Reşat Nuri Erol
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı”…
27.12.2018
11321 Okunma, 9 Yorum

 

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı”…

“Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,

Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.”

Mehmet Âkif Ersoy’un bu mısralarını, 1960’lı yıllarda yani orta ve lise yıllarımızda çok terennüm ederdik; bu yıllar bizim yetişme yıllarımızın ilk merhalesiydi…

Nitekim 1969-1970 yılında mezuniyet tablosunu hazırlama görevini yüklendiğimde, bu mısraları tablonun üstüne yarım hilal şeklinde nakşetmeye özen göstermiştim…

Sonrasında yani 1970’li yıllarda yeni bir merhale sonrasına geçmiş ve bir taraftan üniversitelerde (Almanya, Türkiye ve sonra Arabistan’da) okurken… Yine o yıllardan itibaren Millî Selamet Partisi ve Millî Görüş teşkilatlarında çalışırken… Özellikle de “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” haftalık seminerlerini düzenlerken… Bir de yine o yıllarda bir tarafta iki haftalık Tek Yol Dergisi’ni yayına hazırlıyor, diğer taraftan Millî Gazete’nin yayına başladığı tarihten itibaren muhabir ve muharrirlik yapmaya çalışırken… Mehmet Âkif Ersoy’un şu mısralarını, yapmakta ya da yapmaya çalışmakta olduklarımızı en veciz şekilde ifade etmekte olmasından dolayı terennüm eder olduk:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

Bu yazının yazılmasının iki ana sebebi var. Birincisi, Aralık ayında vefat eden Kosova asıllı hemşerim Mehmet Âkif ile geçen yıl Aralık ayında vefat eden Kosovalı Babam Nuri Erol ve vefatına kadar hemen hemen her yazımı dikkatlice okuduktan sonra arayıp değerlendirme yaptığımız Burdur Bucaklı okuyucum, aynı zamanda okul arkadaşım İsmail Bedir’i anmak… Bu arada Adnan Öksüz arkadaşımıza teşekkür borçluyum. Neden? Dört gün önceki “Erbakan Hoca’ya gönülden bağlıydı” başlıklı yazısında (Millî Gazete, 21.12.2018), İsmail Bedir’i o benzersiz özellikleriyle güzelce anarak anlatmış; teşekkürler Adnan kardeş…

Birinci vesile buydu. İkincisine gelince…

D. Mehmet Doğan, bugünkü (Karar, 24.12.2018) “İslâm “asrın idraki”ne söyletilebilir mi?” başlıklı yazısında, bugünkü bu yazıma bu konu üzerinden girizgâh yapmama vesile oldu. Mehmet Doğan’ın yazısındaki detaylara girmiyor, sadece yazı sonundaki hüküm ve soru faslına geçiyorum… “Burada asıl mesele şu: Mehmed Âkif doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alacak güçlü bir birikime sahipti… Acaba ondan sonra gelenlerden kaçı böyle bir iddia ile ortaya çıkabilir?

Evet… Yazı, başlığımdan içeriğine ve özellikle de en sonunda sorduğu soru ile pek çok şeyi apaçık ifade ediyor; üzerinde var gücümüzle durmamız gereken boyutlarıyla…

Bu vesileyle iki hatırlatma yapmam elzem oldu…

994 haftadan beri sürdürmekte olduğumuz “KUR’AN VE İLİM” seminerlerimiz devam ediyor; www.akevler.org sitemizin “seminerler” bölümünden tefsirlere ulaşılabilir…

Mehmet Âkif’in sözünü ettiğim mısralarının geçtiği şiirin tamamını okuyalım:

“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. / Hadi göster bakayım şimdi de İbnü'r-Rüşd'ü? / İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?/ Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? / En büyük fâzılınız: Bunların âsârından, / Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran, / Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, / İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı?Aslâ. / Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı. / Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister; / Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? / Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tâne fakîh: / Zevk-ı fıkhîsi bütün, fıkri açık rûhu nezîh? / Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek; / Hani bir tane “usûl” âlimi, yâhu, bir tek?”

Ve ikinci hatırlatmamıza geçelim…

KUR’AN’I ANLAMA USÛLÜ” derslerimize, İstanbul/Üsküdar’da, İslâm Medeniyeti Vakfı’nda başladık… Dr. Süleyman Akdemir’den bu dersi dinlemek isteyenleri, Cumartesi günleri, öğleden önce, vakıf merkezimize bekleriz… Bilgi için (0216) 343 97 31

 


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
27.12.2018
06:06

MİLLÎ GAZETE

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı”…

“Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,

Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.”

Mehmet Âkif Ersoy’un bu mısralarını, 1960’lı yıllarda yani orta ve lise yıllarımızda çok terennüm ederdik; bu yıllar bizim yetişme yıllarımızın ilk merhalesiydi…

Nitekim 1969-1970 yılında mezuniyet tablosunu hazırlama görevini yüklendiğimde, bu mısraları tablonun üstüne yarım hilal şeklinde nakşetmeye özen göstermiştim…

Sonrasında yani 1970’li yıllarda yeni bir merhale sonrasına geçmiş ve bir taraftan üniversitelerde (Almanya, Türkiye ve sonra Arabistan’da) okurken… Yine o yıllardan itibaren Millî Selamet Partisi ve Millî Görüş teşkilatlarında çalışırken… Özellikle de “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” haftalık seminerlerini düzenlerken… Bir de yine o yıllarda bir tarafta iki haftalık Tek Yol Dergisi’ni yayına hazırlıyor, diğer taraftan Millî Gazete’nin yayına başladığı tarihten itibaren muhabir ve muharrirlik yapmaya çalışırken… Mehmet Âkif Ersoy’un şu mısralarını, yapmakta ya da yapmaya çalışmakta olduklarımızı en veciz şekilde ifade etmekte olmasından dolayı terennüm eder olduk:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

Bu yazının yazılmasının iki ana sebebi var. Birincisi, Aralık ayında vefat eden Kosova asıllı hemşerim Mehmet Âkif ile geçen yıl Aralık ayında vefat eden Kosovalı Babam Nuri Erol ve vefatına kadar hemen hemen her yazımı dikkatlice okuduktan sonra arayıp değerlendirme yaptığımız Burdur Bucaklı okuyucum, aynı zamanda okul arkadaşım İsmail Bedir’i anmak… Bu arada Adnan Öksüz arkadaşımıza teşekkür borçluyum. Neden? Dört gün önceki “Erbakan Hoca’ya gönülden bağlıydı” başlıklı yazısında (Millî Gazete, 21.12.2018), İsmail Bedir’i o benzersiz özellikleriyle güzelce anarak anlatmış; teşekkürler Adnan kardeş…

Birinci vesile buydu. İkincisine gelince…

D. Mehmet Doğan, bugünkü (Karar, 24.12.2018) “İslâm “asrın idraki”ne söyletilebilir mi?” başlıklı yazısında, bugünkü bu yazıma bu konu üzerinden girizgâh yapmama vesile oldu. Mehmet Doğan’ın yazısındaki detaylara girmiyor, sadece yazı sonundaki hüküm ve soru faslına geçiyorum… “Burada asıl mesele şu: MehmedÂkif doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alacak güçlü bir birikime sahipti… Acaba ondan sonra gelenlerden kaçı böyle bir iddia ile ortaya çıkabilir?”

Evet… Yazı, başlığımdan içeriğine ve özellikle de en sonunda sorduğu soru ile pek çok şeyi apaçık ifade ediyor; üzerinde var gücümüzle durmamız gereken boyutlarıyla…

Bu vesileyle iki hatırlatma yapmam elzem oldu…

994 haftadan beri sürdürmekte olduğumuz “KUR’AN VE İLİM” seminerlerimiz devam ediyor; www.akevler.org sitemizin “seminerler” bölümünden tefsirlere ulaşılabilir…

Mehmet Âkif’in sözünü ettiğim mısralarının geçtiği şiirin tamamını okuyalım:

“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. / Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü? / İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?/ Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? / En büyük fâzılınız: Bunların âsârından, / Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran, / Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, / İhtiyâcâtınıkâbil mi telâfı?Aslâ. / Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı. / Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister; / Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? / Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tânefakîh: / Zevk-ı fıkhîsi bütün, fıkri açık rûhunezîh? / Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek; / Hani bir tane “usûl” âlimi, yâhu, bir tek?”

Ve ikinci hatırlatmamıza geçelim…

“KUR’AN’I ANLAMA USÛLÜ” derslerimize, İstanbul/Üsküdar’da, İslâm Medeniyeti Vakfı’nda başladık… Dr. Süleyman Akdemir’den bu dersi dinlemek isteyenleri, Cumartesi günleri, öğleden önce, vakıf merkezimize bekleriz… Bilgi için (0216) 343 97 31

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

YazarReşat Nuri Erol- Mesaj Gönder

27 Aralık 2018
Reşat Nuri Erol
27.12.2018
09:54


http://www.haberdurus.com/haber/dogrudan-dogruya-kurandan-alip-ilhmi%E2%80%A6-26997.html


“Doğrudan doğruya Kur´an´dan alıp ilhâmı”…
Reşat Nuri Erol
Tarih: 27.12.2018 10:47:44

 

“Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,

Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.”

Mehmet Âkif Ersoy´un bu mısralarını, 1960´lı yıllarda yani orta ve lise yıllarımızda çok terennüm ederdik; bu yıllar bizim yetişme yıllarımızın ilk merhalesiydi…

Nitekim 1969-1970 yılında mezuniyet tablosunu hazırlama görevini yüklendiğimde, bu mısraları tablonun üstüne yarım hilal şeklinde nakşetmeye özen göstermiştim…

Sonrasında yani 1970´li yıllarda yeni bir merhale sonrasına geçmiş ve bir taraftan üniversitelerde (Almanya, Türkiye ve sonra Arabistan´da) okurken… Yine o yıllardan itibaren Millî Selamet Partisi ve Millî Görüş teşkilatlarında çalışırken… Özellikle de “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” haftalık seminerlerini düzenlerken… Bir de yine o yıllarda bir tarafta iki haftalık Tek Yol Dergisi´ni yayına hazırlıyor, diğer taraftan Millî Gazete´nin yayına başladığı tarihten itibaren muhabir ve muharrirlik yapmaya çalışırken… Mehmet Âkif Ersoy´un şu mısralarını, yapmakta ya da yapmaya çalışmakta olduklarımızı en veciz şekilde ifade etmekte olmasından dolayı terennüm eder olduk:

 

 

 

“Doğrudan doğruya Kur´an´dan alıp ilhâmı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm´ı.”

