LOKMAN SÛRESİ - 7. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ وَمَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ (12)
Yemin olsun, Allah’a şükret diye Lokman’a hikmeti vermiştik. Kim şükrederse yalnızca kendisine şükreder ve kim küfrederse kesinlikle Allah ganidir, hamîddir. (12)
وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ
Yemin olsun, Allah’a şükret diye Lokman’a hikmeti vermiştik.
Cevap cümlesi Fiil cümlesi | Yemin cümlesi | Vâv-u isti’nâfiye |
Müfessira Emir cümlesi Fiil cümlesi | Müfessera |
Mefûlün bih GS | Fâil | Fiil | Tefsir edatı | Mefûlun bih | Mefûlun bih | Fâil | Fiil | Tahkîk edatı | Cevap lâmı |
Mecrur | Cârr |
اللَّهِ | لِ | أَنْتَ | اشْكُرْ | أَنْ | الْحِكْمَةَ | لُقْمَانَ | نَا | آتَيْنَا | قَدْ | لَ | | وَ |
وَ: Vâv-u isti’nâfiyyedir.
لَقَدْ: İki harfin birleşimidir.
لَ: Yeminin cevap lâmıdır. Yemin iki cümleden oluşur. İlk cümle üzerine yemin edilendir. İkinci cümle yeminin kendisidir. İlk cümleye yemin cümlesi, ikinci cümleye yeminin cevap cümlesi denir. Bazı durumlarda yeminin cevap cümlesinin başına لَ gelir. Buna cevap lâmı denir. Kuran’da çoğunlukla yemin cümlesi hazf edilir (söylenmez). Cevap cümlesinde öncesinde yemin olduğuna dair delil varsa yemin cümlesi hazf edilebilir (söylenmez). Genellikle لَقَدْ ile başlayan mazi veya muzari fiiller, لَ ile başlayan isim cümleleri, övme ve yerme cümleleri öncesindeki yemin cümlesi hazf edilmiş olarak gelir. Te’kîd lâmı ile başlayan muzari fiil cümlelerinin öncesindeki yemin cümlesi hazf edilmiş olabilir. لَئِنْ ile başlayan şart ve cevap cümlelerinin de öncesinde yemin cümlesi hazf edilmiştir.
Bu ayette de cevap cümlesi لَقَدْ ile başladığından yemin cümlesi hazf edilmiştir.
قَدْ: Harftir. İsim cümlesinden önce gelmez. Her zaman olumlu fiillerden önce gelir, olumsuz fiillerden önce gelmez. Fiil ile arasında başka bir şey bulunmaz. Mazi fiilden önce gelince tahkîk (gerçekleştirme) edatı (حَرْفُ التَّحْقِيقِ) veya tevakku (beklenti) edatı (حَرْفُ التَّوَقُّعِ) veya takrîb (yaklaştırma) edatı (حَرْفُ التَّقْرِيبِ) olur. Muzari fiilden önce gelince tahkîk edatı olur. لَقَدْ şeklinde geldiğinde yeminin cevap lâmından sonra geldiği için قَدْ tahkik edatıdır. Kesinlik ifade etmek için gelmiştir. Hem yemin gelmesi hem de tahkik edatı gelmesi kesinliği daha da belirgin hale getirmektedir.
آتَيْنَا: “Verdik” demektir. İf’âl bâbından mazi malum birinci çoğul şahıs fiildir. İkinci bâbdan أَتَى - يَأْتِي şeklinde birisine veya bir şeye gelmek, ona ulaşmak ve onun yakınında olup onunla muamele, etkileşim içinde olmak manasındadır. Müteaddi fiildir. İkinci bâb if’âl bâbına (آتَى – يُؤْتِي) ziyadetü-t tadiye etkisi ile gelir. Verdi anlamına gelir. Gelen, getiren ve veren haline gelir. Buradaki verme normal bir verme değildir. Gelip mef’ûlün bihle etkileşime giren kimse, getirdiğini mef’ûlün bihle etkileşime sokar. جَاءَ fiilinde ise gelme vardır ama etkileşim yoktur.
لُقْمَانَ: “Lokman” demektir. Kuran’da bahsedilen değerli bir şahsın özel isimdir. Gayr-i munsariftir. Tenvin ve kesre almaz. Alemiyet (özel isim olma) illetine sahiptir. Arapçalaşmış bir kelime olarak ucme illetine sahiptir. Buna ilaveten zâid ان illetine de sahiptir. Bu illetlerle gayr-i munsariftir.
Lokmanın kim olduğu konusunda çok sayıda görüş vardır. Hepsi birbirinden çok farklıdır. Genel görüşe göre peygamber değildir. Köle olduğu görüşü bile vardır. Kuran bize bu bilgiyi vermemektedir. Bu da kim olduğunun değil söylediklerinin önemli olmasındandır. Lokman’ın söyledikleri Kuran’ın ayetleri olarak indirilmiştir. Bu da onun değerli bir şahıs olduğunu göstermektedir. Oğluna verdiği öğütler bize de verilmiş olmaktadır.
الْحِكْمَةَ: “Hikmet” demektir. حكم kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan حُكْم mastarı bir işte, bir konuda, bir ihtilafta hükme varmak manasındadır. İçinde karışıklık olan bir şeyin içindeki karışıklıkları gidermek, ihtilaflı bir konunun içindeki ihtilafı gidermek demektir.
Hüküm hükme varmaktır. Bir işi icra ederken mevcut seçenekler içinden en uygun, en faydalı seçeneği seçip onu uygulamaya karar vermek demektir. İki veya daha fazla kişi arasındaki anlaşmazlığı çözen ve ilişkiyi düzenleyen bir yöntemi seçip bu yöntemin, taraflar arasındaki etkileşim için en uygun olanı olduğuna karar vermek demektir. Belirli bir durum için, iki veya daha fazla varlık arasındaki ilişkinin düzgün bir şekilde ilerlemesi için en uygun olduğunu düşündüğü kararı verip uygulamaktır. Bir şeyle bir işe hükmetmek ise en iyi seçeneği seçmek için bir şeye bağlı kalarak kararını vermek demektir.
