RÛM SÛRESİ - 3. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ (8)
Allah’ın gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı yalnızca gerçeklik ve isimlendirilen ecelle yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmediler mi? Kesinlikle insanlardan çok kimse rableriyle karşılaşmayı görmezden gelenlerdir. (8)
أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى
Allah’ın gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı yalnızca gerçeklik ve isimlendirilen ecelle yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmediler mi?
Soru cümlesi Fiil cümlesi | Vâv-u isti’nâfiye |
Mefûlun bih Fiil cümlesi | Mefûlün bih GS | Fâil | Fiil | Olumsuzluk edatı | İstifhâm edatı |
مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى | فِي أَنْفُسِهِمْ | و | يَتَفَكَّرُوا | لَمْ | أَ | وَ |
Mefûlun bih Fiil cümlesi |
Fâil Hâl | Mefûlun bih | Fâil Sahibul hâl | Fiil | Olumsuzluk edatı |
Müstesna | İstisna edatı | Müstesna minh |
بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى | إِلَّا | عَلَى كُلِّ حَالٍ | السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا | اللَّهُ | خَلَقَ | مَا |
أَ: Soru hemzesidir (همزة الاستفهام). “Mı, mi” demektir. Her zaman cümlenin başına gelir. Buna sadaratu-l kelâm hakkı denir. Hatta önceki cümleleri bu cümleye bağlayan وَ ve فَ bağlaçları bile soru hemzesinden sonra gelir. Sonrasındaki kelimeyi (وَ ya da فَ varsa bunlardan sonra gelen kelimeyi) sorunun konusu yapar. Bu nedenle soru cümlelerinde sorunun konusu olan kelime cümledeki görevi ne olursa olsun bu hemzeden hemen sonra gelerek (وَ ya da فَ varsa bunlardan sonra gelerek) cümlenin ikinci kelimesi olur. “Mı, mi” anlamına gelen ikinci bir soru harfi هَلْ dir. Soru hemzesi her zaman soruya cevap istemek için gelmez. Elifin güç etkisi nedeniyle asıl amaç soru değildir. Arkasından gelen kelimeye cümlede önem katarak soru manasını oluşturur.
وَ: “Ve” demektir. İsti’nâfiye edatıdır. Cümle soru hemzesiyle başladığı için soru hemzesinden sonra gelmiştir.
لَمْ: “-medi, -madı” anlamında olumsuzluk edatıdır. Fiil cümlesi başına gelen bazı edatlarla olumsuz hale getirilir.
Olumsuz fiil cümlesi yapma metotları:
1.Mazi fiilin başına مَا olumsuzluk edatını getirmek: Geçmişte olumsuzluğu ifade eder. Olumsuzluk mutlak değildir. Olumsuz olan hüküm daha önceden gerçekleşmiş olabilir.
2.Muzari fiilin başına لَمْ olumsuzluk edatını getirmek: Burada muzari fiil لَمْ tarafından cezm edilir. Geçmişte olumsuzluğu ifade eder. Ancak burada olumsuzluk mutlaktır. Yani olumsuz olan hüküm daha önceden hiç gerçekleşmemiştir.
3.Muzari fiilin başına مَا olumsuzluk edatını getirmek: Şimdiki zamanda olumsuzluğu ifade eder.
4.Muzari fiilin başına لَا olumsuzluk edatını getirmek: Gelecek zamanda olumsuzluğu ifade eder. Olumsuzluk mutlaktır. Gelecekte hiç gerçekleşmeyecek bir hüküm için bu olumsuzluk şekli kullanılır.
5.Muzari fiilin başına لَنْ olumsuzluk edatını getirmek: Burada muzari fiil لَنْ tarafından nasb edilir. Gelecek zamanda olumsuzluğu ifade eder. Olumsuzluk mutlaktır. Gelecekte hiç gerçekleşmeyecek bir hüküm için bu olumsuzluk şekli kullanılır. لَا ile olandan farkı bunun te’kîd (kesinlik) ifade etmesidir.