Bu yazının yazılmasının iki ana sebebi var. Birincisi, Aralık ayında vefat eden Kosova asıllı hemşerim Mehmet Âkif ile geçen yıl Aralık ayında vefat eden Kosovalı Babam Nuri Erol ve vefatına kadar hemen hemen her yazımı dikkatlice okuduktan sonra arayıp değerlendirme yaptığımız Burdur Bucaklı okuyucum, aynı zamanda okul arkadaşım İsmail Bedir´i anmak… Bu arada Adnan Öksüz arkadaşımıza teşekkür borçluyum. Neden? Dört gün önceki “Erbakan Hoca´ya gönülden bağlıydı” başlıklı yazısında (Millî Gazete, 21.12.2018), İsmail Bedir´i o benzersiz özellikleriyle güzelce anarak anlatmış; teşekkürler Adnan kardeş…

Birinci vesile buydu. İkincisine gelince…

D. Mehmet Doğan, bugünkü (Karar, 24.12.2018) “İslâm “asrın idraki”ne söyletilebilir mi?” başlıklı yazısında, bugünkü bu yazıma bu konu üzerinden girizgâh yapmama vesile oldu. Mehmet Doğan´ın yazısındaki detaylara girmiyor, sadece yazı sonundaki hüküm ve soru faslına geçiyorum… “Burada asıl mesele şu: MehmedÂkif doğrudan doğruya Kur´an´dan ilham alacak güçlü bir birikime sahipti… Acaba ondan sonra gelenlerden kaçı böyle bir iddia ile ortaya çıkabilir?”

Evet… Yazı, başlığımdan içeriğine ve özellikle de en sonunda sorduğu soru ile pek çok şeyi apaçık ifade ediyor; üzerinde var gücümüzle durmamız gereken boyutlarıyla…

Bu vesileyle iki hatırlatma yapmam elzem oldu…

994 haftadan beri sürdürmekte olduğumuz “KUR´AN VE İLİM” seminerlerimiz devam ediyor; www.akevler.org sitemizin “seminerler” bölümünden tefsirlere ulaşılabilir…

Mehmet Âkif´in sözünü ettiğim mısralarının geçtiği şiirin tamamını okuyalım:

“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. / Hadi göster bakayım şimdi de İbnü´r-Rüşd´ü? / İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?/ Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? / En büyük fâzılınız: Bunların âsârından, / Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma´nâ çıkaran, / Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, / İhtiyâcâtınıkâbil mi telâfı?Aslâ. / Doğrudan doğruya Kur´an´dan alıp ilhâmı, / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm´ı. / Kuru da´vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister; / Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? / Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tânefakîh: / Zevk-ı fıkhîsi bütün, fıkri açık rûhunezîh? / Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek; / Hani bir tane “usûl” âlimi, yâhu, bir tek?”

Ve ikinci hatırlatmamıza geçelim…

“KUR´AN´I ANLAMA USÛLÜ” derslerimize, İstanbul/Üsküdar´da, İslâm Medeniyeti Vakfı´nda başladık… Dr. Süleyman Akdemir´den bu dersi dinlemek isteyenleri, Cumartesi günleri, öğleden önce, vakıf merkezimize bekleriz… Bilgi için (0216) 343 97 31







   

Kaynak: Milli Gazete
Reşat Nuri Erol
28.12.2018
07:28


Kemal Öztürk
1969 yılında Ağrı’da doğdu. Orta öğrenimini Sakarya’da tamamladı. Marmara Üniversitesiİletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Öğrenciliği esnasında çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yayınlayarak yazı hayatına atıldı. 1995 yılında Yeni Şafak Gazetesi’nde profesyonel gazeteciliğe başladı. 1997 yılında Kanal 7 televizyonuna transfer oldu ve televizyon haberciliğine başladı. Haberciliğin yanı sıra belgesel hazırlamaya
devamı
 

Çıplak tabut

27 Ara 2018, Perşembe
 

Fuat Şemsi’ye ait Mısır Apartmanı’ndaki dairede, son günlerini geçirdi. Hafız Necati, hemen her gün başında Kuran-ı Kerim okudu.

27 Aralık 1936 günü, bir deri, bir kemik kalmış bedeni daha fazla direnemedi. Feri sönmüş gözleri, son kez camdan dışarı baktı. 11 yıl hasretini çektiği memleketine, İstanbul’a veda etti. Derin bir nefes aldı ve geri vermedi.

Saat 19.45’di.

 MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN

Yanında çocukları, ailesi, doktorları vardı. Ayak ucunda, ellerini saygıdan birbirine bağlamış, hastalığı boyunca onunla ilgilenmiş, Rus bir hasta bakıcı, sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Büyük şair ve mütefekkir Mehmet Akif Ersoy bu dünyaya veda etmişti.

BİR GARİBANIN TABUTU

Cenaze namazı Beyazıt Camii’nde kılınacaktı. Az sayıda insan caminin kapısında bekliyordu. Bir araba yaklaştı. İçinden çıplak bir tabut çıkardı üç hamal.

Önce kimsesiz bir garibanın tabutu sandılar. Sonra bu çıplak tabutun Mehmet Akif’e ait olduğu anlaşılınca, camide sessiz bir kıyamet koptu. Akif’i kefensiz, çıplak getirmişler gibi, ağlamaya başladı oradakiler.

Birden Darülfünun öğrencileri her yandan camiye akmaya başladı. Gözyaşları içinde çıplak tabuta sarıldılar. Cami girişinin karşısında bulunan Emin Efendi Lokantası’nda asılı Türk bayrağını aldılar, çıplak tabutu örttüler. Kabe örtüsü bulundu bir yerden. Onu da tabutun üstüne koydular.

Gözyaşları, sessiz öfke, hüzün ve hasret birbirine karışmış halde cenaze namazı kılındı. Öğrenciler cenazenin araca konmasına karşı çıktılar.

“Üstadımızı, başımızın üstünde biz taşıyacağız” dediler.

“BİR ŞAİR, BİR İNANMIŞ ADAM YİTİRDİK”

Beyazıt’tan Edirnekapı Şehitliği’ne kadar Akif eller üstünde, başlar hizasında taşındı. Geçtiği her yerden insanlar cenazeye katıldı. Adını duyan hürmetle ayağa kalktı, Fatiha okudu, usulca kalabalığın arasında katıldı ve yürüdü. Kalabalık sayısı binlere ulaştı.

Edirnekapı şehitliğinde, Babanzade Ahmet Naim’in yanı başında kabre kondu Akif. Hafızlar Kuran okudu, imamlar dua etti. Sonra gençler hep birlikte ayağa kalktılar, gür bir sesle İstiklal Marşını okudular. Herkes ağlıyordu. Yürekler yanıyordu.

Gençler nutuklar irad etti.

Bunlardan biri Edebiyat Fakültesi talebesi Abdülkadir Karahan’dı:

“Âkif’in şahsiyetinde Türk gençliği yalnız güçlü bir nazım ve Millî Marşın şairini gaib etmiş değildir. Aynı zamanda sağlam karakterli, kalbinin bütün iman ve heyecanı ile inandıklarına ömrünün sonuna kadar sadık kalmış bir insan da yitirmiştir.”

Talebeler, mezar taşını kendi paralarıyla yaptırmaya ve her sene burada buluşmaya söz verip oradan ayrıldılar.

CENAZE NEDENİYLE SORUŞTURMA AÇILDI

Cenazeye devlet ricalinden hiç kimse katılmamıştı. Katılmadıkları gibi, cenaze izlenmiş, katılanlar not edilmiş ve emniyet tarafından rapor edilerek ‘üst makamlara’ bildirilmişti.

Üç gün sonra soruşturma başlatılmıştı. Sorguya çağrılanlardan bir de orada konuşma yapan Edebiyat Fakültesi öğrencisi Abdülkadir Karahan’dı (sonradan aynı fakültede profesör oldu).

“3 gün sonra beni Yüksek Öğretmen Okulundan Emniyet Müdürlüğüne istediler. Bir şube müdürü beni sorguya çekti. Ne sıfatla resmi makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığımı sormuştu. Cevabım yaklaşık olarak şöyleydi: Ben herhangi bir şairin değil, Türk Bayrağı göndere çekilirken, yazdığı İstiklal Marşı ile göklere seslenen bir zatın kabri başında milletimizin duygusunu, saygısını dile getirdim. Beni buraya çağırmakla hata işlemiş bulunuyorsunuz.”

Uzun yıllar devlet Akif’i anma törenlerinde bir temsilci bulundurmadı. Eserlerini basmadı ve onu yok saydı. Hatta Tanin gibi devletin sesi olan gazetelerde Akif’in ‘milli’ değil ‘dini şair’ olduğu, bu yüzden onu anma törenlerinin yapılmasına karşı çıkan yazılar, haberler yayınlandı.

Ancak talebeler, sevenleri ve yakınları her zaman onu mezarı başında, ilim meclislerinde andı, hatırladı, dualar etti. Öğrenciler söz verdikleri gibi, harçlıklarından topladıkları paralarla mezar taşını yaptılar.

“SESSİZ YAŞADIM, KİM BENİ NEREDEN BİLECEKTİR”

Tek parti iktidarı bittikten sonra Akif sakıncaları bir şair olmaktan çıkarıldı. Devlet, milletin İstiklal Marşını yazan şairini resmi olarak 1960’tan sonra anmaya başladı.

Akif’in yalnızlığı sadece tek parti iktidarının soğuk devlet katından kaldı. Her zaman milletin ve gençliğin gönlünde coşkun bir şekilde anıldı.

Ama yaşarken onu yalnızlaştıran, ötekileştiren, sakıncalı bir insan konumuna sokan devletin soğuk yüzüne kırgınlığını hep hissettirdi, lakin dile getirmedi.

Ömrünün sonuna doğu yazdığı bir dörtlükle sessiz isyanını şöyle dile ifade etti:

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,

Günler şu heyûlâyı da ergeç silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,

Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?”

Bugün Akif’in ölüm yıldönümü. Mezarı başında yine sevenleri anıyor. Siz de bir Fatiha ve ardından İstiklal Marşı okuyun. O’nun yalnız olmadığını çocuklarınıza anlatmayı unutmayın.

Reşat Nuri Erol
28.12.2018
07:31
















Reşat Nuri Erol
28.12.2018
07:33
















Reşat Nuri Erol
28.12.2018
07:34


https://www.yenisafak.com/yazarlar/kemalozturk/yalniz-degilsin-2048683
GAZETE YAZARI

kemal öztürk

Yalnız değilsin

28 Ara 2018, Cuma

Bizi derinden üzen bir dörtlüğün vardır:

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,

Günler şu heyûlâyı da ergeç silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,

Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?”

Bu şiirinin gerçekleşmediğini anlatmak isterim sana Büyük Şair.