Hüküm çözülmesi gereken bir durum için mevcut olan diğer seçenekleri hariç tutarak, en iyi seçeneğin seçilmesidir. Hâkim bu en iyi seçeneğin seçilmesi sorumluluğuna sahip olan kişidir.
Hakem bir konuda veya bir durumda, birinin otorite sahibi olarak kabul edilerek seçilen ve daha sonra bu otoriteyi kullanarak mevcut seçenekler arasından en uygun olanını seçmeye yetkili kişidir.
حِكْمَة (hikmet) فِعْلَة kalıbından isimdir ve bu kalıp nev’i kalıbıdır. Mastar-ı bina-i nev’i kalıbı da bu kalıptır. Fiilin işleniş şeklini, durumunu veya halini ifade eder. Hüküm kelimesinin özel, daraltılmış bir şeklidir. Bütün hikmetler hükümdür ama bütün hükümler hikmet değildir.
Hüküm de hikmet de seçenekler içinden bir seçeneği seçmektir. Hüküm belirli bir durumda seçilen seçenek doğru olsun olmasın seçene göre en iyi seçeneği seçmek iken hikmet doğru seçeneği seçmektir. Hikmet hem geçmişte gerçekleşmiş bir olayın gerçek sebebi olan seçeneği anlamak hem de gelecek için doğru seçeneği seçmektir. Hikmet yaşam seçeneğidir. Hikmette bir ihtilaf olmasına gerek yoktur. Yaşarken nasıl yaşanacağı, nasıl davranılacağı, nasıl hareket edileceği, insan ilişkilerinin nasıl olacağının seçeneğidir. Bu seçenek yaratılışa uygun olan seçenektir. Allah’ın seçmemizi istediği seçenektir. Hükümde taraflar varken hikmette taraf yoktur. Hikmete uygun yaşayan kimse bunu kendiliğinden yapar. Bir hakemin bunu yapmasına karar vermesine gerek yoktur. Bu şekilde davranması için bir kanun, kural olmasına da gerek yoktur. Hikmet sahibi kişi bu şekilde yaşamayı kendiliğinden seçer. Bu seçenek onun için en iyi seçenektir. Bu da yaratılışa uygun olan, Allah’ın istediği yaşam biçimidir.
Hikmet sahibi olan bir olayın kök sebebini anlayan kimsedir. Bir olay gerçekleştiğinde diğer insanlar olayın görünür sebebini sebep sanırlar. Hikmet sahibi olan ise gerçek sebebinin ne olduğunu anlar.
Şu soru sorulabilir: Hikmet verilir mi, öğrenilir mi?
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا
İstediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir. (Bakara 269)
وَقَتَلَ دَاوُدُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ
Davud Câlut’u öldürdü ve ona Allah mülkü ve hikmeti verdi ve ona istediğini öğretti. (Bakara 251)
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
Onun (Davud’un) mülkünü şiddetlendirdik ve ona hikmeti ve hitabı ayırmayı verdik. (Sad 20)
فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا
İbrahim ailesine kitabı ve hikmeti vermiştik ve onlara büyük bir mülk vermiştik. (Nisa 54)
Bu ayetlerde hikmet verilmiştir. İbrahim ailesine ise kitap ve hikmet verilmiştir.
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ
Rabbimiz, onların içine onlara senin ayetlerini tilavet eden ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten ve onları temizleyen onlardan bir resul gönder. (Bakara 129)
İbrahim ve İsmail Peygamberler Kâbe’nin temellerini yükseltirken bu duayı ediyorlar. Buradan resulün kitabı ve hikmeti öğreteceğini, insanların bunu öğrenebilir olduğunu anlıyoruz.
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
İçinize size ayetlerimizi tilavet eden ve sizi temizleyen ve size kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmiyor olduğunuzu öğreten sizden bir resulü irsal etmemiz gibi. (Bakara 151)
لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
Yemin olsun Allah müminlere onların içine onlara ayetlerini tilavet eden ve onları temizleyen ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten kendilerinden bir resul göndermiş olmakla minnet etmiştir. (Ali İmran 164)
هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
O ümmilerin içine onlara ayetlerini tilavet eden ve onları temizleyen ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten onlardan bir resul gönderendir. (Cuma 2)
وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ
Ona (İsa’ya) kitabı ve hikmeti ve Tevrat’ı ve İncil’i öğretti. (Ali İmran 48)
وَإِذْ عَلَّمْتُكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ
Sana kitabı ve hikmeti ve Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. (Maide 110)
Bu ayetlerde görülmektedir ki öğretilme fiili yalnızca kitap ve hikmet için gelmektedir. Kitap ve hikmet birlikte bir kavramdır. Öğrenilebilir. Hikmet tek başına değil de kitapla beraber öğrenilebilir. Kitap kurallara, kanunlara göre seçenekler içinden bir seçeneği seçmek iken hikmet kurallar, kanunlar olmadan doğru seçeneği seçmektir. İkisi beraber öğrenilir. Bir durumla karşılaştığınızda kurallar o durumda ne yapmanızı gerektiriyorsa onu yaparsınız. Kurallar içinde yaşarken kural konulmayan durumlarla karşılaştığınızda hikmetle hareket etmeyi öğrenirsiniz.
وَأَنْزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ
Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğini öğretti. (Nisa 113)
Bu ayette kitap ve hikmetin indirilmesi durumu vardır. Bunlar Kuran’ın içinde indirilen kurallar ve hikmettir.