6.Muzari fiilin başına لَمَّا olumsuzluk edatını getirmek: Burada muzari fiil لَمَّا tarafından cezm edilir. Yakın geçmiş zamanda olumsuzluğu ifade eder. Ancak burada farklı olan durum hükmün her an gerçekleşebilecek olması ama sözün söylendiği ana kadar gerçekleşmemiş olmasıdır. Bu nedenle Türkçeye çevrilirken “henüz olmadı” şeklinde çevrilir.
Olumsuz fiil cümlesi | Anlamı |
مَا فَعَلَ | Yapmadı |
لَمْ يَفْعَلْ | Hiç yapmadı |
مَا يَفْعَلُ | Yapmıyor |
لَا يَفْعَلُ | Yapmayacak |
لَنْ يَفْعَلَ | Asla yapmayacak |
لَمَّا يَفْعَلْ | Henüz yapmadı |
يَتَفَكَّرُوا: “Düşünürler” demektir. Düşünmek, bir işle ilgili durumlar için bilgileri kendi içinde devamlı döndürmek, sebep sonuç ilişkilerini düşünmek demektir. فكر kökünden tefe’ûl bâbından meczum muzari üçüncü çoğul şahıstır. Başına gelen لَمْ nedeniyle meczum olmuştur. Merfu hali يَتَفَكَّرُونَ şeklindedir. Fâili cem vâvıdır (يَتَفَكَّرُوا). 6. ayetteki أَكْثَرَ النَّاسِ ye (insanların çoğunluğuna) racidir.
لَمْ يَتَفَكَّرُوا: “Hiç düşünmediler” demektir. Başta gelen لَمْ olumsuzluk edatı anlamı mutlak geçmiş zaman haline getirir. “Hiç düşünmediler” anlamı ortaya çıkar. Geçmişten şimdiye kadarki zamanda bir kere bile düşünmediler anlamı çıkar. Geçmiş zamanda başka zamanlarda düşündüler ama kastedilen zaman için “düşünmediler” ifade edilmek istenseydi مَا تَفَكَّرُوا şeklinde gelirdi.
أَلَمْ يَتَفَكَّرُوا: “Hiç düşünmediler mi” demektir. Burada soru amacıyla gelmiş bir soru yoktur. Burada mana “düşünmeleri gerekirdi” şeklindedir.
Tefekkür, fıkh, ilim, akl ve zikr birbiriyle ilişkili kavramlardır.
يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Sizin için ekini ve zeytini ve hurmayı ve üzümleri ve meyvelerin tümünden bitirir. Bunda düşünenlerden oluşan kavim için bir ayet vardır. (Nahl 11)
Bu ayet ekinler, meyveler hakkında düşündürüyor.
قُلْ لَا أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ
De ki “Size ne indimde Allah’ın hazineleri var diyorum ne de gaybı biliyorum ne de size ben meleğim diyorum. Yalnızca bana vahyolunana uyuyorum.» De ki «Kör ve gören aynı seviyede olur mu? Tefekkür etmiyor musunuz?” (Enam 50)
Bu ayette karşı tarafı düşündürmeye sevk eden cümleler kuruluyor.
قَالُوا يَاشُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِمَّا تَقُولُ
Ey Şuayb, senin söylediklerinin çoğunu anlamlandıramıyoruz, dediler. (Hud 91)
Bu ayette sözün anlamlandırılmaması durumu anlatılıyor.
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِي (27) يَفْقَهُوا قَوْلِي (28)
Dilimden bağı çöz ki sözümü anlamlandırsınlar. (Taha 27-28)
Bu ayette sözün anlamlandırılması durumu anlatılıyor.
إِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ
İlim yalnızca Allah’ın indindedir. (Ahkaf 23)
İlimde referans noktası yalnızca Allah’tır.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Allah size ayetlerini böylece açıklıyor. Umulur ki akledersiniz. (Bakara 242)
Akletme ayetlerin açıklanma sebebidir.
إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Onu Arapça Kuran olarak indirdik. Umulur ki akledersiniz. (Yusuf 2)
Kitap Arapça Kuran olarak indirilmiştir. Beklenilen akletmektir yani Kuran Arapçası ile ayetler arasında bağlantılar kurarak sonuçlara varılması beklenmektedir.
وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَا إِلَّا الْعَالِمُونَ
Bu örnekler, onları insanlar için anlatıyoruz. Onları yalnızca alimler akleder. (Ankebut 43)
Alimler örneklerle yeni durumlar arasında bağlantı kurar.
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ
Ey İsrailoğulları sizi nimetlendirdiğim nimetimi anın. (Bakara 40)
İsrailoğullarından geçmişte kendilerine verilen nimeti zikretmeleri isteniyor.
Tefekkür, Fıkh, İlim, Akl, Zikr |
Tefekkür (التَّفَكُّر) | Düşünmek, bir işle ilgili durumlar için bilgileri kendi içinde devamlı döndürmek, sebep sonuç ilişkilerini düşünmek. | Düşünüyorsunuz. Gözlemliyorsunuz. Veri elde ediyorsunuz. |
Fıkh (الفِقْه) | Veri işlemek (Sözü fıkh etmek, kalplerin fıkhetmesi), anlamlandırmak, anlamlı hale getirmek. Veriden bilgi elde etmek. | Elde ettiğiniz verilerden bilgiler elde ediyorsunuz. |
İlim (العِلْم) | Bilgi, bilmek. | Artık bilgi sahibisiniz. |
Akl (العَقْل) | Bağlantılar kurarak belirli bir metodolojiyle sonuca varmak, karar almak demektir. Bilimsel metodolojiyi ifade eder. Cehaletin zıddıdır. | Bilgileri metodolojik olarak kullanarak kararlar alıyorsunuz. |
Zikr (الذِّكْر) | Anmak, zikretmek demektir. Birisini, bir şeyi anmak, anlatmak amacıyla kaydedildiği yerden onun hakkındaki bilgileri alıp kullanmak manasındadır. Bu kaydedildiği yer kitap olabileceği gibi insanın hafızası da olabilir, başka şeyler de olabilir. Kullanma da sözle olabileceği gibi yazıyla da olabilir, başka şekilde de olabilir. Tezkir: Anımsatmak, hatırlatmak (teksir ve mübalağa ile) Tezekkür: Anımsamak, hatırlamak (teksir ve mübalağa ile) | Eski bilgileri, aldığınız kararları lazım olduğu anda anıyorsunuz, anlatıyorsunuz. |
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
أَنْفُسِ: “Canlar” demektir. نفس kökünden gelmiştir. Tekili نَفْس dir. İkinci bâbdan mastar olarak birisinin bir başkasından ayrılarak ayrıldığı varlıktaki özellikleri ve sıfatları taşıyarak yeni bir varlık olması manasındadır. Bu mastar manasından ayrılan yeni varlık olarak “can” anlamında camid isimdir. Diğer çoğulu نُفُوس dur.
هِمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. İnsanların çoğunluğuna racidir.
أَنْفُسِهِمْ: “Kendileri” demektir. نَفْس kelimesi tekillik-ikillik-çoğullukta kendisine uyan bir zamire muzaf olursa “kendisi-kendileri” anlamına gelir (onun canı=kendisi).
Kuran’da geçişi | Anlamı |
أَنْفُسَكُمْ | Kendiniz |
أَنْفُسَهُمْ | Kendileri |
أَنْفُسَنَا | Kendimiz |
نَفْسَكَ | Kendin |
نَفْسَهُ | Kendisi (eril) |
نَفْسَهَا | Kendisi (dişil) |
نَفْسِي | Kendim |
فِي أَنْفُسِهِمْ: “Kendi içlerinde” demektir.
أَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ: “Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi?” demektir.
مَا: “Değil” demektir. Olumsuzluk edatıdır.
خَلَقَ: “Yarattı” demektir. خلق kökünden birinci bâbdan üçüncü tekil şahıs eril mazi fiildir. Var olan başka bir şeyden yeni bir şey üretmek, biçimlendirmek manasındadır.
