HIZIRLA KIRK SAAT
Bugün, bu sabah yani bugünkü okumalarımda bu isimdeki kitaba yakalandım!
Bir köşe yazarını okuyordum, o yazmış yani hatırlamış; hatırlattı…
Ben de bu vesileyle kırk-elli yıl öncesine gittim…
Yakalandım ve tekrar okudum…
Beni yakalayan -hem de derinden yakalayan- ilk bölümdeki üç mısra oldu:
“her evde kutsal kitaplar asılıydı
okuyan kimseyi göremedim
okusa da anlayanı görmedim”
Üç mısra, üç satır elli yıl öncesini özetler mi?
Özetler…
İşte, aynen öyleydi o zamanki o yıllar…
Peki, ya şimdiki zaman nasıl?..
Onun takdiri sizde olsun!..
Ama…
Biz AKEVLER olarak…
Yani…
Adil Düzen Çalışanları olarak…
HIZIRLA KIRK SAAT kitabının yazıldığı…
1967 yılından beri gece-gündüz durmadan çalışıyoruz…
Ve…
Üstad’ın ifadesiyle KIRK BİN SAYFA telif eser üretmişiz ya…
Beni -sizin için de öyle olması dua ve dileklerimle- orası ilgilendiriyor…
Kırk-elli yılımız böyle geçti ki; bunun yirmi yılı İSTANBUL çalışmaları diyelim…
844. (yazıyla sekizyüzkırkdört) KUR’AN VE İLİM seminerimiz geçen haftaydı…
İlk başladığımız yıllarda, aylarda, haftalarda adiı KUR’AN MATEMATİĞİ idi…
Yıl-ay-hafta dedim; son yıllarda çalışmalar her gün - her akşam yapılır oldu…
Ve…
Gelecek gün-hafta-ay-yıl; daha doğrusu KIRK-ELLİ yıllarda…
RUHU’L-KUR’AN çalışmamıza uygun olarak…
UYGULAMA plan ve projeleri hazırlandı…
Artık UYGULAYICILAR bekleniyor…
Bekliyoruz ve’s-SELÂM…
*
Bu vesileyle…
Bir hatırlatma…
Hızır dedim ya…
Bencileyin Hızır’ı…
Kırk-elli sene önce…
Bulmuş ve çalışmışım…
Haddimce size de tavsiye…
Geliniz hep beraber çalışalım…
Hem de bence HIZIR ile beraber…
‘Hızır’ mı dedim; ‘Üstad’ diyecektim!
Ve’s-SELÂM mea’l-muhabbeti ve’d-DUA…
***
HIZIRLA KIRK SAAT kitabı 40 bölümden oluşuyor dedim…
İlk ve son bölümünü burada aynen aktarmış olayım…
Yazarı SEZAİ KARAKOÇ’un yazma notu ile…
Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve haziran aylarında, Yenikapı’da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda, deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki, şiire, Hızırla Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır’a randevu vermiştim de, her gidişimde, bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.
O zamanlar, deniz, İstanbul’da, şehir içinde de tertemizdi. Yenikapı, sahil olarak uğranılan bir yerdi. Sahil yolunun altında, kayalar arasında bir kahve vardı. Deniz kıyısına minderler konmuştu. İsteyen mindere oturuyor, isteyen hasır iskemleye, yer iskemlesine. Sadece çay veriliyordu gelenlere. Şehir arkada, deniz önde, tüm ilhamlara açık, berrak suları ayna ve hafif şıpırtılarını çağrışım müziği gibi hissederek şiirimin gelişini bekliyordum her gittiğimde.
