RÛM SÛRESİ - 4. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَأَثَارُوا الْأَرْضَ وَعَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (9)
Hiç yerde gezip de onlardan öncesinde olanların akıbetinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar onlardan kuvvetçe daha şiddetliydiler ve yeri sürdüler ve onu imar etmelerinden daha çok onu imar ettiler ve elçileri onlara kanıtları getirdi. Kesinlikle Allah onlara zulmediyor değildi ve ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı. (9)
أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ
Hiç yerde gezip de onlardan öncesinde olanların akıbetinin nasıl olduğuna bakmadılar mı?
Soru cümlesi | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh Soru cümlesi Fiil cümlesi |
Ma'tûf Fiil cümlesi | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh Fiil cümlesi | Olumsuzluk edatı | İstifhâm edatı |
يَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ | فَ | يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ | لَمْ | أَ | وَ | أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا... (8) |
Ma'tûfun aleyh Fiil cümlesi |
Mefûlun fih | Fâil | Fiil |
فِي الْأَرْضِ | و | يَسِيرُوا |
Ma'tûf Fiil cümlesi |
Mefûlun bih Mensuh isim cümlesi | Fâil | Fiil |
İsmi | Kâne | Haberi İstifhâm edatı |
عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ | كَانَ | كَيْفَ | و | يَنْظُرُوا |
أَ: Soru hemzesidir (همزة الاستفهام). “Mı, mi” demektir. Her zaman cümlenin başına gelir. Buna sadaratu-l kelâm hakkı denir. Hatta önceki cümleleri bu cümleye bağlayan وَ ve فَ bağlaçları bile soru hemzesinden sonra gelir. Sonrasındaki kelimeyi (وَ ya da فَ varsa bunlardan sonra gelen kelimeyi) sorunun konusu yapar. Bu nedenle soru cümlelerinde sorunun konusu olan kelime cümledeki görevi ne olursa olsun bu hemzeden hemen sonra gelerek (وَ ya da فَ varsa bunlardan sonra gelerek) cümlenin ikinci kelimesi olur. “Mı, mi” anlamına gelen ikinci bir soru harfi هَلْ dir. Soru hemzesi her zaman soruya cevap istemek için gelmez. Elifin güç etkisi nedeniyle asıl amaç soru değildir. Arkasından gelen kelimeye cümlede önem katarak soru manasını oluşturur.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. Cümle soru hemzesiyle başladığı için soru hemzesinden sonra gelmiştir. Bir önceki ayetteki أَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى cümlesine أَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ cümlesini atfetmektedir.
لَمْ: “-medi, -madı” anlamında olumsuzluk edatıdır. Muzari fiilin başına gelerek onu cezm eder ve geçmiş zamanda mutlak olumsuzluk manası oluşur. Böylece yapılmayan fiil geçmiş zamanda hiçbir zaman yapılmamış olur.
يَسِيرُوا: “Gezerler” demektir. Üçüncü şahıs çoğul meczum muzari malum fiildir. Fâili cem vâvıdır (يَسِيرُوا). 6. ayetteki أَكْثَرَ النَّاسِ ye (insanların çoğunluğuna) racidir. Öncesindeki لَمْ ile cezm olmuştur. Cezm olmamış merfu hali يَسِيرُونَ şeklindedir. سَيْر “gezmek” demektir. Bir mekân içinde hareket ederek yer değiştirmek manasındadır. Ancak rastgele bir dolaşma değildir. Belli bir metot içinde izlenilen yol demektir. سِيرَة kelimesi de bu köktendir. Belirli bir zaman ve mekân içinde yapılan hareket, yer değişikliği, o zaman içindeki şeklinde, yapısında meydana gelen değişiklikler manasında سِيرَة “hal ve gidiş, yapı” anlamındadır. Bu yüzden siret biyografi anlamındadır da. Peygamberin hayatına da siret denmektedir. Çoğulu سِيَر dir. Peygamberin hayatının anlatıldığı kitaplara da topluca siyer denmesinin sebebi budur.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
الْأَرْضِ: “Yer” demektir. ءرض kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan أَرَضٌ mastarı bir mekânın bereketli, verimli olması, hayrının çok olması ve yerleşme ve ikamet için uygun olması manasındadır. Bu mastar manasından yerleşme için uygun olan manasında أَرْضٌ “yer” anlamındadır. “Yeryüzü” manasına da gelir.
فِي الْأَرْضِ: “Yerin içinde” demektir.
يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ: “Yerde gezerler” demektir. Buradaki gezme dolaşma demek değildir. Yerde belli bir metot uygulayarak hareket edin demektir. Bu nedenle ilmi yöntemlerle yapılan ve ilmi gerçeklere ulaşmak için yapılan gezi seyr’dir. Seyahat farklıdır. Seyh yerin yüzeyinde akarak hareket eden su demektir. Su gibi yer üzerinde hareket etmek seyahattir. Daha çok turistik geziyi ifade eder. Nefer askeri yolculuk iken Rıhle ise ticari yolculuktur. Dördünün ortak adı seferdir.
فَ: Atıf harfidir. Takip ve tertip bildirir. Öncesindeki ve sonrasındaki fiiller ardışık olarak gerçekleşir. يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ cümlesini يَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ cümlesine atfetmektedir.
يَنْظُرُوا: “Bakarlar” demektir. Üçüncü şahıs çoğul meczum muzari malum fiildir. Fâili cem vâvıdır (يَنْظُرُوا). 6. ayetteki أَكْثَرَ النَّاسِ ye (insanların çoğunluğuna) racidir. Öncesindeki لَمْ ile cezm olmuştur. Cezm olmamış merfu hali يَنْظُرُونَ şeklindedir. Sıradan bir gözle bakış değildir. Oraya odaklanma, ilgilenme, dikkatini orada toplama demektir. Ma’tûfun aleyhi ile beraber “yerde ilmi gerçeklere ulaşmak için gezin de bakın, odaklanın” anlamındadır. Bu nedenle çok kere كَيْفَ (nasıl) ile beraber kullanılır. Nasıl olduğunu anlamak için, çözmek için bakın demektir.
