RÛM SÛRESİ - 23. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُمْ مُنِيبِينَ إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا أَذَاقَهُمْ مِنْهُ رَحْمَةً إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ (33) لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ فَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ (34)
İnsanlara bir zurr dokunduğunda O’na tekrar tekrar dönenler halinde rablerine dua ederler. Sonra onlara O’ndan bir rahmet tattırdığında hemen onlardan bir ferîk onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için rablerine ortak ederler. Öyleyse metalanın. İleride bileceksiniz. (33-34)
وَإِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُمْ مُنِيبِينَ إِلَيْهِ
İnsanlara bir zurr dokunduğunda O’na tekrar tekrar dönenler halinde rablerine dua ederler.
Cevap cümlesi Fiil cümlesi | Şart cümlesi Fiil cümlesi | Vâv-u isti’nâfiye |
Fâil Hâl | Mefûlun bih | Fâil Sahibul hâl | Fiil | Fâil | Mefûlun bih | Fiil | Şart edatı |
Mefûlün bih GS | Şibh-i fiil |
إِلَيْهِ | مُنِيبِينَ | رَبَّهُمْ | و | دَعَوْا | ضُرٌّ | النَّاسَ | مَسَّ | إِذَا | وَ |
وَ: Vâv-u isti’nâfiyedir (الْوَاوُ الاِسْتِئْنَافِيَّةُ). Cümle başında bulunur. Kendisinden önce inşa cümlesi (emir, nehiy, istifhâm), sonrasında haber cümlesi olursa veya öncesinde haber cümlesi sonrasında inşa cümlesi olursa bu durumlarda atıf harfi olamayan bu harf isti’nâfiye edatı olur. Kendisinden sonraki cümle yeni cümle olacağından bu edata isti’nâfiye (başlangıç) edatı denir. İsim cümlesi ve fiil cümlesi anlamsal yakınlık durumunda birbirine atfolunabilir. Eğer anlamsal yakınlık yoksa bu iki cümle arasındaki vâv harfi isti’nâfiye edatıdır. Fiil cümleleri hem zaman hem de anlam bakımından birbirine uymuyorsa yani mazi ile muzari veya muzari ile mazi fiil cümlesi arasında vâv harfi varsa ve anlamsal yakınlık yoksa bu durumda bu vâv harfi isti’nâfiye edatı olabilir. Zamansal olarak cümleler uysa bile konular arasında uyumsuzluk varsa, yani vâv harfinden sonraki cümle ile önceki cümle arasında anlamsal bakımdan irtibat yoksa yine bu durumda vâv harfi isti’nâfiye edatıdır.
Arkasından öncesindeki cümle ile i’râb yönünden ilişkisi olmayan yeni bir cümle başlatır. İ’râbsal ilişki olmamasına rağmen öncesindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında ilk anda anlaşılmayan anlamsal bir irtibat vardır. “Bununla beraber”, “buna ilaveten” şeklinde anlamlandırılabilir.
Burada da öncesinde isim cümlesi, sonrasında şart-cevap cümlesi vardır. İsim cümlesi haber cümlesidir. Sonrasındaki şart-cevap cümlesi ise inşa cümlesidir. Her hizbin yanındaki ile sevinçli olduğu söylenip insanlardan bir kısmının durumu anlatılmaktadır. Yakın bir anlam ilişkisi olmayıp insan davranışları üzerinden bir ilişki vardır. Bu şekilde ilk anda anlaşılmayan, düşününce arada bağın kurulduğu bir anlamsal ilişki vardır. Bu nedenle buradaki vâv isti’nâfiyedir.
إِذَا: “İse” demektir. Şart edatıdır. Gelecek zamanı gösterir. Kendisinden sonra mazi fiil de gelse geçmiş zamanı göstermez. Gelecekte gerçekleşip tamamlanma zamanını gösterir. Bir kere gerçekleştiğine işaret eder. Muzari fiil gelirse gerçekleşmenin devam ettiğini, tekrarlamaların olduğunu gösterir.
مَسَّ: “Dokundu” demektir. Üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Fâili ضُرٌّ dur. Birisine veya bir şeye etki ederek yapısında veya bileşenlerinde değişikliğe sebep olmak demektir. Türkçede de dokunmak hem fiziksel temas hem de etki manasında kullanılır. “Bu yemek bana dokundu” cümlesi etki anlamında iken “Eliyle ona dokundu” cümlesi fiziksel temas anlamındadır.
النَّاسَ: “İnsanlar” demektir. Tekili إِنْس dir. ءنس kökünden isimdir.
