RÛM SÛRESİ - 21. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (30)
Hanîf olarak din için yüzünü ikame et. İnsanları onun üzerine yarattığı Allah’ın fıtratı… Allah’ın halk’ı için hiçbir değiştirme yoktur. O doğru dindir ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (30)
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا
Hanîf olarak din için yüzünü ikame et.
Emir fiil cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Fâil Hâl | Mefûlun lieclih | Mefûlun bih | Fâil Sahibul hâl | Fiil |
Mecrur | Cârr | Muzâfun ileyh | Muzâf |
حَنِيفًا | الدِّينِ | لِ | كَ | وَجْهَ | أَنْتَ | أَقِمْ | فَ |
فَ: İsti’nafiyye edatıdır. Buna Fâ-u isti’nâfiye (الْفَاءُ الاِسْتِئْنَافِيَّةُ) denir. Cümle başında bulunur. Arkasından öncesindeki cümle ile i’râb yönünden ilişkisi olmayan yeni bir cümle başlatır. İ’râbsal ilişki olmamasına rağmen öncesindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında anlamsal irtibat vardır. Bu irtibata göre fâ-u isti’nâfiye; fâ-u ta’liliyye (الفَاءُ التَّعْلِيلِيَّةُ), fâ-u tafsiliyye (الفَاءُ التَّفْصِيِلِيَّةُ أَوِ التَّفْسِيرِيَّةُ), netice fâsı (فَاءُ النَّتِيجَةِ), irtibat fâsı (فَاءُ الْاِرْتِبَاطِ) şeklinde sınıflandırılır.
Bu ayette öncesindeki cümle ile bu soru cümlesi arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. Bu nedenle bu fâ, fâ-u ta’liliyyedir. Öncesinde Allah’ın saptırdığına kim rehberlik eder denmiş ve bu duruma düşmemek için sebep sonuç ilişkisi kurularak yapılması gerekenler bu fâ’dan sonrasında söylenmiştir.
أَقِمْ: “İkame et” demektir. قوم kökünden if’âl bâbından ikinci tekil şahıs emir fiildir. Birinci bâbdan قَامَ - يَقُومُ şeklinde kalkıp bir hedefe yönelerek dik durmak manasındadır. Lazım fiildir. Birinci bâb if’âl bâbına (أَقَامَ – يُقِيمُ) tadiye etkisi ile gelir. “Doğrulttu, doğru uyguladı, gerektiği gibi yaptı, yerleşik, süregelen ve etkili hale getirdi” anlamına gelir. Mukim (مُقِيم) ise “devam eden, süregelen, değişmeden duran, yerleşik” anlamlarındadır.
وَجْهَ: “Yüz, surat” demektir. وجه kökünden gelmiş isimdir. Çoğulu وُجُوه dur.
(وجه) الواو والجيم والهاء: أصلٌ واحد يدلُّ على مقابلةٍ لشيء. والوجه مستقبِلٌ لكلِّ شيء.
Vâv ve Cim ve Ha: Tek kök bir şey için karşılaşmaya delalet eder. Vech her şey için karşılayandır. (Makayisu-l Luga)
Vech yüz demektir ancak her zaman fiziksel olarak yüzü ifade etmez. Genellikle kişinin yönelimini ifade eder. Çünkü kime yönelirse insan yüzünü ona çevirir.
أَيْنَمَا يُوَجِّهْهُ لَا يَأْتِ بِخَيْرٍ
Onu her nereye yöneltirse hiçbir hayır getirmez. (Nahl 76)
Bu ayetteki gibi tef’îl bâbından geldiğinde “yöneltmek” anlamına gelir.
وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسَى رَبِّي أَنْ يَهْدِيَنِي سَوَاءَ السَّبِيلِ
Medyen’le karşılaşmaya yöneldiğinde “Belki rabbim beni yolun ortasına rehberlik eder” dedi. (Kasas 22)
Bu ayetteki gibi tefe’ûl bâbından gelince “yönelmek” anlamındadır. Türkçede de “teveccüh” şeklinde “yönelim, yönelme” anlamında doğru bir şekilde kullanılmaktadır.
كَ: “Sen” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir.
وَجْهَكَ: “Senin yüzün” demektir.
لِ: “İçin” demektir.
الدِّينِ: “Din, düzen” demektir. Din kelimesi mana değişikliğine uğramıştır. Günümüzde sosyolojik manada kullanılan din kelimesi ile Kuran’da geçen din kelimesi farklı anlamlardadır.
Günümüzde din kelimesi “inanç” anlamında kullanılmaktadır. Hıristiyanlık dini, Yahudilik dini, İslam dini şeklinde kullanılmaktadır. Kuran’da Hıristiyanlık dini ve Yahudilik dini ifadesi geçmediği gibi İslam dini ifadesi de geçmez, “din olarak İslam” ifadesi geçer, “Allah’ın dini” ifadesi geçer. Din kelimesi Kuran’da düzen (hukuk düzeni) anlamındadır. Uyulması gereken kurallar bütünüdür.
Burada الدِّينِ şeklinde harf-i tarifle gelmiştir. Ahd içindir. Allah’ın dini demektir.
