ANKEBÛT SÛRESİ - 60. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَإِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ إِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ (65) لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (66)
Gemiye bindiklerinde O’nun için dini saflaştıranlar halinde Allah’a dua ederler. Onları karaya (çıkararak) kurtardığında hemen onlar onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için ve metalanmaları için ortak ederler. İleride bilecekler. (65-66)
فَإِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ
Gemiye bindiklerinde O’nun için dini saflaştıranlar halinde Allah’a dua ederler.
فَ: Fâ-u isti’nafiyyedir. Öncesindeki ayet (وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ) ile sonrası arasında bir bağ kurmaktadır. Dünya hayatını tercih edenlerin durumunu açıklamaktadır.
إِذَا: “İse” demektir. Şart edatıdır. Gelecek zamanı gösterir. Kendisinden sonra mazi fiil de gelse geçmiş zamanı göstermez. Gelecekte gerçekleşip tamamlanma zamanını gösterir. Bir kere gerçekleştiğine işaret eder. Muzari fiil gelirse gerçekleşmenin devam ettiğini, tekrarlamaların olduğunu gösterir.
رَكِبُوا: “Bindiler” demektir. ركب kökünden gelmiştir. Dördüncü babdan رُكُوبٌ mastarı “binmek” manasındadır. Tef’îl bâbında (رَكَّبَ – يُرَكِّبُ) ziyadetü-t tadiye etkisi ile “bindirmek” anlamına gelir. Bu bâbda ıstilahi olarak parçaların birbiri üstüne binmesinden kinaye birleşik bir yapı oluşturmak anlamına gelir. “Mürekkep” kelimesinin anlamı buradan gelir.
Fâil olan cem vâvı (رَكِبُوا) bir önceki ayetteki (وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ) dünya hayatının eğlence ve oyununu yeğleyenlere racidir. Fâ-u isti’nafiyye ile bu bağ kurulmuştur.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
الْفُلْكِ: “Gemi” demektir. فلك kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan فَلْك mastarı birisinin veya bir mekânın çevresinde dairevi bir yol üzerinde tekrar geriye dönme hareketini yapmak manasındadır. Bu mastar manasından bu hareketi yapan manasında فُلْك “gemi” anlamında camid isimdir. Eril, dişil, tekil, ikil, çoğul için ortak bir kelimedir. Bir rota üzerinde hareket eden her tür gemi فُلْك dur. Uçak, denizaltı, denizde giden gemi, uzay gemisi v.b. rota üzerinde hareket eden araçlar bu tanıma dahildir. فَلَك ise “yörünge” demektir. سَفِينَة de “gemi” demektir. Bir şeyin yüzeyini yontmak manasındaki fiilden gelmiştir. Denizin yüzeyindeki suyu yonttuğu için denizde giden gemi için kullanılır. فُلْك ise her türlü gemidir. سَفِينَة de bir فُلْك tur. سَفِينَة ise sadece denizde giden gemidir.
فِي الْفُلْكِ: “Geminin içi” demektir.
رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ: “Gemiye bindiler” demektir.
إِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ: “Gemiye bindiklerinde” demektir.
دَعَوُا: “Çağırdılar” demektir. دعو kökünden birinci bâbdan mazi malum üçüncü şahıs eril çoğul fiildir. Bu bâbdan üç mastar vardır. Üçü de aynı fiille ifade edilir.
- دَعْوَة
- دُعَاء
- دَعْوَى
Bu mastarların üçü de çağırmak anlamındadır. Aradaki fark kalıplarından gelir. Mastarların anlamları kalıplarına bağlı olarak değişir.
دَعْوَة: “Çağırma, çağırış” demektir. فَعْلَةٌ kalıbından gelmektedir. Bu kalıp mastar-ı bina-i merre kalıbıdır. Fiilin bir kere işlendiğini gösterir. İkili ve çoğulu olabilen mastarlar bu şekilde gelir. İki kere işlendiyse دَعْوَتَانِ, üç veya daha fazla işlendiyse دَعْوَات şeklinde gelir.
