YORUMSUZ VE TAKDİMSİZ!
Harun Ö. “İSLÂMCILIK” yazıları-10;
SAİD-İ NURSÎ İSLÂMCILIĞI
Said-i Nursî, 1878'de Bitlis'in Nurs köyünde doğdu, 23 Mart 1960'da Urfa'da vefat etti. Temel İslâmî eğitimini aldıktan sonra Doğu'da birçok medreseyi ziyaret etti. Zamanının çoğunu müzakere ve münazara ile geçirdi. Dersini aldığı kitapları ezberliyordu. 20 yaşına gelmeden ders vermeye başladı. 1907’de İstanbul'a geldi. Doğu'da iyi bir medrese kurmayı düşünüyordu, bunun için Saray'dan yardım isteyecekti.
el-Ezher ayarında bir medrese, Doğu’nun hatta İslâm aleminin makûs talihini değiştirebilirdi. Bu medresede İslâmî ilimler yanında, Batı’da geliştirilen matematik ve fen bilimler de okutulacaktı.
30 yaşında geldiği İstanbul’un hareketli havasına erken uydu. İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin estirdiği muhalefetin etkisinde kaldı. Medrese projesini anlatayım derken kendini önce tımarhanede, sonra da hapiste buldu. Hapisten çıktı mı, çıkarıldı mı, kaçırıldı mı; orası belli değil.
Fransız Meşrik-i Âzamlığı'na bağlı Localar İstanbul'da Saray’ın sıkı kontrolü altındaydı; çalışamıyordu. Başarısız olanlar İtalyan Meşrik-i Âzamlığı'nın aktif olduğu Selanik'e gidiyordu. O dönemde Mustafa Kemal de Suriye'den kaçıp Selanik'e gelmiş ve Loca'ya üye olmuştu. Onun da amacı İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin toplantılarına katılmaktı.
Said-i Nursî, Selanik’te Emanuel Karasso gibi önemli Mason Üstatlarla tanıştı. İttihatçıların kongresinde "Meşrutiyet"ten yana heyecan uyandırıcı konuşmalar yaptı. Konuşmalarında “millet, hürriyet, terakki, medeniyet, emek, pozitif bilimler, istişare, parlamento” gibi kavramları başarı ile kullanabiliyordu.
Selanik’te konuşmalarıyla iki isim fazlasıyla öne çıktı: Ziya Gökalp ve Said-i Nursî. Mustafa Kemal’in de öne çıktığı söylenmektedir ki, bu doğru değildir. Ama şunu söyleyebiliriz; Mustafa Kemal, Şam’dan kaçarak Selanik’e gelir. Mason ve İttihatçı olur. İtalyan Meşrik-i Âzamlığı’nın o günlere ait kayıtlarında Mustafa Kemal’in agresif, asabi, geçimsiz ve dik başlı olduğu yazılmıştır.
Said-i Nursî’nin Selanik’te Emanuel Karasso gibi masonlarla dost olduğu bilinmektedir. Bunun yanında masonlar hakkında yorum yapacak kadar fazla kişiyi tanıması da ilginçtir. “Masonların %10’u fena %90’ı ise iyi insanlardı” der.
Selanik konusunu kapatmadan bir noktaya daha değinelim:
İttihatçıların kongresine katılanların gönüllü veya gönülsüz, ciddi veya üstünkörü mason olması yanında Said-i Nursî’nin mason olmamasının bir açıklaması yapılabilmelidir. Said-i Nursî’ye konuşma verilecek kadar önemsenmesinin bir nedeni olmalıdır, bu sorular açıklık kazanmamıştır.
Genel olarak şu da söylenebilir:
Mason olmak demek, külliyen kâfir olmak değildi! Medreseliler, İslâmcı yazarlar, Saray erkânı hatta Şeyhülislâmlar da mason olabiliyordu. 1918’deki büyük hezimete kadar masonluk “fikir kulübü”nden biraz fazla bir şeydi!