كَيْفَ: “Nasıl” demektir. Soru ismidir. Aslında kânenin haberidir ve kâneden ve kânenin isminden sonra gelmesi gerekir. Soru edatlarının sadaratu-l kelâm (sözün başında olma) hakkı nedeniyle başa alınmıştır. Kânenin de önüne geçmiştir.
كَانَ: Nakıs fiillerdendir. Burada mazi fiil olarak gelmiştir. Bu fiilin mastarının asıl anlamı “olmak” iken nakıs fiil olduğunda kendisinden sonra bir isim ve haber gelir. Asıl anlamıyla kullanıldığında tam fiil, bir isim ve haberden önce kullanıldığında nakıs (eksik) fiil denir.
عَاقِبَةُ: “Akıbet, son” demektir. Bir şeyin, bir kimsenin, bir işin zaman olarak hemen arkasından gelmek manasındadır.
الَّذِينَ: “Kimseler” demektir. Eril çoğul has ism-i mevsuldür. Sonrasında sıla cümlesi gelir ve ikisi bir arada cümlede bir öğe haline gelirler.
مِنْ: “-den, -dan” demektir. Harf-i cerdir. Zarfların önüne gelerek zarfiyeti müphemlikten çıkarır muayyen hale getirir.
قَبْلِ: “Önce” demektir. Zarftır. İzafe edildiği kelimeden öncesindeki zamanı ifade eder.
هِمْ: “Onlar” demektir. Üçüncü şahıs eril çoğul mecrur muttasıl zamirdir. 6. ayetteki أَكْثَرَ النَّاسِ ye (insanların çoğunluğuna) racidir.
قَبْلِهِمْ: “Onlardan önce” demektir.
مِنْ قَبْلِهِمْ: “Onlardan öncesinde” demektir. Buradaki مِنْ onlardan öncesini muayyen (belirli) hale getirir. Eğer bu مِنْ olmasaydı قَبْلَهُمْ şeklinde gelerek mübhem (belirsiz) olacaktı. Bu مِنْ nedeniyle onlardan öncesindeki zamanlar belirlidir.
الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Onlardan öncesinde olanlar” demektir. İsm-i mevsul olan الَّذِينَ ve sıla cümlesi olan مِنْ قَبْلِهِمْ den meydana gelmiştir. Ancak مِنْ قَبْلِهِمْ cümle değildir. Tek bir öğeden oluşmaktadır. Bu da cümlede bir öğenin hazf edildiğini gösterir. O da هُمْ zamirdir. Aslında sıla cümlesi هُمْ مِنْ قَبْلِهِمْ şeklindedir. الَّذِينَ sebebiyle cümlede هُمْ olduğu anlaşıldığı için hazf edilmiştir. هُمْ “Onlar” demektir. Üçüncü şahıs eril çoğul zamirdir. İsm-i mevsullerin sıla cümlesi içinde ism-i mevsule uyan bir zamir bulunur. Buna aid zamiri (الضمير العائد) denir. İsm-i mevsuller tek başlarına bir anlam ifade etmezler. Sıla cümlesi ve aid zamiriyle beraber anlamlı olurlar. İsm-i mevsulümüz eril çoğul olan الَّذِينَ olduğu için buna uyan aid zamiri eril çoğul olan هُمْ dur. Bu da hazf olmuştur.
Sıla cümlesi | İsm-i mevsul |
هُمْ مِنْ قَبْلِهِمْ | الَّذِينَ |
Eril çoğul olan aid zamiri | Eril çoğul olan ism-i mevsul |
عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Onlardan öncesinde olanların akıbeti” demektir.
كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Onlardan öncesinde olanların akıbeti nasıl oldu?” demektir.
يَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Onlardan öncesinde olanların akıbetinin nasıl olduğuna bakarlar” demektir.
يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Yerde gezerler de onlardan öncesinde olanların akıbetinin nasıl olduğuna bakarlar” demektir.
لَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Yerde gezip de onlardan öncesinde olanların akıbetinin nasıl olduğuna bakmadılar” demektir.
أَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ: “Hiç yerde gezip de onlardan öncesinde olanların akıbetinin nasıl olduğuna bakmadılar mı?” demektir.
Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan bir tanesi الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ ile öncekilerin marife ve yaşadıkları zamanın da muayyen olmasıdır. Eğer مَنْ قَبْلَهُمْ şeklinde gelseydi öncekiler umumi olur ve yaşadıkları zaman da müphem olurdu. Öncekilerin hepsini kapsardı. Burada akıbetlerine bakılacak olan kendilerinden önceki tüm insanlar değil, belirli bir zamanda yaşamış, belirli topluluklardır.
Buradaki “gezip de bakmadılar mı?” sorusu soru sormak için değildir. Gezip bakmaları, oraya odaklanmaları, ilgilenmeleri, dikkatini orada toplamaları gerekir demektir. Onların öncesinde olanların akıbetine bakılabildiğine göre bu topluluklar yerde gezerek akıbetlerinin görülebileceği topluluklardır. Bunlar Kuran’da anlatılan topluluklardır. Firavun, Haman, Karun’dur. Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri ve diğerleridir.
Ayette insanların çoğunluğuna kendilerinden öncekilerin akıbetlerine bakmaları niçin söyleniyor? Çünkü aynı akıbet onların da başına gelebilir. Kuran’da anlatılan ve toplulukların başına gelen olaylar masal değildir. Hepsi örnektir. Onların yaptıklarını yaparsanız başınıza onların başına gelen gelir ve sonunuz da benzer olur.
كَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً
Onlar onlardan kuvvetçe daha şiddetliydiler.
Mensuh isim cümlesi |
İsmi Temyiz | Haberi | İsmi Mümeyyez | Kâne |
Sıfat | Mevsûf |
قُوَّةً | مِنْهُمْ | أَشَدَّ | و | كَانُوا |
كَانُوا: “İdiler” demektir. İsmi, cem vâvıdır (كَانُوا). الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ e (onlardan öncekilere) racidir.