دُعَاء: “Çağırmak” demektir. فُعَالٌ kalıbından gelmektedir. Mazisi فَعَلَ vezninde olup vücutta meydana gelen bir semptoma, duruma veya vücuttan çıkan bir sese delalet eden fiillerin mastarı فُعَالٌ veya فَعِيلٌ kalıplarından gelir. دُعَاء da دعو kökünden birinci bâbdan mastardır. Birinci bâbdan olduğu için mazisi فَعَلَ veznindedir ve ses ifade eder. Bu nedenle فُعَالٌ vezninden gelmiştir. İkinci ve üçüncü harf arasındaki elif çağırmadaki uzamayı ve mübalağayı ifade eder. Uzun süreli veya tekrarlar içeren çağırma duadır. Bu kalıptan gelen diğer mastarlara örnek verecek olursak:
نُعَاسٌ “Uyuklamak” demektir. نعس kökünden birinci bâbdan mastardır. Birinci bâbdan olduğu için mazisi فَعَلَ veznindedir ve vücutta meydana gelen bir semptomu ifade eder. Bu nedenle فُعَالٌ vezninden gelmiştir.
خُوَارٌ “Böğürmek” demektir. Büyükbaş hayvanların yüksek sesle bağırması manasındadır. خور kökünden birinci bâbdan mastardır. Birinci bâbdan olduğu için mazisi فَعَلَ veznindedir ve ses ifade eder. Bu nedenle فُعَالٌ vezninden gelmiştir.
سُبَاتٌ “Vücudun dinlenmesi” demektir. سبت kökünden ikinci bâbdan mastardır. İş, çalışma, çabalama, hareket sonrasında rahat ve sakin bir hale girmek manasındadır. İkinci bâbdan olduğu için mazisi فَعَلَ veznindedir ve vücutta meydana gelen bir durumu, vücudun dinlenmesini ifade eder. Bu nedenle فُعَالٌ vezninden gelmiştir.
Bunlar dışında Kuran’da geçmeyen صُدَاعٌ (baş ağrımak), صُرَاخٌ (çığlık atmak), بُكَاءٌ (ağlamak) mastarları da mazisi فَعَلَ vezninde olup vücutta meydana gelen bir semptoma, duruma veya vücuttan çıkan bir sese delalet eden fiillerin mastarlarıdır.
دَعْوَى: “Ortak çağrı” demektir. فَعْلَى kalıbından gelmektedir. Sonundaki elif-i maksure fiilin belirli bir zamana delalet etmeden özel bir şekilde işlenmesini, işlenişin bir sürenin sonunda gerçekleştiğini ve şiddetini ifade eder. Hem zaman olarak hem de fiilin işlenişi olarak mübalağa ifade eder. Pek çok kişinin aynı çağrıyı yapması davadır. Bir sürecin sonunda meydana gelen ortak çağrı, ortak görüş anlamına gelir. Günümüzde de davamız … şeklinde kullanılmaktadır.
دَعَوْا fiili burada mastarsız kullanıldığından bu üç mastarı da ifade edebilir. Üçü de ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Burada çağrılan Allah olduğu için mastar دُعَاء veya دَعْوَة tir. Çağrı bir kere yapılmışsa davet, uzun süreli ise duadır. Gemi yolculuğu boyunca bu çağrıyı yaptıklarından buradaki çağrı duadır.
اللَّهَ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
مُخْلِصِينَ: “Saflaştıranlar” demektir. Birinci bâbdan خَلَصَ - يَخْلُصُ şeklinde lekelerden, pisliklerden, kirlerden, kötü şeylerle bağlantılarından arınmak, saflaşmak manasındadır. Lazım fiildir. Birinci bâb if’âl bâbına (أَخْلَصَ – يُخْلِصُ) tadiye etkisi ile gelir. Saflaşmak, arınmak anlamından, saflaştırmak, arındırmak anlamına gelir. “Lekelerinden, pisliklerinden, kirlerinden, kötü şeylerle bağlantılarından arındırmak, saflaştırmak” demektir.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
هُ: “O” demektir. اللَّهَ a racidir.
لَهُ: “O’nun için” demektir.
الدِّينَ: “Din, düzen” demektir. Din kelimesi mana değişikliğine uğramıştır. Günümüzde sosyolojik manada kullanılan din kelimesi ile Kuran’da geçen din kelimesi farklı anlamlardadır.
Günümüzde din kelimesi “inanç” anlamında kullanılmaktadır. Hıristiyanlık dini, Yahudilik dini, İslam dini şeklinde kullanılmaktadır. Kuran’da Hıristiyanlık dini ve Yahudilik dini ifadesi geçmediği gibi İslam dini ifadesi de geçmez, “din olarak İslam” ifadesi geçer. Din kelimesi Kuran’da düzen (hukuk düzeni) anlamındadır.
Sözlüklerde de din kelimesi inanç anlamında değildir.
Makayisu- Luga (İbn Fâris, ö.1004) bu kelimenin manasının الانقياد والذُّل den geldiğini söylüyor. Yani uysallık ve ast olmak.