Bugün sabahın erken saatlerinden itibaren yanına geldi insanlar. Darülfünun talebeleri harçlıklarından toplayıp yaptırdığı mezar taşın vardı ya? Hani tek parti korkusu yüzünden garip bir halde yapılmıştı. İşte o, eskisi gibi değil artık. Besmele yazıyor mezar taşının en başında.

Mezarının hemen arkasında şehitler yatıyor.

Ve onları temsilen yapılmış anıtın üzerinde senin şiirin var:

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda”

‘Er İbrahimoğlu Bekir/Kütahya, Süleymanoğlu Mehmet/Beypazarı, Şehit Hakim Özkan Şahin, Polis memuru Ekrem Ocak, Baş komiser Kamil Aykut Genç…’

Dört bir yanın şehitlerle dolu azizim.

Hepsi senin dediğin gibi, bu hilal uğruna “vurulup tertemiz alınlarından, uzanmış, yatıyor…”

Yıllarca seni yok sayan, sürgünlere gönderen, seni yokluğa ve fakirliğe mahkum eden, sevenlerin hakkında kovuşturma açan, Safahat’ını yakan devlet ricali eskisi gibi değil. Valiler, belediye başkanları, paşalar, vekiller, kaymakamlar… onlarcası huzurunda saygıyla durdu bu sabah. Hepsi hürmetlerini, saygılarını sundu, dualar etti senin için.

Her gün okuduğun ve sonra takatin olmadığı için başucunda Hafız Necati’nin okuduğu Kur’an’ı Kerim okundu yanı başında. Aminler birbirine karıştı, eller göklere açıldı ve senin için okundu Fatihalar, Yasinler…

Devlet ricali gidince bu kez ülkenin her yanından, senin şiirlerinin ilham kaynağı gençler geldi.

Senin adının verildiği ilkokullar, liseler ve üniversitelerden öğrencilerdi bunlar. “Asım’ın nesli” dediğin gençler.

Minicik çocuklar toplaştılar önce bir araya. Melek gibi yüzleri vardı. Sonra herkesi şaşırtan gür bir sesle okudular İstiklal Marşı’nı. Hem de on kıtasını birden:

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak…”

Onlar bitirince, bu kez gençler atıldı ortaya. Tıpkı bundan 82 yıl önce, Darülfünun talebeleri gibi. Kızlı, erkekli yıktılar ortalığı, gür sesleriyle:

“Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal...”

Kimi Çanakkale şiirini, kimi Asım’ın neslini, kimi başka bir şiirini okudu. Bir genç, seni tam olarak izah eden şiirini haykırdı:

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...”

Her kesimden insanın duasına mazhar oldun bugün. Yaşlı-genç, dindar-laik, başı açık-kapalı, Türk-Kürt-Arap…

Senin, “o benimdir o benim, milletimindir ancak” diyerek bayrağı teslim ettiğin “millet” buradaydı.

Tüm gün bu anlattıklarım devam etti aziz Şair. Buraya gelemeyenler Mısır Apartmanı’na, son günlerini geçirdiğin eve gitti.

Hasretinden yandığın vatanının her yanında anıldın bugün. Her okulda adını çağırdılar. Milyonlarca öğrenci, senin yazdığın İstiklal Marşı’nı bugün bir kez daha, en gür sesiyle okudu.

Sen yalnız değilsin büyük Akif…

Mısır’da, o sürgün günlerinde keder içinde düşündüğün gibi olmadı. “Kim beni nereden bilecektir?” demiştin … Öyle olmadı.

Bugün çocuklarımıza senin adını veriyoruz. Onlar konuşmaya başladığında ilk Kuran’dan bir ayeti, sonra da senin yazdığın İstiklal Marşı’nı ezberletiyoruz. Bu şeref bu dünyada kaç kişiye nasip olur?

Sen asla yalnız değilsin Büyük Akif…

Bize öylesine bir miras bıraktın ki, nesilden nesle, kuşaktan kuşağa, aşkla aktarılıyor şiirlerin.

Her şehit senin mısralarınla defnediliyor.

Vatan uğruna savaşa giden her asker, senin şiirlerinle uğurlanıyor.

Vatan denince sen, şehadet denince sen, millet denince sen, bayrak denince sen, hilal denince sen, dava denince sen, İslam denince aklımıza sen geliyorsun. Dilimizden senin mısraların dökülüyor.

Yalnız değilsin Büyük Üstat. Hiç yalnız olmadın sen.

·         #Mehmet Akif Ersoy

 

·         #Asım’ın nesli

 

·         #Yalnız değilsin

 

Reşat Nuri Erol
28.12.2018
07:42


İnfogratif bilgilerle Mehmed Âkif´in hayat hikâyesi…
Mehmed Âkif ile ilgili bir infogratif liste...
Tarih: 27.12.2018 16:10:41

 

İnfogratif bilgilerle Mehmed Âkif´in hayat hikâyesi ile ilgili olarak Anadolu Ajansı´nca yayımlanmış bulunan bir listeyi, Akif´in hayatına dair özet bilgiler açısından aşağıya aldık.







   

Kaynak: Haber Duruş
Reşat Nuri Erol
28.12.2018
07:57



Fatma Barbarosoğlu
1962 yılında Afyon’da doğdu. Ortaöğrenimine İstanbul'da devam etti, 1980 yılında Afyon Lisesi'nden, 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini, aynı bölümde "Türk-İslam Felsefesinde Tasavvufî Eğitimin Değerlendirilmesi" başlıklı bir tez hazırlayarak 1987 yılında tamamladı. İ.Ü. İktisat Fakültesi Sosyal Yapı-Sosyal Değişme Anabilim Dalı'nda "Modernleşme Sürecinde Moda-Zihniyet
devamı

“Metafizik feryat”/ “Âsım’ın Nesli başladığı yerde son buldu”

28 Ara 2018, Cuma

Aralık ayı biterken; sadece ömürden geçen bir yılın değil aynı zamanda Mehmet Akif’in Safahat’ının ıstıraplı atmosferine, tarih tekerrür ediyor korkusuyla yeniden yaklaşıyor olmanın kederini de taşıyorum son bir kaç yıldır.

Nurettin Topçu’nun Mehmet Akif kitabını bilir misiniz? Kitabın yayın tarihi Mart 1970. Kitap zaman içinde kaç baskı yaptı? Dergâh yayınlarını arayıp sordum, Nisan 2018’de 11. baskısı yapılmış kitabın. 48 yılda sadece 11 baskı!

Peki, kaç edebiyat hocası, tarih hocası, din dersi hocası Nurettin Topçu’nun Mehmet Akif’ini okumuş, okuduğu satırları sınıfta paylaşmıştır?

Yıllardır Safahat’ı basmayan, dağıtmayan kurum ve kuruluş kalmadı neredeyse. Her boyda her kalitede… Safahat’ı dağıttıkça Âsım’ın Neslini yetiştirdiğimizi zannettik. Kitap dağıtmak yetiyor olsaydı işimiz çok kolaydı elbet.

Sadece Safahat okuyarak Safahat’ın ruhunu kavrayamayız, genç nesillere aktaramayız. Dokunduğu her şeyi indirgeyen, güzelleme yaparak geçmişi yâd ettiğini zannedenlerin kaleminin peşinde, tarihin tecrübesine kavuşamayız.

Merhum Nurettin Topçu’nun Mehmet Akif kitabındaki “Safahat’ın Felsefesi” adlı bölümü okurken hem Nurettin Topçu’ya hem de Mehmet Akif’e rastlıyorum.

Biraz sonra size bu bölümden alıntılar yapacağım. Umut edilir ki bu alıntılar sizi her iki kitaba doğru daha hızlı bir şekilde yönlendirir.

Buyurun:

“Zavallı edebiyat hocalarının ‘Âkif sadece kuvvetli nâzımdır’ deyişlerine üzülmüyoruz; bu onların zavallılıklarının payıdır. ‘Âkif inkılâbı anlamadı’ diyen beyinsiz dostlarına da sitemimiz yok; bu ifade onların geriliklerinin hissesidir, softanın olduğu kadar dinsiz mütercimin de ‘Âkif’in din anlayışı dardı’ veya ‘Onun İslâm’ı ifadesinde şer’a aykırılıklar vardır’ tarzındaki hezeyanları bizi asla telaşa düşürmeyecek; zira bu, gölgeler dünyasında Eflatun’un yükselttiği sahneden hakikat dünyasını temaşa etmemiş olan, bu temaşadan hatta habersiz yaşayan bütün bedbahtların hakkıdır. Hepsine helâl olsun!”

“...Ruh siliniyor, kayboluyor; elimizde kabuk veya gövdeler kalıyor. Sese sanat, kaideye ahlak, korkuya Allah diyoruz. Bizim olan bütün bu şeyler hakikatin özü ta kendisi değildir. Belki bizi bizâr eden hayatı çok kere çekilmez yapan ağırlıklar, kütleler ve kesafetlerdir.”

“...Dahinin eseri bizzat kendi ruhunun kurtuluşu gayesiyle ortaya konmuştur; bize güzel hediye olsun diye değil. Onlar, bizim tarafımızdan övülmeye hiç muhtaç değillerdir.”

“Büyük sanat eserinde özü teşkil eden unsur, ses, renk, şekil, kütle ve kelime gibi her çeşit ifade vasıtaları içinde gizlenen metafizik feryattır. Bu feryadın içinde mukaddesatımız gömülüdür. Bütün ifade vasıtalarını değerlendirmesini bilen niceleri bu feryadı duymuyorlar. Onu duymak sanat eserini anlamaktır.”

“Safahat’ın yaradılış tarihinde tesir yapan sanat eserleri Yeni Cami, Süleymaniye ve Fatih Camii gibi ulu mabedler, bir de Osmanlı mûsikîsidir. Biri plâstik, öbürü fonetik mahiyette olan bu iki unsuru çıkarırsanız bir taraftan Âkif’in nazmını ebedi kılan muhkem direkleri yıkmış, öbür taraftan şair’in ıstırabındaki lirizmi öldürmüş olursunuz.”

“Onun ifadesi üç harikanın terkibi mahsulüdür: Bin yıllık tarih, bizzat kendi ruhunun fezaya çekilmiş kılıcı andıran Süleymaniye’lere nazire bir beden ve bir de Allah kitabı.”

“ ‘Âsım’ Âkif’in sanatında bir merhaledir. Onda birinci devrenin idealizmi yeni bir davayı doğruluyor. Sanatkar devrini kurtaracak ideal genci sahneye çıkarıyor. Âsım’ın şahane heykelini yapıyor. Hakikatte bu hayal ettiği kendi gençliğidir. Esasen Âsım, şairin bulunduğu yaşın olgunluğu ile birleştirip yaptığı kendi gençlik heykelidir, kendi idealinin heykelidir.”