لِلدِّينِ: “Din için” demektir. Allah’ın koyduğu kurallara dayanan hukuk düzeni için demektir.
حَنِيفًا: “Hakka meyilli ve hakka yatkın” demektir. حنف kökünden ikinci bâbdan mübalağalı ism-i fâildir. Çoğulu حُنَفَاءَ dir. حَنَف, “doğal eğrilik” demektir. Ayaktaki ve bacaktaki olması gereken eğimler ve eğrilikler bu kelime ile ifade edilir. Bu eğrilik olması gereken eğriliktir. Bu eğrilerin eğri olmaması anormaldir. Ayak tabanı eğimlidir. Eğim olmazsa düz tabanlık denir ve bir anormalliktir.
Omurganın doğal eğrilikleri (حَنَف)
Omurgamız da dümdüz değildir. Omurganın doğal eğrilikleri vardır. Bu eğriliklerin düzleşmesi hastalıktır. Omurganın düzleştiği hastalık ankilozan spondilit adı verilen bir romatizmal hastalıktır.
Doğal olarak olması gereken bir yöne doğru meyletmek bu kökle ifade edilir. حَنِيف demek yaratılışına uygun olarak hakka, doğruya meyleden kimse demektir. Yönü nerede olursa olsun hakka yani gerçeğe ve geçerli olana doğru meyleden kimse demektir.
مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyandı. Ancak müslim bir hanîf idi ve müşriklerden değildi. (Ali İmran 67)
Kuran’da 10 kere حَنِيفًا kelimesi tekil olarak geçmektedir. Bunun 8 adedi İbrahim Peygamber için gelmektedir. Diğer ikisi bu Rum suresinde Kuran’ı okuyan kimse için hanîf olması şeklinde emirle gelmektedir. 2 kere de حُنَفَاءَ şeklinde çoğul olarak gelmektedir.
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَا أُحِبُّ الْآفِلِينَ (76) فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِي رَبِّي لَأَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ (77) فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَذَا رَبِّي هَذَا أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَاقَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ (78) إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ (79)
Üzerini gece örtünce bir yıldız gördü. “Bu benim rabbimdir” dedi. (Yıldız) batınca “ben batanları sevmem” dedi. Doğmaya başlayan ayı görünce “Bu benim rabbimdir” dedi. (Ay) batınca “Yemin olsun rabbim bana yol göstermezse kesinlikle ben sapan kavimden olacağım” dedi. Doğmaya başlayan güneşi görünce “Bu benim rabbimdir, bu daha büyüktür” dedi. (Güneş) batınca “ey kavmim kesinlikle ben sizin ortak ettiklerinizden uzağım. Kesinlikle ben yüzümü gökleri ve yeri fıtrat edene hanîf olarak yönelttim ve ben müşriklerden değilim” dedi. (En’am 76-79)
İbrahim Peygamberin hanîfliği burada anlatılmaktadır. Hanîf olan kimse hakka yatkındır, hakka meyillidir. Hem de İbrahim Peygamber henüz peygamber olmadan hanîf idi. Aklını kullanarak hakka yönelmiştir, gerçeğe yönelmiştir.
أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا: “Hanîf olarak din için yüzünü ikame et” demektir. İkame etmek ne demektir? Ayetlere bakarak inceleyelim.
وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ
Salatı ikame et. Kesinlikle salat aşırılığı ve münkeri nehyeder. (Ankebut 45)
أَقِيمُوا الصَّلَاةَ
Salatı ikame edin. (Bakara 43, Bakara 83, Bakara 110, Nisa 77, Nisa 103, Yunus 87, Hac 78, Nur 56, Rum 31, Mücadele 13, Müzzemmil 20)
“Salatı ikame et/edin” demek “toplantıyı doğru uygulayın, gerektiği gibi yapın, yerleşik, süregelen ve etkili hale getirin” demektir.
وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ
Ölçüyü kıstla ikame edin. (Rahman 9)
Ölçüyü bir ölçüte göre gerektiği gibi yapın, doğru uygulayın denmektedir.
أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا
Onlar rablerinin ayetlerini ve onunla karşılaşmayı görmezden gelip de amelleri boşa gidenlerdir. Onlar için kıyamet yevminde bir ölçü ikame etmeyeceğiz. (Kehf 105)
Kıyamet yevminde ölçü ikame edilmeyecek yani bir ölçü yerleştirmeyeceğiz denmektedir. Çünkü amelleri boşa gittiği için sonuç bellidir.
وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ
Allah için şehadeti ikame edin. (Talak 2)
“Şehadeti Allah için ikame edin” demek “bilirkişiliği doğru uygulayın, gerektiği gibi yapın, yerleşik, süregelen ve etkili hale getirin” demektir.
فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنْقَضَّ فَأَقَامَهُ
İkisi orada yıkılmayı irade eden bir duvar buldular da hemen onu ikame etti. (Kehf 77)
Musa ve yanındaki kasabada bir duvar buluyorlar. Duvar yıkılmak üzere. Musa’nın yanındaki duvarı ikame ediyor yani doğrultuyor, olması gerektiği şekle dönüştürüyor.