(دين) الدال والياء والنون أصلٌ واحد إليه يرجع فروعُه كلُّها. وهو جنسٌ من الانقياد والذُّل. فالدِّين: الطاعة، يقال دان لـه يَدِين دِيناً، إذا أصْحَبَ وانقاد وطَاعَ. وقومٌ دِينٌ، أي مُطِيعون منقادون. والمَدِينة كأنّها مَفْعلة، سمّيت بذلك لأنّها تقام فيها طاعةُ ذَوِي الأمر.
İnkıyad ve zülden bir cinstir diyor. Yani uysallık ve ast olmanın bir cinsidir. Din, itaattir. Denilir ki “ona deyn etti, deyn eder ve dinen”. Arkadaş olduğu, uysal olduğu ve itaat ettiği zaman denilir. Kavmun dinun ifadesi de uysallıkla itaat edenler demektir. Medine, onun içinde emir sahiplerine itaatin kıyam etmesinden dolayı bu şekilde isimlendirilir.
فأمَّا قوله جلّ ثناؤُه: {ما كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ المَلِكِ} [يوسف 76]، فيقال: في طاعته، ويقال في حكمه. ومنه: {مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ} [الفاتحة 4]، أي يوم الحكم. وقال قومٌ: الحساب والجزاء. وأيُّ ذلك كان فهو أمرٌ يُنقاد له.
Allah’ın kavline gelince (melikin dininde kardeşini alması olmazdı) denilir ki onun taati içinde ve denilir ki onun hükmü içinde. Ve ondan (Din gününün maliki), yani hüküm günü. Ve bir kavim dedi ki “hesap ve ceza”. Ve bunlardan hangisi olursa o ona uysallıkla uyulan emir olmasından dolayıdır.
دِين: Düzen demektir. Talimatlara, emirlere ve kurallara uymak manasındadır. دين kökünden ikinci bâbdan mastardır. Bu mastar manasından uyulan talimatlar, emirler ve kurallar bütünüdür, hukuk düzenidir.
مَدِينَة: Şehir anlamında ism-i mekân ism-i kesrettir. دين kökünden ikinci bâbdan gelmiştir. Kurallara uyup düzene uyma manasındaki fiilden “kurallara uyulan yer” manasına gelmiş ism-i mekânın ism-i kesretidir. Sonundaki kapalı te mübalağa içindir. Düzene uymanın mübalağalı olduğu yeri gösterir. Medeniyet kelimesi de buradan gelmektedir.
دَيْن: Borç demektir. دين kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan mastar olarak bir şeyi değerini belirlenmiş bir süre içinde ödemek üzere satın almak manasındadır. Bu mastar manasından ödenecek değer manasında دَيْن “vadeli borç” anlamındadır.
مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ: “O’nun için dini saflaştıranlar” demektir. Allah için dini saflaştıranlardır. Dini saflaştırma ne demektir? Kuran’da başka yerlerde de geçmektedir.
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا (145) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللَّهِ وَأَخْلَصُوا دِينَهُمْ لِلَّهِ فَأُولَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ أَجْرًا عَظِيمًا (146)
Kesinlikle münafıklar ateşten en alçak derekededirler. Onlar için tövbe edip ıslah olup Allah’a sarılıp Allah için dinlerini saflaştıranlar dışında bir yardımcı asla bulamayacaksın. Onlar müminlerle beraberdir ve Allah müminlere ileride büyük bir ecir verecektir. (Nisa 145-146)
وَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ
Dini O’nun için saflaştıranlar olarak O’na dua edin. (Araf 29)
وَإِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ
Onları gölgelikler gibi bir dalga örttüğünde Allah’a O’nun için dini saflaştıranlar halinde dua ederler. Onları kurtardığında onlardan orta yollu olanlar vardır. (Lokman 32)
فَاعْبُدِ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ
Allah’a O’nun için dini saflaştıran olarak ibadet et. Dikkat edin, Allah’a aittir saf din. (Zümer 2-3)
قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ
“Kesinlikle ben, bana Allah’a dini O’nun için saflaştıran olarak ibadet etmem emrolundu” de. (Zümer 11)
فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Allah’a dini O’nun için saflaştıranlar olarak dua edin, kâfirler hoşlanmasa bile. (Mümin 14)
Bu ayetlerde dinin Allah için saflaştırılarak Allah’ın çağrılması ve Allah’a ibadet edilmesi emredilmektedir. Din uyulması gereken kurallar bütünüdür. Allah’a ait olan din saf dindir. Saf din demek içinde Allah’ın kuralları dışında kural bulunmayan düzen demektir. Dini saflaştırmak demek hukuk düzeni içinde Allah’ın istemediği kuralların ayıklanarak çıkarılması demektir.
دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ: “O’nun için dini saflaştıranlar halinde Allah’a dua ettiler” demektir.
إِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ: “Gemiye bindiklerinde O’nun için dini saflaştıranlar halinde Allah’a dua ederler” demektir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta gemiye binmeden kastedilenin gerçekten bir gemiye binme mi olduğudur yoksa benzetme ile başka durumlar mı anlatılmaktadır? Burada istiare sanatı vardır. Metafor da denmektedir. Gemi bir hedefe ilerlemek için içine binilen araçtır. İçinde insanlar bir aradadır. Denizdeki gemi batarsa veya uzay gemisi, uçak gibi bir gemi düşerse içindekilerin hepsi zarar görür. Gemide hedef karaya çıkmadır. Karaya çıkma hedefe ulaşmadır. Bu ayetteki مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ hâldir. Allah’a dua edenlerin hâlidir. Allah’ı çağırma sıralarındaki halleri midir yoksa başka bir zamandaki halleri midir? Bunun için Arapça gramerindeki hâl konusunun incelenmesi gerekir.
Hâlin çeşitleri
Hâl sâhibu-l hâlin veya sâhibu-l hâlle ilgili başka bir varlığın durumunu açıklar. Buna göre hâl şu şekilde sınıflandırılabilir:
- Hâkikiyye (الْحَقِيقِيَّةُ): Doğrudan sâhibu-l hâlin durumunu açıklar.
- Mübeyyine (الْمُبَيِّنَةُ): Sâhibu-l hâlin cümlesinin zamanı içinde hâlin bildirdiği durum sâhibu-l hâlde bulunur. İkiye ayrılır:
- Müntekile (الْمُنْتَقِلَةُ): Aslolan hâlin müntekil olmasıdır. Yani sahibi için sabit bir şekle delalet etmez. Sabit şekle delalet eden sıfattır. Müntekil hâl sâhibu-l hâlin cümlesi ya da şibh-i fiilinin zamanı içindeki durumunu bildirir.
- Müekkide (الْمُئَكِّدَةُ): Hâlin bildirdiği durum aslında sâhibu-l hâlde geçici olan değil, sabit olan bir durumdur. Yani sahibi var oldukça hemen hemen ondan hiç ayrılmayan hâldir. Ancak sâhibu-l hâlin cümlesi ya da şibh-i fiilinin hükmü ile ilgili bir durumu ifade etmek için sanki sadece cümle ya da şibh-i fiilin zamanı ile ilgiliymiş gibi hâl olarak gelmiştir. Te’kîd içindir.
- Mukaddere (الْمُقَدَّرَةُ): Sâhibu-l hâlin cümlesinin zamanı içinde hâlin bildirdiği durum sâhibu-l hâlde bulunmaz.
- Sebebiyye (السَّبَبِيَّةُ): Sâhibu-l hâlin durumunu açıklamaz. Sâhibu-l hâlle ve cümlenin hükmüyle ilgili başka bir varlığın durumunu açıklar.
مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ hâli mübeyyine mukadderedir. Yani Allah’ı çağırdıkları (dua ettikleri) sıradaki durumları değildir. Çünkü düzenin Allah’ın kuralları dışındaki kurallardan arındırılması gemideki halleri olamaz. Gelecekteki halleridir. Yani Allah’ın kuralları dışında kural kalmayacak şekilde hukuk düzenlerini ayıklayacakları sözüyle Allah’a dua etmektedirler. Bunu yapacaklarını söyleyerek karaya çıkmak için yani hedefe ulaşmak için Allah’a dua etmektedirler. Hedefe ulaşınca Allah için dini saflaştıracaklardır. Ayetin devamında bu sözlerini yerine getirecekler mi, anlayacağız.
فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ إِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا
Onları karaya (çıkararak) kurtardığında hemen onlar onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için ve metalanmaları için ortak ederler.
فَ: Atıf harfidir.
لَمَّا: “-dığında” demektir. Şart edatıdır. لَمَّا dört şekilde kullanılır:
- Zarf olur: Kendisinden sonra mazi fiil gelir ve geçmiş zaman zarfıdır. Fiilin gerçekleştiği zamanı ifade eder yani mef’ûlün fihtir.