“Sanatkar Âsım’daki şahsiyet olduğu halde kendi dışında bir Âsım arıyor, Âsım’lar arıyor. Acaba kendisinden sonra hayatta Âsım’lar gözüktü mü? İtiraf edelim ki, Âsım ruhunun mirasına sahip bir gençlik yetiştiremedik. Âsım’ın nesli başladığı yerde son buldu.”

Bendeniz sizlere merhum Nurettin Topçu’nun Mehmet Akif kitabından tadımlık cümleler alıntıladım. Siz bahsi geçen kitabı yavaş yavaş tekrar tekrar okuyunuz. Ahlak ile sanat arasındaki bağlantıyı ince ince düşününüz.

Tebliğ kılıfında kaba propagandanın; hissettirmek, aklettirmek yerine ne olursa olsun ses getirmek hastalığının, ümmete bela olduğu; tefekkür yerine “fark yaratmanın” peşine düşüldüğü; kabuğun, özü esir aldığı şu günlerde, ahlak ile sanat arasındaki bağı tekrar tekrar düşünmek zorundayız.

Reşat Nuri Erol
28.12.2018
08:15


Akif’in 97 yıl önceki “Milli Birlik” vaazları aynı kürsüden yeniden okunacak

27.12.2018 Perşembe 20:38 - Son Güncelleme: 28.12.2018 Cuma 00:20
Akif’in 97 yıl önceki “Milli Birlik” vaazları aynı kürsüden yeniden okunacak

Milli şairimiz ve Sebilürreşad Mecmuası başmuharriri Mehmet Akif Ersoy’un vefatının 82. Yılı münasebetiyle 28 Aralık Cuma günü 1920’de üç cami kürsüsünde Akif’in verdiği vaazlar 97 yıl sonra aynı kürsüden yeniden okutulacak.

Konuyla ilgili olarak Sebilürreşad’dan yapılan açıklamaya göre, “Akif üstadımızın 97 yıl önce Balıkesir’de Zağanos Paşa Camiinde, Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli Camiinde ve Kastamonu’da Nasrullah Paşa Camii kürsüsünde verdiği “milli birlik ve beraberliğimize” vurgu yaptığı tarihi konuşması vefat yıl dönümü münasebetiyle yeniden okunacak.

Diyanet işleri başkanlığına Sebilürreşad tarafından yapılan talebe olumlu cevap veren Başkanlık, bu sembol üç camiinde Akif’e ait vaazı camilerin mevcut hocaları tarafından okunmasına karar verildi.

Akif’in Kastamonu’da Nasrullah kürsüsünden yaptığı tarihi vaazı Sebilürreşad yazarı Eşref Edip Bey tarafından kayda alınmış ve dergide yayınlanmıştı. Mustafa Kemal Paşa tarafından özellikle TBMM bütçesinden Sebilürreşad’ın basılarak cephelere gönderilmesini istediği o vaazın yayınlandığı nüsha Sevr anlaşmasıyla ilgili de en net tavrı ortaya koyan vaaz olmuştu. 
Akif’in Sebilürreşad’da yayınlanan o vaazı şimdi aynı kürsüden yine Sebilürreşad’In talebi üzerine yeniden okunacak.

İşte Nasrullah Camiindeki o vaazı:

MEHMET ÂKİF BEY'İN KASTAMONU NASRULLAH CAMİİNDEKİ CUMA VAAZI

Mev'iza

"NASRULLAH" KÜRSÜSÜNDEN[1]

Türk Milletine hitap

Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920)

Cuma günü

Bismi-llâhi-r-Rahmani-r Rahim

Ya eyyahe-llezine âmenu lâ tettehizu bıtaneten min dunikum la yelunekum habalen, veddu ma anittum, kad bedetil-boğdau min efvahihim vema tuhfi suduruhum ekber, kad beyyenna lekûm-ul-âyati in küntüm ta'kilum.

TERCÜMESİ

(Yaeyyuhe-lleziîine âmenu) ey iman etmiş olanlar, ey müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost ittihaz etmeyiniz. Âyeti çelileki (bitane) içli dışlı görüşülen, kendisine her türlü sırlar emanet edilen samimi dost, yarıcan, arkadaş, mahremi esrar manalarınadır. Öyle bitane ki (la ye’lünekum habalen) sîzlere karşı mazarrat ika etmekten, aranıza fitneler, fesadlar sokmaktan hiç bir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler. (veddu ma anittum) Sizin sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler. (Kad bedetil-bağdau min efvahiİim) görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor. (ve ma tuhfi sudurahum ekber) bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler, garezler, husumetler, o bir türlü zabtedemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları adavetten çok büyüktür, çok şiddetlidir. (Kad beyyenna lekum ul âyeti in kuntum ta’kilun) bizler size her biri ayni hikmet, mahzı ibret olan âyetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer, hayrını, şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin muktezasınca hareket ederek, hem dünyada, hem ukbada felâh bulursunuz.

TEFSİR

Ey Müslümanlar, sizin için bu âyeti celileye ittibadan başka selâmet yolu yoktur. Takib edilecek hattı hareket, düstur-u siyaset tamâmile bu âyeti celilede mündemicdir. Binaenaleyh meali ulvisini bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenabı hak buyuruyor ki:
— Ey müminler, size ellerinden gelen fenalığı yapmakdan çekinmeyen, bu hususta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize mahremi esrar, dost, arkadaş ittihaz etmeyiniz. Bunların sureti hakdan görünerek size güler yüz göstermelerine, hayırınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felâketinizden, izmihlalinizden, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zabtedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Halbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet, ağızlarından taşan ile kabili kıyas değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyatı celîlemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz, Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dareynde[2] zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyatı celilemizin gereğince hareket ederek felâh bulursunuz.

Bu âyeti celile surei Âli İmrandadır. Surei Tevbede de "Ey müslümanlar, Cenabı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun resuli muhtereminden, bir de müminlerden kendisine dost ittihaz etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?"

Bu iki âyeti celileden başka diğer âyatı kerime daha vardır ki, hep ayni ruhtadır.

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! insan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lâzımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullahı telave’t ederken bu gibi âyatı celileye geldikçe "acaba sair milletlere karşı bir az şiddetli davranılmayor mu? Yabancılar hakkında daha merhametli olmak icab etmez mi idi?" gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp alıncaya kadar hayli mücahedelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştıracak olursak işi bir az tabiî görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkârı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanı, içtimaî mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlâkiye ve insaniyelerini, eserlerile ölçmeye kalkışdık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözlerile özleri arasında asla münasebet, müşabehet olamıyacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna ârız olan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususile Avrupayı, Asyayı, Afrıkayı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım.

Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakka tevbeler ettim.

Dünyada Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülâsa edebilen bir müslüman varsa o da eazimi ümmetten fazılı mağfur Hersekli Hoca Kadri efendi merhumdur. Âlemi İslâmın en fedakâr, en faziletli erkânından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün musahabe esnasında demişti ki:

— Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, uluvvi cenabına hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’de ilk işim bu muhterem müslümanı ziyaret oldu. Kendisile bir az hoş beşden sonra dedim ki:

— Hocam! senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın, garbın ulûmuna, funnununa cidden vakıf bir nadirei fıtratsın. Yakinen gördüğün şeyler tabiidir ki tecrübeni, görgünü, arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?

— Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır!

Hakikat, hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyatdaki bu terakkilerile ölçmek kat’iyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.

Bunların bütün insanlara, bilhassa müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiç bir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat. Dünyada bir mü'teassıb millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor:

Bilirsiniz ki bizim harbi umumiye girmemizden en çok müstefid olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki ben bu kürsüde harbi umumiye girmek mi lâzımdı, girmemek mi evlâ idi, girmeden durabilir mi idik, bir az daha geç mi girmemiz muvafık idi? gibi meselelerin hiç birini mevzuubahis edecek değilim. O benim sadedimin, salâhiyetimin haricindedir. Ortada bir vak'a var ki biz Almanlarla birlikde olarak harbe girdik. Yüzbinlerce şehit verdik. Yüzbinlerce hanuman söndü. Milyonlarca sâmân kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lâzım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine ilânı harp ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazetelerile, bütün kitaplarile, bütün ediplerde, bütün muharrirlerde bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu umumî harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin'e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki:

— Bizim meclisi mebusanımızdaki bilhassa katolik meb'uslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi mütemeddin, rnütefennin bir millet nasıl oluyor da müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir?... diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Tâki müslümanlığın da bir din, müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün etsin!

Almanya hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında müslümanlık vahşetten, müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik denilip de şark lisanlarına, şark ulûmu fünûnuna, şark ahlâk ve âdatına vâkıf geçinen adamları mensup oldukları milletin efkârını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için, tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamile muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.

Harp esnasında, bilirsiniz ki Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz safderun müslümanlar halifenin müttefiki sıfatile o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkda o kadar ileri gittik ki darülhilâfenin, yani İstanbul'un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz mukabeleye! Düşmanlar Kudüsü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felâket harbi umumi üzerine büyük bir tesir ika etmişti. Yani Filistin cephesinin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızin tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icab ederdi. Ey camaati müslimin! İşe bakın ki Kudüs, velev ki ingilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar şehrâyin yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.

★ ★ ★

Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyim mi? Dünyada din ile en az mukayyed olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde Kastamonu'nun en şerefli bir camiinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor! Dünyanın en mamur, en yeni memleketi olan Berlin'de pazar günü büyük kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dolduran cemaati avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere'ye gittiğiniz takdirde şayet cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dinî bir gün olan pazar günü hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.

Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım, ki ziraat tahsili için bir oğlunu Amerika'ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. 
Diyor ki:

— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını lâyıkile bilmiyorum. New-York'ta, bir otelde bulunuyorum. Gece canım sıkıldı.

Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruk inmeye başladı. (Ne oluyoruz? diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine söğüyordu. Karı benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlâksızlığımı, hülâsa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece hıristiyanların eizzesinden, yani velilerinden birisinin gecesi imiş. Geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icab edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür derecesinde günahmış! Artık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden kasdım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim. -
Ey camaati müslimin! Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları, sarhoş nareleri duyulduğu nadir vakalardan değildir, zannederim.

Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyeti diniye meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebep-siz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, bir az büyüyünce eşikte dini, millî telkinat ile kulakları dolar. Yabancılara karşı husumet, adavet hisleri her fırsattan bilistifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan mahlûkatı beşeriyenin insan sayılamıyacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bunların, bir şarklıyı, hele bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları, meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet meharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların bu hislerini canlandırır dururlar.