أَشَدَّ: “Daha şiddetli” demektir. شدد kökünden birinci bâbdan gelmiştir. Bir özelliğinin kuvvetli olması manasındaki fiilden “daha şiddetli” manasına gelmiş ism-i tafdildir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir. İsm-i tafdilin belirttiği özellikte diğerine göre üstün olan isme mufaddal, mukayese edilen diğer kelimeye ise mufaddalun aleyh denir. Mufaddalun aleyh’in başındaki min harfi cerine de min-i tafdiliye denir. Bu harf-i cer de min-i tafdiliyedir. Burada mufaddal كَانُوا daki cem vâvı (كَانُوا) yani onlardır. الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ e (onlardan öncekiler) racidir. Mufaddalun aleyh de bu مِنْ den sonra gelen هُمْ yani onlardır.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. Bu هُمْ 6. ayetteki أَكْثَرَ النَّاسِ ye (insanların çoğunluğuna) racidir.
مِنْهُمْ: “Onlardan” demektir.
قُوَّةً: “Kuvvet, güç” demektir. قوي kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan güçlü olma aracı manasında “kuvvet” anlamında, ism-i alet manasında camid isimdir.
كَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً: “Onlar onlardan kuvvetçe daha şiddetliydiler” demektir. Onlardan öncesinde olanlar insanların çoğunluğundan kuvvetçe daha şiddetliydiler.
Bu cümlede temyiz vardır. Temyiz (التَّمْيِيز) kendinden önce gelen ve manası açık olmayan bir ismin manasına açıklık getiren isimdir. Nekre ve mensub olarak gelir. Manasını açıkladığı kelimeye mümeyyez (الْمُمَيَّز) denir.
İki çeşit mümeyyez vardır:
- Melfûz mümeyyez: Kapalılık tek bir kelimededir ve kapalılığı olan kelime açıkça görülür.
- Aded (الْعَدَدُ): Aded bildiren mümeyyezdir.
- Sarih sayının temyizi (تمييز العدد الصريح)
- Sayının kinayesinin temyizi (تمييز كنايات العدد)
- Kem-i istifhamiyye (كم الاستفهامية)
- Kem-i haberiyye (كم الخبرية)
- كَأَيِّنْ
- بِضْعَ
- Vezn (الْوَزْنُ): Ağırlık bildiren mümeyyezdir.
- Keyl (الْكَيْلُ): Hacim bildiren mümeyyezdir.
- Misâha (الْمِسَاحَةُ): Uzunluk veya alan bildiren mümeyyezdir.
- Melhûz mümeyyez: Temyiz mümeyyezle ilişkili bir öğeden gelmiştir. Genellikle mümeyyeze manen muzaftır, lafzen muzaf değildir. Bu muzaflık cümlede doğrudan görülmez, takdir edilir. Bu görevin takdir edildiği ve ilişkili olduğu mümeyyezin cümledeki görevine göre melhûz mümeyyeze menkûl denir. Temyiz fâilden, mef’ûlden, mübtedadan, nâib-i fâilden, nevasıhın isminden ve haberinden, mef’ûlün bih evvel ve saniden ve diğer öğelerden menkûl olabilir.
Melhûz mümeyyezlerin temyizi her zaman lafzen veya takdiren mensubdur. Bir mümeyyezin birden fazla temyizi olamaz. Cümleler ve şibh-i cümleler temyiz olmaz.
Bu ayette de temyiz melhûz mümeyyezdir. Herhangi bir sayı ya da ölçü bildirmemektedir. Mümeyyezle ilişkili görevi doğrudan görülmemektedir. Mümeyyezle ilişikilendirip temyizi kaldırırsak cümle كَانَ قُوَّتُهُمْ أَشَدَّ مِنْ قُوَّتِهِمْ (Onların kuvveti onların kuvvetinden daha şiddetliydi) şeklinde olur. Burada görülmektedir ki temyiz olan kelime aslında kânenin isminin ve mufaddalun aleyhin muzafıdır. Bu nedenle buradaki temyiz kânenin isminden menkûldur. O zaman şu soru sorulabilir: Niçin كَانَ قُوَّتُهُمْ أَشَدَّ مِنْ قُوَّتِهِمْ şeklinde gelmedi? Temyizin ana amacı bir kelimeye marifeye muzaf anlamı verip nekre bırakmaktır. Normalde marife bir isme muzaf olan isim bu izafet nedeniyle marifeleşir. Eğer marife bir isme muzaf yapıp nekre olması isteniyorsa o ismin temyizi olarak getirilir. Eğer قُوَّتُهُمْ şeklinde gelseydi kuvvet muzafun ileyhi olan هُمْ dan dolayı marife olacaktı. Temyizle geldiği için kuvvet nekre olarak kalmıştır. Bir diğer faydası da sözün kısaltılmasıdır. Kuvvet iki kere söyleneceği yere bir kere söylenmiştir.