اللَّهُ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
السَّمَوَاتِ: “Gökler” demektir. سمو kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan سُمُوٌّ mastarı bütün seviyelerin üstüne çıkmak, en üst seviyeye yükselmek manasındadır. Bu mastar manasından bütün seviyelerin üstüne çıkan manasında سَمَاءٌ her şeyin en üstü olarak “gök” anlamında camid isimdir. İsm-i cem-i cinstir. Yani hem cinsi ifade eder hem de topluluğu ifade eder. Yani gök cinsi veya gök topluluğu demektir. Cins ifade ettiği zaman eril, cem ifade ettiği zaman dişildir. İsm-i cemi cinsler sonuna ة alarak müfredleşirler. Yani tekili سَمَاوَةٌ veya سَمَاءَةٌ dür. İsm-i cemi cins bu şekilde ة alarak müfredleştikten sonra çoğulu سَمَوَاتٌ dür. Ancak Kuran’da سَمَاوَةٌ veya سَمَاءَةٌ şeklinde kullanımı yoktur. Kuran tekil olarak da yine سَمَاء yı kullanmaktadır.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. السَّمَوَاتِ ye الْأَرْضَ ı atfetmektedir.
الْأَرْضَ: “Yer” demektir. ءرض kökünden gelmiştir. Dördüncü bâbdan أَرَضٌ mastarı bir mekânın bereketli, verimli olması, hayrının çok olması ve yerleşme ve ikamet için uygun olması manasındadır. Bu mastar manasından yerleşme için uygun olan manasında أَرْضٌ “yer” anlamındadır. “Yeryüzü” manasına da gelir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. الْأَرْضَ ye مَا بَيْنَهُمَا ı atfetmektedir.
مَا: Umumi ism-i mevsuldür. Sıla cümlesi vardır.
بَيْنَ: “Arası” demektir. İki anlamı birden barındırır. Hem ayrılma hem de birleşme manalarına sahiptir. Bu nedenle ara manasındadır. Aranın açılması veya birleşmesi bu nedenle bu kelime ile ifade edilir.
البَيْنُ في كلام العرب جاء على وجْهَين: يكون البَينُ الفُرْقةَ، ويكون الوَصْلَ، بانَ يَبِينُ بَيْناً وبَيْنُونةً، وهو من الأَضداد
Beyn Arap kelamında iki yön üzerine gelir: Beyn ayrılma olur ve birleşme olur. بانَ يَبِينُ بَيْناً وبَيْنُونةً. Ve o zıtlardandır. (Lisanu-l Arab)
İkinci bâbdan بَانَ - يَبِينُ şeklinde başkasının ayırması, fark etmesi için bir şeyin çevresinden ayrılacak ve çevresindekilerden farklılaşacak şekilde sınırlarının belli olması, anlaşılır ve açık olması manasındadır.
هُمَا: “İkisi” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ ya racidir.
بَيْنَهُمَا: “İkisinin arası” demektir.
مَا بَيْنَهُمَا: “İkisinin arasında olan” demektir. مَا ism-i mevsuldür. بَيْنَهُمَا cümle değildir. Bu durumda sıla cümlesi eksik kalmıştır. Hazf vardır. Cümlenin aslı مَا اسْتَقَرَّ بَيْنَهُمَا veya مَا كَانَ بَيْنَهُمَا şeklindedir. Böyle sıla cümlelerine zarf-ı müstakar denir.
السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا: “Gökler ve yer ve ikisinin arasında olan” demektir.
إِلَّا: “Yalnızca” demektir. İstisna edatıdır.
بِ: “ile” demektir. Harf-i cerdir.
الْحَقِّ: “Hak, gerçek, geçerli, gerçeklik, geçerlilik” demektir. حقق kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan mastar olarak bir olayın, bir durumun gerçekleşmesi manasındadır.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. الْحَقِّ ya أَجَلٍ مُسَمًّى i atfetmektedir.
أَجَلٍ: “Son, ecel” demektir. ءجل kökünden gelmiştir. Bu kök عجل kökünün zıttıdır. Dördüncü bâbdan mastar olarak bir işin sonu değişmeyecek olan gelecekteki bir vakit içinde olması manasındadır. Bu mastar manasından sonu değişmeyen vakit manasında أَجَل “son, ecel” anlamında isimdir.