وَلَوْ أَنَّهُمْ أَقَامُوا التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ لَأَكَلُوا مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ أَرْجُلِهِمْ
Onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve rablerinden onlara indirileni ikame etmiş olsalardı üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi. (Maide 66)
قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ حَتَّى تُقِيمُوا التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
“Ey kitap ehli Tevrat’ı ve İncil’i ve rabbinizden size indirileni ikame etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz” de. Rabbinden sana indirilen kesinlikle onlardan çok kimsenin taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse kâfirler kavmine acıma. (Maide 68)
Kitap ehlini Kuran’a davet etmemiz değil Yahudileri Tevrat’ı, Hıristiyanları Tevrat ve İncil’i, diğer kitap ehlini kendilerine indirileni doğru uygulamaya, gerektiği gibi uygulamaya, yerleşik, süregelen ve etkili hale getirmeye davet etmemiz emredilmektedir. Arkasından gerekçesi açıklanmaktadır. Bize indirilen onlardan çok kimsenin küfür ve taşkınlığını artıracaktır.
وَلَهُمْ عَذَابٌ مُقِيمٌ
Onlar için ikame eden bir azap vardır. (Maide 37)
Onlar için olması gerektiği gibi yerleşik, süregelen ve etkili bir azap vardır.
لَهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُقِيمٌ
Onlar için orada ikame eden bir nimet vardır. (Tevbe 21)
Onlar için olması gerektiği gibi yerleşik, süregelen bir nimet vardır.
وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُقِيمٍ
Kesinlikle o ikame eden bir yol üzerindedir. (Hicr 76)
O yolun yeri değişmemektedir. Eskiden beri orada devam etmektedir.
وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ جُلُودِ الْأَنْعَامِ بُيُوتًا تَسْتَخِفُّونَهَا يَوْمَ ظَعْنِكُمْ وَيَوْمَ إِقَامَتِكُمْ
Sizin için en’amın derilerinden göç ettiğiniz dönemde ve ikamet ettiğiniz dönemde onları kolay taşıdığınız evler kıldı. (Nahl 80)
İkamet edilen dönem yerleşik olunan dönem demektir. Türkçede de bu şekilde doğru anlamıyla kullanılmaktadır.
وَأَقِيمُوا وُجُوهَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ
Her mescidin indinde yüzlerinizi ikame edin. (Araf 29)
“Yüzlerinizi ikame edin” demek “mescitlerin etki alanları içinde yönelimleriniz yerleşik, süregelen ve etkili halde olsun” demektir. Mescid cami demek değildir. Mescid yönetim yeridir. Bugünkü hükümet veya meclis demektir.
Rum suresindeki bu ayette أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا “Hanîf olarak din için yüzünü ikame et” demektir. “Hakka meyilli olarak Allah’ın kurallarının geçerli olduğu düzen için yönelimini gerektiği gibi yap, yerleşik, süregelen ve etkili halde Allah’ın kurallarının geçerli kurallar olması için çalış” demektir.
İbrahim Peygamberin babası vesenlerden birinde yetkiliydi. Babasının yerine babasının veseninin başına geçip o düzende hakkı getirmeyi deneyebilirdi. Ama kanit ve hanîf olması bunun en büyük engeliydi. Kanit olan taviz vermez, hanîf olan da hakka meyledicidir. Hanîf olan batılın içine girmez. Batılla hakkı getirmez. Batılla hakkın sınırlarını bilir ve bu sınırların net olduğunun farkındadır. Hakkı batıla karıştırmaz.
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Hakkı batıla karıştırmayın ve bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin. (Bakara 42)
Bu ayette gayet açıktır. Hak ve batıl birbiriyle iç içe değildir. Yan yana olamazlar. Hak ve batıl birbirinden tam olarak ayrıdır. Batıl bir sistem olan çoğunluk demokrasisi içinde hakkı getirmeye çalışanlara bu ayet en güzel cevaptır. Hevadan konuşmuyoruz. İbrahim Peygamber gibi ister babanız isterse en çok sevdiğiniz siyasi lideriniz batıl sistem içinde başarılar arasın, fark etmez. Batıl batıldır, hak haktır. Hanîf olan bunu yapmaz. Hanîf olan hakka meyillidir, batıla meyletmez. Çoğunluk demokrasisi içinde başarılar aradığınızda batıla meyletmişsiniz demektir, isterseniz alnınız secdeden kalkmasın. Hanîflikten uzaktasınızdır. Referansınız ayetlerse zaten batıldan uzak durursunuz. Referansınız heva ise bin bir gerekçeler üretirsiniz, mazeretler bulursunuz, batıldan çıkmazsınız. Bu nedenle ayette yöneliminizi olması gerektiği gibi yapın denmektedir. Hanîf olarak bunu yapın denmektedir. Bunu din için yani Allah’ın kurallarının geçerli kurallar olması için yapın denmektedir. Hakkı batıla karıştırdığınızda hanîf olmaktan çıkarsınız.
وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
“Hak geldi ve batıl sindi. Kesinlikle batıl sinicidir” de. (İsra 81)
بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ
Aksine hakkı batılın üzerine bırakırız da ona çarparak iz bırakır (damgalar) o zaman o hemen sinen olur. (Enbiya 18)
Hak geldiğinde batıl siner. Sinme mekanizması bu ayette anlatılmaktadır. Hak batılla karıştırılmaz, hak batılın üzerine çarptırılır ve batıl damgalanır. Artık onun batıl olduğu herkes tarafından anlaşılır. Ekseriyet demokrasisi batıl olduğu halde ne kadar anlatırsak anlatalım hakkı getiremediğimiz için damgalanmamakta ve batıl olduğu herkes tarafından anlaşılmamaktadır. Hakkı getirme hanîf ve kânit bir şekilde olmalıdır. Hakka yatkın ve tavizsiz olunmalıdır. Hakkın batılla karıştırılması yasaklandığı için batıl sistemler içinde hak gelmez. Bu nedenle çoğunluk demokrasisi içindeki vesenlere hizmet etmekle yalnızca batıl güçlenecektir. Eğer hak çoğunluk demokrasisi içinde gelseydi ve iktidara gelen alnı secdede liderlerin partileri hak olsaydı hak olan partilerinin batıl olanlara çarpıp onları damgalaması gerekirdi. Damgalanınca da tüm insanlar onların batıl olduğunu görecekti ve onlar da sinecekti. Batıl olan ekseriyet demokrasisi içindeki bazı vesenler değildir. Batıl olan ekseriyet demokrasisi ve bunun içindeki istisnasız tüm vesenlerdir. Hangi vesene hizmet ediyorsanız batıla hizmet ediyorsunuz demektir. Böyle olmadığını iddia etmek sadece hevadan konuşmaktır, başka bir şey değildir.
فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا
İnsanları onun üzerine yarattığı Allah’ın fıtratı …
Emir fiil cümlesi |
Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
Sıfat | Mevsûf |
Sıla cümlesi Fiil cümlesi | İsm-i mevsûl | Fâil Muzâfun ileyh | Şibh-i fiil Muzâf |
Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
Hâl | Sahibul hâl |
Mecrur | Cârr |
هَا | عَلَى | النَّاسَ | هُوَ | فَطَرَ | الَّتِي | اللَّهِ | فِطْرَةَ | و | اتَّبِعُوا |
فِطْرَةَ: “Yaratmak, fıtrat” demektir. فطر kökünden birinci bâbdan mastar-ı bina-i nev’idir. Bir şeyi birleşmiş küçük parçalar halinde imal etmek manasındadır. Bu kökten ikinci bâbdan فَطْر mastarı ise birinci bâbın zıttına tek bir şeyi içinde çatlaklar ve yarıklar oluşturarak çok sayıda şey haline getirmek manasındadır. Buradan gelen فَطْر “çatlak, yarık” demektir. Çoğulu فُطُورٌ dur.
(فطر) الفاء والطاء والراء أصلٌ صحيحٌ يدلُّ على فَتْح شيء وإبرازهِ. من ذلك الفِطْرُ من الصَّوم. يقال: أفْطَرَ إفطاراً.
(فطر) Fâ ve Tâ ve Râ. Sahih kök bir şeyi açmaya ve onu ibraz etmeye delalet eder. Bundandır oruçtaki fıtr. Denilir: iftâr etti, iftâr etmek. (Makayisu-l Luga)
Oruçtaki iftar kelimesi de buradan gelir. Yarma, çatlatma manasına ikinci bâbdan gelir.
اللَّهِ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
فِطْرَةَ اللَّهِ: “Allah’ın fıtratı, Allah’ın yaratması” demektir.
الَّتِي: Dişil tekil has ism-i mevsuldür. Sıla cümlesi arkasından gelen فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا cümlesidir. Aid zamiri de عَلَيْهَا daki هَا zamiridir.
فَطَرَ: “Yarattı” demektir. فطر kökünden birinci bâbdan üçüncü tekil şahıs mazi malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir ve Allah’a racidir.
النَّاسَ: “İnsanlar” demektir. Tekili إِنْس dir. ءنس kökünden gelmiştir. أَنَسٌ mastarı birisini sosyal, yakın, arkadaşça hissetmek, tanıdık ve alışık olmak manasındadır. Bu mastar manasından sosyal, yakın, arkadaş olarak hissedilen, tanıdık olan manasında إِنْسٌ ıstılahi olarak “insan” anlamında camid isimdir. Erildir. Çoğulu أُنَاسٌ dur. Marife olduğu zaman sık kullanıldığı için başındaki hemze düşmüştür. النَّاس (الْأُنَاس النَّاس) şeklindedir.
عَلَى: “Üzerine” demektir. Harf-i cerdir.
هَا: “O” demektir. Dişil tekil mecrur muttasıl zamirdir. فِطْرَةَ اللَّهِ ye racidir.
عَلَيْهَا: “Onun üzerine” demektir. Allah’ın bir çeşit yaratması üzerine demektir.
فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا: “İnsanları onun üzerine yarattı” demektir.
الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا: “İnsanları onun üzerine yarattığı” demektir.
فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا: “İnsanları onun üzerine yarattığı Allah’ın fıtratı” demektir.