Burada kuvveti nekre bırakmanın amacı nedir? Ayette mufaddal insanların çoğunluğundan öncekilerdir. Kuran çağlar üstüdür. Kuran’ın indiği dönemdeki Araplar kastedilseydi onlardan önce onlardan çok güçlü kavimler vardı. Ancak Kuran’ı okuduğunuz ayet özel bir karine yoksa şu anda da gelecekte de o günün insanını ilgilendirir. Yani her okuduğunuzda öncekilerden belli toplulukların bulunduğunuz dönemdeki insanların çoğunluğundan daha güçlü olması gerekir. Eğer kuvvet temyizle değil de izafetle gelseydi bu imkânsızdı. Çünkü toplulukların kuvveti zaman ilerledikçe artmaktadır. Ancak temyizle gelmesiyle durum değişmekte “onların kuvveti” değil “onların bir kuvveti” veya “onların bir tür kuvveti” anlamına gelmektedir. Bu kuvvet topluluğun silahları, askeri gücü değildir. Bedensel kuvvettir. Temyiz yerine kuvvet كَانُوا أَقْوَى مِنْهُمْ (onlar onlardan daha kuvvetliydi) şeklinde ism-i tafdil olarak gelseydi de bedensel kuvvet olarak anlaşılamazdı. Bunu yerine temyizle ve أَشَدَّ ile gelerek kuvvet nekre hale getirilmiş ve bedensel kuvvet olarak anlamamız sağlanmıştır. İlk insanın yaratılışından beri insanın bedensel kuvveti azalmıştır. Bundan 10.000 yıl önce yaşayan bir insan bize göre son derece sağlıklıydı ve çok uzun yaşamaktaydı. Bizden de kuvvetliydi. Özellikle son yüzyıl insanı darmadağın etmiştir. Küçücük çocuklar son derece sağlıksızdır. Erişkinlerde ve çocuklarda diyabet sanki bir salgın gibi yayılmakta, önceleri çok çok nadir görülen otizm gibi hastalıklar artık mutlaka bir tanıdığımızın çocuğunda görülmeye başlanmıştır. ABD’de 2021 yılında 44 çocuktan 1’inde otizm görüldüğü bildirilmiştir (CDC). ABD’de otizm görülme oranının 2002’den itibaren %123, 2006’dan itibaren %64, 2008’den itibaren %29 oranında arttığı bildirilmiştir (CDC). Ülkemize çocukluk aşıları ve son yılların tıbbi açıdan en mantıksız uygulaması olan Covid aşıları ithal edilmektedir. Büyük ilaç firmaları tüm dünyaya bunları satmaktadırlar. Onlara ne kadar güvenilebilir? Aşıların içinde ne olduğunu kesinkes bilemiyoruz. İmmün sistemler ne hale geldi. Tarım ilaçları, besi hayvanları ile yediklerimiz toksinlerle dolu halde. Junk food (çöp yiyecek) olarak tanımlanan paketlenmiş yiyeceklerle insanların sağlıkları elden gidiyor. Küçücük çocuklara anneleri ve babaları elleriyle para vererek bu yiyecekleri alıyor ve yediriyorlar. Sonra çocuklarını doktor doktor gezdirip niçin bir türlü iyileşemediğini soruyorlar doktorlara. Doktor da ağrı kesiciler, antibiyotiklerle çocuğu iyileştireceğini düşünüyor. Çocuk alerjilerden, astımdan muzdarip halde antihistaminikler, astım spreyleri kullanarak hayatını idame ettiriyor. Erişkinler kalp hastalıkları, hipertansiyon, diyabetle boğuşuyor. Sürekli kronik hastalık raporları çıkartıp kimyasal ilaçlar kullanıyorlar. Hiçbirisi hastalığının sebebini bilmiyor. Daha da kötüsü doktorları da bilmiyor. Genetik diyorlar. Hangi gen? Bilmiyorlar. Herkesin bir kronik hastalığı var. Ömür boyu ilaç kullanmaya mahkûm bırakılmışlar. İlaç firmaları tüm tıbbi uygulamalara tüm dünyada hâkim olmuş. Doktorlar sadece onların ilaçlarını yazmayı bilimsel yaklaşım sanıyorlar. Bitkisel tedavi yapan veya beslenmenin öneminden bahseden doktorlara “otçu-çöpçü” diyerek alay edenleri bile var. Kendilerinin de kronik hastalıkları var, onlar da sürekli ilaç kullanıyorlar. İlaç firmalarının her yaptığını doğru kabul edip onlara teslim olmuş vaziyetteler.
Ne kadar sağlıklı olsak da bizden binlerce yıl önce yaşayanlardan bedensel olarak kuvvetli olamayız. Zaten bu kadar toksinin içinde tam manasıyla sağlıklı olmak neredeyse imkânsız. Bunun için çok ciddi devlet politikaları gerekli. Tarım politikasının değişmesi lazım. İlaçsız doğal tarıma geçilmeli, ilaçsız temiz ürünler kamu ambarlarında depolanabilmeli ve bunlar desteklenmelidir. Devasa hastaneler açmayı marifet sanmak yerine doğa içinde küçük sağlıklı yaşam merkezleri kurulup buralarda insanların doğal beslenmeleri sağlanmalı ve beslenme eğitimleri almalılar. Bitkisel takviyeler kamu tarafından ücretsiz olarak sağlanmalıdır. Bunların maliyeti şu anda açılan insanların kronik hastalıklarını idame ettirmekten başka bir işe yaramayan devasa hastanelere harcanan paranın onda biri bile olmayacaktır. Bu nasıl bir şeydir? Bu nasıl bir uykudur? Büyük Sermaye tüm dünyayı hipnoz yapmış ve sürüm sürüm süründürüyor. Ekini ve nesli helak etmiş. Nasıl eskilerden kuvvetli olacağız?
Tüm bunları düzeltsek de yine eskilerden kuvvetli olamayacağız. İlk insan bundan yaklaşık 60.000 yıl önce yaşadı. İlk insandan beri nesiller boyunca tek nükleotid mutasyonları (SNP’ler) oluştu ve oluşuyor. Sadece MTHFR (folik asiti aktifleştiren enzim) gen mutasyonu bile Türkiye’de yapılan çalışmalarda yaklaşık %30-50 arasında görülmektedir. Sürekli meydana gelen mutasyonlara ilaveten bitkilerdeki tarım ilaçlarıyla, genetiği değiştirilmiş organizmalarla, rBGH (recombinant Bovine Growth Hormon) gibi ilaçlarla kısa zamanda kilo aldırılan ve bol süt vermesi sağlanan büyükbaş hayvanların etleri ve sütleriyle, paketli yiyecekleri korumak için içine konan kimyasal katkı maddeleri ve zararlı yağlarla, çöp yiyeceklerle, neredeyse her şeye konulan ham petrolden elde edilen parfüm adı altındaki toksinlerle insanlar sürekli hasta edilmekte ve kronik hastalıklarla yaşamak zorunda kalıp hastanelerden çıkamamakta, sürekli olarak sömürücü sermayenin sözüm ona tedavi yöntemlerini kullanmak zorunda kalmaktadırlar.
وَأَثَارُوا الْأَرْضَ
Ve yeri sürdüler.
Fiil cümlesi | Atıf harfi |
Mefûlun fih | Fâil | Fiil |
الْأَرْضَ | و | أَثَارُوا | وَ |
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. كَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً cümlesine أَثَارُوا الْأَرْضَ cümlesini atfetmektedir.
أَثَارُوا: “Sürdüler” demektir. Üçüncü şahıs eril çoğul mazi malum fiildir. Fâili cem vâvıdır (أَثَارُوا). الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ e (onlardan öncekilere) racidir.
Birinci babdan ثَارَ - يَثُورُ şeklinde hareketsiz, sabit bir halde iken sıçramak, fırlamak, hareketlenmek, heyecanlanmak manasındadır.
