran olacağımızı göstermektedir.
İnsan bu nedenle ne kadar çok öğrenirse o kadar az bildiğini fark etmeye başlar. Çok bilenler hep az bildiklerini düşünürler ve temkinli olurlar, ön plana çıkmazlar. Çok az şey bilenler ise kendilerini alim sanırlar. Sürekli ön plandadırlar. Her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerine inanırlar. İnsanların çoğunluğunun da özelliği çok bilenin değil kendine çok güvenenin arkasından gitmeleridir. Bu da kifayetsiz muhterislerin yönettiği bir dünyayı gözümüzün önüne sermektedir.
Bu durum 1999 yılında Cornell Üniversitesi’nde sosyal psikologlar David Dunning ve Justin Kruger tarafından yapılan araştırmayla Dunning-Kruger Sendromu olarak adlandırılmıştır. Dunning-Kruger Sendromu, kişinin yetenekleri, bilgi seviyesi veya zekâsı hakkında aşırı özgüvenli olması durumudur.
Dunning-Kruger Sendromu'nun dört temel aşaması vardır:
- Bilgi Eksikliği: Kişi, bir konuda yeterli bilgiye sahip olmadığını fark edemez.
- Yanlış Değerlendirme: Bilgi eksikliği nedeniyle, kişi kendi yetkinliğini aşırı derecede yüksek görür.
- Özgüven: Bu yanlış değerlendirme, kişide aşırı bir özgüvene yol açar.
- Düşük Performans: Kişinin özgüveni, genellikle performansıyla örtüşmez, bu da düşük performansa yol açar.
Allah’ın kelimeleri yani sözlerinin, kitaplarının ve diğer yarattığı her şeyin ilettiği, ürettiği, ortaya çıkardığı manalar o kadar çoktur ki bunu ancak bilgisini artıran insanlar fark edebilir. Öğrendikçe öğrenirsiniz, anladıkça anlarsınız ama kelimeler bitmez. Bilgisi az olan bunu bilmez. Bu nedenle kendini çok bilgili sanır. Aşırı bir özgüveni vardır. Hemen ülkeyi yönetmeye talip olur. Tüm dünyayı saran bir hastalık olan çoğunluk demokrasisi Dunning-Kruger Sendromlular için biçilmiş kaftandır. Bunun için gider bir siyasi partiye kaydolur. O kadar çok özgüveni vardır ki parti içinde yükselir de yükselir. Parti içinde asıl becerikli ve yetenekli olanlar arka planda kalırlar ve hep itilirler. Ayak işleri ve göz önünde olmayan işler onlara yaptırılır. Onların ne kadar değerli oldukları onlara söylenerek ağızlarına bir parmak bal da çalınır. Zaten bu bilgili insanlar göz önünde olsalar da kazanacak kadar oy toplayamazlar. Çünkü temkinlidirler, yapamayacakları vaatlerde bulunmazlar, gerçekleşemeyecek olan vaatler vermezler. Dunning Kruger olanlar ise her şeyi yapabileceklerine inandıklarından bol bol vaatlerde bulunurlar, kendilerine son derece güvenlidirler ve insanların çoğunluğu da onların peşine gitmeye uygun olduğundan siyasi başarıları rahatlıkla elde ederler.
Öncesinde gökleri ve yeri Allah’ın yarattığına kesinkes inandıkları halde Allah’ın indirdiğine uyun denildiği halde atalarını üzerinde bulduklarına uyacaklarını söyleyenlerden bahsedilmekte ve vâv-ı isti’nafiyye ile bu cümle ile bağ kurulmaktadır. Allah’ın kelimelerini öğrenenler onların durumuna düşmezler. Allah’ın kelimelerinin bitmeyecek olduğunu bilenler Allah’ın indirdiğine uyarlar, bilgisi sığ olan Dunning Kruger olanlar ise aşırı özgüvenleri ile kendi bildiklerine yani bilmediklerine uyarlar.
إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Kesinlikle Allah etkindir, hükme varıcıdır.
Mensuh isim cümlesi |
Haberi | Haberi | İsmi | İnne |
حَكِيمٌ | عَزِيزٌ | اللَّهَ | إِنَّ |
إِنَّ: “Kesinlikle” demektir. Huruf-u müşebbehe bi-l fiildendir. Te’kîd için gelir.
اللَّهَ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
عَزِيزٌ: “Üst, üstün, etkin” demektir. Sıfat-ı müşebbehedir. Kökü عزز dir. İkinci bâbdan gelmektedir. Lazım fiildir. Üst olan, üstün olan, etkin olan manasındadır. Sübut ve devam özelliği olan bir sıfattır. Çoğulu أَفْعِلَة kalıbından أَعِزَّة dür.
حَكِيمٌ: “Hükme varıcı” demektir. Kökü حكم dir. Birinci bâbdan lazım fiilden türeyen sıfat-ı müşebbehedir. Bir işte, bir konuda, bir ihtilafta hükme varan demektir. İçinde karışıklık olan bir şeyin içindeki karışıklıkları gideren, ihtilaflı bir konunun içindeki ihtilafı gideren demektir.
إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ: “Kesinlikle Allah etkindir, hükme varıcıdır” demektir. Aziz olanın sözü değerlidir, insanlar isteyerek uyarlar. Hakîm olmasıyla hükme varıcıdır, istemeyerek de O’nun sözüne uyarlar.
Bu ayette aziz ve hakîm sıfatları nekre olarak gelmiştir. Niçin marife değil de nekre gelmiştir? Allah’ın sıfatları marife geldiği zaman ne anlamalıyız, nekre geldiği zaman ne anlamalıyız? Allah’ın sıfatı marife gelmişse o sıfatın gerçekleşmesinin nasıl olduğunu biz kavrayabiliriz, anlayabiliriz, bilebiliriz, nekre gelirse o sıfatın gerçekleşmesinin nasıl olduğunu biz kavrayamayız, bilemeyiz. Kuran’da bu iki sıfat birlikte ve 19 kere nekre (عَزِيزٌ حَكِيمٌ), 29 kere de marife (الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ) olarak geçer. Burada nekredir ve bu sıfatların nasıl gerçekleştiğini kavrayamayız. Bu sıfatlar burada Allah’ın bitmeyen tükenmeyen kelimeleri ile ilgilidir. Allah’ın ürettiği bu kelimelerle ilgili olan etkin ve hükme varıcı sıfatları nasıl olmaktadır, bilemeyiz, anlayamayız.
Teşvikiye, Yalova
31 Ağustos 2024
M. Lütfi Hocaoğlu