★ ★ ★

Anlayorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor? Bu heriflere karşı olan duygumuzu hiç bir vakit onların ilimlerine, san'atlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara uymazsak yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkân yok.

Biz müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bırakdık. Atâlete, ahlâksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açdılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Havalarda ordular dolaştırıyorlar. Madem ki vatanın müdafaası farzı ayındır, bu farzın mütevakkıf olduğa esbabı elde etmek farzdır; O halde onların kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak hepimize farzı ayadır. Ne hacet! (Ve eiddu lehum mesteta’tum min kuvvetin = Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya imkân bulursanız derhal hazırlayınız) emri İlâhisi sarihdir. Şüpheye, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri, fesadları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler zırhlılar, şimendiferler, limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar müslümanın bir kaç milyon frenge esir olmasını temin eden esbab ve vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek, müslümanlar Allahın, Kitabullahın, Resulullahın emrettiği, tavsib ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça âhiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar Her şeyden evvel vahdet, cemaat, teavün. Bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allahın inayetile kolaylaşır.

Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz Ancak bu birleşmek bize hiç bir vakit onların iç yüzünü unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icab ederse, mümkün olursa mütekabil, müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derecede açık gözlü bulunmamız lâzım gelir.

★ ★ ★

Biz müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimad etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı hak (innemel mu’minune ihvetun) "Müminler, birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir" buyuruyorken yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye geliyoruz. Huzuru İlâhide birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip papuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım, yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz.

Âyatı kerime var, namütenahi ehadisi şerife var. Bunlara göre: müslümanlardan biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretile mesrur, musibetile, matemde mahzun olmadıkça tam müslüman olamaz. İmanın kemali camaati müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. "Müslümanların derdini, kendine dert etmeyen müslüman değildir." buyuran resuli hakim (Sallallahü Aleyhi vesellem efendimiz hazretleri) diğer bir hadisi şeriflerinde buyuruyor ki: "Dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvların kâffesi o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir müslümanın da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki müslüman değil."

"El mu’minu lil mu’mini kel bunyani yeşuddü "ba’duhu ba’dan" "Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücude getiren perçinleşmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir.. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır." Hadisi şerifini elbette işitmişinizdir. Ashabi kiram hazeratı arasındaki vahdet, muhabbet, teavün cümlenizin malumudur. Bu din uluları, bu Allahın en sevgili kulları huzuru İlâhiye cemaatle durdukları zaman saflar adeta ─maruf tabir veçhile─ sabun kalıbı halini alırdı. Birbirlerile okadar ittisal hasıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar, müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin, namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslâm, Aleyissalâtü Vesselâm efendimizin risaleti celilelerinden itibaren yirmi otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı.

Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, tarihi İslâm sayfalarını gözden geçirince ashabı kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor. "Eşiddau alel kuffari rulhemau beynekum"[3] vasfı ilâhisile tasvir buyurulan o kahraman fitretler "hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametli, ne derecelerde rikkatli idiler, düşmanlarına karşı ise.nasıl şedid idiler! (ezilleten a-lel mu’minin, azitten alel kâfirin = müminlere karşı, mutavazı, halim, selim, şefik, rahim, kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid) olmak İslâmın hususiyetlerindendir. Yazıklar olsun, biz bu hususiyetlerden, bu meziyetlerden, büyüklüklerden mahrum olduk.

Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız müdahene, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, asıcılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda. (Be’suhum beyneihum şedidun, tahsebuhum cemian ve kulubuhum setta) = kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Halbuki hepsinin yüreği (başka başka hislerie çarpıyor, mealindeki âyeti celile, ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamile bizim halimizi gösterir oldu. (Bundan ne kadar sıkılmamız icab eder, artık onu siz takdir ediniz.

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! Kuranı kerim tilâvet ederken bir çok yerlerinde sünnet lafzi celiline tesadüf edersiniz, evet meselâ (Sünnetellahi-lleti kad halet fi ibadiih — Sûnnetellahi fillezine halev min kabl — ve len tecide İisunmeti-llahi tahvila — sünnete men kad erseîena) gibi daha bir çok âyatı. kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz. Kitabullahdaki sünnet, resulallahm sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malûmu, Kuranın sünneti ise cenabı hakkın ezelî ve ebedî olan kanunu demektir. Evet, Allahu zülcelâlin bu âlem hakkında cari bir çok kanunları var. Cemadatta, nebatatta, hayvanatta, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde, elhasıl bizim bildiğimiz, bilmediğimiz, ne kadar mahlûkat varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar vaz’ı İlâhî olduğu için insanların tertib ettikleri kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde meşiyyeti İlâhi muktezasınca ibda olunan bu hükümlerin, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah' da bize sarahaten bildiriyor. Şimdi diğer mahlûkatta, diğer âlemlerde hâkim olan sünneti İlâhiyi, yani cenabı hakkın ezelî ve ebedî kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hüküm süren kanunu İlâhiyi tetkik edelim; evet milletlerde cari olan bu kanunun mahiyetini biz müslümanlar doğrudan doğruya Cenabı Haktan, yani onun bize gönderdiği kitabı hakiminden öğreniyoruz: Ümmeti islâmiyenin dünyada, ukbada felahını, necatını, saadetini, refahını, sâmânını temin eden emirler yok mu, işte onların her biri Allahın bir sünneti, yani bir kanunudur, (vela teferreku) tefrikadan, ayrılık gayrılık hislerinden uzak olunuz, (vela tenazeu) — ey müslümarilar birbirinize girmeyiniz, sonra kalplerinize meskenet, cebanet, aciz, fütur çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz, hepsi elinizden gider (vasbiru sebatdan, azimden katiyyen ayrılmayınız. İşte bunlar gibi bir çok öğütler, bir çok emirler var ki milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersek bunların muktezasına tevfiki hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, bekası, istiklâli, selâmeti için, aralarında vahdet hükümferma olması lüzumu bir kanunu İlâhi imiş!

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmayor, ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale içinden alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar “şaşmaz" bir düstur yoktur. İslam tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetişen ne kadar, müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hadis olan fitneler, fesadlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneviler, Moğollar, Selçukiler, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezairliler.... hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Türkiye müslümanları dünyanın üç büyük kıt’asına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesîm cesîm memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind okyanuslarında yüzerdi. Müslümanlık rabıtası ırkı, iklimi, llisanı, âdatı, ahlâkı büsbütün başka olan bir çok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını.... elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm camiası etrafında toplanmış, kelimetullahı iylâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücude getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asyanın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.

Size bir vak’a anlatayım: Mısrı Ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Bahsimiz kiyasete intikal etti. Dedim ki:

— Şaşıyorum. Onbeş milyonluk koca Mısırda yabancı asker olarak az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?

Bu sualim üzerine o zat dedi ki:

— O yabancı devletin ricalinden birile samimi görüştüm. Sizin aklınıza, geleni ben de düşünmüş de, demiştim ki:

— Günün, ya'hut senenin birinde meselâ Osmanlı hükümeti kırk elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısır’a sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?

— Hiç bir şey yapmayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki biz hiç bir zaman Osmanlıların Mısıra kırkbin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirlerile uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısıra dönüp bakmağa vakit bulabilsinler.

Ey camaati müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem ne meselesi... Bunların hepsi düşman parmağile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgad, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanların işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzübiliah biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.

SEVR MUAHEDESİ

Zaten düşmanlarımızın tertib ettikleri sulh şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım, halkın fikrini yokladım... Baktım ki zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakıa nisbetle havas geçinen takım, bu şartların pek ağır olduğunu biliyor, lâkin ilimleri son derecede icmalî. Avam ise hiç bir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdad gibi, bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu Suriye yine bizde kalacak, artık çiftçi çiftile çubuğile; esnaf san'atile, dükkânile; ülema medresesile, mektebile; tüccar alışile, verişile meşgul olacak! Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlar, biz ise halâ ne gibi hülyalarla kendimizi avutuyoruz!... Allah rızası için olsun, şu muahedenamenin bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz.

Maazallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumelilide hiç bir alâkamız kalmıyor. Çatalca istihkâmatı da dahil olduğu halde, denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halife diye İstanbul'da bir şeyler bırakılıyor. Lâkin kendisine yalnız ─tıpkı Roma'daki Papa gibi─ yediyüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Vakıa müslümanlar İstanbul'dan bu sefer koğulmuyor. Fakat Yunanlılar Çatalca istihkâmatına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarında istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa'da bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul'u alıverirler.
Şimdi bir sual varid olacak;

— Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin?

İngilizlerin bu kadar büyümesi, müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın vilâyetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya mühtaçtır. Bunu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya, İstanbul'un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumelinin, İstanbul'un, Aydın vilâyetinin yunanlılar elinde bulunması ne demektir, biliyor musunuz? Oralarda tek bir Türk müslüman kalmaması demektir. Vaktile eski Yunanistanla Moradaki halkın yarısı rum ise yarısı da müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu müsalaha mucibince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra ayni hal zuhura gelecektir. Evet, müslüman ahali katliam ile korkutulacak, hicrete mecbur edilecektir.

★ ★ ★

Bu muahedenin takib ettiği maksat şudur: Düşmanlar, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derecede az insan harc etmek istiyorlar. O sebepten, bir taraftan rum, ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silâh dağıtarak, Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da müslümanlar, Türkler arasından para ile, yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi birbirimize doğratacaktır; ki bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın, Anadolu'nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvvetimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.

★ ★ ★

Neuzübillah muahedeyi kabule mecbur olduk mu, Anadoluda asker besleyemiyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda rum, ermeni, yahudi bulunacak. Zabitlerin yüzde onbeşi, ki tabiî hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntaka mıntaka ayrılıp her mıntaka bir ecnebi zabitin eline verilecektir. 
Meselâ Karadeniz sevahili mıntakasındaki İngiliz zabiti bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek, o zaman istediği gibi rum, ermeni çeteleri vücude getirerek müslümanların üzerine saldıracaktır. Netekim bu usulü İngilizler Kars'da, Ardahan’da; Fransızlar Adana'da, Maraş'da pek güzel tatbik ettiler.

Bilirsiniz ki Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır: Biri İstanbul, biri İzmir. Elimizdeki üç buçuk şimendüfer hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dahil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabii düşmanlar hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithâlâtımıza istediği gibi müşkülât çıkaracak. Gümrük tarifesini, şimendüfer tarifesini, liman tarifesini ona göre tertib ederek Anadolu’daki Müslüman tüccarı tamamiîe iflâs ettirecek. Zaten mütarekedenberi İstanbul'daki müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise müslümanîarı fakir, sefil bırakmaktır.