Birinci bâb if’âl bâbına (يُثِيرُ – أَثَارَ) tadiye etkisi ile gelir. Sabit bir halde iken kendi kendine hareketlenmek anlamından sabit bir halde iken başka birini, bir şeyi sıçratmak, fırlatmak, hareketlendirmek, sürmek anlamına gelir. Bu nedenle rüzgârın bulutları hareketlendirmesi için de tarlanın sürülmesi için de bu fiil kullanılır. Bulutlar hareketsiz halde iken rüzgâr onları hareketlendirerek sürer. Tarla da sabit dururken sürüldüğünde hareketlenmeye, bitki çıkarmaya başlar ve bu nedenle burada da bu fiil kullanılır.
إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُثِيرُ الْأَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ فِيهَا
Kesinlikle o inektir, ne yeri sürerek ne de ekin sulayarak zelil değildir, müsellemdir, onda alaca yoktur. (Bakara 71)
Bu ayette ineğin yeri sürmesi özelliği gösterilmiş olmaktadır.
أَرْسَلَ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَسُقْنَاهُ إِلَى بَلَدٍ مَيِّتٍ فَأَحْيَيْنَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
Rüzgarları gönderdi de (rüzgarlar) bulutu sürdü de onunla (bulutla) ölü beldeyi suladık da onunla ölümünden sonra yere hayat verdik. (Fatır 9)
Bu ayette bulutun hareketsiz halden hareketli hale getirilmesi ifade edilmektedir.
الْأَرْضَ: “Yer” demektir. ءرض kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan أَرَضٌ mastarı bir mekânın bereketli, verimli olması, hayrının çok olması ve yerleşme ve ikamet için uygun olması manasındadır. Bu mastar manasından yerleşme için uygun olan manasında أَرْضٌ “yer” anlamındadır. “Yeryüzü” manasına da gelir. Yerleşme için uygun olan her yer arzdır. Yerküre de arzdır, yerküre içindeki herhangi bir alan da arzdır. Türkçeye geçen arsa ve arazi kelimeleri, İngilizcedeki earth kelimesi buradan gelmektedir.
أَثَارُوا الْأَرْضَ: “Yeri sürdüler” demektir. Bunun iki manası vardır. Birisi tarım amacıyla yerin sürülmesidir. Diğeri ise tarım yapılmayan yerlerde insanların yerleşmesi ile yerin hareketlilik kazanarak canlanması, o yere rant sağlanmasıdır.
وَعَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا
Ve onu imar etmelerinden daha çok onu imar ettiler.
Fiil cümlesi | Atıf harfi |
Mefûlun bih | Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
Sıfat | Mevsûf |
Mecrur | Cârr |
Sıla cümlesi Fiil cümlesi | Harf-i mevsûl |
Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
هَا | و | عَمَرُوا | مَا | مِنْ | أَكْثَرَ | هَا | و | عَمَرُوا | وَ |
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. أَثَارُوا الْأَرْضَ cümlesine عَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا cümlesini atfetmektedir.
عَمَرُوا: “İmar ettiler” demektir. عمر kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs eril çoğul mazi malum fiildir. Fâili cem vâvıdır (عَمَرُوا). الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ e (onlardan öncekilere) racidir. عَمْر ve عِمَارَة mastarı yaşamak veya ikâmet etmek için kullanılan bir mekânı veya bir yeri yaşatmak manasındadır.
هَا: “O” demektir. Dişil tekil mensub muttasıl zamirdir. الْأَرْضَ ya (yere) racidir.
أَكْثَرَ: “Daha çok” anlamındadır. كثر kökünden beşinci bâbdan gelmiştir. Çoğalmak manasındaki fiilden “daha çok” manasına gelmiş ism-i tafdildir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir. Min-i tafdiliyedir.
مَا: “-me, -ma” demektir. Harf-i mevsul olarak mastar-ı müevveldir.
عَمَرُوا: “İmar ettiler” demektir. عمر kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs eril çoğul mazi malum fiildir. Fâili cem vâvıdır (عَمَرُوا). 6. ayetteki أَكْثَرَ النَّاسِ ye (insanların çoğunluğuna) racidir.
هَا: “O” demektir. Dişil tekil mensub muttasıl zamirdir. الْأَرْضَ ya (yere) racidir.
مَا عَمَرُوهَا: “Onu imar etmeleri” demektir.
أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا: “Onu imar etmelerinden daha çok” demektir.
عَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا: “Onu imar etmelerinden daha çok onu imar ettiler” demektir. Buradaki çokluk nedir? Miktar mıdır, yerin alanı mıdır yoksa imarın yani mekanları yaşatmanın süresi midir? Bunu çözen أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا daki harf-i mevsul olarak mastar-ı müevvel olan مَا dır. Bu mastar ma’sı ikiye ayrılır:
Ma-i masdariyye gayrı tevkitiyye: Kendinden sonraki sıla cümlesine mastar manası kazandırır. Zaman ifade etmez.
Ma-i masdariyye tevkitiyye: Kendinden sonraki sıla cümlesine –dığı müddetçe, -dığı zaman, -dıkça, -dığı sürece, -dığında, -dığınca, - ken, -iken, -dığı kadar eklerini vererek ana cümleye bağlar ve zaman manası kazandırır. Ma-i masdariyye zamaniyye de denir.
أَكْثَرَ (daha çok) ifadesinin bir şeyden çok olması için kendisinden sonrakinin sayılabilir, ölçülebilir olması gereklidir. Kendisinden sonra harf-i mevsulle mastar gelmiştir. Bir mastarın sayılabilmesi için mastar-ı bina-i merre kalıbından gelmesi veya mimli mastar olarak gelmesi lazımdır. Harf-i mevsulle gelinen mastarlar sayılamaz ancak zaman ifade ederse ölçülebilir. Bu nedenle burada harf-i mevsul olan مَا zaman ifade etmektedir yani ma-i masdariyye tevkitiyyedir. Buna göre onlardan önceki belirli topluluklar kendilerinden sonra her dönemdeki insanların çoğunluğuna göre yeri daha uzun süre imar etmişlerdir. İmar yaşamak veya ikâmet etmek için kullanılan bir mekânı veya bir yeri yaşatmak demektir. Bir yer ne kadar çok yaşıyorsa yani insanlar orayı ne kadar çok kullanıyorsa o kadar çok imar edilmiştir.