ضُرٌّ: “Zurr” demektir. ضرر kökünden gelmiştir. نفع kökünün zıttıdır. Birinci babdan ضَرٌّ mastarı belirli birisine/birilerine maddi ya da manevi yapısını değiştirerek fonksiyonlarını bozarak şiddetli şekilde etki etmek manasındadır. Bu mastar manasından yapıda meydana getirilen kötü yönlü değişim manasında ضُرٌّ “zurr” anlamında câmid isimdir. ضَرَرٌ “zarar” ise bedende meydana gelen kötü yönlü değişimdir. Körlük, topallık, sağırlık gibi durumlar zarardır. Zurr daha geniş bir kavramdır. Zarar, zurr’un alt kümesidir. Zarar yalnızca bedensel kötü yönlü değişiklikler iken zurr hem bedensel hem maddi hem manevi kötü yönlü değişikliklerdir.
إِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ: “İnsanlara bir zurr dokunduğunda” demektir. Şart cümlesidir. Mazi fiil cümlesi olmasına rağmen إِذَا şart cümlesi olduğundan geçmiş zamanı ifade etmez. Gelecek zamanı ifade eder. Gelecekte fiilin bir kere işlenip bittiğini ifade eder.
دَعَوْا: “Dua ettiler” demektir. دعو kökünden birinci bâbdan mazi malum üçüncü şahıs eril çoğul fiildir. Bu bâbdan üç mastar vardır. Üçü de aynı fiille ifade edilir.
- دَعْوَة
- دُعَاء
- دَعْوَى
Bu mastarların üçü de çağırmak anlamındadır. Aradaki fark kalıplarından gelir. Mastarların anlamları kalıplarına bağlı olarak değişir.
دَعْوَة: “Çağırma, çağırış” demektir. فَعْلَةٌ kalıbından gelmektedir. Bu kalıp mastar-ı bina-i merre kalıbıdır. Fiilin bir kere işlendiğini gösterir. İkili ve çoğulu olabilen mastarlar bu şekilde gelir. İki kere işlendiyse دَعْوَتَانِ, üç veya daha fazla işlendiyse دَعْوَات şeklinde gelir.
دُعَاء: “Çağırmak” demektir. فُعَالٌ kalıbından gelmektedir. Mazisi فَعَلَ vezninde olup vücutta meydana gelen bir semptoma, duruma veya vücuttan çıkan bir sese delalet eden fiillerin mastarı فُعَالٌ veya فَعِيلٌ kalıplarından gelir. دُعَاء da دعو kökünden birinci bâbdan mastardır. Birinci bâbdan olduğu için mazisi فَعَلَ veznindedir ve ses ifade eder. Bu nedenle فُعَالٌ vezninden gelmiştir. İkinci ve üçüncü harf arasındaki elif çağırmadaki uzamayı ve mübalağayı ifade eder. Uzun süreli veya tekrarlar içeren çağırma duadır.
دَعْوَى: “Ortak çağrı” demektir. فَعْلَى kalıbından gelmektedir. Sonundaki elif-i maksure fiilin belirli bir zamana delalet etmeden özel bir şekilde işlenmesini, işlenişin bir sürenin sonunda gerçekleştiğini ve şiddetini ifade eder. Hem zaman olarak hem de fiilin işlenişi olarak mübalağa ifade eder. Pek çok kişinin aynı çağrıyı yapması davadır. Bir sürecin sonunda meydana gelen ortak çağrı, ortak görüş anlamına gelir. Günümüzde de “davamız …” şeklinde kullanılmaktadır.
دَعَوْا fiili burada mastarsız kullanıldığından bu üç mastarı da ifade edebilir. Üçü de ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Burada çağrılan Allah olduğu için mastar دُعَاء veya دَعْوَة tir. Çağrı bir kere yapılmışsa davet, uzun süreli ise duadır. Zurrun dokunması kısa süreli olmadığından buradaki çağrı duadır.
رَبَّ: “Rab, efendi, yetiştirici, terbiyeci” demektir. ربب kökünden isimdir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. النَّاسَ ye racidir.
رَبَّهُمْ: “Onların rabbi” demektir.
مُنِيبِينَ: “Tekrar tekrar dönenler” demektir. نوب kökünden if’âl bâbından eril çoğul nekre mensub ism-i fâildir. Birinci bâbdan نَوْبٌ mastarı nöbetler şeklinde tekrarlayarak gelmek, nöbet tutmak manasındadır. İf’âl bâbında (أَنَابَ – يُنِيبُ) sayruret etkisi ile gelir. Birisinden veya bir mekândan her uzaklaştığında tekrar oraya/ona dönmek demektir. Askerlikte veya bir işte tutulan nöbet, epilepsi (sara) hastalığındaki nöbet kelimeleri Türkçeye buradan gelmiştir.