Hızırla Kırk Saat
1.
bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim
beni yalnız yarasalar tanıdı
az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı
adım hırsıza da çıkacaktı
her evde kutsal kitaplar asılıydı
okuyan kimseyi göremedim
okusa da anlayanı görmedim
kanunlarını kağıtlara yazmışlar
benim anılarım gibi
taşa kayaya su çizgisine
gök kıyısına çiçek duvarına değil
kedi yavrularından başka
-o da gözleri açılmamış olanlardan başka-
el uzatmaya değer
soluk alır bir nesne bulamadım
bir gün daha öldü
ey batıdaki mağaralar
beni afyonunuz bağlasaydı da
uyusaydım
bu katı bu sert kente gelmeseydim
bir kaç eski ölünün kemiğini fosforladım
ışıklarını arttırdım bin yıl sonraki çocuklar için
yaşlı bir adamın şapkasını düşürdüm
karpuz kopardım
dağdan taş yuvarladım
ırmakta yıkandım
ölümsüz çamaşırlar giyindim
çivi yazısıyla yazılmış bir taşa oturdum
yanımdan tak kuran işçiler ve turistler geçti
çok eski bir şairin(ben miyim yoksa)
taktım aklıma şöyle bir dörtlüğünü:
“giydiklerin öyle ölümsüz büzülmüş ki
seni bir bardakta kaynayan
abıhayat sandım
elim uzandığı yerde kaldı”
şimdi ayı bekliyorum
ay doğunca onu yerime gözcü bırakacağım
aradığım bu ülkede de yok
taşlar hatıra yazılamayacak kadar
fazla kararmış
***
40.
konuşacak mehdi
geldi derleniş günü
derleniş toparlanış vakti
artık her gün her gece
bir kadir günü ve gecesi
kur’an iniyor dağlardan tepelerden
yağmur onun yedeğinde
horozlar en keskin sesleriyle ötmede
koyunlar ışıldıyor yünlerinde
yeni ve keskin bir bilgelik keçilerde
doğudan batıya bir şimşek atlardan
heyamolalarla inip çıkan
bir eleğimsağma develerden
kadınlar örtünürler meryem örtülerini
bacalar yeniden tüter
odunların en sertinin yanışından
bırakarak gökyüzünden bir ocak sisi
dağlarda bir başka coşkunluk çağlıyor
menekşede çiğde kekikde ses var
bir vahiy uğultusu arılarda
karıncalarda hikmet suskunluğu
barışı ve çalışkanlığı sağduyunun
derleniş toparlanış diriliş saati
geldi
yükseldi bir ağartı müslüman ufuklardan
müslüman mevsim ve iklimlerden
kelimeler sıçradı yıllarca beklemişlerdi taşlarda
bir başkalaşım oldu yazılarda
seslerin durduğu yerde
gizlice süren bir âyet sonu yumuşaklığı
duruşlar bir sûreden inmişçesine ağırbaşlı
davranışlar ölçülü tartılı
büyük dönüş başlamadan önce
kendini bırakarak evrenin koştuğu o bütüne
bir kanat çırpmasıyla karıştığı varlığa
düzeltip dünyayı yeniden
toplumu dirilten insanı erdiren
şeytanı bir duvar ucunda sıkıştıran
dam saçaklarında koğalayıp
eski sınırına iten
kentlere mutluluğu
bir ikindi anıtı gibi getiren
her eve mermer dağıtan
şelâle paylaştıran
kan kanalı uzatan
engebeli bir gebelikte
yatağından korkan kadınlara
süt verin süt verin çocuklara
alarak nar incir gibi yemişlerden
şit evi sığınağı zeytinlerden
meryem’in dayanağı hurmadan
tükenin var olun varlığıyla varlığın
ki göreceksiniz kesin kesin
yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin
o’dur var olan var eden
biçim veren değiştiren
dağıtan toplayan
hiç olmamışa çeviren
bir çırpıda gelip
geçmişe döndüren zamanı
sesi seslendiren yeri yerlendiren
sonra açıp yeli yürüyen bir kabir gibi
içine yeri yerleştiren gömen
bir kan pıhtısından meniden
bir insan türeten
sonra onu büyüten
sözüne kulak yapan ağız yapan
işine onda bir yetenek özü mayalandıran
inanış veren sabır veren
kur’an’a da şeytana da
eş yapan yoldaş yapan sırasında
bir örtü gibi birden açan dünyayı
sonra birden toplayan ortalığı
en büyük kolleksiyon sahibi
kafataslarından kemiklerden
güneşten aydan yıldızlardan
cennet ve cehennemlerin
kaybolduğu doğduğu girdabından
her çağ bir başka ses
duyulan mızrabından
doğmamış ve ölmeyen
gelmemiş ve gitmeyen
Sezai Karakoç