مُسَمًّى: “İsimlendirilen” demektir. Tef’îl bâbından سمي kökünden eril tekil ism-i mef’ûldür. اسْمٌ “isim” demektir. Birisini, bir şeyi tanıtacak, onun alametlerini gösterecek olan şey anlamında isimdir. اِسْم kelimesinin aslı سِمْي dir, kökü سمي’dir. Çok kullanımdan dolayı sonundaki ي düşmüş ve bu ي’nin yerine kelimenin başına ا şeklinde yazılan hemze-i vasl gelmiştir. Kelimenin asıl kökü olmadığı için okunmaz, yazılırken de bazen yazılır, bazen yazılmaz.
Türkçedeki “ad” kelimesinin anlamını kapsar ama anlamı daha geniştir. Bir varlığı tanımlayan, fonksiyonlarını gösteren, onun o olduğuna işaret eden, onu diğer varlıklardan ayıran her şey isimdir. Görünür, duyulur, hissedilebilir kavramlardır.
مُسَمًّى kelimesinin aslı مُسَمَّيٍ dir. İ’lâle uğramıştır.
مُسَمَّيٍ = مُسَمَّيِنْ ← مُسَمَّانْ |
Burada i’lâli anlayabilmek için tenvin açık nun şeklinde yazılmıştır.
Burada “vav (و) veya ya (ي) harekeli olur ve önceki harf de fethalı ise elife (ا) kalp olunurlar” kuralı uygulanmıştır.
Ancak bu durumda içtima-i sakineyn (iki sakin yani harekesiz harfin yan yana gelmesi) meydana gelmiştir. Sakinlerden birisi elif, diğeri de tenvin nunudur.
İçtima-i sakineynin def’î için “içtima-i sakineyn bir kelimede meydana geliyorsa ilk sakin harf hazfedilir” kuralı uygulanmıştır.
Bu durumda açık yazılan tenvin nununu tekrar tenvin şeklinde yazarsak مُسَمًّى şeklinde çekimi elde ederiz.
أَجَلٍ مُسَمًّى: “İsimlendirilen ecel” demektir. مُسَمًّى isimlendirilen demektir. أَجَلٍ mevsuf, مُسَمًّى ise sıfattır. Ecelin sıfatı isimlendirilmiş olmasıdır. Bir başkası tarafından isimlendirilmiştir ama isimlendiren zikredilmemiştir. İsimlendirilmiş yani onun o ismi ile artık diğer varlıklardan, kavramlardan farkı gösterilmiştir. Ecel zamansal bir kavram olduğu için isimlendirilen ecel o ecelin tarihidir. O tarih artık değişmeyecektir.
الْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى: “Gerçeklik ve isimlendirilen ecel” demektir.
بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى: “Gerçeklik ve isimlendirilen ecelle” demektir.
إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى: “Yalnızca gerçeklik ve isimlendirilen ecelle” demektir.
مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى: “Allah gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı yalnızca gerçeklik ve isimlendirilen ecelle yarattı” demektir.
السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ (Gökler ve yer) terim olarak Kâinat demektir. Fakat bu ayette السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا (Gökler ve yer ve ikisinin arasında olan) şeklinde gelmiştir. Kuran’da başka yerlerde de bu şekilde gelmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken بَيْنَهُمَا (ikisinin arası) şeklinde gelmesidir. Yani o ikinin biri gökler biri de yerdir. Gökler çoğul olduğu halde tekil zamir dönmüştür. Yer için de tekil zamir gelmiştir. Kuran’da الْأَرْضَ kelimesinin çoğulu yoktur. Hem tekil hem çoğul için aynı şekilde kullanılır. Burada السَّمَوَاتِ (gökler) tek bir kavramdır. Bir sistemi ifade etmektedir.