Hikmet nasıl verilir? Bir insana durup dururken hikmet verilir mi? İta fiili sıradan bir verme fiili değildir. Verip etkileştirmeyi ifade eder. Hikmet verilmesi o kişinin hikmete konu olan örnek olayları yaşaması ve bu olaylardaki sebep sonuç ilişkilerini çözmesine dayanır. Başınızdan veya başkalarının başından bir olay geçer ve bir sonuç ortaya çıkar. İşte bu sonucu ortaya çıkaran kök sebebi bulursanız o zaman hikmetini anlamış olursunuz. Sürekli olarak kök sebep üzerinde düşünüp anladığınızda size hikmet verilmiş olur. Eğer hikmet verilmemişse olayın ana sebebini bulamazsınız, başka yan sebepler üzerinde durursunuz. Hekim kelimesi de buradan gelmektedir. Hastalıklardaki sebep sonuç ilişkisini bulan kimse hekimdir. Günümüzde sömürücü sermaye ve bu sermayenin güdümünde olan hükümetler çıkardıkları yasalarla hekimliği bitirip teknisyenliğe çevirmişlerdir. Hekimler artık hekim değil sadece doktordurlar. Hastalıkların sebepleri ile ilgilenmezler, sadece mevcut sonucun semptomunu rahatlatan ve hastanın ölene kadar kullanacağı ve zaman içinde onların yan etkileri ile boğuşacağı ilaçları yazma yetkisine sahip kimselerdir. İlan edilen tedavi rehberleri içinde hareket ettiklerinde hastaları iyileştirmemekte, sadece kronik hastalıklarla beraber yaşamalarını sağlamaktadırlar. Bunu yaptıkları zaman hukuken korunmakta ama hastanın hastalığının kök sebebi ile ilgilenip de ona yönelik tedaviler yaptıklarında hukuk karşısında suçlu konumuna düşmektedirler. Cahiliye dönemi hekimliği de bitirmiştir.
Lokman’a gelince, o hikmet sahibidir. Hastaları tedavi eden bir kimse olduğuna dair bir bilgi olmamasına rağmen hekim kelimesinin sonradan yalnızca hasta tedavi eden kimse için kullanılmasından dolayı sonraki anlam önceki anlamın üzerine yazılmış ve Lokman Hekim kavramı ortaya çıkarılmıştır. Yanlış bir adlandırmadır.
Günümüzde ana sorun çoğunluk demokrasisidir. Bütün sorunların kök sebebidir. Bu kök sebebi anlayan hikmet sahibidir. Anlamayan başka sebeplerle uğraşır. Çoğunluk sistemi içinde yönetenlerin kötü olduğunu, yönetime iyi olanların gelince sorunların çözüleceğini sanır. Hikmet sahibi olan kimse kök sebep olan cahiliye döneminin çoğunluk sisteminden ve vesenlerden uzak duran kimsedir. Hikmet sahibi olmayan ise çoğunluk demokrasisi içinde çözümler arar, vesenlerden medet umar, gider onlara mühür basar. Hastalığın ana sebebinin sizi iyileştirmesini beklemek gibidir. Çoğunluk demokrasisi içinde başarılar aramak hastalanarak iyileşeceğini sanmaktan başka bir şey değildir.
لَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ: “Yemin olsun, Lokman’a hikmeti vermiştik” demektir.
أَنِ: “Diye” demektir. Tefsir edatıdır. Harftir. Yalnızca cümleleri tefsir eder. Tefsir edatı (حَرْفُ التَّفْسِيرِ) olması için şu şartlar sağlanmalıdır:
- قَالَ olmayıp (قول harfleri olmayan), نَادَى, أَوْحَى, وَصَّى, عَهِدَ, كَتَبَ, أَذَّنَ, أَرْسَلَ, حَكَمَ gibi قَالَ hükmünde olan, yani mesaj iletilen bir cümlenin içinde gelmelidir. Fiil cümlesi olması gerekmez. Bu fiilleri ya da mastarlarını fehmettiren bir isim cümlesinin de içinde gelebilir. Burada önemli olan bu fillerin bir söz (قَوْل) gerektirmesidir. Nida eden (نَادَى) bir söz söyler, vahyeden (أَوْحَى) bir sözü vahyeder, tavsiye eden (وَصَّى) bir sözle tavsiye eder, ahitleşen (عَهِدَ) bir sözle ahitleşir, yazan (كَتَبَ) bir sözü yazar, seslenen (أَذَّنَ) bir sözü duyurur, irsal eden (أَرْسَلَ) bir sözü irsal eder, hükmeden (حَكَمَ) bir sözle hükme varır. Bu fiiller olmadan da o fiili takiben söz gerektiren ya da bir sözün söylendiği anlaşılan başka fiillerin olduğu cümlelerde de gelebilir.
- Öncesinde harf-i cer gelmemelidir. Sonrasında mensub muzari gelmemelidir.
- أَنْ çıkarılıp sonrası yeni bir cümle olarak kaldığında ve أَنْ yerine قَالَ getirildiğinde o cümle önceki cümleyi tefsir eden yeni bir cümle olabilmelidir.
Bu durumdaki أَنْ tefsir edatı (حَرْفُ التَّفْسِيرِ), öncesindeki cümle müfessera (tefsir edilen) (مُفَسَّرَةٌ), arkasından gelen cümle ise müfessira (tefsir eden) (مُفَسِّرَةٌ) olarak adlandırılır.
اشْكُرْ: “Şükret” demektir. شكر kökünden birinci bâbdan ikinci şahıs emir malum fiildir. Şükür iyiliği tanımak ve ona fiili olarak karşılık vermek demektir. Şükre verilen anlam genelde Türkçedeki sözel olarak söylenen teşekkürdür. Oysa Allah da şükretmektedir. Yaptığımız iyiliklere karşılık vermektedir.
فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
Kesinlikle Allah şükredendir, bilicidir. (Bakara 158)
وَكَانَ اللَّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا
Allah şükredendir, bilicidir. (Nisa 147)
إِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ
Kesinlikle O bağışlayıcıdır, şükredicidir. (Fatır 30)
إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ
Kesinlikle rabbimiz bağışlayıcıdır, şükredicidir. (Fatır 34)
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ
Kesinlikle O bağışlayıcıdır, şükredicidir. (Şura 23)
وَاللَّهُ شَكُورٌ حَلِيمٌ
Allah şükredicidir, halîmdir. (Tegabün 17)
Allah için hem ism-i fâil olan şâkir hem de mübalağalı ism-i fâil olan şekûr sıfatları gelmektedir. Allah için şükretme fiil olarak gelmemektedir. Bunun sebebi Allah’ın bunu zaman zaman yapması değil, Allah’ın şükretmesinin O’nda sıfat olarak var olmasıdır. Yani siz bir iyilik yaptığınızda Allah’ın o iyiliğinize karşılık vermesi kesindir, tabiri caizse bir nevi otomatiktir.
لِ: “-e” demektir. Şükretme fiilinin mef’ûlü bu harf-i cerden sonra gelir.