Onlardan öncekilerden kastedilen geçmişteki her topluluk değil, belirli özel topluluklardır. Kaldıkları mekânları, kullandıkları ortak alanları uzun süre yaşatmışlardır. Bunlar öyle topluluklardır ki yapıp kullandıkları mekânların kullanım süresine kendilerinden sonra gelenler hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Günümüzdeki binaları düşünün. Apartmanlar 50 yıl sonra artık çürüyor. Dev gökdelenler bile dinamitlerle 100 yıl geçmeden yıkılıyor. Piramitlere bakın, 4600 yaşındalar. Bugün yapılan hangi binanın 4600 sene hizmet verebileceği düşünülüyor.
Görüldüğü gibi tefsir yapılırken gramersel analizin yapılması son derece önemlidir. Harf-i mevsul ile ism-i mevsulün farkı bilinmeden, harf-i mevsulün iki tipinin olduğu bilinmeden, mastarların hangi durumda sayılabilir ve ölçülebilir olduğunu bilmeden bu ayetteki bu cümle çözülemez.
مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَنْ يَعْمُرُوا مَسَاجِدَ اللَّهِ شَاهِدِينَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ
Müşrikler için kendileri üzerine küfre şahitler iken Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olmaz. (Tevbe 17)
إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللَّهَ
Allah’ın mescidlerini yalnızca Allah’a ve ahir yevme iman eden ve salatı ikame eden ve zekâtı veren ve yalnızca Allah’tan çekinenler imar eder. (Tevbe 18)
أَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا يَسْتَوُونَ عِنْدَ اللَّهِ
Hacıya su vermeyi ve haram mescidi imar etmeyi Allah’a ve ahir yevme iman eden ve Allah yolunda cihad eden gibi kıldınız mı? Allah’a göre eşit değildirler. (Tevbe 19)
وَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِ
Ve mamur beyte (yemin) (Tûr 4)
Kuran’da Rûm suresinin bu ayeti dışında imar etme fiilleri bu dört ayette gelmektedir. İkisinde Allah’ın mescidlerinin imarı, birinde haram mescidin imarı ve birinde de imar edilmiş beyt şeklinde gelmektedir. Buralardaki yapılar insanların ortak kullandığı mekânlardır. Bu yapıların yaşaması önemlidir. Haram mescidin ise her zaman yaşaması gereklidir.
وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ
Ve elçileri onlara kanıtları getirdi.
Fiil cümlesi | Atıf harfi |
Fâil | Mefûlun bih | Fiil |
Hâl | Sahibul hâl |
بِالْبَيِّنَاتِ | رُسُلُهُمْ | هُمْ | جَاءَتْ | وَ |
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. عَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا cümlesine جَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ cümlesini atfetmektedir.
جَاءَتْ: “Geldi” demektir. Üçüncü şahıs dişil tekil mazi fiildir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. Gelinenlerdir. الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ e (onlardan öncekilere) racidir.
رُسُلُ: “Elçiler” demektir. رَسُول un cem-i mükesser çoğuludur. Sıfat-ı müşebbehedir. Kökü رسل dir. Dördüncü bâbdan gelmektedir. Bir mesajı ulaştıran, bir görevi yapan kimsedir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. Gelinenlerdir. الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ e (onlardan öncekilere) racidir.
رُسُلُهُمْ: “Onların elçileri” demektir. Onların gönderdiği elçiler değil, onlara gelen elçiler demektir. Kuran’da رُسُلُنَا (elçilerimiz) ifadesi vardır. Bu durumda نَا (biz) elçileri gönderenlerdir. “Bize ait elçiler” demektir. رُسُلُهُمْ (onların elçileri) daki هُمْ (onlar) ise kendilerine elçiler gönderilenlerdir. “Onlar için elçiler” demektir. Bunu “onlara onların elçileri geldi” ifadesinden anlıyoruz. İki durumda da izafet-i lâmiyye vardır.
رُسُلُهُمْ | الرُّسُلُ لَهُمْ | Buradaki لِ ta’lîl içindir. | Onlar için elçiler |
رُسُلُنَا | الرُّسُلُ لَنَا | Buradaki لِ mülkiyet içindir. | Bize ait elçiler |
بِ: “ile” demektir. Harf-i cerdir. جَاءَ ile beraber gelince bu fiilin “geldi” anlamını “getirdi” şekline dönüştürür.
الْبَيِّنَاتِ: “Kanıtlar” demektir. Dişil çoğul sıfat-ı müşebbehedir. Tekili الْبَيِّنَةِ dir. Kökü بين dir. İkinci bâbdan gelmektedir. بَيْنٌ mastarı başkasının ayırması, fark etmesi için bir şeyin çevresinden ayrılacak ve çevresindekilerden farklılaşacak şekilde sınırlarının belli olması manasındadır. Açık ve anlaşılır olduğundan kanıt anlamına gelmektedir.
بِالْبَيِّنَاتِ: “Kanıtları” demektir.
جَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ: “Elçileri onlara kanıtları getirdi” demektir.
Burada dikkat çeken bir durum daha vardır. Arapça gramerde mutabakat denen bir durum vardır. Cümlenin öğelerinin tekillik-ikillik-çoğulluk, erillik-dişillik açısından birbirleriyle uyum içinde olmasıdır. Bu ayette mutabakat söz konusu değildir.
Fâil | Fiil |
رُسُلُهُمْ | جَاءَتْ |
Eril | Dişil |
Fiil müennes (dişil), fâil ise müzekkerdir (erildir). Mutabakat yoktur.
Cemi mükesserlerde mutabakat olmamasının sebebi sayıların az ve çok olması ile ilgilidir. Mutabakat varsa fâil/nâib-i fâillerin sayısı çoktur, mutabakat yoksa sayıları azdır.
جَاءَ رُسُلُهُمْ | Gelen elçilerin sayısı çok |
جَاءَتْ رُسُلُهُمْ | Gelen elçilerin sayısı az |
Bu ayette رُسُلُ cem-i mükesserdir ve mutabakat yoktur. Buradan gelen elçilerin sayısının az olduğunu anlıyoruz. Bu da buradaki onlardan öncekilerin (الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ) onlardan önceki bütün insanları kapsamadığını, az sayıda topluluğu ifade ettiğini göstermektedir.