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَمِنَ الْأَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْأَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Allah yedi göğü ve arzdan onların mislini yaratandır. Allah’ın her şeye güç yetiren olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmen kuşatmış olduğunu bilmeniz için emir onların arasında iner. (Talak 12)
Bu ayette göklerin yedi tabaka olduğu ve yerin de onların mislince olduğunu söylemektedir. Buna göre yedi gök varsa yedi de yer vardır. Ancak yer yani arz kelimesi tek bir gezegeni ve yıldızı ifade etmemektedir. Buna göre arz dediğimiz zaman sistemli bir şekilde arzlar topluluğunu ifade etmektedir. Bu ayette gökler için هُنَّ (onlar) zamirini kullanmıştır. Her gök tabakasının ve her yerin aralarında emir yani iş inmektedir.
لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرَى
O’na aittir göklerde olan ve yerde olan ve ikisinin arasında olan ve seranın altında olan. (Taha 6)
Bu ayette dördüncü bir kavram daha gelmiştir: تَحْتَ الثَّرَى (Seranın altı). Sera yer kabuğu demektir. Yerin nemli olan üst kısmıdır.
Tüm gök cisimlerinin yüzeyleri arzdır (الْأَرْضَ). Bu yüzeylerin altında kalan kısımlar seranın altıdır (تَحْتَ الثَّرَى). Bir tabaka semanın (السَّمَاءَ) içinde kalan gök cisimlerinin hepsinin yüzeylerinin toplamı da arzdır (الْأَرْضَ). Arzlarla semalar arasında kalan bölgeler de ikisinin arasında (بَيْنَهُمَا) olandır.
Allah gökler, yer ve ikisinin arasında olanı gerçeklik ve isimlendirilen ecelle yaratmıştır. خَلْق var olan bir şeyden başka bir şey yapmak demektir. Buna göre evren var olan başka bir şeyden yaratılmış olmalıdır. Buna göre büyük patlama evrenin yaratılışı değildir. Evrenin yaratılışı büyük patlamadan sonraki bir dönemde gerçekleşmiştir. Gerçeklikle yaratmak ne demektir? Batıl veya dalaletle değil, hak ile yaratmıştır. Gerçeklik içinde yaşıyoruz. Bir simülasyonda değiliz. Kuran çağlar üstüdür. Önceden insanlar rüya aleminde yaşadığımızı iddia edebilirken günümüzde insanlar simülasyonda yaşadığımızı iddia edebilir. Kuran bunların gerçek olduğunu söylemektedir. İsimlendirilen ecelle yaratmıştır. Yani evrenin bir sonu vardır. Bu sonun zamanı bellidir. Belli olduğu için isimlendirilmiştir (مُسَمًّى). Ancak bizim için belli değildir. O nedenle nekredir (أَجَلٍ مُسَمًّى). Evren başlangıcı ve sonuyla birlikte yaratılmıştır.
أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى: “Allah’ın gökler ve yer ve ikisinin arasında olanı yalnızca gerçeklik ve isimlendirilen ecelle yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmediler mi?” demektir. Düşünmeyenler أَكْثَرَ النَّاسِ (insanların çoğunluğu) dir. İnsanların çoğunluğu dünya hayatının zahirini bilir, batınını bilmez. Evrenin yaratılışının gerçeklikle olduğunu düşünmez. Evrenin sonunu da düşünmez. Sadece görünenle yaşar. Ahiretten de gafildir. Bu özelliklere sahip olan insanların çoğunluğu tüm kararların belirleyicisi durumundadır. Çok tuhaf değil mi? Kimseye de tuhaf gelmiyor. Gayet normal görünüyor. Bütün karar ama şekilleri ortadan kalkmış tüm dünya çoğunluğun kararını benimsemiş. Sonuç ortada: zır-cahiliye dönemi.
Anormal olan, kötü olan bir şey çok yaygın olunca insanlara normal gelmeye başlar. Lût kavminde erkek eşcinselliği gayet normaldi. Günümüzde her tür sapkınlık normal oldu. Hatta hak oldu. Hatta karşı çıkana ceza verilecek hale bile geldi. Lût kavminde olay lokalken şimdi tüm dünyayı kapsamış durumda. Çoğunlukla karar alma da artık tüm dünyada gayet normal ve olması gereken bir durum haline geldi. Bu sistem çökecek, yerle bir olacak. Allah yerle bir edecek. Kuran’da gördüğümüz örnekler gayet açıktır. O örnekler hikâye değildir. Allah sadece küçük toplulukları yerle bir etmez. Dünyanın ilk imparatorluğu olan Akad’ları birkaç saniye içinde bitirmiştir. Öyle felaketler gelir ki ne bir sistem kalır ne de yaşayacak yer kalır.