اللَّهِ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
لِلَّهِ: “Allah’a” demektir.
اشْكُرْ لِلَّهِ: “Allah’a şükret” demektir.
أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ: “Allah’a şükret diye” demektir.
لَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ: “Yemin olsun, Allah’a şükret diye Lokman’a hikmeti vermiştik” demektir.
Buradaki أَنْ tefsir edatıdır. Çünkü:
- Burada قول harfleri olmayan ama قَالَ hükmünde olan حُكْم ü fehmettiren fiil cümlesi vardır.
- Öncesinde harf-i cer yoktur. Sonrasında mensub muzari yoktur.
- Eğer أَنْ tefsir edatı çıkarılırsa ve yerine قَالَ konursa iki ayrı cümle ortaya çıkar. İkinci cümle, ilk cümleyi tefsir eder:
- لَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ: Yemin olsun Lokman’a hikmeti vermiştik.
- قُلْنَا لَهُ اشْكُرْ لِلَّهِ: Ona “Allah’a şükret” dedik.
Lokman’a hikmet verilmiştir. Hikmetle beraber bir de emir verilmiştir. Allah’a şükret denmektedir. Şükür iyiliği tanımak ve ona fiili olarak karşılık vermektir. Hikmet verilmesi bir iyiliktir ve şükrünün yapılması lazımdır. Lokman’ın şükrü hikmetiyle diğer insanlara yol göstermesidir. Hikmet verildiğinde şükrünün de yapılması lazımdır. Doğru seçeneği, sorunların ana sebebini insanlara anlatmak gereklidir. Bu nedenle anlatıyoruz. Kuran’dan öğrendiğimiz kitap ve hikmetle sorunların kök sebebi olan çoğunluk demokrasisi ve vesenleri anlatıyoruz. Böylece hikmetin şükrünü yapmış oluyoruz.
وَمَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ
Kim şükrederse yalnızca kendisine şükreder.
Cevap cümlesi Fiil cümlesi | Şart cümlesi İsim cümlesi | Vâv-u isti’nâfiye |
Mefûlün bih GS | Fâil | Fiil | Hasr edatı | Fâ-u cevabiyye | Haber Fiil cümlesi | Mübteda Şart edatı |
Mecrur | Cârr | Fâil | Fiil |
Muzâfun ileyh | Muzâf |
هُ | نَفْسِ | لِ | هُوَ | يَشْكُرُ | إِنَّمَا | فَ | هُوَ | يَشْكُرْ | مَنْ | وَ |
وَ: Vâv-u isti’nâfiyedir.
مَنْ: “Her kim” demektir. Şart edatıdır. Akıllı varlıklar için kullanılır. Kendisinden sonra şart cümlesi gelir ve sonrasında cevap cümlesi gelir. Kendisinden sonra muzari fiil gelirse onu cezm eder. Mazi fiil gelirse mazi fiiller mebni olduğu için değişmez. Burada kendisinden sonra gelen muzari fiil olan يَشْكُرُ cezm olmuş ve يَشْكُرْ şekline dönüşmüştür.
يَشْكُرْ: “Şükreder” demektir. شكر kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs meczum muzari malum fiildir.
مَنْ يَشْكُرْ: “Kim şükrederse” demektir. Şart cümlesidir.
فَ: Cevap fâ’sıdır. Şart cümlesinden sonra cevap cümlesinin başına gelir. Bazı durumlarda cevap cümlesinden önce fâ (فَ) gelir, bazı durumlarda gelmez. Bu fâ’ya fâ-ı cevabiyye denir.
Cevâp cümlesinin başına fâ-ı cevabiyye (فَ) gelmesi:
- Cevap cümlesinin başında سَ , سَوْفَ , قَدْ bulununca. Cevap fiili mazi ise ve başında قَدْ olmadan فَ varsa قَدْ var ve hazf edilmiş kabul edilir.
- Cevap fiili مَا veya لَنْ ile olumsuz olursa
- Cevap isim cümlesi olunca
- Cevap cümlesi harflerle başlayan mensuh isim cümlesi ise (İnne ve benzerleri, cinsini nefyeden Lâ gibi)
- Cevap fiili emir, nehiy, istifham gibi talep bildirirse
- Cevap fiili câmid fiilse (عَسَى, لَيْسَ, نِعْمَ, بِئْسَ, سَاءَ gibi)
- Cevap cümlesinin başında إِنَّمَا varsa
- Cevap cümlesi yeni bir şart-cevap cümlesi ise
Cevâp cümlesinin başına fâ-ı cevabiyye (فَ) gelmemesi:
- Cevap fiili olumlu muzari ise
- Cevap fiili لَا ile olumsuz muzari ise: Muzari fiilin başına gelen لَا muzari fiilin cezm edilmesini engellemez. Bu nedenle şart edatı muzariyi cezm ettiyse başına fâ-u cevabiyye gelmez.
- Cevap fiili başında قَدْ bulunmayan mazi fiilse
- Cevap fiili لَمْ ile olumsuz ise
Burada cevap cümlesinin başında إِنَّمَا vardır. Bu nedenle başına fâ-ı cevabiyye gelmiştir.
إِنَّمَا: Kasr edatıdır. “Yalnızca” anlamındadır.
Kasr (الْقَصْرُ) kelimesinin anlamı lügatte hapsetmek, kuşatmak, menetmek, kasmak, daraltmak, sıkıştırmak, sınırlamak, çevrelemektir. Hasr (الْحَصْرُ) kelimesi de yakın anlamlıdır. Hisar kelimesi de ve mahsur kelimesi de bu kökten türetilmiştir. Belagat alimleri bu iki kelimeyi de ıstılahı (terminolojik) olarak kullanmışlardır. Türkçede söylenmesi daha kolay olduğu için genellikle kasr kelimesi tercih edilmektedir.
Kasr kelimesinin ıstılahı (terminolojik) anlamı ise bir şeyi başka bir şeye özel bir yolla tahsis etmektir. Türkçede terminolojik olarak daraltma kullanılabilir.
Kasrın öğeleri: Her kasrın olması gerekli olan iki öğesi vardır:
Maksur (الْمَقْصُورُ): Tahsis edilen öğedir.