***
Meşrutiyet ilan edildiğinde çağdaş kavramları küfürle itham eden medreselileri ve Doğu’nun aşiret reislerini ikna için Said-i Nursî harekete geçer. Van ve çevresini dağ bayır gezer, Meşrutiyet-i meşrûanın İslâm'a aykırı olmadığını, dört hak mezhebin klasik kaynaklarına dayanarak ve İslâm tarihinden örnekler vererek ikna etmeye çalışır.
Meşrutiyet günlerinde kamuoyunda İslâmcıların önderliğini yaptığı demokrasi, anayasa, parlamenter sistem, liberal ekonomi, siyasal katılım, insan hakları, cumhuriyet, azınlık hakları, etnik dil ve eğitim, her türlü hürriyet talebini içine alan çağdaş kavramları Said-i Nursî de savunmuş ve bu konulardaki görüşlerini “Münazarat" adlı kitabında toplamıştır. Bu yönüyle Said-i Nursî, gerçek bir İslâmcıdır.
Teşkilat-ı Mahsusa'ya da üye olan Said-i Nursî, Harb-i Umumi’de Ruslara esir düşer. Bir süre Tiflis'te tedavi görür. İyileşince Kosturma'daki esir kampına götürülür. İki yılı aşkın esir kalan Nursî, Bolşevik İhtilali’nin yarattığı kargaşadan yararlanarak kaçar veya kaçırılır. St.Petersburg, Almanya, Varşova, Viyana, Sofya üzerinden 1918 Haziran'ında İstanbul'a gelir.
Sultan Vahdettin tarafından kendisine ilmiye sınıfında "Mahreç" derecesi verilir.
1920'de Eski Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi'nin kurucu başkanlığını yaptığı İngiliz Muhipler Cemiyeti üyeleriyle samimi ilişkiler kurar.
***
-Said-i Nursî, kendi hayatını bölümlere ayırır. İlk dönemi ilim tahsili ve siyasi faaliyetlerle geçmiştir. Siyasette başarısız olur. İlim tahsili ise disiplinsizdir. Dönemin kabul gören usullerine göre ders almamış, ilimleri de sırayla tedris etmemiştir. Sık sık hoca değiştirmiş, onlarla da tartışmıştır.
-Kürt’tür. Türkçe, Arapça ve Farsçayı sonradan öğrenmiştir. Türkçe konuşmaları olabildiğince adalı ve gramer hatalarıyla doludur.
-Oldukça cesurdur ve terbiye kabul etmeyen bir özgürlük anlayışına sahiptir. Vahşi denebilecek doğası eğilip bükülmesine ölünceye kadar izin vermemiştir.
-Hocasının zekâsına övgü anlamına gelen Bediüzzaman ismi, zamanla gerçek ismi yerine geçecek kadar kabul görmüştür.
***
Hayatının ikinci döneminde talebelere ders verir. Milli mücadeleyi destekler. Mustafa Kemal Paşa’nın daveti üzerine Ankara'ya gelir. Altı ay kalır. Bu süre içinde Şark Üniversitesi’nin kurulması için çaba harcar. Bir iki konu daha gündeme gelir, sonunda Ankara’dan ayrılmaya karar verir.
Bediüzzaman'ın Van'a gitme kararının duyulması üzerine Mustafa Kemal Paşa ile odasında iki saat baş başa bir görüşme yapar. Paşa, Bediüzzaman'ın Ankara'da kalması halinde milletvekilliği, üç yüz lira maaş, Şark Genel Vaizliği ve bir köşk gibi cazip tekliflerde bulunur; fakat kabul etmez. "Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle beraber çalışmaz, fakat size de ilişmez" der, Ankara’dan ayrılır.
Bediüzzaman; Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu dostları ve bir kısım milletvekili tarafından istasyondan Van’a uğurlanır.
***
Bediüzzaman hükümete karşı hiçbir fiili muhalefet yapmadığı gibi yapanları da onaylamaz. Doğu’da birkaç kez Bediüzzaman’ın desteğini almak için rahatsız edildiği bilgisi Ankara hükümeti tarafından öğrenilir. Bunun üzerine Üstat, Batı illerine doğru ölümüne kadar devam eden sürgünlere gönderilir.