İnsanların çoğunluğu tefekkür etmiyorlar. Daha ilk aşamada takılmışlar. Oysa önce düşüneceksin, gözlemleyeceksin, veri toplayacaksın. Sonra fıkh ederek anlamlandıracaksın, verilerden bilgiler elde edeceksin. Elde ettiğin bilgilerle aklederek yani bilimsel metodolojik yöntemler kullanarak kararlar alacaksın. Sonra gerektiği anda bu bilgileri zikredeceksin, alıp kullanacaksın. Daha tefekkür aşamasında takılmış olan insanların çoğunluğuna göre tüm kararlar alınıyor. İktidardakiler veya iktidara talip olanlar da bu çoğunluğun peşinde koşuyor, onları nasıl ikna ederiz de bize oy atarlar derdindeler. Özellikle de seçime yakın zamanlarda bu çoğunluk çok önemli bir hal alıyor ve yapılmaması gereken ne varsa o yapılıyor maalesef. Yapan yaptığının ne kadar yanlış olduğunu biliyor ama o da sistemin kurbanı. Oysa çoğunluğun talepleri içinde bulundukları gemiyi batıracak. Kaptan da bunun farkında ama çoğunluğa uymak zorunda. Aksi takdirde kaptanlığı elden gidecek. Buyurun size zır-cahiliye dönemi.
وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ
Kesinlikle insanlardan çok kimse rableriyle karşılaşmayı görmezden gelenlerdir.
Mensuh isim cümlesi | Vâv-u isti’nâfiye |
Haberi | İsmi | İnne |
Şibh-i fiil | İbtida edatı | Mefûlün bih gayri sarih |
كَافِرُونَ | لَ | بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ | كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ | إِنَّ | وَ |
وَ: İsti’nafiyye edatıdır.
إِنَّ: “Kesinlikle” demektir. Huruf-u müşebbehe bi-l fiildendir. Te’kîd için gelir.
كَثِيرًا: “Çok” demektir. قَلِيلًا (az) in zıttıdır. Sıfat-ı müşebbehedir. Kökü كثر dir. Beşinci bâbdan “çoğalmak” manasındaki lazım fiilden gelmektedir.
مِنَ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
النَّاسِ: “İnsanlar” demektir. Tekili إِنْس dir. ءنس kökünden gelmiştir. أَنَسٌ mastarı birisini sosyal, yakın, arkadaşça hissetmek, tanıdık ve alışık olmak manasındadır. Bu mastar manasından sosyal, yakın, arkadaş olarak hissedilen, tanıdık olan manasında إِنْسٌ ıstılahi olarak “insan” anlamında camid isimdir. Erildir. Çoğulu أُنَاسٌ dur. Marife olduğu zaman sık kullanıldığı için başındaki hemze düşmüştür. النَّاس (الْأُنَاس النَّاس) şeklindedir.
مِنَ النَّاسِ: “İnsanlardan” demektir.
كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ: “İnsanlardan çok” demektir.
بِ: “-ı,-i” demektir. Harf-i cerdir. Sonrasında gelen كَافِرُونَ (görmezden gelenler) şibh-i fiilinin mef’ûlünün başına gelir. Bundan sonra gelen görmezden gelinendir.
لِقَاءِ: “Karşılaşmak” demektir. لقي kökünden dördüncü bâbdan mastardır. فِعَال vezninden gelmiştir ve birisiyle, bir kimseyle, bir şeyle karşılaşmak, buluşmak manasındadır.
رَبِّ: “Rab, efendi, yetiştirici, terbiyeci” demektir. ربب kökünden gelmiştir.
هِمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ ye racidir.