★ ★ ★

Bu muahede mücibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep bir komisyon tarafından tertib olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır, yani düşman bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğimiz vergiler hep rumların, ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraatı kâmiîen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgad yetişebilecek.

★ ★ ★

Gelelim uhud meselesine: Ey camaati müsiimin!
Frenkce bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: bizim bilerek bilmiyerek, keyfî yahut iztirari, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Meselâ içimizde yaşayan ecnebi tab’asından biri ne yaparsa yapsın hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı.

Tevkif olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu muharebeden evvel bizim içimizde ali-kıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin berikinin emlâk ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin bidayetinde kaldırmıştık. Şimdi sulh şeraitini kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek, biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebasına münhasır olan o imtiyazlar şimdi rumlara, ermenilere, yahudilere verilecek.

Artık bunun ne demek olduğunu matuhlar bile anlar.

Gelelim bu imtiyazların iktisadı kısmına: Ecnebi tab’ası temettü, belediye ve saire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi, rumlar, yahudiler, ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı müslümanlar verecekler, bütün parsayı içimizdeki gayrı müslimler toplayacak!

★ ★ ★

Ya gümrükler meselesi... O da bir âfet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu bir az izah edelim. Evvelâ ziraatimizi ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, şimendüferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu'dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşı ne çare olabilir? Evet, çare hariçten gelecek ekin ve sair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu'dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir...

Gelelim sanayie: Bilirsiniz ki memleketimizde bir çok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Meselâ bir dokuma fabrikası, yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak, Avrupa'nın, Amerika’nın fabrikalarile başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayiimiz de onların sanayi derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulat üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz, hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardır. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de bir çok menfaat temin ediyordu. Halbuki ecnebi fabrikalarile rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatini, sanayiini ileri götüremez, ticaretini de gayri müslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz.

★ ★ ★

Şimdi bir mühim mesele var. Onu tetkik edelim: "Neden düşmanlar bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar?" 
Evet, bunlar harbi umuminin bidayetinde "biz bütün milletlerin istiklâli için harbediyoruz!" tekerlemesini muttasıl tekrar edip durdukları için mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyon müslümana da istiklâl sevdası geldi. Mısır'da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Vakıa onlar bu isyanları kendilerine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lâkin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiç bir müslüman memleketin müstakil kalmaması lâzımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki müslüman hükümet kalmıştı ki biri bizdik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki İran hükümeti İslâmiyesinin icabına baktılar. Himayelerini lânet halkası gibi acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.

Ey camaati müslimin!

Biz ise asırlardanberi âlemi İslâmın başında olarak ehli salible çarpışıyoruz. Dünyanın bütün müslümanları selâmetlerini, necatlarını, yıllardan beri müştak oldukları istiklâllerini kurtarmak için bizden örnek alıyorlar.

"Yüzlerce milyon müslümana nısbetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır?" demeyiniz. 
İyi biliniz ki bu bir avuç halkın bütün âlemi İslâmda pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır. 
Bütün müslümanlar bilirler ki maazallah Türk milletinin devrilmesi bütün cihanı imanı sarsacaktır. Bütün müslüman yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır.

Mütarekeyi müteakip Mısır'da, Hind'de hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak’da, Suriye’de zuhur eden ihtilâller, isyanlar, kıyamlar gösteriyor ki, biz Türkiye müslümanları öyle âlemi İslâmın ve dolayısile düşmanlarımızın lâkayıt kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten düşmanlar bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Ama diyeceksiniz ki:

— Bugün bütün dünyaya hâkim olan düşman satveti karşısında bizim ne ehemmiyetimiz olur ki herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler?

Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadisatı seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonrasını tahmin etmek, hesab etmek isterler. Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler; görüyorsunuz. Binaenaleyh velev bir kaç vilâyetten ibaret bir Anadolu hükümetinin kalmasına bile kendi ihtiyarlarile, yani muztar kalmadıkça, kabil değil, razı olamazlar.

— Pek âlâ! Ne yapabilirsiniz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahilî, haricî muharebeler, bilhassa Balkan muharebesile şu harbi umumî, bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şeraiti sulhiyeyi çar naçar kabul edeceğiz. Bu tıpkı silâhsız bir adamın dağ başında müsellah haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek...

Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külâhını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik. Lâkin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:

— Boynunu uzat! Kafanı devir! diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişile, tırnağile uğaşır, çabalar, nefsini imkânın son derecesine kadar müdafaaya bakar.
Ey camaati müslimin! İşte bugün bizden istedikleri, ne filân vilâyet, ne filân sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.

★ ★ ★

Bir de o müsellah olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan müdafaai hayat vazifesinde bir az daha sebat edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim.

Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş tehlike var: Biri onların kendi ta’biri veçhile İslâm tehlikesi, diğeri komünistlik tehlikesi! İslâm tehlikesini herifler çoktanberi hesaba almışlardı da ona göre ellerinden gelen tedbiri tatbikten geri durmamışlardı. Lâkin altı yedi senedenberi devam eden bu harp bir çok hesapları alt üst etti. Bir çok tahminler yanlış çıktı. Bugün düşmanlar artık müstemlekelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hakim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözlerile gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl olur? En son icad olunmuş silâhlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini bilfiil öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaadlerin hiç birinin aslı faslı olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat yüzü görmek nasip olamıyacağına iyice yakin hasıl ettiler. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya hiç o bildiğimiz halde bulunmayor. Bilumum şarkta, bilhassa müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut. Asya’nın şimal kısmında yaşayan dindaşlarımız kâmilen denilecek derecede müsellah, mütebakisi de bir taraftan silahlanıyor, fikirler gittikçe değişiyor. İstiklâl sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bütün bu hareketler İslâm tehlikesi namı altında toplanarak düşmanlarımızı titretiyor.

İkinci tehlikeye gelince: Komünistlik denilen bu hareket Avrupa'nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silâhtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket bugün artık yanar dağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır, oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa, ne kadar çabalasa buna karşı gelemiyor. Zaten böyle bir yangın için Avrupa'nın her tarafında istidad vardı, hazırlık vardı. Sermaye sahiplerde amele arasındaki gerginlik son senelerde, bilhassa bu muharebe esnasında son dereceyi bulmuştu. Ruslar ön ayak olarak çarı, çarlığı, asilzadelerin bitmez tükenmez imtiyazlarını, servetlerini, sâmânlarını, hâk ile yeksan edince, Avrupa’daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki:

— Bu harp, bu yedi seneden beri devam eden âfet kırk, elli milyon beşerin doğrudan doğruya harp meydanlarında helâkine sebep oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların arkasından bikes, perişan bir halde bıraktı, manevî bir ölüme mahkûm etti. Netice ne oldu? Bir ¡kaç zalim hükümet istibdadım artırdı. Milyarlarca servet sahibi bir kaç muhtekirin hâzinelerini, kasalarını doldurdu. Fukara tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlâk namına, haya namına, ırz namına, haysiyet namına, insaf namına bir şey bırakmadı. Hepsini sildi süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı. Âlemi beşeriyet her türlü insanlık duygularından sıyrılarak yırtıcı hayvanlar derekesine indi. O halde biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber sulh şeraiti diye ortaya atılan hezeyannameleri bundan böyle milletlere asla rahat huzur temin etmiyecektir. Bilâkis bunların aralarındaki ihtilâfları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleyecektir. Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri bütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilâtı, bütün bu müessesatı yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır...

İşte bunların mülâhazaları aşağı yukarı bu merkezdedir. Garbin ukalası, hükeması çoktan beri böyle bir akıbetin zuhurunu bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görünen medeniyeti haziranın içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde palıdır küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa, o da garp medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksan olmasını temenniden ibarettir.

Ey camaati müslimin! Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, maarif düşmanı, terakki düşmanı olduğuma zahip olmayınız. Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa, o da her manasile pek yüksek, namuslu, vekarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyeti fazıladır. Garp medeniyeti maddiyattaki terakkisini maneviyyat sahasında kat’iyyen gösteremedi. Bilakis o ciheti büsbütün ihmâl etti. Hayır ihmâl etmedi; bile bile payımâl etti. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözlerde görerek hatalarını tashih etmişlerdir.

Avrupa hükümetlerini titreten komünizm tehlikesi de budur. Bütün sömürgeci devletler, bu tehlike karşısında şaşırdılar ve gittikçe, şaşkınlıkları artacaktır...

★ ★ ★

Ah, siz o sömürgeciler elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Sömürgeciler tarafından idare olunan hangi memleketin bir şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri sömürgecilere, diğeri yerlilere aittir. Hiç bir yerli için yabancıların cemiyetine girebilmek kabil değildir. Bir yerli temiz giyinmek istese, vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz ki, yerliler için ayrı vagonlar vardır. Hastahanelere gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o kovuşlarda yatmaya mecburdur. Sömürgecilere:

— Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz?

Diye soranlara:

— Maymunlar adam olur, bunlar adam olmaz cevabını verirler.

Bir Sömürgeci, yerliyi istediği gibi döver; cezâ lâzım gelmez. Şayet öldürürse pek hafif bir cezayı nakdî ile kurtulur. Yerlinin kazancının yüzde tamam altmışı hükümet tarafından alınarak Sömürgecilerin ihtiyaçlarına sarf olunur. Yerli nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan âcizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesab etmişlerdi: Seksen sene zarfında onsekiz milyon yerli açlıktan ölmüş. Bu son asrın ilk onaltı senesi zarfında ise ayni sebepten helâk olanların miktarı yirmi milyonu bulmuş. Yetmiş sene evvel bir yerli, günde bizim para ile kırk para kazanırken, bugün bu kazanç onbeş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı yerli sömürgeciden üç kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur, bilir misiniz? Sömürgecilerin hâzinelerine toplanıp müstemlekat ahalisi arasında nifak çıkarmaya, fesad çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında Asyanın bu ülkesi varidatından tamam yüz milyon İngiliz lirası müstemlekâtta sefer yapmak için harcolunmuştur. Sömürgeciler buradaki kumaş tezgâhlarını yok etmek için ustaların baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayii mahvetmek için hiç bir mel’anetten geri durmazlar. Seksen milyon müslüman yerli için lise derecesi bir tek mektep var. Sömürgeciler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Bir yerli en ufak silâhı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları, berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim ediliyor.