- Şart edatı olur: Şart cümlesi mazi fiil cümlesidir. Cevap cümlesi diğer şart edatlarında olduğu gibidir. Ancak cevap cümlesinin başında cevap edatı olarak yalnızca fâ-u cevabiyye değil, müfacee edatı olan إِذَا da olabilir veya kâne cümlesidir. Geçmiş zamanda şartı ifade eder.
- Nefy (olumsuzluk) edatı olur: Bir muzâri fiili cezm eder, anlamını mâziye çevirir. Yakın geçmiş zamanda olumsuzluğu ifade eder. Ancak burada farklı olan durum hükmün her an gerçekleşebilecek olması ama sözün söylendiği ana kadar gerçekleşmemiş olmasıdır. Bu nedenle Türkçeye çevrilirken “henüz olmadı” şeklinde çevrilir.
- İstisna edatı olur: إِنْ olumsuzluk edatıyla başlayan cümlede istisna edatı olarak gelir.
Burada şart edatıdır. Kendisinden sonraki cümlenin başında müfacee edatı olan إِذَا gelmiştir. Bu da bu cümlenin cevap cümlesi olduğunu لَمَّا nın da şart edatı olduğunu göstermektedir.
نَجَّى: “Kurtardı” demektir. Tef’îl bâbından üçüncü şahıs tekil mazi malum fiildir. Birinci bâbdan نَجَا - يَنْجُو şeklinde tehlikeli ve zararlı bir durumdan emniyetli bir hale geçmek, kurtulmak manasındadır. Birinci bâb if’âl bâbına (أَنْجَى – يُنْجِي) tadiye etkisi ile gelir. Bâb değişimiyle “kurtulmak” anlamı “kurtarmak” anlamına değişir. Tef’îl bâbına geçince (نَجَّى – يُنَجِّي) tadiyenin yanında teksir ve mübalağa etkisi vardır. Kurtarmada bir çokluk vardır. Tef’îl bâbında çokluk ya fiilde olur ya fâilde olur ya da mef’ûlde olur. Yani ya kurtarma fiili çok sayıda işlenecektir ya kurtarmaya gelenler çok sayıdadır ya da kurtarılacaklar çok sayıdadır. Burada çokluk fiilde değildir. Kurtaranların da çok sayıda olup olmamasının bir önemi yoktur. Buna göre kurtarılanlar çok sayıdadır.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir.
إِلَى: “-e” demektir. Harf-i cerdir.
الْبَرِّ: “Kara” demektir. Denizin (بَحْر) zıttıdır. برر kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan mastar olarak çevresinden daha yukarıda olmak, daha şerefli olmak manasındadır. Bu mastar manasından yukarıda olan manasında بَرّ ıstılahi olarak suyun örtmemesi ile suyun örttüğü kısımlardan daha yukarıda olan yeryüzü parçası olan “kara” anlamında camid isimdir.
نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ: “Onları karaya (çıkararak) kurtardı” demektir.
لَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ: “Onları karaya (çıkararak) kurtardığında” demektir.
إِذَا: “Hemen” demektir. Müfâcee edatıdır.
إِذَا sadece şart edatı veya mef’ûlün fih olarak görev yapmaz. Cümle ortasında geldiği zaman ve onu isim cümlesi takip ettiği zaman müfâcee (ansızlık ve sürpriz) edatı (حَرْفُ الْمُفَاجَأَةُ) olur. Bir olayın aniden gerçekleştiğini ya da beklenmeyen bir şeyin sürpriz bir şekilde olduğunu ifade eder. “Aniden”, “ansızın”, “birdenbire”, “hemen”, “birden”, “bir de ne görelim”, “bir de ne görsün”, “beklenmeyen bir şekilde” anlamlarına gelir. Aniden ya da beklenilmeyen bir durumla karşılaşıldığını gösterir.
Üç şekilde gelir:
- Öncesindeki cümleyle إِذَا müfâcee edatı arasında فَ atıf harfi vardır.
أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ
Musa’ya “Asanı bırak” diye vahyettik, hemen ardından aniden o algılattırdıklarını yutuyor.
Burada إِذَا müfâcee edatı فَ atıf harfinden sonra gelmiştir.
- Öncesindeki cümleyle إِذَا müfâcee edatı arasında ثُمَّ atıf harfi vardır.
مِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ
Sizi topraktan yaratması onun ayetlerindendir sonra aniden siz yayılan beşer oldunuz.
Burada إِذَا müfâcee edatı ثُمَّ atıf harfinden sonra gelmiştir.