إِلَى: “-e, -a” demektir. Harf-i cerdir.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. رَبَّهُمْ’a racidir.
إِلَيْهِ: “O’na” demektir.
مُنِيبِينَ إِلَيْهِ: “O’na tekrar tekrar dönenler” demektir. دَعَوْا daki cem vâvının (دَعَوْا) yani onların halidir. İnsanların halidir.
Allah’a münib olan kimse Allah’tan her uzaklaştığında, Allah’ı unutup başka şeylere daldığında tekrar tekrar Allah’a döner, ona yönelir.
دَعَوْا رَبَّهُمْ مُنِيبِينَ إِلَيْهِ: “O’na tekrar tekrar dönenler halinde rablerine dua ettiler” demektir. Cevap cümlesidir. Mazi fiil cümlesi olmasına rağmen إِذَا şart cümlesinin cevap cümlesi olduğundan geçmiş zamanı ifade etmez. Gelecek zamanı ifade eder.
إِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُمْ مُنِيبِينَ إِلَيْهِ: “İnsanlara bir zurr dokunduğunda O’na tekrar tekrar dönenler halinde rablerine dua ederler” demektir.
Bu ayetteki مُنِيبِينَ إِلَيْهِ hâldir. Allah’a dua edenlerin hâlidir. Allah’ı çağırma sıralarındaki halleri midir yoksa başka bir zamandaki halleri midir? Bunun için Arapça gramerindeki hâl konusunun incelenmesi gerekir.
Hâlin çeşitleri
Hâl sâhibu-l hâlin veya sâhibu-l hâlle ilgili başka bir varlığın durumunu açıklar. Buna göre hâl şu şekilde sınıflandırılabilir:
- Hâkikiyye (الْحَقِيقِيَّةُ): Doğrudan sâhibu-l hâlin durumunu açıklar.
- Mübeyyine (الْمُبَيِّنَةُ): Sâhibu-l hâlin cümlesinin zamanı içinde hâlin bildirdiği durum sâhibu-l hâlde bulunur. İkiye ayrılır:
- Müntekile (الْمُنْتَقِلَةُ): Aslolan hâlin müntekil olmasıdır. Yani sahibi için sabit bir şekle delalet etmez. Sabit şekle delalet eden sıfattır. Müntekil hâl sâhibu-l hâlin cümlesi ya da şibh-i fiilinin zamanı içindeki durumunu bildirir.
- Müekkide (الْمُئَكِّدَةُ): Hâlin bildirdiği durum aslında sâhibu-l hâlde geçici olan değil, sabit olan bir durumdur. Yani sahibi var oldukça hemen hemen ondan hiç ayrılmayan hâldir. Ancak sâhibu-l hâlin cümlesi ya da şibh-i fiilinin hükmü ile ilgili bir durumu ifade etmek için sanki sadece cümle ya da şibh-i fiilin zamanı ile ilgiliymiş gibi hâl olarak gelmiştir. Te’kîd içindir.
- Mukaddere (الْمُقَدَّرَةُ): Sâhibu-l hâlin cümlesinin zamanı içinde hâlin bildirdiği durum sâhibu-l hâlde bulunmaz.
- Sebebiyye (السَّبَبِيَّةُ): Sâhibu-l hâlin durumunu açıklamaz. Sâhibu-l hâlle ve cümlenin hükmüyle ilgili başka bir varlığın durumunu açıklar.
مُنِيبِينَ إِلَيْهِ hâli hâkikiyye mukadderedir. Yani Allah’ı çağırdıkları (dua ettikleri) sıradaki durumları değildir. Allah’ı unutmuşlar veya Allah’ın rızası için bir şey yapmadıklarından artık ona döneceklerini düşünerek dua etmektedirler. Bu nedenle dua sırasındaki değil, gelecekteki halleridir. Ayetin devamında bu hale girecekler mi, anlayacağız.
ثُمَّ إِذَا أَذَاقَهُمْ مِنْهُ رَحْمَةً إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ
Sonra onlara O’ndan bir rahmet tattırdığında hemen onlardan bir ferîk onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için rablerine ortak ederler.