Cümle sadece mastardan oluşmaktadır. Görünüşte cümle yoktur, sadece tek bir isim vardır. Fiil yoktur. İsim cümlesi de değildir. İsim cümlesi olsaydı فِطْرَةَ şeklinde mensub değil فِطْرَةُ şeklinde merfu olarak gelirdi. Bu durumda fiili hazf edilmiş bir cümlenin mef’ûlün bihidir. Genellikle emir fiil takdir edilir. İ’rab tefsirlerinde الْزِمُوا (gerekli kılın) şeklinde takdir yaygındır. Önceki ayetlerde zulmedenlerin hevalarına uydukları söylenmektedir. Öncesine dayanarak burada takdir edilmeye uygun olan اتَّبِعُوا (uyun) fiilidir. اتَّبِعُوا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا (İnsanları onun üzerine yarattığı Allah’ın fıtratına uyun) şeklinde takdir edilir.
Kuran’da halik sıfatı Allah dışındakiler için de kullanırken fâtır (فَاطِر) sıfatı yalnızca Allah için kullanılır.
Fıtratın Kuran’da fâili sadece Allah iken iki mef’ûlü vardır. Birisi kâinattır (فَاطِرُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ). Diğeri ise insandır. Başka varlıklar için fıtrat Kuran’da kullanılmamaktadır. Fıtrat mastar-ı bina-i nev’idir. Yani bir çeşit yaratmadır. Özel bir yaratmadır. Mastar olarak Kuran’da sadece burada geçmektedir. Kâinat da insan da küçük parçaların birleşmesinden oluşmuştur. İlginç olan bu küçük parçaların önce tek bir parça olup, ayrılıp farklılaşmaları ve sonra da bu farklılaşan parçaların birbirleriyle ilişkili bir şekilde bir bütünü meydana getirmeleridir. İşte bu fıtrattır. İnsan tek hücre ile başlar. Sonra bu hücre ortadan ikiye yarılır. İşte bu yarılma, çatlama fıtratın başlamasıdır. Sonra bu iki hücre yarılarak dört hücreye dönüşür. Bu böyle devam eder. Her bölünmede her hücre başka bir hücreye dönüşür. Kimi kasları oluşturur, kimi kemikleri oluşturur, kimi deriyi oluşturur, kimi sinir sistemini oluşturur. Farklılaşırlar, sınırları bellidir. Arada yarıklar vardır ama aralarında bağlantıları devam etmektedir. Bu da tam olarak فطر köküne (çatlak, yarık) uygundur. Kâinat da böyle oluşmuştur. Büyük patlamadan önce tek bir tür madde vardır. Bu madde başka maddelere dönüşmüş, bunlar birbirleriyle ilişkiler kurarak birbirlerinden ayrılmışlar ama aralarındaki ilişki hiç bitmemiştir. Birbirinden ayrı görünen her parçacık aslında birbirlerine bizim görmediğimiz bir boyuttan bağlanmaktadırlar (dolanıklık ilkesi). Aralarında solucan delikleri vardır ve ilişkileri devam etmektedir. İşte bu özelliği ile kâinat da bir fıtrat üzerinedir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta insan türünü yarattığı fıtrat (فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ الْإِنْسَانَ عَلَيْهَا) demeyip insanları yarattığı fıtrat (فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا) denmesidir. Eğer insan türünü yarattığı fıtrat deseydi biyolojik fıtrata uymamız istenmiş olacaktı. İnsanları yarattığı fıtrat dediği için psikolojik ve sosyolojik fıtrata uymamız istenmiş olmaktadır. Zaten öncesinde Allah’ın düzenine hakka meyilliler olarak yöneliminizi sabit tutun denmiştir. Burada da Allah’ın dininin insanların fıtratına uygun olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
Allah’ın koyduğu kurallar insanların fıtratına uygundur. Batılıların koyduğu kurallar fıtrata aykırıdır. Avrupa Birliği ve batı hayranlığı ve onlara uymak adına son yıllarda çıkarılan bütün kanunlar, uygulanan bütün kurallar Allah’ın fıtratına aykırıdır. En garibi de başörtülü, namaz kılan kadınların diğerleri gibi bu fıtrata aykırı kanunlardan birini kırmızı çizgileri yapmalarıdır.
لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ
Allah’ın halk’ı için hiçbir değiştirme yoktur.
Mensuh isim cümlesi |
Haberi | İsmi | Cinsini nefyeden Lâ |
Mefûlün bih GS | Şibh-i fiil |
Mecrur | Cârr |
Fâil Muzâfun ileyh | Şibh-i fiil Muzâf |
اللَّهِ | خَلْقِ | لِ | مَوْجُودٌ | تَبْدِيلَ | لَا |
لَا: “Hiçbir” demektir. Cinsini nefyeden Lâ’dır. Umumi olumsuzluk bildiren Lâ da denir. İsminin kapsadığı bütün varlıkların, olayların cinsinin tümünün olumsuzluğunu ifade eder. Bu harf isim cümlesinin önüne gelir ve mübtedayı mahallen mensub, lafzen fetha üzerine mebni yaparken, haberi merfu yapar.
تَبْدِيلَ: “Değiştirmek, bir şeyin yerine başka bir şeyi geçirmek” demektir. بدل kökünden tef’îl bâbından mastardır. Çokluk bildirdiği için ya fiil yani değiştirme çok sayıdadır ya mef’ûl yani değiştirilen çok sayıdadır ya da fâil yani değiştiren çok sayıdadır.