Gelin bir az da Afrika'ya geçelim. Cezair’de, Tunusda, Fas’da müslümanlara, sömürgeciler tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki hiristiyanlar, yahudiler a’sar gibi, ağnam gibi vergilerin hiç birini vermezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka, sömürgecilerin vazettikleri kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa suretile çok zaman hristiyanların, yahut yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf müslümanların vergisile yaşayan belediyelerde, hiç bir müslüman âzâ bulunamaz. Şayet bulunursa rey sahibi olamaz. Gerek Cezair’de, gerek Tunus’da kabilelerin müşterek mer’aları vardır. Lâkin bu mer'alar muttasıl sömürgeciler tarafından bedava gasbedildiği için biçare müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zarurî olarak cenuba, yani çöle doğru çekiliyorlar. Sömürgeciler Afrika'daki müstemlekelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, arapların elindeki araziyi bedava alırlar. Bununla kalmayarak, o yeni köye lâzım olan suyu civardaki müslüman köylerinden getirip, müs'lümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücude getirilen her hristiyan köyüne varidat bulmak için yine müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakalrı belediye rüsumile o hiristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir sömürgeci, müslüman aleyhinde ikamei dava etmez. Çünkü lüzum görmez. Onu isterse döğer, isterse öldürür.

Ey camaati müslimin! Zaman, zemin müsait olsa size sömürgeci adaletinden (!), sömürgeci medeniyetinden,(!) bir çok parlak nümuneler daha gösterirdim. Mamafi ibret alacaklar için bukadarı da yetişir zannederim. İşte sefaletlerinin derecesini kısaca anlattığım o zavallı dindaşlarımızın, hiç olmazsa düştükleri felâkete düşmemek için artık gözümüzü açmalıyız. Düşmanımızın bizi de onların hâline getirmek için bugün elinde iki vasıta var. Ziyade yok, çünkü haddi zatında gerek keyfiyet, gerek kemiyet itibarile mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır.

Bu iki kuvvetin birincisi yunan ordusu, İkincisi memleketimizde çıkaracağı, daha doğrusu çıkarmakta olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa birincisinin hiç ehemmiyeti yoktu. Biz aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün inayeti hakla memleketimizi, istiklâlimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. İşte vilâyati şarkiye ahalisi gözünüzün önünde duruyor. Bunlar düşman istilâsı ne demek olduğunu gözlerde gördükleri için, bu sefer düşman igfalatına kapılmadılar. Aralarında tefrika çıkmasına, nifak çıkmasına meydan bırakmadılar. Can cana, baş başa verdiler; yurtlarını çiğnemek, kendilerini esaret altına almak için hudut boyunda fırsat gözetip duran düşmanı tarımar ettiler. Kars gibi en müstahkem bir kaleye bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler, gittiler. Cenabı Hak o kahraman mücahitlerimize tevfikler ihsan buyursun; Anadolu'muzun garbindeki bu sefil düşmanı da ermenilerin bihakkin, uğradıkları akıbete uğratsın!...

— Âmin!...

Bizi mahv için tertib edilen muahedei sulhiye paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza, kardeşlerimize düşen vazife Anadolu'muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslâm için, Türk için bu diyarda beka imkânı yoktur.

Ey camaati müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpınıp duran bu dini mübin, bu mübarek yurt bizlere vediatullahtır[4]. Kahraman ecdadımız bu suphanî vediayı siyanet uğrunda canlarını feda etmişler, kanlarını seller gibi akıtmışlar, muharebe meydanlarında şehit düşmüşler; Rayeti İslâmı yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmişler; yurdun harimi pakine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlâda, asırdan asıra intikal ede ede bize kadar gelen bu emaneti kübraya hiyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz? Ağyar eline geçen müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levhai ibrettir. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. Cihanın bu en mamur, en medenî, en mütefennin iklimi vaktile sinesinde on milyon müslüman barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız, tek dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allahın vahdaniyetini garbin afakına yetiştiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün teslis velveleleri aksediyor. Şevketin, medeniyetin, irfanın, ümranın müntehasına varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyola karşı müdafaadan âciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslâmın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilâsı altında bırakmayalım. Yeisi, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atalım, azme, mücalhedeye, vahdete sarılalım. Cenabı kibriya Hak yolunda mücahede için meydana at&