رَبِّهِمْ: “Onların rabbi” demektir.
لِقَاءِ رَبِّهِمْ: “Rableriyle karşılaşmak” demektir. Rableri Allah’tır. Burada rab sıfatıyla gelmiştir. Allah’la karşılaşmak kıyamet yevminde olacaktır. Allah’ın bedeni olmadığı için Allah’la fiziksel olarak karşılaşamayız, dünya hayatında da ahirette de O’nu göremeyiz. Melekler, ruhlar dahil hiç kimse Allah’ı göremez. Allah’la karşılaşmak Allah’la doğrudan konuşmak şeklinde olacaktır. Allah’ın bizi hesaba çekmesi şeklinde olacaktır.
بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ: “Rableriyle karşılaşmayı” demektir.
لَ: İbtida edatıdır. Te’kîd için gelir. İnnenin haberinin başına gelmiştir.
كَافِرُونَ: “Kâfirler, görmezden gelenler” demektir. Nekre, merfu, kurallı eril çoğul ism-i fâildir.
إِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ: “Kesinlikle insanlardan çok kimse rableriyle karşılaşmayı görmezden gelenlerdir” demektir.
أَكْثَرَ النَّاسِ (insanların çoğunluğu) değil de كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ (insanlardan çok kimse) denmiştir. Öncesindeki cümlelerde insanların çoğunluğunun ahirete aldırış etmeden dünya hayatının zahirini bildikleri anlatıldıktan sonra şimdi insanlardan çok kimsenin bir özelliğinden bahsedilmektedir. İnsanlardan çok kimse insanların çoğunluğu değildir. Çoğunluktan az da olabilir çok da olabilir. İnsanlardan çok kimse rableriyle karşılaşmayı görmezden gelir. Rableriyle karşılaşacaklarını bilirler ama görmezden gelirler. Bir şeye küfretmen yani onu görmezden gelmen için onun var olduğunu kabul etmen gerekir. Allah’la karşılaşmayı kabul etmek zorundasın ki onu görmezden gelebilesin. Kıyamet yevminde hesap vereceklerini bildikleri halde hesap vermeyecek gibi yaşarlar. Burada müşedded inne ile iki, ibtida lâmı ile bir olmak üzere üç te’kîd vardır. Kafalardan şüpheler giderilmiştir. İnsanlardan çok kimse böyle yapmaktadır. Başka ayetlerde Allah’la karşılaşmak ifadesi varken bu ayette rableriyle karşılaşmak ifadesi vardır. Rab terbiyeci demektir. Onların aşama aşama gelişmesini sağlayan demektir. Rableriyle karşılaşmayı görmezden gelmek demek Allah’ın kural koyuculuğunu görmezden gelmek demektir. Allah’ın kuralları terbiye edicidir, geliştiricidir. Onlar rableriyle karşılaşmayı görmezden gelmektedir. Karşılaşacaklarını bilmektedirler, hesap vereceklerini de bilmektedirler ama karşılaşmayacak, hesap vermeyecek gibi yaşamaktadırlar. Beş vakit namazlarını kılmaktadırlar, oruçlarını tutmaktadırlar, hacca gitmektedirler, her fırsatta umreyi de yapmaktadırlar, zekât adı altında sadaka da vermektedirler ama çoğunluk demokrasisi içinde Allah’ın kurallarını görmezden gelmektedirler. Psikolojik savunma mekanizmaları oluşturarak Allah’ın izin vermediği şekilde hareket etmektedirler. Kapitalist sistem iliklerine işlemiştir ve burada çıkamamaktadırlar. Paranın güç olduğunu düşünmekte ve karşılığı olmayan dolarların peşine düşmektedirler. Bu çok kimse yalnızca Kuran ehlinden değil, tüm kitap ehlinden olmaktadır. Hepsinden çok kimse Allah’la karşılaşacağını, O’na hesap vereceğini ve bu dünyada yaptıklarının bir karşılığının olacağını bildikleri halde O’nunla karşılaşmayacak gibi yaşamaktadırlar.
Yalova, Teşvikiye
17 Aralık 2022
M. Lütfi Hocaoğlu