لِ: “için” demektir. Harf-i cerdir.
خَلْقِ: “Yaratmak” demektir. Mastardır. Var olan başka bir şeyden yeni bir şey üretmek manasındadır.
اللَّهِ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
خَلْقِ اللَّهِ: “Allah’ı halk’ı, Allah’ın yaratması” demektir.
لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ: “Allah’ın halk’ı için hiçbir değiştirme yoktur” demektir.
Öncesinde Allah’ın fıtratı geçmişken şimdi Allah’ın halk’ı geçmektedir. Fıtrat bir malzeme kullanarak bu malzemeyi bölmek ve her bölünmede farklılaştırıp farklılaşmaya rağmen birbiriyle ilişkisini sürdüren küçük parçalar halinde oluşturulmuş bir sistem meydana getirmektir. Bunu yalnızca Allah yapabilir. Halk ise var olan malzemeleri kullanarak yeni bir şey üretmektir. Bunu insanlar da yapabilir. Ama buradaki Allah’ın halk’ı insanların halk’ından farklıdır.
أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ
Haliklerin (yaratanların) en iyisini bırakarak Baal’a dua mı ediyorsunuz? (Saffat 125)
İlyas Peygamber topluluğuna seslenmekte ve “haliklerin (yaratanların) en iyisini bırakıp Baal’a dua mı ediyorsunuz?” demektedir. Allah haliklerin en iyisidir. En iyi yaratan O’dur. O’ndan iyi kimse yaratamaz. Yaratması hep iyi sonuçlar doğurur.
وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ
Kesinlikle onlara emredeceğim de Allah’ın halk’ını (yaratmasını) kesinlikle tağyir edecekler (değiştirecekler). (Nisa 119)
Allah’ın yaratmasını kimse tebdil edemez ama İblis’in burada ifade ettiği gibi tağyir ederler. Türkçede tebdile de tağyire de “değiştirme” demekteyiz. Bu nedenle mealden okuduğumuz zaman iki ayet birbiriyle çelişiyor gibi görünmektedir. Oysa ikisinde kullanılan fiil farklıdır ama Türkçede aynı şekilde ifade etmekteyiz. Fıtrat ve halk’ın ikisini de “yaratma” şeklinde tercüme etmemiz de başka bir örnektir.
Tebdil bir şeyin yerine başka bir şeyi geçirmedir. Ödeme yapmak için “Bedeli ne kadar?” diye sorduğumuzda bir malın yerine parayı vermek için sorarız. Satıcıda malın yerine para geçmiş, alıcı da paranın yerine mal geçmiştir. Tağyir ise var olan bir şeyin başkalaşmasıdır.
Allah’ın halkını hiç kimse tebdil edemez. Yani kimse Allah’ın yaratmasının yerine başka bir yaratma geçiremez. Kimse insanın benzeri başka bir insan türü yaratıp onun yerine geçiremez. Kimse bir sinek bile yaratamaz. Daha da küçüğü olarak kimse herhangi bir bakteri veya virüs yaratamaz. Kimse Allah’ın yarattığının yerine başka bir şeyi geçiremez. Ancak Allah’ın yaratmasını tağyir edebilirler yani başkalaştırabilirler ki İblis bunu garanti etmektedir. Günümüzde GDO diye kısaltılan genetiği değiştirilmiş organizmalar bunun tipik örneğidir. İblis’in ifade ettiği budur. GDO tebdil değil tağyirdir. Virüse müdahale ederek yapısını tağyir edebilir ve başka bir şekle dönüştürüp pandemiler yapabilirler ama sıfırdan bir virüs yaratıp Allah’ın yarattığı virüsün yerine geçiremezler. Bu nedenle Allah’ın yaratmasında hiçbir tebdil yoktur. Peki, herhangi bir organımızı hiçbir sağlık sorunu olmadan kesip atmak tebdil midir, tağyir midir? Başkalaşmaya sebep olduğu için tağyirdir. Bu haliyle erkek çocuklara yapılan sünnet uygulaması Allah’ın halk’ını tağyirdir. Allah’ın “ben bu organı yarattım ama hata etmişim, aslında zararlı bir organmış, bu hatamı telafi edin, o organı kesin atın” demesi (haşa) manasına gelir ki son derece abestir. Yahudilerden geçerek gelenek haline gelmiştir. Hakka uygun değildir, hanîf olmaya aykırıdır. Allah bizim vücudumuzda hiçbir organı gereksiz yere yaratmamıştır, hepsinin bir fonksiyonu vardır. İblis’in kesinlikle yaptıracağım dediği bu Allah’ın halk’ını tağyir etme uygulamasından vazgeçilmesi gereklidir.
Burada sorulacak bir soru vardır. Niçin Allah’ın fıtratında değiştirme yoktur dememiş de Allah’ın halk’ında değiştirme yoktur demiştir? Bunun sebebi evleviyetin delaletidir. Allah’ın halk’ının yerine bir şey getiremeyen fıtratının yerine zaten hiçbir şey getiremez. Halik olma insanların da bir özelliği olabilirken fâtır olma insanların özelliği değildir. Halik olabildiği halde Allah’ın halk’ının yerine başka bir şey getiremeyen, fâtır olmadığı için zaten başka bir fıtrat meydana getiremediğinden hiçbir fıtratı değiştiremez.
ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ
O doğru dindir.
İsim cümlesi |
Haber | Mübteda |
Sıfat | Mevsûf |
الْقَيِّمُ | الدِّينُ | ذَلِكَ |
ذَلِكَ: “O” demektir. Uzak ism-i işarettir. Anlamı işaret eder. İşaret ettiği bir varlık değil öncesindeki cümlelerdeki (فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ) anlamdır.
الدِّينُ: “Din, düzen” demektir. Uyulması gereken kurallar bütünüdür, hukuk düzenidir.
الْقَيِّمُ: “Doğru” demektir (eğrinin zıttı). قوم kökünden birinci bâbdan sıfat-ı müşebbehedir. Burada i’lâl gerçekleşmiştir. Aslı فَيْعِل kalıbından قَيْوِم dur.
“Sakin vavı harekeli ye takip ederse veya sakin ye’yi harekeli vav takip ederse vav harfi ye harfine kalp edilir ve oluşan iki ye idgam edilir.” kuralı gereği sakin vâv ye’ye dönüşmüş ve iki ye idgam edilmiştir.
قَيِّم sıfat-ı müşebbehesinin çekimi
Nekre | |
Çoğul | İkil | Tekil |
قَيِّمُونَ | قَيِّمَانِ | قَيِّمٌ | Eril | Merfu |
قَيِّمَاتٌ | قَيِّمَتَانِ | قَيِّمَةٌ | Dişil |
قَيِّمِينَ | قَيِّمَيْنِ | قَيِّمًا | Eril | Mensub |
قَيِّمَاتٍ | قَيِّمَتَيْنِ | قَيِّمَةً | Dişil |
قَيِّمِينَ | قَيِّمَيْنِ | قَيِّمٍ | Eril | Mecrur |
قَيِّمَاتٍ | قَيِّمَتَيْنِ | قَيِّمَةٍ | Dişil |
Marife | |
Çoğul | İkil | Tekil |
الْقَيِّمُونَ | الْقَيِّمَانِ | الْقَيِّمُ | Eril | Merfu |
الْقَيِّمَاتُ | الْقَيِّمَتَانِ | الْقَيِّمَةُ | Dişil |
الْقَيِّمِينَ | الْقَيِّمَيْنِ | الْقَيِّمَ | Eril | Mensub |
الْقَيِّمَاتِ | الْقَيِّمَتَيْنِ | الْقَيِّمَةَ | Dişil |
الْقَيِّمِينَ | الْقَيِّمَيْنِ | الْقَيِّمِ | Eril | Mecrur |
الْقَيِّمَاتِ | الْقَيِّمَتَيْنِ | الْقَيِّمَةِ | Dişil |
حَنِيف (hanîf) olması gereken eğriliği ifade ederken قَيِّم olması gereken doğruluğu ifade eder. İkisinin de aynı ayette geçmesi önemlidir.
الدِّينُ الْقَيِّمُ: “Doğru din” demektir.
ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ: “O doğru dindir” demektir. Din olduğuna göre uyulması gereken kural ifade etmelidir. Bu cümle iki ayette daha geçmektedir.
إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللَّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللَّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ
Kesinlikle Allah’ın indinde ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı dönemde Allah’ın kitabında 12 aydır. Onlardan dördü haramdır. O doğru dindir. (Tevbe 36)
Bu ayette doğru din yani uyulması gereken kural 12 ayın dördünün haram olmasıdır.
مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا أَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
O’nun dununda ibadet ettikleriniz yalnızca sizin ve atalarınızın onları isimlendirdiği isimlerdir. Allah onlara hiçbir güç indirmemiştir. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. Yalnızca kendisine ibadet edin diye emretti. Bu doğru dindir. Ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Yusuf 40)
Bu ayette uyulması gereken kural hükmün yalnızca Allah’a ait olması ve ekseriyet demokrasisi gibi isimlendirilmiş isimlere ibadet edilmemesidir (çalışılmamasıdır). Yalnızca kendisine ibadet edilmesidir.
Rûm suresindeki bu ayette de doğru din hakka meyletmiş olarak Allah’ın dini için yönelmiş halde kararlı olmak ve Allah’ın insanları yarattığı fıtrata uygun olarak Allah’ın yaratmasının tebdil edilemeyecek olmasını bilmek ve buna göre hareket etmektir.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler.
Mensuh isim cümlesi |
Haberi Fiil cümlesi | İsmi | Lâkinne |
Fâil | Fiil | Olumsuzluk edatı | Muzâfun ileyh | Muzâf |
و | يَعْلَمُونَ | لَا | النَّاسِ | أَكْثَرَ | لَكِنَّ |
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ cümlesine لَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ cümlesini atfetmektedir.
لَكِنَّ: “Ancak” demektir. İnne’nin benzerlerindendir. Huruf-u müşebbehe bi-l fiildendir. İstidrâk yani düzeltme harfidir. İstidrâkı te’kidle beraber yapar. İstidrâk (اِسْتِدْرَاكٌ) düzeltme, yanlış anlamayı önleme, hatayı düzeltme anlamlarındadır. “Ama”, “fakat”, “lakin”, “ancak”, “ne var ki” şeklinde tercüme edilebilir.