Maksurun aleyh (الْمَقْصُورُ عَلَيْهِ): Kendisine tahsisin yapıldığı öğedir.
Kasr değişik şekillerde yapılabilmesine rağmen gramatik olarak iki şekilde yapılır.
Kasrın yapılma şekilleri:
- Nefy ve istisna edatı ile kasr: Maksurun aleyh istisna edatından sonra gelen öğedir. Maksur istisna edatından önceki öğelerden birisidir.
Maksurun aleyh | İstisna edatı | … diğer öğeler … | Maksur | … diğer öğeler … | Nefy edatı (Olumsuzluk edatı) |
Ör: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ
İlah yalnızca Allah’tır.
Burada maksurun aleyh اللَّهُ’tır. Maksur إِلَهَ’dir. İlahlık vasfı Allah’a tahsis edilmiştir.
- إِنَّمَا ile kasr: İnnema cümlenin başında gelir. Maksurun aleyh cümlenin sonunda bulunur. Maksur ise İnnema edatı ile maksurun aleyh arasındadır. Cümle hem fiil hem de isim cümlesi olabilir. Maksurun aleyh cümlenin sonunda bulunmak zorunda olduğu için onunla müteallak olup normal şartlarda kendisinden sonra gelmesi gereken öğeler kendisinden önce gelebilir.
Ör: إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
Allah’tan O’nun kullarından yalnızca alimler haşyeder.
Burada maksurun aleyh cümlenin sonunda gelen الْعُلَمَاءُ yani alimlerdir. Maksur ise خَاشِي yani haşyedendir. Aslında gramatik olarak مِنْ عِبَادِهِ alimlerle (الْعُلَمَاءُ) ilişkilidir. Cümlede ondan sonra gelmesi gerekir. Ancak maksurun aleyh cümlenin sonunda bulunduğu için kendisinden sonra gelmesi gereken öğe kendisinden önce gelmiştir.
Gerçeklik açısından kasr iki şekilde olur:
- Hakiki kasr (الْقَصْرُ الْحَقِيقِي): Bu kasrda gerçekte maksur sadece maksurun aleyhe aittir. Başka kimseye ait olma durumu yoktur. Örneğin: “İlah yalnızca Allah’tır.” cümlesinde maksur ilah lafzı, maksurun aleyh Allah lafzıdır. İlahlık sıfatı gerçekte yalnızca Allah’a aittir ve böylece kasr hakiki olmuştur.
- İzafi kasr (الْقَصْرُ الإِضَافِي): Mecazi ya da gayri hakiki kasr da denir. Bu tür kasrda maksurun aleyhe kendi dışındaki varlıklara değil de sadece tek bir şeye nispetle herhangi bir vasfın tahsis edilmesi durumu vardır. Örneğin: “Hasan yalnızca doktordur.” cümlesinde maksur Hasan, maksurun aleyh doktorluktur. Hasan burada sadece doktorluğa tahsis edilmiş değildir. Başka özellikleri ve sıfatları vardır. Burada kastedilen başka şeylere nispetle doktorluğa tahsis edilmesidir.
Kasr öğelerine göre iki şekilde olur:
- Sıfatın mevsufa kasrı (قَصْرُ الصِّفَةِ عَلَى الْمَوْصُوفِ): Burada sıfattan kastedilen nahivde sıfat görevindeki öğe değildir. Sıfatsal özellik taşıyan kelimedir. Bu tür kasrda söz konusu sıfat bu mevsuftan başkasına ait değildir. Yani bu sıfat yalnızca bu mevsuftadır. Ancak o mevsufun başka sıfatları da olabilir. Buna engel olmaz. Bu tür kasr hakiki de olabilir, izafi de olabilir. Örneğin: “İlah yalnızca Allah’tır.” cümlesinde sıfat ilah lafzı, mevsuf Allah lafzıdır. İlahlık sıfatı yalnızca Allah’a aittir ve böylece sıfat mevsufa kasr edilmiştir. Allah’ın diğer birçok sıfatının olmasına engel değildir.
- Mevsufun sıfata kasrı (قَصْرُ الْمَوْصُوفِ عَلَى الصِّفَةِ): Bu tür kasrda söz konusu mevsufu nitelendiren başka sıfat yoktur. Yani bu mevsuf yalnızca bu sıfatla bilinir. Tek sıfatlı bir varlık olması neredeyse imkânsız olduğu için bu tür kasr hakiki olamaz, ancak izafi olabilir. Örneğin: “Hasan yalnızca doktordur.” cümlesinde sıfat doktorluk, mevsuf Hasan’dır. Hasan’ın sadece tek sıfatı olamayacağı için buradaki kasr hakiki değildir, izafidir. Ancak bazı mevsufların az sayıda sıfatı var ve mütekellim de bunlardan sadece birisinin olduğuna inanıyorsa (böyle olmadığı halde) mevsufun sıfata kasrı hakiki olur. Mütekellim yanıldığı için mütekellime göre hakiki kasrdır, gerçekte değildir.
Kasr muhatabın durumuna göre dört şekilde olur:
- Kalp kasrı (قَصْرُ الْقَلْبِ): Bu kasrda muhatabın inancına ters düşen bir tahsis vardır. Muhatabın inandığı düşünceyi ters çevirdiği için kalp kasrı denir. Örneğin: “İlah yalnızca Allah’tır.” cümlesinin söylendiği muhatap Allah’ın ilah olduğuna inanmıyorsa bu kasr kalp kasrıdır.
- İfrad kasrı (قَصْرُ الإِفْرَادِ): Bu kasrda muhatabın inancında var olan ortaklığı kaldırmak için yapılan tahsis vardır. Mevsufun sıfata kasrında bir mevsufta birden fazla sıfatın ortak olarak var olduğuna inanan bir muhatap varsa veya sıfatın mevsufa kasrında bir sıfatta iki mevsufun müşterek olduğuna inanan bir muhatap varsa bunun için yapılan kasr ifrad kasrıdır. Örneğin: “İlah yalnızca Allah’tır.” cümlesi sıfatın mevsufa kasrıdır (ilahlık Allah’a tahsis edilmiştir) ve bunun söylendiği muhatap Allah’ın ilah olduğuna inanıyor, ancak ilahlık sıfatının Allah dışında başkalarında da olduğuna inanıyorsa bu kasr ifrad (tekleştirme) kasrıdır. “Hasan yalnızca doktordur.” cümlesi mevsufun sıfata (Hasan doktorluğa tahsis edilmiştir) kasrıdır. Bunun söylendiği muhatap Hasan’ın hem doktor hem de şair olduğuna inanıyorsa buradaki kasr ifrad (tekleştirme) kasrıdır.