Çok Okunan Makaleler
Reşat Nuri Erol
M.Tekelioğlu; 15 Temmuz’a doğru: travmadan kurtulmak…
7.07.2017 129906 Okunma
Reşat Nuri Erol
Süleyman Karagülle - Altın Ekonomisine Geçiş
2.11.2013 32877 Okunma
2 Yorum 30.01.2016 22:15
Reşat Nuri Erol
T. C. 1921 ANAYASASI’nın Temel Maddeleri
22.02.2016 17994 Okunma
1 Yorum 22.02.2016 07:19
Reşat Nuri Erol
Şeyma Yavuz ve MAKALESİ… İbn Haldun ve “MUKADDİME”Sİ…
1.07.2015 16068 Okunma
2 Yorum 03.07.2015 00:23
Reşat Nuri Erol
FAİZ imparatorluğu ve ROTHSCHİLD ailesi
29.03.2016 15685 Okunma
1 Yorum 29.03.2016 01:12
Reşat Nuri Erol
Ekrem Dumanlı, Mümtaz’er Türköne, Ali Bulaç ve İSLÂM/cı
2.07.2015 15058 Okunma
7 Yorum 23.07.2015 19:54
Reşat Nuri Erol
AKP’yi kim kuşa çevirdi, Erdoğan mı Davutoğlu mu?
26.06.2015 14383 Okunma
6 Yorum 08.07.2015 13:24
Reşat Nuri Erol
Yüz Yıl Önce - Yüz Yıl Sonra; ne değişti?
26.07.2015 14376 Okunma
4 Yorum 03.08.2015 12:51
Reşat Nuri Erol
Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları
29.07.2015 14179 Okunma
4 Yorum 30.07.2015 11:51
Reşat Nuri Erol
Kahramanlarım: Erbakan, Aliya, Muhammed Ali
7.06.2016 14117 Okunma
2 Yorum 07.06.2016 02:58
Reşat Nuri Erol
Çok önemli hatalar, çok önemli uyarılar ve…
7.10.2018 14004 Okunma
11 Yorum 09.10.2018 00:22
Reşat Nuri Erol
“Asâ Rabbukum En Yerhamekum…”
16.01.2017 13840 Okunma
9 Yorum 17.01.2017 12:20
Reşat Nuri Erol
Tarımda faiz, icra ve iflas
26.04.2010 13728 Okunma
Reşat Nuri Erol
İslam Tarihinde Anayasa; Medine Anayasası ve ...
14.10.2011 13683 Okunma
Reşat Nuri Erol
Suriyeliler “sığınmacı/mülteci” mi, “muhacir” mi?
5.09.2015 13655 Okunma
3 Yorum 05.09.2015 17:56
Reşat Nuri Erol
Sömürü sermayesi ve kuyrukları tövbe ederse…
16.08.2015 13297 Okunma
4 Yorum 19.08.2015 00:56
Reşat Nuri Erol
Hayrettin Karaman; Âdil Düzen Nasıl Olmalıdır?
4.08.2015 13293 Okunma
3 Yorum 04.08.2015 21:11
Reşat Nuri Erol
Erbakan’ın Türkiye ve dünyadaki inkılâpları
23.02.2015 13070 Okunma
2 Yorum 25.02.2015 11:21
Reşat Nuri Erol
Suruç bombası, sermaye-siyaset çatışması ve IŞİD
24.07.2015 13020 Okunma
2 Yorum 24.07.2015 07:35
Reşat Nuri Erol
Harun Ö. “İslâmcılk” yazıları-10; SAİD-İ NURSÎ
13.08.2015 13015 Okunma
3 Yorum 15.08.2015 17:32
Reşat Nuri Erol
H. Özdemir’İn İSLÂM-CILIK yazıları-2; ERBAKAN FAKTÖRÜ
29.07.2015 12991 Okunma
5 Yorum 30.07.2015 11:44
Reşat Nuri Erol
İkrazatçılık!
9.04.2010 12938 Okunma
Reşat Nuri Erol
Erbakan’a göre Adil Ekonomik Düzen’de VERGİ
14.03.2016 12449 Okunma
3 Yorum 14.03.2016 14:05
Reşat Nuri Erol
Adil Düzen dışında çözüm reçetesi olan var mı?
8.09.2015 12348 Okunma
2 Yorum 08.09.2015 07:11
Reşat Nuri Erol
R. Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Abdullah Gül
25.06.2015 12228 Okunma
5 Yorum 28.06.2015 13:16
Reşat Nuri Erol
Ve zekkir fe inne’z-zikrâ tenfeu’l-mü’minîne
10.08.2015 12146 Okunma
2 Yorum 10.08.2015 22:44
Reşat Nuri Erol
Çözüm “Âdil Kur’an Düzeni”dir
22.02.2015 12097 Okunma
5 Yorum 23.02.2015 21:48
Reşat Nuri Erol
Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları-9
10.08.2015 11996 Okunma
3 Yorum 11.08.2015 13:47
Reşat Nuri Erol
Sn. Cumhurbaşkanımıza ve ilgililere açık mektup!
1.08.2015 11865 Okunma
3 Yorum 02.08.2015 08:07
Reşat Nuri Erol
Anlatıp ve nasihat ediyoruz; dinleyip yapsalar…
3.08.2015 11846 Okunma
4 Yorum 03.08.2015 14:50
Reşat Nuri Erol
Ya-pa-ma-dı-lar… YA-PA-MA-YA-CAK-LAR…
1.06.2015 11727 Okunma
5 Yorum 02.06.2015 10:49
Reşat Nuri Erol
Erbakan’ın “ADİL DÜZEN” Söyleminin Teorisi-1
3.03.2016 11696 Okunma
3 Yorum 06.03.2016 14:53
Reşat Nuri Erol
‘Sistem kurmak’ ve ‘hazin (vahim) durum’
9.01.2017 11689 Okunma
8 Yorum 23.01.2017 00:31
Reşat Nuri Erol
‘E LEYSE MİNKÜM RACULÜN REŞÎD’ (âyet)
14.09.2015 11636 Okunma
2 Yorum 14.09.2015 20:56
Reşat Nuri Erol
İkrazat yasal tefecilik!
9.04.2010 11587 Okunma
Reşat Nuri Erol
Şehit MEHMET HİKMETUMUT’u anlatamamak!
10.07.2015 11453 Okunma
2 Yorum 10.07.2015 06:06
Reşat Nuri Erol
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı”…
27.12.2018 11321 Okunma
9 Yorum 28.12.2018 08:15
Reşat Nuri Erol
7 Haziran’da oyumuzu bu şuur ile kullanalım
30.05.2015 11268 Okunma
3 Yorum 30.05.2015 16:30
Reşat Nuri Erol
24. Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi
1.12.2015 11250 Okunma
1 Yorum 01.12.2015 06:41
Reşat Nuri Erol
Çağımızın Nuh’un Gemisi “ADİL KUR’AN DÜZENİ”dir
29.05.2015 11215 Okunma
4 Yorum 29.05.2015 18:44
Reşat Nuri Erol
“İSLÂM DÜZENİ” tüm insanlar içindir
5.05.2013 11167 Okunma
Reşat Nuri Erol
Sermayeye ve siyasilere önerimiz var
8.08.2015 10937 Okunma
3 Yorum 10.08.2015 20:14
Reşat Nuri Erol
Seçime kadar “AYG” uyarılarına devam…
20.09.2015 10861 Okunma
4 Yorum 20.09.2015 06:16
Reşat Nuri Erol
İdam, kısas, diyet, anayasa, şeriat, hukuk…
23.11.2012 10850 Okunma
Reşat Nuri Erol
Sosyal tufan ve sömürünün çözümü Adil Düzen’dir
10.11.2015 10811 Okunma
2 Yorum 16.11.2015 07:22
Reşat Nuri Erol
Kur’an Ayında “KUR’AN DÜZENİ” hatırlatmaları-2
5.07.2015 10786 Okunma
2 Yorum 05.07.2015 11:49
Reşat Nuri Erol
Yine “biz” kazanacağız…
15.08.2015 10784 Okunma
2 Yorum 15.08.2015 15:00
Reşat Nuri Erol
‘Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor?’
3.02.2016 10761 Okunma
1 Yorum 03.02.2016 22:48
Reşat Nuri Erol
7 Haziran Seçimi sonucundan alınacak dersler
9.06.2015 10706 Okunma
3 Yorum 15.06.2015 03:15
Reşat Nuri Erol
Başkanlık sistemi değil, “Adil Düzen” gelmelidir
20.06.2015 10676 Okunma
3 Yorum 20.06.2015 20:30
Reşat Nuri Erol
‘Sosyal Tufan’a karşı ‘Adil Düzen Gemisi’ inşa ed
27.12.2014 10672 Okunma
4 Yorum 25.05.2015 09:49
Reşat Nuri Erol
Cennet karşılığı mal ve can ile cihad etmek
14.04.2013 10669 Okunma
Reşat Nuri Erol
İman, ilim, amel, fıkıh, fikir, zikir ve ekonomi
30.04.2014 10640 Okunma
Reşat Nuri Erol
Aliya İzzetbegoviç: ‘Kur’an edebiyat değil, hayattır’-4
10.12.2015 10634 Okunma
2 Yorum 10.12.2015 22:22
Reşat Nuri Erol
VakıfBank “FAİZSİZ BANKA” olmalıdır
25.03.2015 10594 Okunma
2 Yorum 05.04.2015 18:14
Reşat Nuri Erol
AK Parti ya “gömlek giyecek” ya da silinecek
28.06.2015 10581 Okunma
3 Yorum 02.07.2015 12:56
Reşat Nuri Erol
Mustafa Deniz; Bu düzen adil değil
4.08.2015 10528 Okunma
4 Yorum 04.08.2015 21:06
Reşat Nuri Erol
Değişim devam ediyor VE LÂ GÂLİBE İLLALLAH
2.04.2016 10514 Okunma
1 Yorum 02.04.2016 12:53
Reşat Nuri Erol
Soru-yoruma cevap ve bir aileden gelen yorum
12.08.2015 10469 Okunma
4 Yorum 14.08.2015 07:17
Reşat Nuri Erol
ADİL DÜZEN ‘gönüllü’ mü , ‘zorla’ mı gelsin?
16.01.2016 10467 Okunma
2 Yorum 16.01.2016 22:08
Reşat Nuri Erol
Esbaba tevessül eder, sonra tevekkül ederiz...
7.09.2014 10466 Okunma
Reşat Nuri Erol
15 Temmuz: Teşhis ve Tedavi; KUR’AN VE İLİM ile
28.08.2016 10441 Okunma
2 Yorum 29.08.2016 20:48
Reşat Nuri Erol
İslâm hukuku, Batı hukuku ve olumsuz etkisi
9.02.2016 10362 Okunma
1 Yorum 09.02.2016 08:10
Reşat Nuri Erol
Faiz meselesi, bankalar ve çözüm önerileri-3
16.02.2015 10296 Okunma
2 Yorum 16.02.2015 08:34
Reşat Nuri Erol
HIZIRLA KIRK SAAT
30.12.2015 10129 Okunma
1 Yorum 31.12.2015 13:01
Reşat Nuri Erol
ÜSKÜDAR SOHBETLERİ-2 İSLAM MEDENİYETİ VAKFI
7.04.2016 10096 Okunma
1 Yorum 07.04.2016 23:36
Reşat Nuri Erol
MEHMET HİKMETUMUT ve KUR’AN VE İLİM 819. Hafta Seminer
4.07.2015 10080 Okunma
4 Yorum 05.07.2015 14:31
Reşat Nuri Erol
“SOSYAL TUFAN” dediğimiz, İŞTE BUDUR!
23.05.2016 10071 Okunma
1 Yorum 23.05.2016 08:09
Reşat Nuri Erol
Prof.S.Tekir: GÜÇLÜ PARA veya PARANIN GÜCÜ
1.09.2016 10038 Okunma
1 Yorum 01.09.2016 09:51
Reşat Nuri Erol
IMF’nin alternatifi nedir?
13.03.2010 10024 Okunma
Reşat Nuri Erol
Erbakan’ı anlamak, yapılması gerekenleri yapmaktı
6.03.2015 10012 Okunma
1 Yorum 06.03.2015 07:26
Reşat Nuri Erol
Erbakan’a göre “Selem Senedi Karşılığı Kredi”
13.03.2016 9983 Okunma
1 Yorum 13.03.2016 08:53
Reşat Nuri Erol
ÇARE VE ÇÖZÜM KUR’AN’DA
31.05.2015 9977 Okunma
2 Yorum 15.07.2015 07:10
Reşat Nuri Erol
Çözüm Süreci ve HDP’nin önemli hatası
10.08.2015 9951 Okunma
2 Yorum 11.08.2015 15:48
Reşat Nuri Erol
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
4.09.2015 9788 Okunma
1 Yorum 04.09.2015 06:00
Reşat Nuri Erol
Seçime giderken oynanan oyunlara dikkat!
12.09.2015 9720 Okunma
3 Yorum 13.09.2015 06:45
Reşat Nuri Erol
Harun Özdemir'den Doğu Perinçek yazısı!
25.10.2015 9710 Okunma
1 Yorum 25.10.2015 20:22
Reşat Nuri Erol
Kooperatif sistemi ile ‘ortaklık sistemi’ gelmekte
17.11.2018 9697 Okunma
5 Yorum 30.11.2018 11:55
Reşat Nuri Erol
H. Özdemir’in İSLÂMCILIK yazıları: Atatürk İslâmcılığı
18.10.2015 9694 Okunma
1 Yorum 18.10.2015 10:45
Reşat Nuri Erol
Toprak, tarım ve ‘tarım stratejisi’
26.04.2010 9672 Okunma
Reşat Nuri Erol
Sermaye dünyayı ne hâle getirdi; ne yapmalıyız?
30.11.2012 9536 Okunma
Reşat Nuri Erol
7 Haziran Seçimi, sorunlar ve mucize Kur’an-1
13.06.2015 9480 Okunma
2 Yorum 14.06.2015 07:41
Reşat Nuri Erol
Prof.Dr.Sabri TEKİR: TÜRKİYE VARLIK FONU
10.02.2017 9463 Okunma
3 Yorum 12.02.2017 20:52
Reşat Nuri Erol
KUR’AN ayetleri, Kadıhan, Hülagû ve HALEP!
19.12.2016 9435 Okunma
2 Yorum 19.12.2016 10:27
Reşat Nuri Erol
KUR’AN VE İLİM 828. hafta seminer notlarından…
30.08.2015 9417 Okunma
3 Yorum 30.08.2015 11:50
Reşat Nuri Erol
Hukuk Düzeni
21.04.2013 9328 Okunma
Reşat Nuri Erol
KUR’AN VE İLİM bütün sorunları çözer
19.05.2015 9311 Okunma
1 Yorum 19.05.2015 11:17
Reşat Nuri Erol
“Millî Görüş ve Adil Düzen” olmadan bu kadar!
2.10.2015 9310 Okunma
1 Yorum 02.10.2015 07:02
Reşat Nuri Erol
MİLLÎ GAZETE için her gün bir şey yapmak
14.01.2016 9204 Okunma
4 Yorum 24.01.2016 23:20
Reşat Nuri Erol
Yargı sorununun çözümü hakemlik sistemidir
19.02.2014 9181 Okunma
Reşat Nuri Erol
Erbakan’ı Adil Düzen’den vazgeçirme raporu (tekrar)
2.12.2018 9107 Okunma
3 Yorum 02.12.2018 12:05
Reşat Nuri Erol
Şehit MEHMET HİKMETUMUT’u anlatamamak!-2
11.07.2015 9039 Okunma
1 Yorum 11.07.2015 03:53
Reşat Nuri Erol
KUR’AN VE İLİM 738. Hafta Semineri’nden
17.11.2013 8934 Okunma
Reşat Nuri Erol
S. Karagülle; BİR İLİM ADAMININ ERBAKAN TAHLİLİ...
4.08.2015 8932 Okunma
2 Yorum 04.08.2015 21:35
Reşat Nuri Erol
H.Özdemir yazıları; Ak Parti İslamcı mı?
1.08.2015 8926 Okunma
3 Yorum 01.08.2015 16:33
Reşat Nuri Erol
Seçim sonucu ne olursa olsun, Asıl Yapılması Gereken
1.11.2015 8915 Okunma
1 Yorum 01.11.2015 06:05
Reşat Nuri Erol
Kapitalizm/sermaye III. dünya savaşı derdinde ama
26.10.2015 8901 Okunma
1 Yorum 26.10.2015 22:44
Reşat Nuri Erol
Kapitalizm değerlendirmeleri ve çözüm
30.01.2016 8881 Okunma
1 Yorum 30.01.2016 14:35
Reşat Nuri Erol
Gece, saat üç; bir, iki, üç (yazı)! Ve (dördüncü yazı)
15.12.2016 8871 Okunma
1 Yorum 15.12.2016 02:49
Reşat Nuri Erol
Akevler Kooperatifi ve Ortaklık Sistemi Bankaları
22.10.2018 8860 Okunma
4 Yorum 30.11.2018 08:26


© 2024 - Akevler