أَكْثَرَ: “Daha çok” anlamındadır. كثر kökünden beşinci bâbdan gelmiştir. Çoğalmak manasındaki fiilden “daha çok” manasına gelmiş ism-i tafdildir. İsim tamlamasında muzaf olarak gelirse “çoğunluk” anlamına gelir.
النَّاسِ: “İnsanlar” demektir.
أَكْثَرَ النَّاسِ: “İnsanların çoğunluğu” demektir.
لَا: Olumsuzluk edatıdır.
يَعْلَمُونَ: “Bilirler” demektir. علم kökünden dördüncü bâbdan üçüncü şahıs çoğul merfu muzari malum fiildir. Fâili içindeki cem vâvıdır (يَعْلَمُونَ). أَكْثَرَ النَّاسِ ye racidir.
لَا يَعْلَمُونَ: “Bilmezler” demektir.
لَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ: “Ancak insanların çoğunluğu bilmezler” demektir. Neyi bilmezler? Öncesindeki “O doğru dindir” cümlesine atfedildiği için doğru dini bilmemektedirler. Ayetin bu cümle ile bitmesi çok manidardır. أَكْثَرَ النَّاسِ (insanların çoğunluğu) terimi Kuran’da çok sayıda geçmektedir.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
İnsanların çoğunluğu şükretmezler. (Bakara 243, Yusuf 38)
قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللَّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Yalnızca onun (saatin) ilmi Allah’ın indindedir. Ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Araf 187)
وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ
Ancak insanların çoğunluğu iman etmezler. (Hud 17)
وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Allah işi üzerinde galiptir. Ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Yusuf 21)
مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا أَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Yalnızca Allah’ın dunundan sizin ve atalarınızın isimlendirdiği isimlere ibadet ediyorsunuz. Allah onlara hiçbir güç indirmedi. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. Yalnızca O’na ibadet edin diye emretti. Bu kayyım dindir. Ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Yusuf 40)
وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ
İnsanların çoğunluğu hırslansan bile müminler değillerdir. (Yusuf 103)
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ
Elif Lâm Râ. Onlar kitabın ayetleridir ve rabbinden sana indirilen haktır ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Rad 1)
وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَا يَبْعَثُ اللَّهُ مَنْ يَمُوتُ بَلَى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Allah’a yeminlerinin cehdiyle kasem ederler Allah öleni baas etmeyecektir diye. Tersine, O’nun üzerinde gerçek vaattir ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Nahl 38)
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلَّا كُفُورًا
İnsanlar için bu Kuran’da her örnekten anlattık da insanların çoğunluğu küfretme hariç kaçındılar. (İsra 89)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Seni yalnızca insanlar için topyekûn müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Sebe 28)
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Kesinlikle rabbim rızkı istediğine bollaştırır ve ölçülü verir” de ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Sebe 36)
لَخَلْقُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ أَكْبَرُ مِنْ خَلْقِ النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Gökler ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyüktür ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Mümin 57)
إِنَّ السَّاعَةَ لَآتِيَةٌ لَا رَيْبَ فِيهَا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ
Kesinlikle saat gelendir, onda hiçbir rayb yoktur ve ancak insanların çoğunluğu güvenmezler. (Mümin 59)
إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
Kesinlikle Allah insanlar üzerinde fazl sahibidir ve ancak insanların çoğunluğu şükretmezler. (Mümin 61)
قُلِ اللَّهُ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Allah size hayat verir sonra sizi öldürür sonra sizi onda hiçbir rayb olmayan kıyamet yevmine toplar” de ve ancak insanların çoğunluğu bilmezler. (Casiye 26)
İnsanların çoğunluğu için Kuran’da hiçbir olumlu ifade yoktur. Bu ayette de doğru dini insanların çoğunluğunun bilmediği ifade edilmektedir.
Doğru din insanların fıtratına uygundur. Allah’ın halk’ı gibi fıtratının da yerine başka bir şey geçirilemez. Koyduğunuz kurallar, yaptığınız kanunlar işte bu fıtrata uygunsa dininiz yani düzeniniz doğrudur. Eğer fıtrata uygun değilse eğridir. Doğal hukuk fıtrata uygundur. Avrupa Birliğine gireceğiz diye çıkarılan bütün kanunlar eğridir, fıtrata aykırıdır.
وَإِنْ تُطِعْ أَكْثَرَ مَنْ فِي الْأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ
Eğer yerdeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar yalnızca zanna uyarlar. Onlar yalnızca kafadan atarlar. (Enam 116)
İnsanların çoğunluğu iman etmediği için fıtrata aykırı düzenlerden hoşlanabilirler ama kendini mümin olarak tanımlayanların kendilerini Allah’ın yolundan saptıracak olan çoğunluk sistemi içinde çırpınması akıl alacak bir şey değildir. Bir de bu çoğunluk demokrasisi içindeki batıl mücadeleye “cihad” adını vermeleri de ne yaman bir çelişkidir.
Teşvikiye, Yalova
06 Mayıs 2023
M. Lütfi Hocaoğlu