- Tayin kasrı (قَصْرُ التَّعْيِينِ): Bu kasrda muhatabın bir kanaate varmadaki kararsızlığını ortadan kaldırmak için yapılan tahsis vardır. Muhatabın tereddüdüne son vermek için kasr yapılır. Örneğin: “İlah yalnızca Allah’tır.” cümlesinin söylendiği muhatap Allah’ın tek ilah olduğu konusunda tereddüt içindeyse bu kasr tayin kasrıdır.
- Beyan kasrı (قَصْرُ الْبَيَانِ): Bu kasrda muhatap cümledeki hükmü reddetmemektedir ya da zaten bilmektedir. Bu tür kasrla mütekellim muhataba bu hükümdeki kasrı beyan etmiş olmaktadır ya da hatırlatmaktadır. Örneğin: “İlah yalnızca Allah’tır.” cümlesinin söylendiği muhatap bunu bilmekte ve kabul etmekteyse, ona belli bir konu nedeniyle hatırlatma yapmak için yapılıyorsa bu kasr beyan kasrıdır. İnnema ile yapılan kasrda muhatabın durumu bilinmiyorsa beyan kasrı kabul etmek uygundur.
يَشْكُرُ: “Şükreder” demektir. شكر kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs merfu muzari malum fiildir.
لِ: “-e” demektir. Şükretme fiilinin mef’ûlü bu harf-i cerin mecrurudur.
نَفْسِ: “Can” demektir. نفس kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan mastar olarak birisinin bir başkasından ayrılarak ayrıldığı varlıktaki özellikleri ve sıfatları taşıyarak yeni bir varlık olması manasındadır. Bu mastar manasından ayrılan yeni varlık olarak “can” anlamında camid isimdir. Dişildir. Çoğulu أَنْفُس ve نُفُوس dur.
هِ: “O” demektir. Aslı هُ dur. Muzafun ileyh olduğu kelime نَفْسِ kesre ile bittiğinden هِ şeklinde kesreli olmuştur.
نَفْسِهِ: “Kendisi” demektir. نَفْس kelimesi tekillik-ikillik-çoğullukta kendisine uyan bir zamire muzaf olursa “kendisi-kendileri” anlamına gelir (onun canı=kendisi).
Kuran’da geçişi | Anlamı |
أَنْفُسَكُمْ | Kendiniz |
أَنْفُسَهُمْ | Kendileri |
أَنْفُسَنَا | Kendimiz |
نَفْسَكَ | Kendin |
نَفْسَهُ | Kendisi (eril) |
نَفْسَهَا | Kendisi (dişil) |
نَفْسِي | Kendim |
لِنَفْسِهِ: “Kendisine” demektir.
إِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ: “Yalnızca kendisine şükreder” demektir. Burada innema ile kasr yapılmıştır. Kasr açısından analiz yaparsak:
إِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ |
Maksurun aleyh | لِنَفْسِهِ |
Maksur | شَاكِر |
Gerçeklik açısından kasr | İzafi kasr. Şükür asıl olarak kendisine edilmez. Başkalarına edilir. Bu nedenle izafilik vardır. |
Öğelerine göre kasr | Sıfatın mevsufa kasrı. Burada mevsuf olan “kendisi” maksurun aleyh, sıfatsal özellik taşıyan “şakir” kelimesi maksurdur. Bunun için sıfat mevsufa kasr edilmiştir. |
Muhatabın durumuna göre kasr | Beyan kasrı. Başka bir karine olmadığı takdirde innema ile yapılan kasr beyan kasrıdır. Burada muhataba beyan vardır. Muhatap söylenen sözü reddetme ya da şüphelenme durumunda değildir. Bu nedenle bu kasr beyan kasrıdır. |
Şükredenin şakirliği kendisine tahsis edilmiştir. Gerçekte yalnızca kendisine değildir. Bu nedenle izafidir ama öncelik kendisidir. Şükür sonuçta kendisine fayda sağlayacaktır. Allah’a bir fayda sağlamayacağına göre şükreden neticede kendisine fayda sağlamış olacaktır.
مَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ: “Kim şükrederse yalnızca kendisine şükreder” demektir. İzafi kasr vardır. Şükreden aslında Allah’a şükretmektedir. Sonuç olarak fayda kendisine geldiği için kendisine şükretmiş gibi olmaktadır. Bu da kasrla ifade edilmiş olmaktadır.
Kuran’da hiçbir yerde الَّذِينَ شَكَرُوا veya الَّذِي شَكَرَ geçmez. Şükür organize bir şekilde yapılmaz. Herkes kendisi şükreder. Herkes kendisine yapılan iyiliğe karşılık bireysel olarak şükreder.
وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
Ve kim küfrederse kesinlikle Allah ganidir, hamîddir.
Cevap cümlesi Mensuh isim cümlesi | Şart cümlesi İsim cümlesi | Atıf harfi |
Haberi | Haberi | İsmi | İnne | Fâ-u cevabiyye | Haber Fiil cümlesi | Mübteda Şart edatı |
Fâil | Fiil |
حَمِيدٌ | غَنِيٌّ | اللَّهَ | إِنَّ | فَ | هُوَ | كَفَرَ | مَنْ | وَ |
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. مَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ şart-cevap cümlesine مَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ şart-cevap cümlesini atfetmektedir.
مَنْ: “Her kim” demektir. Şart edatıdır. Akıllı varlıklar için kullanılır. Kendisinden sonra şart cümlesi gelir ve sonrasında cevap cümlesi gelir. Kendisinden sonra muzari fiil gelirse onu cezm eder. Mazi fiil gelirse mazi fiiller mebni olduğu için değişmez. Burada kendisinden sonra gelen mazi fiil olan كَفَرَ olduğu için bir değişiklik olmamıştır. Eğer muzari fiil olan يَكْفُرُ olsaydı cezm olacak ve مَنْ يَكْفُرْ şeklinde olacaktı.