Cevap cümlesi İsim cümlesi | Şart cümlesi Fiil cümlesi | Atıf harfi |
Haber Fiil cümlesi | Mübteda | Müfâcee edatı | Mefûlun bih | Fâil | Mefûlun bih | Fiil | Şart edatı |
Mefûlun lieclih | Fâil | Fiil | Mefûlün bih GS |
لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ | و | يُشْرِكُونَ | بِرَبِّهِمْ | فَرِيقٌ مِنْهُمْ | إِذَا | مِنْهُ رَحْمَةً | هُوَ | هُمْ | أَذَاقَ | إِذَا | ثُمَّ |
ثُمَّ: “Sonra” demektir. Atıf harfidir. Cümleleri birbirine atfeder. Ma’tûfun aleyhle ma’tûf arasında oluşun sırasını gösterir, buna “tertip” denir. Önce ma’tufun aleyh, sonra ma’tûf gelir. Bu nedenle sümme ile yapılan atıfta ma’tûf ile ma’tûfun aleyh yer değiştiremez. Zamansal olarak peşi sıra oluşu göstermez, arada belirli bir zaman geçmiştir. Bu nedenle “takip etkisi yoktur”. Bu arada boşluk olmasına “terahi” (تَرَاخِي) denir. İş yapmada ma’tûfun aleyh ile ma’tûf arasındaki boşluğun belirli bir süresi yoktur, duruma göre bu süre değişir. Kısa bir süre olabileceği gibi uzun bir süre de olabilir.
Atıf fâsı (فَ) da zamansal ilişki için gelir. Atıf fâsına tertip ve takip fâsı da denir. ثُمَّ gibi ma’tûfun aleyhle ma’tûf arasında oluşun sırasını gösterir (tertip) ve ma’tûf ile ma’tûfun aleyh yer değiştiremez. ثُمَّ den farklı olarak zamansal olarak peşi sıra oluşu gösterir. Buna “takip” denir. İş yapmada ma’tûfun aleyh ile ma’tûf arasında bir boşluk yoktur, ma’tûf ma’tûfun aleyhten hemen sonra aynı işi yapmıştır.
إِذَا: “İse” demektir. Gelecek zamanı gösteren şart edatıdır.
أَذَاقَ: “Tattırdı” demektir. ذوق kökünden if’âl bâbından üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. ذَوْق tatmaktır. Bir şeyi veya bir işi anlamak, o işin veya durumun gerçeğini bilmek için o şeyin veya o işin izlerini duyuları kullanarak tecrübe etmek demektir. Yemeği tatmak, acıyı tatmak, sıcaklığı tatmak şeklinde kullanılır. Bu tatma dille, deriyle (dokunmak, basınç), burunla (koklamak) olabilir. Sözcüklerle, rakamlarla tarif edilemeyen bir duygudur. Bu nedenle görme duyusu tatma fiiline dahil değildir. Görme tarif edilebilir, görülen şeyin fotoğrafı çekilebilir, renkler bile rakamlarla ifade edilebilir. Günümüzde RGB sistemi ile tüm renkler kodlanmıştır ve bilgisayarlarda renkler bu rakamlarla kaydedilir ve gösterilir. Rakamlarla ifade edilebildiğinden, fotoğrafı gösterilebildiğinden görme duyusu tatma değildir.
Birinci babdan ذَاقَ - يَذُوقُ şeklinde bir şeyi tatmak manasındadır. Birinci bâb if’âl bâbına (أَذَاقَ – يُذِيقُ) ziyadetü-t tadiye etkisi ile gelir. Tattırmak anlamına gelir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. النَّاسَ ye racidir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
هُ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. رَبَّهُمْ (onların rabbi) a racidir.
مِنْهُ: “O’ndan” demektir. Sonrasında gelen رَحْمَةً in hâlidir.
رَحْمَةً: “Rahmet” demektir. Birisine fayda etmek, ondaki zararı gidermek için yardım etmek manasındadır. رحم kökünden dördüncü bâbdan mastardır.
مِنْهُ رَحْمَةً: “O’ndan bir rahmet” demektir.
إِذَا أَذَاقَهُمْ مِنْهُ رَحْمَةً: “Onlara O’ndan bir rahmet tattırdığında” demektir.
إِذَا: “Hemen” demektir. Müfâcee edatıdır. إِذَا sadece şart edatı veya mef’ûlün fih olarak görev yapmaz. Cümle ortasında geldiği zaman ve onu isim cümlesi takip ettiği zaman müfâcee (ansızlık ve sürpriz) edatı (حَرْفُ الْمُفَاجَأَةُ) olur. Bir olayın aniden gerçekleştiğini ya da beklenmeyen bir şeyin sürpriz bir şekilde olduğunu ifade eder. “Aniden”, “ansızın”, “birdenbire”, “hemen”, “birden”, “bir de ne görelim”, “bir de ne görsün”, “beklenmeyen bir şekilde” anlamlarına gelir. Aniden ya da beklenilmeyen bir durumla karşılaşıldığını gösterir.
Üç şekilde gelir:
- Öncesindeki cümleyle إِذَا müfâcee edatı arasında فَ atıf harfi vardır.
أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ
Musa’ya “Asanı bırak” diye vahyettik, hemen ardından aniden o algılattırdıklarını yutuyor.