Siyaseti bıraktıktan sonra kendisini medresede talebe yetiştirmeye adayan Üstat, sürgün döneminde bunu da yapamaz ve onun açısından hayatının üçüncü dönemi başlar. Çilelerle dolu bu yıllar, onun en verimli yılları olur. 1960’ta 82 yaşında vefat ettiğinde geride 150’yi aşkın kitap ve tüm Türkiye’de hayranlık uyandıran efsanevi bir hatıra bırakır.
Cumhuriyet tarihinde Müslümanları olumlu yönde etkileyen, en ilginç ve idealist kişidir. Hiç kimse onun gibi özverili, sabırlı, zararsız, cesur ve üretken yaşayamamıştır. Hiçbir rüşvete, protokole, rahat yaşama iltifat etmemiştir. Evlenmemiş olması, onu bambaşka bir dindarlığa ve nefis terbiyesine, dolayısıyla da yüce bir makama taşımıştır. Hiçbir Müslümanın başaramayacağı ilim, hikmet, cesaret, sabır ve nefse hâkimiyete sahip olması onu efsaneleştirmiştir.
İslâmî ilimler yanında matematik ve fen bilimlerine olan merakı, oldukça engin yaşam tecrübesi ve keskin zekâsının ürünü fikirlerini, sürgün yıllarında görüştüğü çok az kişiyle paylaşabilmiştir.
Bugün tüm dünyada tanınan ve okunan bu fikirler, o tarihlerde Türkiye’de ancak taklid-i imanından başka sermayesi olmayan cahil yoksullara anlatılabiliyordu. Az sayıdaki dinleyicisinin polisçe takip edilmesi, fikirlerini anlatmasını, yazıya geçirilmesini ve meraklılarına gönderilmesini iyiden iyiye zorlaştırıyordu.
Üstadın sürgün yıllarında kullandığı araçlar ne kadar ilkel idiyse, ona kulak verenler de o kadar samimi, yoksul ve cahildi. Samimi olarak inanan ama kendini ifade edemeyen yoksulların başlattığı dayanışmadan doğan enerji, bir süre sonra önü alınamaz hale geldi.
Çünkü Üstat toplumun en alt katmanlarına sesleniyordu, elden ele gezen yazmalar da bilmeyenlere sözlü olarak ulaştırılıyordu.
Gerçekten halk Üstadın yazdıklarını polis takibatına rağmen anladığı için mi sahipleniyordu yoksa hiç evlenmemiş ve oldukça mütevazi yaşayan bir bilgeye duydukları hayranlıktan dolayı mı ona sahip çıkıyordu? Bunu tam olarak kimse açıklayamadı.
***
Üstat, İslâm Dini’nin önem sırasını çağın koşullarına göre yeniden tanımladı. İman esaslarına öncelik verir. İman konularında aklı başında herkese seslenmek ister. Eserlerinde kullanmak zorunda kaldığı dil, halkın anlayamayacağı kadar adalı ve yalın Türkçeden uzaktı. Yaşam tarzına gelince, herkesi şaşkına çevirecek kadar hayranlık uyandırıcıydı.
Üstadın eserleri bugün de okunmaktadır. Kimin ne anladığı kendisine, fakat hiç anlaşılmadığını iddia etmek yanlış olur. Dikkatli okuyucu, Risale-i Nur Külliyatı’nı birkaç başlıkta toplamaya çalışmıştır:
-Klasik İslâm kaynaklarına muhalefet anlamına gelen açıklamaları yoktur.
-Kur’an’ı çağa göre yorumlamaya çalışmıştır.
-İman konularının önceliği vardır, her şey göz ardı edilebilir veya ertelenebilir ama imandan vazgeçilemez, görüşündedir.
-İslam İnanç Felsefesi denebilecek Kelam ilminde yöntem ve kaynak açısından henüz aşılamayan yenilikler yapmıştır.
-Müslüman kardeşliğini, Türkiye ile hatta İslâm âlemiyle de sınırlı tutmaz. Geleceğin kardeşliğinin “La ilahe illallah” kardeşliği olacağı öngörüsünde bulunur. Çünkü inançsızlık en büyük tehlikedir ve Allah’a inanalar dünyanın her yerinde işbirliği yapıp inançsızlığı yenecektir.
-Cahillik İslâm âleminin en büyük sorunudur.
o