كَفَرَ: “Küfretti, görmezden geldi” demektir. كفر kökünden üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir.
مَنْ كَفَرَ: “Kim küfrederse, kim görmezden gelirse” demektir.
فَ: Cevap fâ’sıdır. Şart cümlesinden sonra cevap cümlesinin başında gelmiştir. Cevap cümlesi inne cümlesi olduğu için başına fâ-ı cevabiyye gelmiştir.
إِنَّ: “Kesinlikle” demektir. Huruf-u müşebbehe bi-l fiildendir. Te’kîd için gelir.
اللَّهَ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
غَنِيٌّ: “Zengin” demektir. فَقِير (fakir) in zıttıdır. Sıfat-ı müşebbehedir. Kökü غني dir. Dördüncü bâbdan gelmektedir. Lazım fiildir. Kendi kendine yetmek, kendisinden başkasına ihtiyacı olmamak manasındadır. Sübut ve devam özelliği olan bir sıfattır. Böyle sıfatlara sıfat-ı müşebbehe denir. فَعِيل kalıbından gelmiştir. Bu kalıbın sakin (harekesiz) ي harfi ile kökün son harfi olan harekeli ي idgam edilmiştir.
Çoğulu أَغْنِيَاءُ dur.
غَنِيٌّ sıfatı عَنْ harf-i ceri ile kullanıldığında “zengin” olan anlamı “-a ihtiyacı olmayan” şekline dönüşür. عَنْ harf-i cerinden sonraki gelene ihtiyacı yoktur. Ankebut 35’de إِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ denmiştir.
حَمِيدٌ: “Değer verilen” demektir. İsm-i mef’ûl manasında sıfat-ı müşebbehedir. Kökü حمد dir. Dördüncü bâbdan gelmektedir. Değer vermek manasından gelmiştir. مَحْمُودٌ (hamd edilen) manasındadır. Ancak مَحْمُودٌ ism-i mef’ûldür ve sübut değil, hüdus bildirir. Bu mef’ûllük sübut bildirir olduğu zaman حَمِيدٌ şeklinde ism-i mef’ûl manasında sıfat-ı müşebbehe kalıbıyla gelir. Hamd edilen (değer verilen) olma artık onun kalıcı bir sıfatı haline gelmiştir. الْحَمْدُ ise “değer, değer vermek” anlamındadır. Camid isim olarak “değer” anlamında, mastar olarak “değer vermek” anlamındadır. Kuran’da الْحَمْدُ şeklindeki harf-i tarifle geçişlerin hepsi Allah için gelmektedir. بِحَمْدِ şeklindeki geçişlerin hepsi rab/رَبّ ile beraber izafet şeklinde gelmektedir. حَمِيد şeklinde sıfat-ı müşebbehe olarak yalnızca Allah için kullanılır. الْحَمْدُ camid isim olduğunda istiğrak içindir, “bütün değerler” anlamındadır. Makam için mahmud/مَحْمُود (değer verilen) denmekte, Peygamberin adı Muhammed/مُحَمَّدٌ olarak “kendisine çokça değer verilen” anlamındadır. Allah’ta ise değer verilme sıfat şeklindedir. Bu nedenle حَمِيد şeklinde sıfat-ı müşebbehe olarak yalnızca Allah için kullanılır.
إِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ: “Kesinlikle Allah ganidir, hamîddir” demektir.
مَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ: “Kim küfrederse kesinlikle Allah ganidir, hamîddir” demektir.
Öncesinde kim şükrederse kendisine şükreder dedikten sonra kim küfrederse kendisine küfreder denmemiştir.
وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ
Kim şükrederse yalnızca kendisine şükreder ve kim küfrederse kesinlikle rabbim ganidir, kerimdir. (Neml 40)
Bu ayette Lokman suresinden farklı olarak مَنْ şart edatından sonra muzari olan يَشْكُرْ değil mazi olan شَكَرَ gelmiştir.
إِنْ تَكْفُرُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنْكُمْ
Eğer küfrederseniz kesinlikle Allah size ihtiyacı olmayandır. (Zümer 7)
Bu ayette غَنِيٌّ sıfat-ı müşebbehesi عَنْ harf-i ceri ile kullanılmıştır. Zenginlik hasredilmiş size ihtiyacı yoktur anlamına dönüşmüştür.
Şükredenin şükrü sonuçta kendisine fayda sağlayacaktır. Küfreden ise kendisini değil Allah’ın nimetini görmezden gelmektedir ve bunun Allah’a bir etkisi yoktur. Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur. Şükretmemize de ihtiyacı yoktur, küfretmemiz de O’nu etkilememektedir. Kuran’da nasıl imanın karşıtı olarak küfür kullanılıyorsa şükrün karşıtı olarak da küfür kullanılır.
Bu ayette küfredenin neyi küfrettiği yani neyi görmezden geldiği söylenmemektedir. Küfürde görmezden gelinen بِ harf-i cerinden sonra gelir. Bu cümlede görmezden gelinen söylenmemiştir. Bunu fehmediyoruz. İmanın karşıtı olan küfürde güven veren Allah’ın güvenliğini görmezden gelme varken şükrün karşıtı olan küfürde verilen nimetin, fazlın, iyiliğin görmezden gelinmesi vardır.
Bu ayette مَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ şart-cevap cümlesinde şükür muzari fiille gelirken مَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ şart-cevap cümlesinde küfür mazi fiille gelmiştir. مَنْ şart edatından sonra mazi veya muzari fiil gelmesi şart filinin geçmişte veya gelecekte olacağını ifade etmek için değildir. Her halükârda fiil gelecekte gerçekleşecektir. Mazi fiil geldiğinde fiil gelecekte gerçekleştikten sonraki zamanı ifade eder. Muzari fiil geldiğinde ise fiilin o anda gerçekleşiyor olduğunu ve devam ettiğini veya tekrarlanır şekilde gerçekleştirildiğini gösterir. Eğer geçmişteki bir durum ifade edilirse o zaman مَنْ şart edatı değil مَنْ ism-i mevsulü geçmiş zaman cümlesi içinde kullanılır.