Burada إِذَا müfâcee edatı فَ atıf harfinden sonra gelmiştir.
- Öncesindeki cümleyle إِذَا müfâcee edatı arasında ثُمَّ atıf harfi vardır.
مِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ
Sizi topraktan yaratması onun ayetlerindendir sonra aniden siz yayılan beşer oldunuz.
Burada إِذَا müfâcee edatı ثُمَّ atıf harfinden sonra gelmiştir.
- Öncesinde şart cümlesi vardır, إِذَا müfâcee edatı cevap cümlesinin başında gelir. Bu durumda cevap cümlesinin başına فَ gelmez.
لَمَّا أَحَسُّوا بَأْسَنَا إِذَا هُمْ مِنْهَا يَرْكُضُونَ
Zorluğumuzu hissettiklerinde aniden onlar ondan kaçarlar.
Burada إِذَا müfâcee edatı لَمَّا şart cümlesinin cevap cümlesinin başında gelmiştir.
Rûm suresindeki bu ayette إِذَا şart edatı ile başlayan cümleden sonra geldiğinden ve öncesinde فَ veya ثُمَّ atıf harflerinden sonra gelmediğinden müfâcee edatıdır.
فَرِيقٌ: “Topluluktan bölüm, ferîk” demektir. فرق kökünden gelmiştir. Birinci babdan فَرْقٌ mastarı belirli bir şeyi diğer belirli bir şeyden ayırmak manasındadır. Türkçede de kullandığımız “fark” sözcüğü buradan gelmiştir. Bu mastar manasından bir büyük gruptan ayrılan topluluk manasında فَرِيقٌ “topluluktan bölüm” anlamında ism-i cemdir. Topluluktaki her birey tekili olacağından belirli bir tekili yoktur. İkili فَرِيقَانِ (merfu) ve فَرِيقَيْنِ (mensub-mecrur) dir. Sözlüklerde insan, hayvan veya eşyadan olan her topluluk için kullandığı ifade edilmesine ve buna dair örnekler olmasına rağmen Kuran’da sadece insan topluluğu için kullanılır.
والفِرْقةُ : طائفة من الناس، والفَرِيقُ أَكثر منه. وفي الحديث: أَفارِيق العرب، وهو جمع أَفْراقٍ، وأَفراقٌ جمع فِرْقةِ
Fırka: İnsanlardan bir taifedir ve ferîk ondan daha çoktur. Ve hadiste: Arapların efariki, ve o efrâkın çoğuludur ve efrâk fırkanın çoğuludur. (Lisanu-l Arab)
Fırka (فِرْقة) ise ferikten (فَرِيق) daha az olan topluluktur.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. النَّاسَ ye racidir.
مِنْهُمْ: “Onlardan” demektir.
فَرِيقٌ مِنْهُمْ: “Onlardan bir ferîk” demektir.
بِ: “-e” demektir.
رَبِّ: “Rab, efendi, yetiştirici, terbiyeci” demektir. ربب kökünden isimdir.
هِمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. فَرِيقٌ مِنْهُمْ a racidir.
رَبِّهِمْ: “Onların rabbi” demektir.
يُشْرِكُونَ: “Ortak ederler” demektir. Üçüncü şahıs çoğul merfu muzari malum fiildir.
Putlara tapınma, Allah’tan başkasını ilah edinme, Allah’tan başkasına ibadet etme, Allah’la araya birilerini koyma şirk değildir. Allah’a şirk “Allah’ın doğal ve sosyal kanunlarına aykırı kurallar, kanunlar koymaktır”. Bu kanunlar insanları ister istemez Allah’ın koyduğu kanunlara aykırı hareket etmek zorunda bırakır. Yasalar, örfler, toplumsal kurallar, töreler, gelenekler Allah’ın kurallarına aykırı ise şirktirler.
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللَّهُ
Yoksa onların şerikleri mi var da onlar için dinden (düzenden) Allah’ın izin vermediği şeriat koyuyorlar? (Şura 21)
Şirkin iki komponenti vardır: Şerik ve müşrik. Şerik, kuralı koyandır, müşrik ise şeriki kural koyucu olarak kabul eden ve onun koyduğu kuralların doğru, iyi, güzel, faydalı olduğunu savunan, uygulayan ve uygulattırandır.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
يَكْفُرُوا: “Görmezden gelirler” demektir. Çoğul üçüncü şahıs mensub muzari malum fiildir. Mensub olmasının sebebi başında olan gizli أَنْ dir. لِ harf-i cerinden sonra mensub muzari fiil gelirse arada bu أَنْ mastar harfi olmak zorunda olduğu açık olduğundan hazf edilmiştir. أَنْ mastar harfi her zaman geleceği gösterir.