Elçileri onlara kanıtlar getirmiştir. Bu kanıtlar kanıt ayetler şeklinde olabileceği gibi doğrudan kanıtlar şeklinde de olabilir. Elçileri onların yanlış yaptıklarını kanıtlamışlardır, onlara göstermişlerdir. Ancak bir faydası olmamıştır. Günümüzde de aynı durum geçerlidir. Siz insanları çoğunluğuna Kuran ayetlerini kanıtlarıyla getirin, anlatın, yaptığınız yanlış deyin. Hiçbir fayda sağlamıyor. Kimse mevcut düzen değişsin istemiyor. Mevcut düzen içinde başarılı olma peşindeler. Çok mal, çok adam, çok oy peşinde koşmaya devam ediyorlar. Bunlar için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Tıpkı onlardan öncekiler gibi güç peşindeler. Güçlü olup diğer insanların onları yüceltmesini istiyorlar. Allah’ın ayetleri, bilimsel kanıtlar umurlarında bile değil. Umurlarındaymış gibi davranıyorlar. Beş vakit namazlarını kılıyorlar, oruçlarını tutuyorlar, hacca umreye aksatmadan sık sık gidiyorlar ama Allah’ın kurallarına aykırı kuralları koymaktan zerre kadar çekinmiyorlar.
Kanıt getirmek çok önemlidir. Kuran’a iman ettiğini söyleyen birisine bu ayette bu yazıyor diyerek kanıt getirmiş olmazsınız. Mutlaka gramatik olarak ispatlamanız gereklidir. Eğer gramatik olarak ispatlamadan Kuran bunu söylüyor derseniz kanıt getirmemiş olursunuz. Bu tefsire ilk başladığımda bu yönde çok itiraz geldi. Çok fazla gramer bilgisi verdiğimi söylediler. Ancak bu yazılanlar sadece bu tefsiri dinleyenler için değildir. İsteyen herkes İnternet üzerinden bu metinlere ulaştığından kanıt arayan insanlar için bu gramatik tahliller değerli olacaktır. Gramatik tahlillerle biz kanıt getirmekteyiz. Bunları yapmazsak yazdıklarımız sadece yorum olarak kalacaktır.
فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ
Kesinlikle Allah onlara zulmediyor değildi.
Mensuh isim cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Haberi | İsmi | Kâne | Olumsuzluk edatı |
Mefûlün bih GS | Şibh-i fiil |
Mecrur | Cârr Lâmul cuhûd |
Sıla cümlesi Fiil cümlesi | Harf-i mevsûl |
Fâil | Mefûlun bih | Fiil |
هُوَ | هُمْ | يَظْلِمَ | أَنْ | لِ | مُرِيدًا | اللَّهُ | كَانَ | مَا | فَ |
فَ: İsti’nafiyye edatıdır. Buna Fâ-u isti’nâfiye (الْفَاءُ الاِسْتِئْنَافِيَّةُ) denir. Cümle başında bulunur. Arkasından öncesindeki cümle ile i’râb yönünden ilişkisi olmayan yeni bir cümle başlatır. İ’râbsal ilişki olmamasına rağmen öncesindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında anlamsal irtibat vardır. Bu irtibata göre fâ-u isti’nâfiye şu şekilde sınıflandırılır:
- Fâ-u ta’liliyye (الفَاءُ التَّعْلِيلِيَّةُ): Öncesi ile sonrasında sebep sonuç ilişkisi vardır. Öncesi sonrasının sebebidir. Türkçeye çevrilirken “bundan dolayı”, “bu sebeple” şeklinde çevrilmelidir.
- Fâ-u tafsiliyye (الفَاءُ التَّفْصِيِلِيَّةُ أَوِ التَّفْسِيرِيَّةُ): Öncesindeki cümle kapalı, tam olarak anlaşılmayan bir cümledir (Mücmel bir ifade). Sonrasındaki cümle ise mücmeli açıklayan, kapalılığı gideren bir cümledir (Mufassal bir ifade).
- Netice Fâsı (فَاءُ النَّتِيجَةِ): Önceki cümle/cümleler açıklanmış cümle/cümlelerdir. Sonraki cümle ise bu açıklanmış cümle/cümlelerin sonucunu gösteren, bir nevi özetleyen cümledir. Fâ-u tafsiliyyenin tersidir. “Sonuç olarak”, “neticede” şeklinde Türkçeye çevrilir.
- İrtibat Fâsı (فَاءُ الْاِرْتِبَاطِ): Öncesindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında zamansal ya da sebepsel ilişki yoktur ama aralarında bağlantı vardır. Cümleler arasındaki fâ tertip ve takip için değil, sebep için değil, tafsil için değil, neticelendirme için değilse ve cümleler arasında konu bağlantısı olduğu zaman gelen fâ irtibât fâsıdır.
مَا: “Değil” demektir. Olumsuzluk edatıdır.
كَانَ: “Oldu” demektir. Nakıs fiildir.
اللَّهُ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
لِ: lâmu’l cuhûddur. Olumsuz kânenin haberi muzari fiil ise te’kîd etmek için başına لِ gelebilir. Bu durumda muzari fiil لِ harf-i cerinden sonra gelen bir mahzuf أَنْ mastar-ı müevveli ile mensub olur. Bu harf-i cere lâmu’l cuhûd (لام الجحود) (inkâr lâmı) denir. Bu harf-i cer ve sonrasındaki mastar-ı müevvelin müteallakı kânenin ismine göre çekilmiş mahzûf مُرِيدًا dir (مُرِيدًا, مُرِيدَيْنِ, مُرِيدِينَ, مُرِيدَةً, مُرِيدَتَانِ, مُرِيدَاتٍ). Bu mahzuf مُرِيدًا şibh-i fiilidir. Hepsi birlikte kânenin haberi olurlar.
يَظْلِمَ: “Zulmediyor” demektir. Üçüncü şahıs, tekil, mensub muzari fiildir. Öncesindeki mahzuf أَنْ nedeniyle mensub olmuştur, bu nedenle son harfi fethalıdır (يَظْلِمَ). Eziyet ediyor anlamında değildir, Türkçede eziyet anlamında yanlış olarak kullanılmaktadır.