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ
O resuller, bazısını bazısına tafdil ettik. Onlardan Allah’ın konuştuğu vardır. (Bakara 253)
Bu ayette مَنْ ism-i mevsulünün sıla cümlesi mazi fiildir ve geçmişi ifade etmektedir. Geçmişte Allah’ın konuştuğu resuller anlatılmaktadır.
Lokman suresindeki bu ayette önce مَنْ şart edatından sonra meczum muzari ile şükür fiili geliyor. Şükür fiili gelecekte gerçekleşecek ve gerçekleştiği sıradaki durum ifade edilmektedir. Sonra مَنْ şart edatından sonra mazi ile küfür fiili geliyor. Küfür fiili gelecek zamanda gerçekleşip bittikten sonrası ifade edilmiştir.
Bu ayette Allah’ın iki sıfatı gelmiştir (غَنِيٌّ حَمِيدٌ). Allah’ın sıfatları Kuran’da böyle ikili ikili gelir. Önce gelen sıfat daha önemli, sonra gelen sıfat daha az önemlidir. Bir de sıra değişmeden geliyorsa iki sıfat bir arada tek bir anlam ifade eder.
| Nekre | Marife |
حَمِيد in ikinci sıfat olarak geçişleri | غَنِيّ حَمِيد 5 | الْغَنِيّ الْحَمِيد 5 |
| الْوَلِيّ الْحَمِيد 1 |
| الْعَزِيز الْحَمِيد 3 |
حَكِيم حَمِيد 1 | |
حَمِيد in ilk sıfat olarak geçişleri | حَمِيد مَجِيد 1 | |
حَمِيد in tek başına geçişleri | | الْحَمِيد 1 |
حَمِيد sıfatını incelersek غَنِيّ den, وَلِيّ den, عَزِيز den, حَكِيم den daha az önemli, مَجِيد den daha önemli olduğunu görürüz.
| Nekre | Marife |
غَنِيّ in ilk sıfat olarak geçişleri | غَنِيّ حَمِيد 5 | الْغَنِيّ الْحَمِيد 5 |
| الْغَنِيُّ ذُو الرَّحْمَةِ 1 |
غَنِيّ حَلِيم 1 | 0 |
غَنِيّ كَرِيم 1 | |
غَنِيّ in ikinci sıfat olarak geçişleri | 0 | 0 |
غَنِيّ in tek başına geçişleri | غَنِيّ 3 | الْغَنِيّ 2 |
غَنِيّ sıfatını incelersek geçtiği yerlerde diğer sıfatların hepsinden (حَمِيد, ذُو الرَّحْمَةِ, حَلِيمٌ, كَرِيمٌ) daha önemli olduğunu görürüz.
غَنِيّ kendi kendine yeten, başkasına ihtiyacı olmayan demektir.
وَاللَّهُ الْغَنِيُّ وَأَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ
Allah zengindir ve sizler fakirlersiniz. (Muhammed 38)
Allah mutlak غَنِيّ dir. İnsanlar diğer insanlara göre غَنِيّ olabilirler. Kendi başlarına غَنِيّ olamazlar. Mutlaka başkalarına ihtiyaçları vardır. Dünyanın en zengin insanı bile başka insanlar olmadan bir hiçtir. Ancak başka insanların üretmesi ile zenginliği anlamlıdır.
Lokman hikmet sahibidir. Hikmet sahibi olan olayların gerçek nedenini bilir ve hangi durumda nasıl davranması gerektiğini bilir. Yani hem geçmişte gerçekleşmiş olayın gerçekleşmesine sebep olan kök seçeneği bilmekte hem de gelecekte nasıl davranılması gerektiği seçeneğini bilmektedir.
Bizim ise hikmeti öğrenmemiz kitapla beraberdir. Elimizde Kuran vardır. Kuran Allah’ın koyduğu kuralları anlatır. Bu kurallar içinde yaşarsak hem dünyada hem de ahirette mutlu olacağımızı söyler. Allah’ın bu kurallarını geçerli kurallar haline getirmemizi ister. Bunu yapanlara Allah’ın kulu der. Allah’ın kurallarına aykırı kurallar koyanlara ise şerik, bu şerikleri şerik edinenlere ise müşrik der. Bu kuralları geçerli kurallar haline getirmek için de mevcut yöneticileri indirip yerine geçmemizi istemez. Bunun için peygamberlerin kıssalarını anlatır. Onları bize örnek yapar. Allah’ın kurallarını geçerli kural yapmak için mevcut yöneticilere tebliğ yapmamızı, onların düzelmesini istememizi emreder.
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
İkiniz ona yumuşak söz söyleyin. Belki o anlar veya çekinir. (Taha 44)
Firavun’a bile yumuşak söz söylenmesini Musa ve Harun’a emreder ki onun belki de anlayacağını veya çekineceğini söyler.
Eğer mevcut yöneticiler sizin tebliğinizi anlamıyor, görmezden geliyorlarsa, sizi de artık Allah’ın kurallarına aykırı yaşatmaya zorluyorlarsa, tebliğinizi de engelliyorlarsa hicret etmenizi emreder. Artık bundan sonrası Allah’la o yönetici arasındadır. Allah onun hesabını görecektir.
Mevcut düzen içinde Allah’ın kuralları geçerli kurallar değilse ve düzelmesi için çalışıyorsanız bu dönemde yasalar izin veriyor diye Allah’ın yasakladıklarını yapmazsınız. İşte bu durumda hikmetle hareket edersiniz. Bu nedenle kitabı ve hikmeti öğretir denmektedir. Kitabı uygulayamadığınız zamanlarda hikmetle hareket edersiniz, Allah’ın şiddetle reddettiği çoğunluğu ele geçirmeye çabalamazsınız. 4-5 senede bir gidip birini destekleme derdine düşmezsiniz. Allah’ın ayetleri referansınız olur, onun dışına çıkmazsınız. Sorunların gerçek sebebini bilir ve ona göre hareket edersiniz. Hikmet sahibiyseniz çağın sorununun ekseriyet demokrasisi olduğunu bilirsiniz, o hastalıklı yapıdan uzak durursunuz.
Teşvikiye, Yalova
06 Nisan 2024
M. Lütfi Hocaoğlu