بِ: “-i” demektir. Harf-i cerdir. Görmezden gelinen bu harf-i cerden sonra gelendir.
مَا: Umumi ism-i mevsuldür.
آتَيْنَا: “Verdik” demektir. İf’âl bâbından mazi malum birinci çoğul şahıs fiildir. İkinci bâbdan أَتَى - يَأْتِي şeklinde birisine veya bir şeye gelmek, ona ulaşmak ve onun yakınında olup onunla muamele, etkileşim içinde olmak manasındadır. Müteaddi fiildir. İkinci bâb if’âl bâbına (آتَى – يُؤْتِي) ziyadetü-t tadiye etkisi ile gelir. Verdi anlamına gelir. Gelen, getiren ve veren haline gelir. Buradaki verme normal bir verme değildir. Gelip mef’ûlün bihle etkileşime giren, getirdiğini mef’ûlün bihle etkileşime sokar. جَاءَ fiilinde ise gelme vardır ama etkileşim yoktur.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. النَّاسَ ye racidir.
آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdik” demektir.
مَا آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdiğimiz” demektir.
لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için” demektir.
بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için rablerine ortak ettiler” demektir.
إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ: “Hemen onlardan bir ferîk onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için rablerine ortak ederler” demektir.
إِذَا أَذَاقَهُمْ مِنْهُ رَحْمَةً إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ: “Onlara O’ndan bir rahmet tattırdığında hemen onlardan bir ferîk onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için rablerine ortak ederler” demektir.
Buna göre insanlar zor zamanlarda, zayıf olduklarında Allah’a yönelirler. Asıl önemli olan bolluk ve güçlü olunan zamanlarda Allah’a yönelmektir.
فَتَمَتَّعُوا
Öyleyse metalanın.
Emir fiil cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Fâil | Fiil |
و | تَمَتَّعُوا | فَ |
فَ: İsti’nafiyye edatıdır. Buna Fâ-u isti’nâfiye (الْفَاءُ الاِسْتِئْنَافِيَّةُ) denir. Cümle başında bulunur. Arkasından öncesindeki cümle ile i’râb yönünden ilişkisi olmayan yeni bir cümle başlatır. İ’râbsal ilişki olmamasına rağmen öncesindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında anlamsal irtibat vardır. Bu irtibata göre fâ-u isti’nâfiye; fâ-u ta’liliyye (الفَاءُ التَّعْلِيلِيَّةُ), fâ-u tafsiliyye (الفَاءُ التَّفْصِيِلِيَّةُ أَوِ التَّفْسِيرِيَّةُ), netice fâsı (فَاءُ النَّتِيجَةِ), irtibat fâsı (فَاءُ الْاِرْتِبَاطِ) şeklinde sınıflandırılır.
Bu ayette bu emir cümlesi öncesindeki cümleleri neticelendirmektedir. Bu nedenle bu fâ, fâ-u neticedir.
تَمَتَّعُوا: “Metalanın” demektir. متع kökünden tefe’ûl bâbından ikinci şahıs çoğul emir malum fiildir. Üçüncü bâbdan مُتُوع mastarı bir şeyden sevinç, hoşnutluk ve lezzet için faydalanmak manasındadır. Bu manadan gelerek مَتَاع faydalanılan manasından “meta” anlamında câmid isimdir. Çoğulu أَمْتِعَة dır. Tef’îl bâbında (مَتَّعَ - يُمَتِّعُ) “metalandırmak” anlamındadır. Tefe’ûl bâbına (تَمَتَّعَ - يَتَمَتَّعُ) geçince mutavaat etkisi ile “metalanmak” anlamına gelir. Burada metalanmada teksir ve mübalağa vardır. Çokça, aşırı bir şekilde metalanmak anlamındadır.
فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
İleride bileceksiniz.
Fiil cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Fâil | Fiil | İstikbal edatı |
و | تَعْلَمُونَ | سَوْفَ | فَ |
فَ: İsti’nafiyye edatıdır. Öncesi ile sonrası arasında bağ vardır. Netice fâsıdır.
سَوْفَ: “İleride” demektir. İstikbâl (gelecek zaman) edatıdır (حَرْفُ الاِسْتِقْبَالِ). Sadece muzari fiilin başına gelir. Bu edatın gelmesi ile sadece uzak gelecek zaman anlamı ifade etmeye başlar. Uzak geleceği bildiren bu edat Türkçede “…ecek”, “…acak” anlamlarına gelir. Uzak geleceği ifade etmek için cümlenin başına “ileride”, “uzakta” getirilebilir.
تَعْلَمُونَ: “Bilirsiniz” demektir. Muzari merfu ikinci şahıs eril çoğul fiildir. Başına gelen سَوْفَ nedeniyle uzak gelecek zamanı ifade eder.