- Öncesinde şart cümlesi vardır, إِذَا müfâcee edatı cevap cümlesinin başında gelir. Bu durumda cevap cümlesinin başına فَ gelmez.
لَمَّا أَحَسُّوا بَأْسَنَا إِذَا هُمْ مِنْهَا يَرْكُضُونَ
Zorluğumuzu hissettiklerinde aniden onlar ondan kaçarlar.
Burada إِذَا müfâcee edatı لَمَّا şart cümlesinin cevap cümlesinin başında gelmiştir.
Ankebut suresindeki bu ayette لَمَّا ile başlayan cümleden sonra gelmiş ve öncesinde فَ veya ثُمَّ atıf harflerinden sonra gelmediğinden müfâcee edatıdır.
هُمْ: “Onlar” demektir. Merfu munfasıl zamirdir.
يُشْرِكُونَ: “Ortak ederler” demektir. Üçüncü şahıs çoğul merfu muzari malum fiildir.
Şirkin manası zaman içinde kaymış ve alakasız bir şekle dönüşmüştür. Putlara tapınma, Allah’tan başkasını ilah edinme, Allah’tan başkasına ibadet etme şirk olarak anlamlandırılmıştır. Allah’la araya birilerini koymak da şirk olarak adlandırılmıştır. Bunların hiçbirisi Allah’a şirk değildir. Allah’a şirk “Allah’ın doğal ve sosyal kanunlarına aykırı kurallar, kanunlar koymaktır”. Bu kanun koyulduğunda insanlar Allah’ın koyduğu kanunlara aykırı hareket etmek zorunda kalırlar. Kendi iradesi dışında Allah’ın istemediğini yapmaya zorlanmış olurlar. Bu kanun mecliste oluşturulmuş bir yasa olmak zorunda değildir. Toplumsal kurallar, töreler, gelenekler de buna dahildir.
Allah’ın yarattığını değiştirirseniz günah işlemiş olursunuz ama Allah’ın yarattığını değiştirmeyi kural haline getirirseniz şirki gerçekleştirmiş olursunuz. Allah’ın helal ettiğine haramdır veya haram ettiğine helaldir derseniz günah işlemiş olursunuz. Allah’ın haram ettiğini yaparsanız günah işlemiş olursunuz. Allah’ın helal ettiğini haram eden kanunlar koymak, haram ettiğini insanlara yaptırmaya zorlayan kurallar, kanunlar koymak şirktir.
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللَّهُ
Yoksa onların şerikleri mi var da onlar için dinden (düzenden) Allah’ın izin vermediği şeriat koyuyorlar? (Şura 21)
Şirkin iki komponenti vardır: Şerik ve müşrik. Şerik, kuralı koyandır, müşrik ise şeriki kural koyucu olarak kabul eden ve onun koyduğu kuralların doğru, iyi, güzel, faydalı olduğunu savunan ve uygulattırandır.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
يَكْفُرُوا: “Görmezden gelirler” demektir. Çoğul üçüncü şahıs mensub muzari malum fiildir. Mensub olmasının sebebi başında olan gizli أَنْ dir. لِ harf-i cerinden sonra mensub muzari fiil gelirse arada bu أَنْ mastar harfi olmak zorunda olduğu açık olduğundan hazf edilmiştir. أَنْ mastar harfi her zaman geleceği gösterir.
بِ: “-i” demektir. Harf-i cerdir. Görmezden gelinen bu harf-i cerden sonra gelendir.
مَا: Umumi ism-i mevsuldür.
آتَيْنَا: “Verdik” demektir. İf’âl bâbından mazi malum birinci çoğul şahıs fiildir. İkinci bâbdan أَتَى - يَأْتِي şeklinde birisine veya bir şeye gelmek, ona ulaşmak ve onun yakınında olup onunla muamele, etkileşim içinde olmak manasındadır. Müteaddi fiildir. İkinci bâb if’âl bâbına (آتَى – يُؤْتِي) ziyadetü-t tadiye etkisi ile gelir. Verdi anlamına gelir. Gelen, getiren ve veren haline gelir. Buradaki verme normal bir verme değildir. Gelip mef’ûlün bihle etkileşime giren, mef’ûlün bihle getirdiğini etkileşime sokar. جَاءَ fiilinde ise gelme vardır ama etkileşim yoktur.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir.
آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdik” demektir.
مَا آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdiğimiz” demektir.
لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ: “Onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için” demektir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ a لِيَتَمَتَّعُوا yu atfetmektedir.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
يَتَمَتَّعُوا: “Metalanırlar” demektir. متع kökünden tefe’ûl bâbından üçüncü şahıs çoğul muzari mensub malum fiildir. Üçüncü bâbdan مُتُوع mastarı bir şeyden sevinç, hoşnutluk ve lezzet için faydalanmak manasındadır. Bu manadan gelerek مَتَاع faydalanılan manasından “meta” anlamında câmid isimdir. Çoğulu أَمْتِعَة dır. Tef’îl bâbında (مَتَّعَ - يُمَتِّعُ) “metalandırmak” anlamındadır. Tefe’ûl bâbına (تَمَتَّعَ - يَتَمَتَّعُ) geçince mutavaat etkisi ile “metalanmak” anlamına gelir. Burada metalanmada teksir ve mübalağa vardır. Çokça, aşırı bir şekilde metalanmak anlamındadır. Burada da mensub olmasının sebebi başında olan gizli أَنْ dir. لِ harf-i cerinden sonra gelmiş mensub muzari fiildir ve arada أَنْ mastar harfi hazf edilmiştir.
لِيَتَمَتَّعُوا: “Metalanmaları için” demektir.
لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا: “Onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için ve metalanmaları için” demektir.
يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا: “Onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için ve metalanmaları için ortak ederler” demektir.
إِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا: “Hemen onlar onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için ve metalanmaları için ortak ederler” demektir.
لَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ إِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا: “Onları karaya (çıkararak) kurtardığında hemen onlar onlara verdiğimizi görmezden gelmeleri için ve metalanmaları için ortak ederler” demektir. Allah onları karaya çıkarmıştır. Hedefe ulaştırmıştır. Ancak onlar Allah için dini saflaştırmak yerine onlara Allah’ın verdiğini görmezden gelmek ve metalanmak için ortak etmektedirler. Tam tersini yapmaktadırlar. Allah’ın kurallarına aykırı kurallar koymaktadırlar. Küfretmek yani görmezden gelmek ve metalanmak amacıyla şirke girmektedirler. Çünkü لِيَكْفُرُوا ve لِيَتَمَتَّعُوا gelecek zamanı göstermektedir. İkisi لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَيَتَمَتَّعُوا şeklinde ortak لِ içinde birleşmemiştir. Küfretmek ve metalanmak ayrı ayrıdır.
Bu ayet son derece ilginçtir. Çok samimi arkadaşlarımız Allah için dini saflaştırmak için saf olmayan ekseriyet demokrasisi dininde vesen olan gemileri içinde karaya çıkmak yani iktidara gelmek için Allah’a dua etmektedirler. Allah onları karaya çıkarınca yani iktidara gelince hemen şerikler yani kanun koyucular edinecekler ve onlara Allah’ın kurallarına aykırı kurallar koydurarak Allah’a ortak edeceklerdir. Bunu da Allah’ın onlara verdiğini görmezden gelmek için ve metalanmak yani iktidarın nimetlerinden yararlanmak için yapacaklardır. Bu yola giren herkes de karaya çıkmayacaktır yani iktidar olmayacaktır. Çünkü لَمَّا zarf değil, şart edatıdır. Bu ayet bir uyarıdır. Mevcut düzen içinde iktidara gelmeye çalışmak sonunda şirk tehlikesini barındırmaktadır, hem de küfretmek (Allah’ın onlara verdiğini görmezden gelmek) için ve metalanmak için şirke girmeyi. Bu nedenle bu düzen içinde gemiye binmek yani iktidara gelmeye çabalamak yerine mevcut iktidara tebliğ yapmak gerekmektedir. Hak ne ise onlara iletelim, onlar yapsınlar. Aksi takdirde karaya çıktıklarında yani iktidara geldiklerinde şirk batağına saplanacaklardır.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus مَا آتَيْنَاهُمْ (onlara verdiğimiz) ifadesidir. مَا umumi ism-i mevsulü ile gelmiştir. Bu nedenle sadece Kuran veya Allah’ın indirdiği bir kitap değildir. الَّذِي has ism-i mevsulü gelseydi belirli bir şey olacaktı. Umumi ism-i mevsulle geldiği için onlara her ne verdiysek onu görmezden gelecekler demektir. “Allah’ın verdiği” yerine “verdiğimiz” ifadesi kullanılmıştır. Bu da değişik araçlarla onlara verilen demektir. Kuran’dır, Kuran’dan elde edilen sistemlerdir. Günümüz için Adil Düzen de buna dahildir. İktidara gelir gelmez Adil Düzeni görmezden geleceklerdir. Bunun örneğini zaten yaşamadık mı?
فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
İleride bilecekler.
فَ: İsti’nafiyye edatıdır. Öncesi ile sonrası arasında bağ vardır. Netice fâsıdır.
سَوْفَ: “İleride” demektir. İstikbâl (gelecek zaman) edatıdır (حَرْفُ الاِسْتِقْبَالِ). Sadece muzari fiilin başına gelir. Bu edatın gelmesi ile sadece uzak gelecek zaman anlamı ifade etmeye başlar. Uzak geleceği bildiren bu edat Türkçede “…ecek”, “…acak” anlamlarına gelir. Uzak geleceği ifade etmek için cümlenin başına “ileride”, “uzakta” getirilebilir.
يَعْلَمُونَ: “Bilirler” demektir. Muzari merfu üçüncü şahıs eril çoğul fiildir. Başına gelen سَوْفَ nedeniyle uzak gelecek zamanı ifade eder.
سَوْفَ يَعْلَمُونَ: “İleride bilecekler” demektir. Neyi bileceklerdir? Yaptıklarının yanlış olduğunu bileceklerdir. Çoğunluk sistemi içinde iktidarı ele geçirme çabasının şirkle sonuçlanacağını bileceklerdir. Hemen bilemeyeceklerdir. İleride bileceklerdir. Hemen bilselerdi سَيَعْلَمُونَ şeklinde gelirdi. Aradan zaman geçtikten sonra anlayacaklardır. Bu ileri kıyamet yevmi de olabilir, iktidardan düştükten sonra da olabilir. Ancak bu ekseriyet sistemi eğlence ve oyunu içinde bunu bilemeyeceklerdir. Bu eğlence ve oyuna öylesine dalmışlardır ki yaptıkları kendilerine öylesine doğru geliyordur ki siz ne söylerseniz söyleyin işe yaramayacaktır. Bu سَوْفَ tam da bunu anlatmaktadır. “Bir musibet bin nasihatten iyidir” derler. Bu Kuran’ın rehberliği içindekiler için doğru değildir. Diğerleri için doğrudur. Kuran’daki tek nasihat bin musibetten iyidir. Kuran ehli Kuran’a bakar. Genel davranış modeli ise eskiden beri devam eden geleneklere uymadan öte değildir. Şu büyük şahıs bu yöntemi seçtiyse bu doğrudur, Lütfi ondan iyi mi bilecek modelidir bu model. Oysa Lütfi kafasından atmıyor, Kuran’dan söylüyor. Keşke bilseler.
Biz Kuran’dan anladığımıza göre bir nasihat yapmaktayız. Vesenleri ve ekseriyet demokrasisini tekrar etmemiz rahatsızlıklar doğurmaktadır. Ancak maalesef günümüzün ana sorunu budur. Bunlardan bahsetmeyip Kuran’daki biyoloji, matematik, fizik, iyi ahlaktan bahsetsek kimse rahatsız olmayacaktır. Bu ayete bakalım, gemiye binerken dini saflaştıracağız diyorsunuz, gemiden inip karaya çıkıyorsunuz, şirke giriyorsunuz. Bunun gerçek gemi ve kara olmadığı açıktır. Dini saflaştırmanın da hukuk düzeni içinde olacağı gayet açıktır. Ayeti günümüze getirdiğimizde ekseriyet demokrasisi ve vesenler dışında ne söyleyeceğiz? Gemiye bindiniz, fırtına koptu, Allah’a dua ettiniz, karaya çıkınca sizi Allah değil, gemi kaptanı kurtardı dediğiniz için mi şirk koştunuz diyeceğiz? O zaman Allah’ın verdiğini görmezden gelmek ne olacak? Metalanmak ne olacak? Vesenleri ve ekseriyet demokrasisini çıkardığınızda bu ayet ne anlatacak?
Maalesef biz ne anlatırsak anlatalım, bu seminere katılanlar bile alışkanlıklarından vazgeçmeyeceklerdir, kurtuluşu ekseriyet demokrasisi içinde vesenlerde arayacaklardır. “Vesenler iyi değil ama yerine daha kötüsü gelir” korkusuyla bir veseni destekleyeceklerdir. Biz ayetleri anlatıp duralım, ancak ayetin sonundaki ifadeyle “ileride bilecekler”. Yeni bir nesil gelir de bu yazılanları okur, bunlardan ders çıkarır da onlara fayda eder diye umutlanalım.
Yalova, Teşvikiye
05 Kasım 2022
M. Lütfi Hocaoğlu