الظُّلْمُ: وَضْع الشيء في غير موضِعه
Zulüm: Bir şeyi kendi yerinin dışında bir yere koymak. (Lisanu-l A’râb)
ظلم kökünden iki bâbda fiiller gelir. İkinci bâbdan (ظَلَمَ - يَظْلِمُ) zulüm anlamında gelirken dördüncü bâbdan (ظَلِمَ - يَظْلَمُ) ظُلْمَة “karanlık” demektir.
Zulüm birisini, bir şeyi veya kendisini olması gereken gerçek konumda değil başka konumda bulundurmaktır. Bu nedenle birisine haksızlık etmek, birisine hakkını vermemek, suçsuz birisini suçlu konumuna sokmak, Allah’ın yerine Allah’ın kurallarına aykırı kurallar koyan şerikler edinmek zulümdür.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. Onlardan öncesinde olanlara (الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ) racidir.
يَظْلِمَهُمْ: “Onlara zulmediyor” demektir.
لِيَظْلِمَهُمْ: “Kesinlikle onlara zulmediyor” demektir.
مَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ: “Kesinlikle Allah onlara zulmediyor değildi” demektir. Allah onları olmaları gerektiği konum yerine başka bir konumda konumlandırmıyordu.
وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Ve ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Mensuh isim cümlesi | Atıf harfi |
Haberi Fiil cümlesi | İsmi | Kâne | Lâkinne |
Fâil | Fiil | Mefûlun bih |
و | يَظْلِمُونَ | أَنْفُسَهُمْ | و | كَانُوا | لَكِنْ | وَ |
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. مَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ cümlesine لَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ cümlesini atfetmektedir.
لَكِنْ: “Ancak” demektir. Muhaffef Lakinnedir. لَكِنَّ nin sonundaki نَ harfinin düşmesi ile muhaffef (hafifletilmiş) Lakinne elde edilir. İstidrâk yani düzeltme harfidir. İstidrâkı te’kidle beraber yapar. İstidrâk (اِسْتِدْرَاكٌ) düzeltme, yanlış anlamayı önleme, hatayı düzeltme anlamlarındadır. “Ama”, “fakat”, “lakin”, “ancak”, “ne var ki” şeklinde tercüme edilebilir. Muhaffef Lakinne amel etmez, yani ismi ve haberi olmaz. Tahfif edilince fiil cümlesinin de önüne gelebilir. لَكِنْ in öncesinde vâv varsa veya sonrasında cümle varsa veya kendisinden önce olumlu cümle varsa atıf harfi değil, muhaffef Lakinnedir. Burada öncesinde وَ vardır, sonrasında cümle vardır. Muhaffef Lakinnedir.
كَانُوا: “Oldular” demektir. Nakıs fiildir. İsmi içindeki cem vâvıdır (كَانُوا).
أَنْفُسَ: “Canlar” demektir. نفس kökünden gelmiştir. Tekili نَفْس dir. İkinci bâbdan mastar olarak birisinin bir başkasından ayrılarak ayrıldığı varlıktaki özellikleri ve sıfatları taşıyarak yeni bir varlık olması manasındadır. Bu mastar manasından ayrılan yeni varlık olarak “can” anlamında camid isimdir. Diğer çoğulu نُفُوس dur.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir.
أَنْفُسَهُمْ: “Kendileri” demektir. نَفْس kelimesi tekillik-ikillik-çoğullukta kendisine uyan bir zamire muzaf olursa “kendisi-kendileri” anlamına gelir (onun canı=kendisi).
يَظْلِمُونَ: “Zulmediyorlar” demektir. Üçüncü şahıs, çoğul, merfu muzari fiildir.
لَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ: “Ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı” demektir. Onlar kendilerini olmaları gereken konum yerine başka bir konumda konumlandırıyorlardı.
فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ un başındaki isti’nafifiyye edatı (فَ) netice fâsıdır. Öncesinde elçileri onlara kanıtları getirmiş ama onların kendilerine zulmetmeleriyle neticelenmiştir.
Allah’a ibadet etmeleri gerekiyordu. Yani Allah’ın kurallarını geçerli kurallar haline getirmeye çalışmalıydılar. Başka kuralların kurallar haline gelmemesi için çalışmalıydılar. Allah’tan başkasına ibadet ediyorlardı. Allah’ın kurallarını tanımıyorlar, başka kurallar getiriyorlardı. Hem kendilerine hem de başkalarına zulmediyorlardı.
Kuran bunları insanların çoğunluğuna örnek olarak veriyor. İnsanların çoğunluğu da onlar gibi kendilerine zulmediyorlar. Her çağda da zulmedecek. Ayetlerde insanların çoğunluğu için olumlu hiçbir ifade yoktur. Ne yazık ki tüm kurallar günümüzde çoğunluğa göre konuyor, Allah’ın ayetlerine göre konmuyor. Bir gün Allah’ın kuralları geçerli kurallar olacak, Allah’ın dini yani düzeni gelecek. O gün yakın mı uzak mı bilemiyorum ama gelecek. Ancak insanların çoğunluğu getirmeyecek. İnsanların çoğunluğu hep boş işlerle oyalanacak, müminler getirecek. Günlük işlerle oyalanıp da Allah’ın dini için hiçbir şey yapmayıp da kendini mümin sananlar maalesef insanların çoğunluğuna dahildir. Ritüelleri tekrarlayıp, zikir yaptığını sanıp boncuk çekerek, anlamını bilmeden ve uygulamadan Kuran tilaveti yapanlar maalesef Allah’ın dini için hiçbir şey yapmamaktadırlar ve onlar da insanların çoğunluğuna dahildirler. Hiçbir proje üretmeyip sadece çoğunluğu ikna edecek söylemler üreterek mevcut düzen içinde yönetimi eline geçirip Allah’ın dinini getireceklerini sananlar da maalesef insanların çoğunluğuna dahildir. Kendilerine zulmetmektedirler. Olmaları gereken konumda değillerdir.
Yalova, Teşvikiye
31 Aralık 2022
M. Lütfi Hocaoğlu