سَوْفَ تَعْلَمُونَ: “İleride bileceksiniz” demektir.
Bu ayetlerde النَّاسَ ın yani insanların davranışı anlatılmaktadır. Marife gelmiştir. Belli insanlardır. Her dönemde bu insanlar bellidir. Yani her dönemde bu insanlara rastlayacağız demektir. Onlara bir zurr dokunmuştur. Maddi, manevi olarak sıkıntı içine düşmüşlerdir. Zurr nekredir. Bir tür zurr veya herhangi bir zurr şeklinde anlaşılır. Her dönemde belli olan insanlara şekli değişen, her dönemde başka türlü bir zurr dokunacaktır. Bir örnek üzerinden gidelim. Ekseriyet sistemi içinde galip olan bir grup o insanlara baskı uygulamaktadır. İnançlarını yaşamalarına engel olmaktadırlar, onlara zulmetmektedirler. Çünkü çoğunluk ellerindedir ve çoğunluk olmayana istediklerini yapmaktadırlar. Onlar da son derece samimi halde rablerine dua etmektedirler. Bu sıkıntıdan kurtulurlarsa münibler olacaklardır. Yani her zaman rablerine döneceklerdir, uzaklaştıklarında tekrar döneceklerdir. Bunu sözle belirterek veya bunu düşünen bir halde rablerine dua etmektedirler. ثُمَّ gelmiştir. Aradan zaman geçmiştir ve o insanlara rablerinden bir rahmet tattırılmıştır. Allah onlara fayda etmek, onlardaki zurr’u gidermek için yardım etmiştir. Zurr gitmiş, çoğunluğun desteği bile olmadan onlardan bir ferîk yönetimi ellerine geçirmişlerdir. Ancak o ferîk yani o grup rablerinden kendilerine verilenlere küfretmek için yani onları görmezden gelmek için rablerine şirk koşmuşlardır. Şirk Allah’ın kurallarına aykırı kurallar, kanunlar koymaktır. Herhangi biri bunu yapamaz. Bunu yapmak için elinde kural koyma yetkisinin olması gereklidir. Bu yetkiyi eline alan bir ferîk önceki sıkıntısını hemen unutmuştur. Güç ellerindedir. Önce başka kavimlere uymak için kanunlar çıkarırlar. O kanunların hepsi Allah’ın kurallarına aykırıdır. Sonra artık o kavimlerin de bir önemi kalmaz. Artık çoğunluğu ellerinde tutmak için ne gerekiyorsa onu yapıyor hale gelirler. Allah’ın onlara verdiklerini görmezden gelmek için kurallar çıkarıyorlardır. Çünkü Allah’ın onlara verdiği Kuran tek rehberdir ve çoğunluk sisteminin yanlış olduğunu söylemekte ve bu sistem içinde metalanmalarını engellemektedir. Eğer onu görmezden gelmezlerse metalanamayacaklardır. Artık ilk baştaki dua unutulmuş, metalanmak ve Allah’ın onlara verdiğine küfretmek yani onu görmezden gelmek için kanunlar çıkarmaktadırlar.
Peki bu nasıl olmaktadır? Nasıl oluyor da baştan münibler olacağız diyen bu ferîk küfretmek için şirk batağına saplanmaktadır? Daha da ilginci bu bataktan niçin çıkamamaktadırlar? Kimse onlara yanlış yaptıklarını söylememekte midir? Bunun cevabı “yankı odası” (echo chamber) denen kavramdadır.
Benzer görüş ve inanç sahiplerinin fikir paylaştığı, bu görüş ve inançların sürekli tekrarlandığı ve karşıt görüşlerin yer almadığı tek taraflı iletişim biçimine “yankı odası” denir. Özellikle sosyal medya ve Youtube gibi hayatımıza giren ve iletişimi kolaylaştıran medya mecraları ile bu kavram daha net olarak kendini göstermiştir. Sosyal ve politik kutuplaşmayı artıran yankı odaları özellikle seçim dönemleri yaklaştıkça kendini yoğun olarak göstermektedir.
Yankı odası yalıtılmış bir ortamdır. Ortada önceden var olan bir inanç vardır ve katılımcılar kapalı bir ortam içinde sürekli olarak bu inançlarını daha güçlü hale getiren paylaşımlar yaparlar ve hiçbir şekilde karşıt fikirleri duymak istemezler. Kendi görüşlerinin doğruluğundan son derece emindirler. Farklı görüşlere asla tahammül edemezler. Yalnız kendi görüşlerini destekleyen verileri toplarlar ve kendi görüşlerini çürütecek delilleri dikkate almazlar, o görüşlerden rahatsızlık duyarlar. Yankı odası içinde çok mutludurlar ve dışına çıkmak istemezler. Çünkü yankı odası içindeki kendi görüşündeki insanlar tarafından bu tek yönlü fikirler çok kolay kabul edilmektedir. İlginç olanı yankı odasındaki kişilerin büyük bir çoğunluğunun yüksek öğrenimli olmasıdır.
Çoğunluk sistemi içinde yer alan bütün vesenler kendi yankı odalarını oluştururlar. Bu yankı odalarında özellikle sosyal medyada karşı tarafı kötüleyen, kendilerini iyi gösteren paylaşımlar yaparlar. Yankı odasında olanlar karşı tarafın kötü olduğuna dair paylaşımları hemen doğru kabul ederler. Araştırma gereği bile duymazlar. Montajlı videolar, iftiralar hiç fark etmez, onlar için doğrudur. Zaten bunun için yankı odasındadırlar.
Bu yankı odaları o kadar ilginçtir ki siyasi menfaat ne ise yankı odasında onlar dillendirilmektedir. Yankı odasında mevcut iktidar yerin dibine batırılmakta, onların yanlışları ve ne kadar kötü oldukları sürekli vurgulanmaktadır. Ama bir anda mevcut iktidarla ittifak yapılınca yankı odalarında konular hemen değişmektedir. Artık mevcut iktidarla beraber olmak için gerekçeler paylaşılmakta ve oda içindeki herkes de buna inanmak istediğinden direk kabul edilmektedir. Oysa vesen içindeki bazı kimseler bunu metalanmak için yapmakta, samimi olan “vay garibim” kavramı ile ifade edilen vesen üyeleri de onları savunmaktadırlar, safça çaba sarf etmektedirler. Zaten başka bir şey yapamazlar, yankı odası ne dediyse o doğrudur. Kendileri de yankı odasındakileri dışarıya yankılandırmaktadırlar.
Siyaseti içine kanıksamış olanlar eleştirel paylaşımlardan son derece rahatsız oldukları için kendi yankı odaları olmayan Whatsapp gruplarında kalmaya tahammül edemezler. Serbest görüşlerin olduğu toplantılardan hoşlanmazlar, orada bulunmak istemezler. Çünkü kendi inançlarına ters şeyler söylenmektedir. Bu da hoşlarına gitmemektedir.
الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُولَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُولَئِكَ هُمْ أُولُو الْأَلْبَابِ
Her söze kulak verip de en iyisine hemen uyanlar, onlar Allah’ın onlara rehberlik ettiği kimselerdir ve onlar, onlar akıl sahipleridir. (Zümer 18)
Kuran ehli olmayanların yankı odasında olması gayet normaldir. Ancak Kuran ehli olduğunu iddia edenlerin yankı odasında olması son derece problemlidir. Çünkü ayette açıkça her söze kulak verip en iyisine hemen uyanların Allah’ın yol gösterdiği kimseler olduğu söylenmektedir. Bunu göre Kuran ehli olduğunu söyleyen bir kimse yankı odasından çıkamıyorsa Kuran ehli değil demektir.
Kendisi ne kadar Kuran ehli olduğunu iddia etse bile yankı odasının dışına çıkmak istemeyen arkadaşlarınıza etki edemezsiniz. Sizin Kuran’dan getirdiğiniz delilleri asla duymak istemezler veya o delillere karşı gerekçeler üretirler. Ekseriyet demokrasisinden uzak durun dediğinizde kendi yankı odalarındaki fikirleri sürekli size söyleyip sizin delillerinizi çürütmek için çaba sarf edeceklerdir.
Bu ayette ileride bileceksiniz denmektedir. Neyi bileceklerdir? Yaptıklarının yanlış olduğunu bileceklerdir. Çoğunluk sistemi içindeki çabalarının nasıl şirkle sonuçlandığını bileceklerdir. Hemen bilemeyeceklerdir. İleride bileceklerdir. Hemen bilselerdi سَتَعْلَمُونَ şeklinde gelirdi. Aradan zaman geçtikten sonra anlayacaklardır. Bu ilerisi kıyamet yevmi de olabilir, iktidardan düştükten sonra da olabilir. Ancak bu ekseriyet sistemindeki yankı odası içinde bunu bilemeyeceklerdir. Çünkü yankı odasında mutludurlar, başka fikirleri duymak istememekte, çoğunluk sistemi içindeki çabanın dalalet olduğunu değil cihad olduğunu duymak istemektedirler ve bundan emindirler zaten. Sizin söylediğiniz Kuran’ın ayetleri yankı odalarında duyduklarının tam tersi olduğu için bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkmaktadır.
Teşvikiye, Yalova
20 Mayıs 2023
M. Lütfi Hocaoğlu